• Sonuç bulunamadı

6. TEMEL BAZI KAYNAKLAR

1.2. İSLAMÎ HAREKETLER

1.2.3. İslamî Hareketlerin Gelişme Merhaleleri

1.2.3.2. Şiî Hareketler

Selefî ve İhvân hareketlerinin dışında, İslamî hareketlerin kendisinden doğduğu başka bir ana akım daha vardır. Bu ana akım, tarih boyunca İslam’ın içinde ve dışında olayları etkileyebildi. Bu, Şiî çizgide hareket eden ana akımdır.

Şiî düşüncenin oluşumu, imamet meselesi ve Sakîfe’den beri hilafetin etrafında dönen siyasî ihtilafların kapsamıyla ilgili olarak gelişmiştir. Şiîlik, ortaya çıktığından beri varlığı siyasî sebeplere bağlı olan ilk dinî harekettir ve tarih boyunca Sünnî yönetim anlayışıyla çatışmıştır. Ortaya çıkışından itibaren Şiî düşüncenin müntesipleri var olmuştur. Bu ilk Şiî düşünce bütün siyasî Şiî hareketlerin zeminidir.

Öte yandan İdrisîlerden (788-991) Buveyhîlere (934-1062), Hamdânîlere (890-1004), Fâtımîlere (909-1171), Safevîlere (1501-1785) ve Zendîlere (1750-1794) kadar Şiîlerin tarihlerinde kurdukları ve hükmettikleri bütün devletler için dinî, mezhebî ve siyasî bir mercî var olagelmiştir105.

Bugün İran, bütün dünyadaki Şiî hareketleri besleyen, destekleyen ve İslam coğrafyasındaki hasımlarına karşı kullanan tek merci olarak kabul edilmektedir.

Bazı Şiî kaynaklara göre, Hz. Peygamber’in vefatından sonra meydana gelen bölünme, Şiîliğin ortaya çıkışının başlangıcıdır. Buna göre Şiî nitelemesi Hz. Ali’nin takipçilerine verilmiştir. Şiîliğin ortaya çıkışı hakkında çoğu araştırmacının tercih

104 Daha fazla bilgi için Bkz. Beşîr Nâfiʽ, el-İslâmiyyûn, el-Unufu’l-ʽÂbir li’l-Kârrât, Merkezu’l- Cezîre li’d-Dirâsât, Dâru’l-Arabiyye li’l-ʽUlûm Nâşirûn, s. 205 vd. http://studies.aljazeera.net/files/isil/2014/11/2014112361054982947.htm

105 Bkz. Lem tekun Devletu İrâni’ş-Şiʽîyye hiye’l-Ûlâ li’ş-Şiʽa ʽalâ Merri’t-Târîh, 30 Nisan 2015, Sasapost.

ettiği tarih, Hz. Ali-Muaviye çekişmesi, tahkîm olayı ve Sıffin savaşıdır. Bu durumda siyasal anlamda Şiîlik, Hz. Ali döneminde ortaya çıkıp süreç içerisinde gelişip yayılmıştır.

İtikadi nitelikli Şiilik ise 10 Muharem 61’de Kerbelâ’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra ortaya çıkmıştır. Bunlara göre imamet, Hz. Ali ve zürriyetinin hakkıdır. Şiî itikada göre Hz. Peygamber’in İslam’daki konumu neyse Hz. Ali’nin konumu da odur.

İslamî hareketler ve dünya düzeni alanında araştırmalar yapan uzman akademisyenler ve gazeteciler, Sünnî İslami hareketler üzerinde durdukları kadar Şiî hareketler üzerinde durmamaktadırlar. Oysaki Sıffin savaşından bugüne kadar Şiî hareketlerin İslam ve Müslümanların iktisadî, siyasî ve içtimaî hayatlarındaki etkilerinin boyutları neredeyse bütün Sünnî hareketlerin etkisine denktir. Ayrıca sömürgecilik, batılılaşma, siyasî, idarî ve iktisadî yozlaşmaya karşı mukavemette çağdaş İslamî hareketlerin ve İslamî uyanışın gerçekleşmesinde Şiîlik büyük bir role sahip olmuştur.

