• Sonuç bulunamadı

Alımlama estetikçileri çalışmalarını “okur” ve “okuma faaliyeti” üzerine yoğunlaştırdıklarından metin ile metnin yazıldığı tarihsel ve kültürel dönemin

ŞİİRSEL YAPI A ÖN YAP

B. ARKA YAP

8. Alımlama estetikçileri çalışmalarını “okur” ve “okuma faaliyeti” üzerine yoğunlaştırdıklarından metin ile metnin yazıldığı tarihsel ve kültürel dönemin

özelliklerini de dikkate alırlar. Tarihsel yöntemin bulguları, metin tahlili yapanlar için önem taşır ve onlar da okurun alımlama ve yorumlama biçimini sürekli göz önünde bulundururlar.

Alımlama Estetiği İle Metni Yorumlamada Sınır Neresidir?

Okur, metinlerle tabii ki bir boşlukta karşılaşmaz. Bütün okurların tarihsel ve toplumsal olarak belirli bir konumları vardır ve edebiyat eserlerini nasıl yorumlayacakları da büyük ölçüde bu konumlarına bağlı olacaktır (Eagleton, 2011: 97). Alımlama estetiğine yönlendirilen eleştiriler, okuyucunun metindeki boşlukları kendi tecrübeleri doğrultusunda öznel yargıları ile doldurmaları noktasındadır. Burada metni doğru ya da yanlış yorumlamanın ölçütü ne olacaktır? (Aytaç, 2003: 156).

Bu soruya şöyle bir cevap verilebilir: Sonu açık yapıtlarda son sözü yaratıcı değil, tüketici söyleyecektir. Bu demek değil ki tüketici tamamen özgürdür. Yapıtın

bütünlüğünü, oluşum sürecini ve koşullarını göz ardı ederek sergilenecek yaklaşımlar da başıboşluğa götürür. Yorumlarımızı yapıttan yola çıkarak temellendirmek bizi ancak tutarlı yapabilir (Özbek, 2005: 29). Yazar, metin ve metnin yazıldığı dönem üçlemesine bir bütün olarak hâkim olunduğunda metindeki boşluklara dair doğru yorumlar yapabilmek daha mümkün olabilecektir.

Iser, okura epey özgürlük tanır; ama kafamıza estiği gibi yorum yapabilecek kadar özgür değilizdir. Zira bir yorumun başka bir metnin değil de bu metnin yorumu olması için bir anlamda metnin kendisi tarafından mantıksal olarak sınırlandırılması gerekir. Başka bir deyişle eser, okurların ona verdiği tepkileri belli bir ölçüde belirler, aksi takdirde eleştiri tam bir anarşiye düşer.

Kolcu (2010: 122-123), tarafından aynı durum şöyle ifade edilir: Okur, yazarın bıraktığı boşlukları doldurmada bütünüyle özgür bırakılmış değildir. O, yazarın eserine koyduğu temel anlamdan sapamaz. Örneğin kan davasının anlatıldığı bir romanda iki taraftan onlarca ölü vermiş insanların, kaymakamın bir daveti üzerine birdenbire her şeyi unutarak sarmaş dolaş olmalarını beklemek doğru olmaz. Dış gerçekliğe uymaz. Okur esere katkıda bulunurken ana temadan ve hayata egemen gerçeklerden uzaklaşmamalıdır.

Peki ya edebiyat eseri belirlenmiş bir yapı değilse, metindeki her şey belirlenmemişse okurun onu inşa etme biçimine bağlıysa ne olacak? “Bütün alımlama

kuramcıları buna sıkıntı gözüyle bakmazlar. Amerikalı eleştirmen Stanley Fish, işin esasına inildiğinde “nesnel” bir edebiyat eseri olmadığını rahatlıkla kabul eder”

(Eagleton, 2011: 98).

