• Sonuç bulunamadı

Şiilik’in Siyasi Yansımaları

BÖLÜM 2: İRAN DIŞ POLİTİKASINI BELİRLEYEN UNSURLAR

2.1. İçsel Faktörler

2.1.2. Şiilik

2.1.2.3. Şiilik’in Siyasi Yansımaları

Görüldüğü üzere İslam’ın diğer mezheplerinde olduğu gibi Şiiler’de de siyasi bölünmeler söz konusu olmuştur. Her ne kadar ibadet biçimlerinde ve inanç esaslarında farklılıklar olsa da Şiileri ‘taraf’ yapan politik olarak Hz. Ali yanlısı olmalarıdır. Tarihteki ilk büyük Şii devleti Fatımiler olmuştur. 909-1171 arasında 262 yıl boyunca hüküm sürmüş olan bu devlet İsmailiye mezhebine bağlıdır. Fatımi Devleti’ne müteakip, İran coğrafyasına mensup olan önce Safeviler, daha sonra ise Kaçarlar Şii mezhebinin en büyük temsilcilerinden olmuşlardır. Bu devletler Fatımilerin aksine on iki imam inancının bir kolu olan Caferiliği benimsemişlerdir. Özellikle Safevi döneminde, Osmanlı gibi Sünniliğin Hanefi koluna mensup bir imparatorlukla olan

ilişkileri incelemek hem tarihsel açıdan hem de günümüz perspektifi için Sünni-Şii ilişkileri üzerine bir fikir verebilecektir.

Osmanlı- Safevi ilişkileri Safeviler’in 1501’de Şah İsmail tarafından kurulduğu tarihten itibaren mücadele içerisinde geçmiştir. Özellikle Anadolu’da yaşayan Alevi nüfus nedeniyle Safeviler bu bölgeye ilgi duyarak, etki alanı oluşturmaya yönelik çeşitli faaliyetler yürütmüştür. II. Bayezit hükümdarlığı altında Trabzon Sancağı’nda görev yapan Şehzade Selim bu dönemde Safeviler ve Şiilikle mücadele etmiştir. Şehzade Selim’in tahta çıkmasıyla iki devlet arasında çoğu zaman ‘gerginlik’ olarak tanımlanabilecek olan ilişkiler, Çaldıran Savaşı ile sıcak çatışmaya dönüşmüştür. Bu savaş sonrasında Yavuz Sultan Selim Osmanlı topraklarından Şiilik tehlikesini uzaklaştırmış; ancak bazı kaynaklara göre Anadolu’da yaşayan 40000 Alevi’nin de katline neden olmuştur. Bu olay sonrasında İran ile Osmanlı arasında statükoyu koruma politikası çerçevesinde gelişmiştir (Kerim, 1980:11).

İran’da Şiiliğin siyasi yansıması, 1800’lü yıllarda yaşanan Tütün İsyanı’nda dini liderlerin verdiği fetvaya halkın itibar etmesiyle Kaçar hanedanın geri adım atmasıyla başlamıştır. 1979 yılında yaşanan İslam devrimi ile Şii’lik siyaseti yönlendiren temel etken haline dönüşmüştür. Belirtildiği üzere, İran on iki imamlı Caferi öğretisini benimsemiştir (Cenneti, 1995: 39). Nüfusunun %90’a yakını Şii olan İran’ın dini lideri, Velayet-i Fakih makamının temsilcisidir. 1960’lı yıllarda Humeyni tarafından Necef’te verilen derslerle olgunlaştırılan bu kavram kayıp olan imamın yerine İslam toplumlarının yönetilmesi görevi vekâleten müçtehitlerin vazifesi olduğu varsayımına dayanır. Çünkü Ayetullah Humeyni’ye göre âlimler peygamberin mirasçılarıdır. Bu miras dini alanı kapsadığı kadar siyasi alanı da kapsamaktadır. Böylelikle Humeyni’nin Şii siyasi düşüncesini din-siyaset ayrımını ortadan kaldıracak şekilde yeniden düzenlediği ifade edilebilir. Ona göre Velayet-i Fakih gaip imamın dini ve siyasi otoritesinin temsilcisi konumundadır (Gündoğan, 2010:168). Yukarıda da değinildiği üzere bu kavram yasama yetkisine de vekâlet edildiği anlamına gelmekte, bir diğer ifadeyle, İran dini lideri on ikinci imamın temsilcisi olarak her türlü siyasi ve idari yetkiyi kullanabilme hakkına sahip bulunmaktadır (Arjomand, 1988: 11). Salman