Bir ıstılah olarak Şiîlik:

Şiîlik, Hz. Ali’nin ve ehl-i beytinin imametini kabul edenlere verilen özel bir isimdir. Onlar Hz. Ali’ye yardım edenlerdir.106. İtikadi Şiilikte Hz. Ali Hz. Peygamber’in vasisidir. Onların görüşüne göre bu durum tıpkı Hz. Musa’nın Yuşa b. Nûn’a yaptığı vasiyete ve ondan sonra kahinlerin onun çocuklarına varis oluşuna benzemektedir. Yine onlara göre Hz. Ali’nin imameti, Peygamber’den vasiyetle gelen bir nassa dayanmaktadır. Hz. Ali’nin hilafetinden önce bu makama gelen kimselerin onun hakkını gaspettiklerini iddia etmektedirler.

Ali b. Hüseyin’in siyasetten çekilmesinden sonra bu vasiyet Muhammed b. el-Hanefiyye’ye intikal etmiştir. Ondan sonra da Ebu Hâşim Abdullah b. Muhammed el-Hanefiyye’ye geçmiştir. Çünkü Ebu Hâşim, hicrî I. asrın sonunda herhangi bir rakibi olmadığından, genel olarak Şiîlerin imamı kabul edilmiştir. Ondan sonra Şiî hareket birbiriyle savaşan bir takım gruplara ayrılmıştır. Her biri vasiyetin kendi

106 Abdullah b. Muhammed es-Selefî, Min ʽAkâidi’ş-Şîʽa, el-Mektebetu’l-Vakfiyye, III. Baskı, Suudiyye, 2007, s. 8.

kolunda devam ettiğini iddia etmiştir. Fakat hicrî II. asrın başında, imameti diğerlerine değil de Hüseynî kola hasretme eğilimi başlamıştır. Bundan sonra imamet düşüncesi ilk defa belirgin olmaya başlamış, daha sonra ise imamın ismet sıfatına sahip olduğu ve Allah tarafından tayin edildiği düşüncesi oluşmuştur107.

Çoğu tarihçi, ilahî imamet nazariyesinin ve Şiî siyasî düşüncenin, şûrâdan vasiyete, vasiyetten tayine ve ilahî ismete dönüşümünün hicrî II. asırda olduğu görüşündedir.108 Bu, Emevî döneminde Muaviye’nin oğlu Yezîd’i kendisinden sonra halife tayin etmesinden, halifelerin kendileri için ismet ve mutlak salahiyet iddia etmelerinden ve hatta Allah’a isyanda bile Müslümanlardan tam ve kapsamlı bir itaat istemelerinden sonra verasete dönüşen Sünnî siyaset nazariyesi ve nizamındaki gelişmeye karşı geliştirilen reaksiyon temelli bir düşüncedir. Çünkü Emevîler siyaset nazariyelerini cebr ve ilahî meşîet üzere kurmuşlardı. Allah’ın kendilerini hilafet için seçtiğini, kendilerine mülk verdiğini, O’nun kudretiyle hükmettiklerini, iradesiyle tasarrufta bulunduklarını, hilafetlerinin kutsal bir haleye büründüğünü iddia ediyorlardı. Böylece hilafet işini büyütüyor ve yüceltiyorlardı. Halifelere cehennemi haram görüyorlardı. Çünkü onlara göre ilahî meşîeti temsil ediyorlardı. Bu, Emevîlere karşı muhalefetin başını çeken Şiîlerde bir alternatif üretme eğiliminin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bundan dolayı hüküm ve hilafette ehl-i beytin önceliğini dile getirdiler. Allah’ın onları tayin ettiğini ve onların masum olduğunu söylediler. Şiîliğin ilahî imamet nazariyesi bundan dolayı ortaya çıktı.

Fakat imametin Hasan’ın değil de Hüseyin’in soyundan devam ettirilmesi, kapalı bir durum olarak kaldı. Şiî fakihlerin buna tatmin edici bir cevaplarının olmadığını görüyoruz. Sadûk şöyle demiştir: Muhammed b. Ebî Yaʽkûb el-Belhî, İmam Rızâ’ya, hangi sebepten dolayı imametin Hasan’ın değil de Hüseyin’in soyundan olduğunu sordu. O da şöyle cevap verdi: Çünkü Allah böyle murat etmiştir. Allah yaptığından dolayı sorguya çekilmez109. Daha sonra Şiî siyasî düşüncesi gelişti. On ikinci imam Muhammed Mehdî’nin gizlendiği hicrî 260 yılı

107 Muhammed Hâmid el-Ahmerî ve Diğerleri, el-ʽArab ve Îrân: Murâceʽa fi’t-Târîh ve’s-Siyâse, Editör: ʽAzmî Beşşâre-Mahcûb ez-Zuveyrî, el-Merkezu’l-ʽArabî, li’l-Ebhâs ve Dirâseti’s-Siyâsât, I. Baskı, Beyrut, 2012, s. 34.