Böyle olmakla birlikte metin, yalnızca okurun öznel yorumuna bırakılmaz. Metne bilimsel ve nesnel bir yaklaşım gereklidir. Bir yönlendirme söz konusu olacaktır, ama bu yönlendirme, dışarıdan gelen bir yönlendirme değil, metnin içerdiği stratejiden kaynaklanmaktadır. Metni anlamak, yorumlayabilmek için metnin verdiği ipuçlarını yakalamak gereklidir. Okur, metni okuma sürecinde tıpkı içinde yaşadığı hayatta olduğu gibi, nesnelliği olduğu kadar öznelliği, özgür alanları olduğu kadar, özgürlüğün sınırlarını da yan yana yaşama imkânına sahiptir (Genç, 2003).

İpşiroğlu, yanlış alımlamaya şöyle bir örnek vermektedir: Son İtalya Kralı III. Vittorio Emanuele’nin bir resim sergisinin açılışında, yamaçlarında bir köyün uzandığı bir vadi manzarasını betimleyen bir tabloya uzun uzun baktıktan sonra, serginin

yöneticisine “Bu köyün nüfusu ne kadar?” diye sorması gülünç bir örnektir (İpşiroğlu, 2001: 26).

Sonuç itibarıyla okurun yorum alanı edebiyat eseriyle ya da eserle sınırlandırılmıştır, denilebilir.

2. 2. 6. Yapısalcı Yaklaşım

Edebiyatta yapısalcılığı, 1960’lı yıllarda, Fransa’da, Roland Barthes, Claude Bremond, Gerard Génette, A. J. Greimas ve Tzvetan Todorov gibi eleştirmenler ve yazın bilimciler başlatmıştır. Yapısalcılık yalnızca bir edebiyat kuramı değil, çeşitli bilim dallarında kullanılan bir yöntemdir. Yapısalcılık adından da anlaşılacağı üzere metnin yapısına yönelen bir kuramdır. Moran (1994: 169-170) yapısalcılığın incelenen metne yönelmesini şöyle açıklar: Yapısalcılık, yüzeydeki birtakım fenomenlerin altında, derinde yatan bazı kuralların ya da yasaların oluşturduğu bir sistemi (yapıyı) aramaktır. Önemli olan şudur: Sistemdeki birimler kendi başlarına bir anlam taşımazlar, onlara anlam kazandıran sistem içinde birbirleriyle bağlantılarıdır, çünkü ancak o zaman bir sistemin parçası olarak ele alınabilirler.

“Yapısalcılık, 19. yüzyıldan itibaren eleştiri ve metin inceleme yöntemleri içinde

çok etkili bir yaklaşımdır. Edebî metinlere yapı kavramı etrafından bakan yaklaşımların 18. yüzyılın sonlarına doğru geliştiği görülür. Bu dönemde, edebiyat eserleri, organik ve kendine ait kuralları ile ortaya çıkan bireysel bir üretim süreci olarak değerlendirilir” (Aytaş, 2008: 29).

Aytaç (2003: 158), yapısalcı yaklaşımı şöyle izah eder: Yapısalcılık “bütünlükler” hâlinde bir düşünce tarzını aşmayı öngörürken öte yandan biçim-içerik gibi başından beri kabul edilmiş iki bölmeli sınıflandırmayı bırakmaktan yanadır. Yapısalcılar edebiyat bilimi alanında önce metin vardır ve metin, ögelerin birbiriyle bağlanması sonucu yapıyı oluşturmuştur, şeklinde düşünür.

Yapı, bir metinde yer alan ögelerin birbirleriyle olan ilişkilerin bütünü olarak düşünülebilir. Ayrıca yapı, söz konusu edebî metni yapısal parçalara ayırıp yeniden sistematik bir şekilde kurmaya ilişkindir. “Yapısalcı incelemede hedeflenen amaç iki

temel üzerinde ifade edilebilir: Ele aldığı yazının- G. Genette’nin deyimiyle- iskeletini ortaya çıkararak o yazıyı betimler ya da yazının aracılığı ile (ve ona benzeyen başka çalışmalara dayanarak) edebiyatın özelliğini, yapılarını bulmaya çalışır” (Bayrav,

1998: 174).