Rüştü3 vakası da herhalde Şii mezhebine göre İslam’ın şartlarından olan, cihadın İran dini lideri elinde ne kadar büyük bir güç haline dönüşebileceğinin göstergesi niteliğindedir (Gündoğan, 2010:400). Allah’ın vekili sayılan İran dini lideri en üst seviyedeki bu konuma gelebilmek için, ulema ve talebeleri tarafından dindarlığının onaylanması ve Şii fıkhı üzerindeki üstün uzmanlığının kabulü gerekmektedir (Fığlalı, 2008:210). Kişinin bu makama gelene kadar zorlu aşamalardan geçmesi gerekmektedir. Arapça, mantık, belagat, İslami bilimler ve Caferi fıkhı öğrenilmelidir. Kabiliyetli olduğuna kanaat getirilenler Şii hadis, tefsir ve fıkhını detaylı olarak öğrenmektedirler. Bu eğitimle birlikte Kur’an ve sünnetten hüküm çıkarma düzeyine ulaşanlar ‘müctehid’ makamına yükselmektedirler. Bahsi geçen aşamaların başarıyla geçilmesi itibariyle taraftar toplamaları ve talebe durumlarına göre sırayla önce ‘Huccet-ül İslam’, sonra ‘Ayetullah’ ve nihayet ‘Büyük Ayetullah’ (Ayetullah el-Uzma) sıfatlarını hak ederler (Fığlalı, 2008:215). Toplam Şii nüfusunun, dünya genelinde Müslüman demografik yapının %10-15 kadarını oluşturduğu tahmin edilmektedir ki bu da bir milyar üç yüz milyon nüfusluk Müslüman demografinin yüz otuz milyon kadarını oluşturdukları anlamına gelmektedir (Keskin, 2008:95).

Şii demografinin İslam Dünyası’ndaki %10 – 15’lik oranı ilk bakışta bir dezavantaj gibi görünse de; İran’a sağlayabileceği temel jeopolitik avantaj, İslam coğrafyasının hemen her yerine dağılmış olmasıdır. Özellikle Ortadoğu’da, ‘Şii Uyanışı’4 ya da ‘Şii Hilali’ (Shiite Crescent) olarak adlandırılan sürecin, Körfez ülkeleri yönetimlerinin üzerinde yarattığı panik havasının, söz konusu nedenden kaynaklandığı düşünülmektedir. Zira, Şii Uyanışı olarak adlandırılan süreç, jeopolitik ve sosyo–politik dinamiklerden ötürü hızlı bir domino etkisi oluşturabilecek mahiyettedir. Bu nedenle İran’ın Şii demografiyi dış politik bir avantaj ve müdahale zemini olarak algılaması kaçınılmaz olmuştur. Özellikle 2003 Irak müdahalesi sonrasında yaşanan çatışmalar, Arap etnisite temelindeki kimlik tanımlamalarının, yerini mezhepsel ayrılıklara bırakabildiğini gösteren bir dönemi işaret etmektedir. Dolayısıyla, Şii kimliği politik bir olgu ve birçok ülkede; statükoya karşı direnişin sembolü haline gelebilmiştir.

3 Hint asıllı İngiliz bir roman yazarı olan Salman Rüştü yazdığı romanda Kur’an ve Hz. Muhammet’e hakaret içeren ifadeler kullanması sebebiyle İslam dünyasından büyük tepki görmüştür. İran Velayet-i Fakih’i Humeyni hakkında ölüm fermanı çıkartmıştır(Gündoğan, 2010:401)

4Şii Uyanışı: Sünni-Şii rekabetinde özellikle İran İslam devrimi sonrasında Şii’liğin Şii nüfus bulunduran

İran, sahip olduğu bu demografik yapıyı, Soğuk Savaş dönemi İki Kutuplu Sisteminde özellikle artan petrol gelirleriyle birlikte bölgesel anlamda başat bir güç olmanın temel unsuru olarak görmüştür. Özellikle İran İslam devrimi sonrasında yürüttüğü tam bağımsızlık ve bağlantısızlık politikalarıyla Ortadoğu bölgesinde hâkim Şii nüfusun olduğu ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede etki alanları oluşturmayı amaçlamıştır. Fakat konjektürel olarak gelişen İran-Irak savaşı İran’ın rejim ihracı politikasını tüm gücüyle yürütmesine engel olmuştur. SSCB’nin yani doğu bloğunun dağılmasıyla ise uluslararası sistemde hâkim olan Tek Kutuplu Sistemde İran yeni dış politik arayışlar içine girerek daha reel-politik düzlemde Şii’liği bir etki unsuru olarak kullanmaya devam etmiştir.

Sonuç olarak; İran’da Şiilik, siyasi ve politik bir ulusal değerdir. Bu değerin devlet planında temsil edilip anayasal zeminde Şiiliğin gereklerinin ulusal ve uluslararası düzlemde politik hedef olarak tayin edilmesi, İran dış politikasındaki Şiiliğin yerini ifade etmesi bakımından kayda değerdir.