108 Metin Bozan, İmamiyye’nin İmamet Nazariyesinin Teşekkül Süreci, İsam, İstanbul: 2009, s. 79 vd.

imamlar silsilesinin tamamlandığı yıldır. Şia’nın iddiasına göre onun gizlenmesiyle masum imamlar silsilesi kesildi. Bundan sonra Şiîlik, bu imam dönünceye kadar (ric’at) herhangi bir İslam devleti kurmayı kendisine haram kıldı. Bu imamım gizlenmesinden sonra (gaybet-i suğrâ) İsnâ Aşeriyye Şiasında intizâr nazariyesi gelişmeye başladı. Bu nazariye, Şia’nın siyasî yönetime gelmesini haram sayma esasına dayanır. Çünkü Şia’ya göre dinî ve siyasî kapsamıyla imamet, İslam Şeriatını uygulamak için ilahî bir tekliftir. İslam Şeriatını ancak günahlardan masum olan imam uygulayabilir. Masumiyet de Mehdî’nin gizlenmesiyle birlikte soyları devam etmeyen on iki imama mahsustur.110

Bu dönemden günümüze gelinceye kadar, On İki İmamcı Şiâ, on ikinci imamın döneceğine, gaybet döneminde herhangi bir devletin meşru sayılamayacağına ve siyasî işlere karışmanın haram olduğuna inandı. Çünkü bunlar Şiâ şeriatının esaslarına aykırı kabul edilmektedir. İmametin ortaya çıkışından bugüne kadar Şiâ’ya ve onun siyaset nazariyesinin gelişimine göz attığımızda, onun Farslılarla derin bir ilişkisinin olduğunu görürüz. Uzun bir süreç içerisinde gerçekleşen değişimleri incelediğimizde, masum imamların seçiminin Hz. Hüseyin’in nesliyle sınırlandırıldığını ve hatta bu seçimin Hz. Hüseyin’in bütün çocuklarını kapsamadığını da göreceğiz. Üstelik sadece Fars hükümdarının kızı olan eşinin çocuklarıyla sınırlandırılmıştır. Hz. Hüseyin’in bu eşi, Hz. Ömer döneminde Müslümanlar tarafından öldürülen Fars hükümdarının kızı olup Müslümanlara esir düşmüştü. Daha sonra Hz. Hüseyin onunla evlenmişti. On İki İmamcı Şiâ’nın siyasî düşüncesinin gelişiminde gâip imamın nâibliği ve daha sonraları Farslıların çıkarlarına hizmet eden velayet-i fakîh makamı da ihdas edilmiştir. Şiâ’nın siyasî nazariyesinin gelişimine baktığımız zaman, siyasî emellerle irtibatlı olduğunu göreceğiz. Aynı şekilde sûfî eğilimli Sünnî bölgelerin, özellikle de On İki İmamcı Şiâ’nın İran’a girmesine zemin hazırlayan Erdebil Tekkesi gibi tasavvufun yayılmasından sonra, Şiâ mezhebine nasıl dönüştüklerine de şahit olacağız. İran’daki Fars topluluklarının İslam’a girmesi ile ilgili yapılan araştırmalar da söylediklerimizi doğrulamaktadır. İranlıların İslam’a girişi 5./11. yüzyılda tasavvufî hareketler sayesinde olmuştur. Sünnî ve Şiî unsurların beraber olduğu Safevi tasavvufî