Yapısalcılık, diğer bilimlerin edebiyata müdahalesine karşı çıkmak gayesiyle ortaya çıkarılmış bir kuramdır. Yapısalcılar, diğer bilimlerden hareket ederek edebî eseri incelemenin ve değerlendirmenin yanlış olacağını iddia etmişler, sosyoloji ve psikolojinin verileri ile edebiyata yaklaşılmasının doğru olmayacağını söylemişlerdir.

“Aslında bir dilbilimi ekolü olan Strukturalizm’in edebiyat bilimindeki etkisi, edebî metni dilbilimsel bir yapı olarak ele alma tarzında görülür. Dayandığı ilke, edebiyatın aslında alışılmış, normal dilden uzaklaşma sayılması gerektiğidir” (Aytaç, 2003: 159).

Yapısalcıların çıkış noktası, her metodun kendine göre bir yönteminin olması gerektiği ve kendi geliştirdiği bilimsel yöntemle çözümleme çalışmalarının yapılması gerektiğidir.

Yapısalcılar, edebî metnin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini söylerler. Onlara göre edebî metni oluşturan unsurlar bir bütünün parçaları olarak değerlendirilir. Metnin bütününün görülmesinde ve değerlendirilmesinde bütün unsurlar birbirileriyle ilişki hâlindedir ve bu unsurlar diğer unsurlarla bir anlam ifade ettikleri için çok önemlidir. Yapısalcı yaklaşımın söylediği şey şudur: Bir edebî metnin anlamı tek tek sözcüklerde değil, sözcüklerin birbirleriyle olan ilişkisinde aranması gerektiğidir.

Tahsin Yücel (2005: 10-11), yapısalcılık adlı kitabında yapısalcı kuramın dayandığı altı temel yönelimi şu şekilde açıklar:

1. Ele alınan nesnenin “kendi başına ve kendi kendisi için” incelenmesi,

2. Nesnenin kendi ögeleri arasındaki bağıntılardan oluşan bir “dizge” olarak ele alınması,

3. Söz konusu dizge içinde her zaman işlevi göz önünde bulundurma ve her olguyu bağlı olduğu dizgeye dayandırma zorunluluğunun sonucu olarak nesnenin artsüremlilik içinde değil, eşsüremlilik içinde ele alınması,

4. Bunun sonucu olarak köken, gelişim, etkileşim vb. türünden artsüremsel sorunlara ancak nesnenin elden geldiğince eksiksiz bir çözümlemesi yapıldıktan sonra ve bunların da dizgesel olarak ele alınmalarını sağlayacak yöntemler geliştirilebildiği ölçüde yer verilmesi;

5. Nesnenin “kendi başına kendisi için” incelenmesinin sonucu olarak” doğaötesel” (metafizik) değil, “özdekçi” (materyalist) bir tutum izlenmesi;

6. Bu yaklaşımın felsefel, siyasal ya da sanatsal bir öğreti değil, tutarlı bir çözümleme yöntemi olmaya yönelmesi, dolayısıyla düşüngüsel yaklaşımla bir ilgisi bulunmaması.

Özellikle İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure’ün artsüremli anlayışı bir tarafa bırakarak eşsüremli dizge anlayışını getirmesiyle dile, dolayısıyla bir dil ürünü

olan edebiyata bakışı tamamıyla değiştirmiştir. Saussure (1998) yapısalcılığın önde gelen isimlerinden biri olarak dile, dilin kendi yapısal özellikleri ile yaklaşmak gerektiğini söyler.

Yapısalcı yaklaşım, Ferdinand de Saussure’ün dilbilim ve Rus biçimciliği olmak üzere iki kaynaktan beslenir. Ferdinand de Saussure’ün ölümünden sonra yayımlanan “Genel Dilbilim Dersleri” dilbilime yeni bir anlayış getirmiş ve klasik dilbilim hakkındaki görüşlerden ayrılmıştır. Rus biçimciliğinin felsefi alt yapısı ise Roman Jacobson ve Tzvetan Todorov’un çalışmaları ile kurulmuştur.

“1914’lerde başladığı varsayılan Rus Biçimciliği akımı edebiyat bilimine yeni bir bakış açısı getirmiştir. Hatta edebiyatbilim diyebileceğimiz araştırma dalının Rus Biçimcileri ile kurulduğu bile söylenebilir. Bu yaklaşımın temel çıkış noktası, edebiyatbilimi bağımsızlaştırmak, edebiyat dışı değer ölçütlerini bir yana bırakmak ve edebiyata nesnel bir gözle bakmayı sağlayacak, edebiyat çerçevesi içinde kalan yöntemler geliştirmekti” (Akerson, 2010: 167).

Akerson (2010: 167), yapısalcılığın, Rus Biçimciliğinden, iki farklı araştırma yönünün olduğunu söyler:

a) Metne, dizgisel özellikler açısından bakmak. Her türün kendine özgü bir kurgusu olduğu varsayımından yola çıkarak bu genelgeçer yapısal özellikleri araştırmak ve tanımlamak.

b) Metne (özellikle şiire) kullanılan dil açısından bakmak. Edebiyat dilinin kendi işleyiş kurallarını ve özelliklerini bulmak. Bu yolla yazınsallık/edebîlik diyebileceğimiz edebiyata özgü dilsel olgunun ne olduğunu saptamak. Bunu yaparken biçimle içerik arasındaki ilişki çerçevesinde çözümlemek.

Saussure, “Genel Dilbilim Dersleri”nde yapısalcı anlayışını gösteren ve gösterilen ayrımı ile izah eder. Saussure’e göre dil sistemi içinde yer alan sözcükler birer gösterge konumundadır ve bunların karşılığı olan nesne veya kavramlar gösterilen durumundadır. “Yapısalcı kurama göre dil insanın algıladığı kavram ya da şeyleri bir

nedensellik ilintisi olmadan birimlere ayıran göstergeler sistemidir” (Kolcu, 2010:

260). Moran da dilin bu yönüne dikkat çeker: “Gerçeklikle dil arasında doğal bir

bağlantı yoktur, keyfi bir bağlantı vardır. Dili bilimsel bir şekilde eş zamanlı olarak incelemek istiyorsak onu dış dünyadan kopararak bağımsız, kapalı bir göstergeler sistemi olarak incelememiz gerekir” (Moran, 1994: 173-174).

Yapısalcı yaklaşımda bir metinde yer alan sözcükleri kendi anlam dizgesi içinde kabul etmek, metin dışındaki anlamlarını göz ardı etmek gerekmektedir. Çünkü bir sözcüğün tarihi, toplumsal, psikolojik açıdan farklı göndermeleri olabilir. Dolayısıyla bir metnin içinde yer alan bir sözcük iletişimde bulunduğu diğer sözcüklerle birlikte düşünülmeli ve ona göre anlamlandırılmalıdır. Yapısalcı yaklaşıma göre kelimenin tarih içinde kazandığı anlamlar ve yaptığı göndermeler göz önüne alınmaz. Çünkü bunlar sözcüğün metin dışı anlamlarıdır. Metinde yer alan bir sözcüğün sözlük anlamları ile değerlendirilmesi ve yorumlanması mümkün değildir. “Yapısalcılar kelimenin, parça

ya da unsurun dilin işlenmesi ve kullanımı ile kazanılmış zenginlikleri üzerinden ulaşılan genelgeçer anlamlarını değil, tamamlanmış bir bütün olan dizenin içinde kelimenin öteki kelimelerle kurduğu anlam izdivacından doğan anlamı ve çağrışımı esas alır” (Kolcu, 2010: 261).

Yapısalcı yaklaşımın amacı, incelediği metnin yapısını çözümlemek ve metnin anlam tabakasına nüfuz edebilmektir. “Erek, yazarın değil yapıtın dünyasına girmektir.

Metnin içeriğine tutarlı bir yorum getirebilmek işinde elimizdeki tek ipucu kendisi, biçimidir. Etrafında dolaşmakla bir sonuca varamayız. Yapıtın yazarına bile tam açık olmadığını yazarlar söyler” (Bayrav, 1999: 55).

Yapısalcı yaklaşım, edebî metne tutarlı bir açıklama, üzerinde herkesin mutabık kalabileceği bir yorum getirme çabasındadır. Bu nedenle yapısalcı yaklaşım, bir metinde yer alan unsurları bir bütünün parçaları olarak düşünür ve bu bütünün içerisinde yer alan kelimeleri/kavramları birbirleriyle olan ilişkileri bakımından tek tek ele alır. Bunun sonucunda ele aldığı ögeleri yapısal bakımdan inceleme amacı güder.“Yapısalcılık, metni parçalara bölerek parçaları yeni bir düzene göre birbirlerine

yaklaştırarak ele aldığı nesneyi baştan kurmaya uğraşır” (Bayrav, 1999: 58). Kolcu

(2010: 262)’ya göre bunun pratikteki yararı, tamamlanmış bir metni önce parçalara ayırıp sonra yeniden kurma eylemi sırasında metinde önceden fark edilmeyen, yüzeysel okumalardan kaynaklanan gözden kaçmış anlamları bulup onları açığa çıkarmaktır. Kısacası metnin altında yatan yapıyı, grameri, yasaları ortaya çıkarmaktır. Bu sistem içinde metni oluşturan nesneler kendi başlarına taşıdıkları anlamla değil, öteki ögelerle olan ilişkilerinde kazandıkları anlamla öne çıkarlar. Onlara anlam kazandıran bu sistem içindeki birbirleriyle olan bağlantıları, ilişkileridir.

Herhangi bir metni incelemeye kalkıştığımızda sözcüklerin tek başlarını yalnızca sözlük anlamları ile yer aldığını görürüz. Ancak yapısalcı yaklaşımda bu sözcüklerin diğer sözcüklerle olan münasebeti, şiirin yapısının ortaya çıkmasını sağlar.

Yapısalcılık, adından da anlaşılacağı üzere incelediği metnin yapısına yönelir ve özellikle de bu yapıların işlemesini sağlayan genel yasaları inceler. “Yapısalcılık da

Frye gibi tek tek fenomenleri bu yasaların bazı bölümlerine indirgeme eğilimindedir. Ama bildiğimiz anlamda yapısalcılıkta Frye’da rastlanmayan farklı bir öğreti vardır: Herhangi bir sistemin tekil birimlerinin, ancak kendi aralarındaki ilişkilerle anlam kazandıkları inancı” (Eagleton, 2011: 106). Bu inanç ele alınan metne yalnızca “yapısal

olarak” yaklaşmak anlamında değildir. Örneğin bir şiirde kelimeleri tek tek ele alabilir ve değerlendirebilirsiniz. Şiirde yer alan imge, simge ve semboller tek başlarına az çok bir anlam ifade edebilirler. Ancak çözümleme ve yorumlamada esas olan bu unsurların birbirleriyle olan ilişkileridir. İşte bir metnin yapısalcı olarak çözümlenmesi metinde yer alan her unsurun anlamının başka bir unsurla olan ilişkisini ortaya koymaya bağlıdır.

Eagleton (2011: 108), yapısalcı yöntemin bir hikâyeyi nasıl çözümleyeceğine dair basit bir örnek verdikten sonra birkaç noktaya dikkat çeker. Bunlardan ilki yapısalcılığın incelediği metnin içeriğini paranteze alarak tamamen biçim üzerinde yoğunlaşmasıdır. İkincisi, yapısalcılık için ele alınan metnin büyük bir edebiyat numunesi olması önemli değildir. Yöntem, nesnenin kültürel değerine gayet kayıtsızdır. Bu açıdan yöntem değerlendirici değil analitiktir. Üçüncüsü, yapısalcılık sağduyuyu hedef alan hesaplı bir saldırıdır. Metnin bariz anlamını reddeder ve bunun yerine metnin içinde yüzeyde görünmeyen belli derin yapıları yalıtmaya çalışır. Metni göründüğü şekliyle kabul etmez, onu gayet farklı bir nesneye dönüştürür. Dördüncüsü, metnin içindeki belirli içerikler birbirlerinin yerine konabiliyorsa metnin içeriği anlatının yapısıdır denebilir. Bu da metnin bir anlamda kendisiyle ilgili olduğunu iddia etmekle aynı kapıya çıkar.

Edebiyatta yapısalcılık 1960’lı yıllarda yapısal dilbilimin kurucusu F. de Saussure’ün yöntemlerinin edebiyata uygulanma çabası doğrultusunda gelişmiştir. Saussure’ün ölümünden sonra Genel Dilbilim Dersleri adıyla yayımlanan kitabında Saussure, dili artzamanlı olarak yani tarihi gelişimi içinde değil de eş zamanlı olarak yani tarihin belirli bir noktasında kendi başına bir bütünü teşkil eden bir sistem olarak incelenmesi gereken bir göstergeler sistemi olarak görmektedir. Saussure’e göre her göstergenin bir gösteren bir de gösterilen olmak üzere iki unsurdan oluşur. Örneğin t-a-ş

işareti taş gösterilenini akla getiren bir işarettir. Gösteren ile gösterilen arasındaki bu ilişki keyfidir. Kültürel ve tarihsel uzlaşımlar dışında bu üç işaretin “taş” anlamına gelmesini gerektiren hiçbir içsel neden yoktur.

“Genel anlamda yapısalcılık, bu dil kuramını, dilin kendi dışındaki nesne ve faaliyetlerine uygulama çabasıdır. Yapısalcı analiz ise bu göstergelerin birleşip anlama dönüşmesini sağlayan temel yasalar kümesini yalıtmaya çalışır. Göstergelerin fiilen ne söylediklerini büyük ölçüde görmezden gelir, onun yerine göstergelerin birbirleriyle ilişkilerinden yoğunlaşır” (Eagleton, 2011: 109).

1960’lı yıllarda Fransa, edebiyatta yapısalcılığın merkezidir. En önemli temsilcilerinden biri A. J. Greimas’tır. Greimas, bir kelimenin metin için tek başına bir anlam ifade edemeyeceğini, anlam için en azından iki kelime ya da kavram arasındaki ilişkinin ortaya konması gerektiğini söyler. Büyüklük kavramının ancak “büyük” ve “küçük” arasındaki farkla anlaşılacağını ifade eder. “Metinde algıladığımız her şeyi

sadece karşıtlık ve farklılık sayesinde algılarız. Diğerleriyle farklılık ilişkisi olmayan bir unsur görünmez olur” (Eagleton, 2011: 114).

“Yapısalcı anlayışa göre, bir metnin anlamını yaratan, anlatıcının doğrudan doğruya ya da kurmaca karakterler ağzından söylediği şey değil, metnin dayandığı anlaşılan, dolaylı yoldan formüle edilmiş, değerler arası karşıtlık ilişkisidir. Demek oluyor ki karşıtlık analizi önemlidir ve bütün edebî metinlerin incelenmesinde ve karşılaştırmalarda uygulanmalıdır” (Aytaç, 2003: 161).

Yapısalcı yaklaşımın edebî eserin çözümlenmesinde kullanılmasının yararlarını şöyle izah edilebilir:“Yapısalcılığın, edebî metnin temelinde yatan kural sistemlerini

belirledikten sonra, oturup bundan sonra ne yapacağını düşünmekten başka bir işi kalmıyordu. Eseri, ele aldığı gerçeklerle ya da onu üreten koşullarla ya da onu inceleyen gerçek okurlarla ilişkilendirmek söz konusu değildi; çünkü yapısalcılığı kuran hamle bu tür gerçeklikleri paranteze almak olmuştu” (Eagleton, 2011: 121).

Yapısalcı yaklaşımın, edebî metni tamamıyla nesnel bir anlayışla okuma gayreti

metnin çözümlenmesinde ciddi sıkıntılar yaratır. Metin çözümlemesinde en katı nesnel analizde bile yorum ögesini, dolayısıyla öznelliği bir tarafa bırakmak mümkün görünmemektedir. “Mesela, yapısalcı eleştirmen, metnin çeşitli ‘anlamlandırıcı

birimlerini’ nasıl saptar? Eleştirmen özgül bir gösterge veya göstergeler kümesinin böyle temel bir birim oluşturduğuna, yapısalcılığın katı biçimlerinin görmezden gelmeyi

tercih ettiği kültürel varsayımlara başvurmadan nasıl karar verebilir?” (Eagleton,

2011: 133).

Yapısalcı yaklaşımın metnin anlamını yalnızca metin içinde araması sağlıklı bir metin çözümlemesi için yeterli değildir. “Yapısalcılık gerçek nesneyi paranteze alırken

insan öznesini de paranteze almıştır. Aslında yapısalcı projeyi tanımlayan şey tam da bu çifte harekettir. Eser ne bir nesneye gönderme yapar, ne birey öznenin ifadesidir; bunların ikisi de devre dışı bırakılmış, geriye de sadece bu ikisi arasında havada asılı duran bir kurallar sistemi kalmıştır” (Eagleton, 2011: 124). Edebî metin çok daha geniş

bir sistemin içinde teşekkül etmiş; toplum, toplumun kültürü, değer yargıları ve dönemindeki başka metinlerle ilişkisi sonucunda anlam kazanmıştır. Bir edebî metnin anlamı, aynı zamanda okurun onu anlamlandırabilme becerisi ve ufkuna da bağlıdır. Dolayısıyla metnin anlamı yalnızca içsel bir özellik değil, dışsal birçok özelliği de barındırmaktadır. Bu dış unsurlar ise metnin arka planını oluşturmaktadır.

Moran (1994: 181), şu ana ilkeleri tüm yapısalcıların paylaştığını söylemektedir: 1. Edebiyat incelemesi tek tek yapıtların yorumlanması ya da değerlendirilmesi değil, edebiyat yapıtlarının tümünün uyduğu sistemin araştırılması demektir.

2. Bundan ötürü, edebiyatın tarih içindeki gelişimi bir yana bırakılarak her şeyden önce eşzamanlılık içinde incelenmesi gerekir.

3. Edebiyatın eşzamanlılık içinde, kendi başına, bağımsız bir yapı olarak incelenmesi ise bu yapıyı oluşturan ögelerin birbiriyle olan bağlantılarının, yani işlevlerinin saptanması demektir.

4. Bunu yapmak için de dilbilimdeki söze tekabül eden somut edebiyat eserlerinden yola çıkarak bunların uyduğu sisteme (dile) ulaşmak şarttır; çünkü sistem ile tek tek eserler arasındaki bağıntı, dilbilimde dil ile söz arasındaki bağıntının benzeridir.

Aytaş (2008: 34-35), Moran (1994: 181)’dan farklı olarak yapısalcıların benimsedikleri görüş ve yorumları şöyle sıralar:

1. Bir edebiyat eserine, yazılma gerçekliği ile bakılmalıdır. 1940’lı yıllarda sosyologlar edebiyata genelgeçer ölçüler koymuşlardır. Bu nesnellik, yapılan çalışmaları istatistiksel bir yapıya doğru yönlendirmiştir. Edebî metinde bir estetik boyut olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.

2. Bir eser, farklı çağlarda farklı etkiler bırakabilir. Fakat klasikleşmiş eserler için bunu söylemek doğru değildir. Örneğin Hamlet, yazıldığı dönemde farklı, günümüzde farklı değerlendirilmektedir. Her çağın kendine göre farklılıkları olduğu unutulmamalıdır.

3. Bir edebiyat eseri, yayımlandıktan sonra yazarın olmaktan çıkar. O, dilin yasaları içinde değerlendirilir ve dilin malı olur. Bu düşünce doğru olmakla birlikte yazarı tamamen yok saymak da yanlıştır.