hareketlerin yayılması ve etkisi, kelamî ve fıkhî nazariyelerden bağımsız hareket eden sufîlerle gerçekleşmiştir. Üç yüz yıl boyunca sûfîlik, İran’da rûhî hayatı şekillendiren en önemli fikrî-amelî akımlardan biri olmuştur. İmamiyye’deki “imamın gaybeti” inancı, tasavvuf felsefesindeki daima hazır bulunan “kutup” kavramına benzemektedir. Aynı zamanda eski İran dinî inançları ile tasavvuf ruhu arasında bir takım benzerlikler de vardır. Bu da İran’da tasavvufun yayılmasını kolaylaştıran bir diğer faktör olmuştur. Şah İsmail’in galibiyetinden önce İran’da ruhî hayata önem veren tasavvuf ile İmamiyye arasındaki bu fikrî harmanlanma, Safeviyye tarikatının lideri Şeyh Safiyuddîn (1234)’nin öncülük ettiği hareketin özellikle siyasî hedeflerini gerçekleştirmesi için Şah İsmail tarafından görevlendirilmesinden sonra, İran’da hızlı bir şekilde yayılmasına zemin hazırlamıştır. Tarihçiler arasında, Şeyh Safiyuddîn’in Sünnî mi Şiî mi olduğu konusunda farklı görüşlerin ileri sürülmesinin sebebinin de bu olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle tefsir, kelam ve edebiyat alanındaki Müslüman İranlı alimlerin çoğunun ise Şiâ’dan değil de Sünnîlerden olduklarını görmekteyiz 111.

Bölgedeki kültüre hâkim olmasından sonra tasavvuf, Sultânî mezhebin (Sünnî Osmanlı-Şiî Safevî) Anadolu ve İran’da ortaya çıkmasına da zemin hazırlamıştır. Sûfî kültür hem Anadolu’nun hem de İran’ın ortak kültürüdür. Sufî kültüre sahip olan Osmanlı, tasavvufî hırsların ortaya çıkmasından önce, kendi topraklarında Şiîliğin yayılmasında herhangi bir beis görmemişti. Bu durum onun tasavvuf ruhuyla harmanlanmasından dolayıdır. Şiî isyan olarak ifade edilen Şahkulu’nun Sultan II. Bayezid’e karşı gerçekleştirdiği isyan, şiddet kullanılarak kontrol altına alındı. Bundan sonra her iki sultan nezdinde mezheb merkezli ideolojik kutuplaşma bariz bir hal aldı. Osmanlı alimleri arasında siyasî fıkıh gelişmeye başladı. Şeyhülislam Ebussuud Efendi döneminde ve sonrasında Osmanlı şeyhülislamlık kurumunun siyasetteki rolü belirginleşti. İranlı Şiî Safevî kimliğe karşı Osmanlı Sünnî mezhebî kimlik ortaya çıktı112.

Ancak miladî 13. yüzyılın sonunda Irak ve İran’da Usulî Şiî düşüncesini ıslah etme ve yenileme düşüncesi ortaya çıktı. Bu ıslahatçıların en önemlileri Allâme

111 Muhammed Hâmid el-Ahmerî ve Diğerleri, el-ʽArab ve Îrân: Murâceʽa fi’t-Târîh ve’s-Siyâse, s. 31-43.

“İbnu’l-Mutahhar el-Hillî” ile Molla Sadra olarak bilinen “Sadruddîn eş-Şirâzî”dir. Onların fikirlerinin, Safevî devleti dönemi (1501-1722) boyunca yapılan ıslah girişimlerinde büyük bir etkisi oldu. Çünkü onlar, intizâr nazariyesinin oluşturduğu krizden çıkmak için “gaip imam nâibliği” veya “genel nâiplik” makamını ihdas etmenin meşruiyetine cevaz verdiler. Bu makamın meşruiyetinden sonra İmam’ım yetkileri, fakihler (din ve fetva işlerini üstlenen) ve Safevî Şah’ı (devletin siyasî işlerini yürüten) arasında paylaşıldı. Böylece Safevîler saltanat sistemine geçti. Bu salatanat, 1447’de Mürşit Safevî Cüneyd eliyle siyasî damga taşıyan bir harekete dönüştü. Şah İsmail İran’ı birleştirmek için bunu kullandı (1501). Dolayısıyla Anadolu ve Irak’ı nüfuzu altına almak için ciddi bir çaba içerisine girdi. Bundan dolayı da Osmanlılar’la çekişme dönemi de başlamış oldu. Daha sonra Şiî fakihler “genel nâiplik” nazariyesini, “velayet-i fakîh” nazariyesine dönüştürdüler. Velayet-i fakîh nazariyesi, imamda ismet, nas ve Hüseynî-Alevî bir sülaleye mensubiyet aramaksızın devletin kurulmasına cevaz verdi. Bu da son dönemde Farslıların önderliğinde Şiî bir uyanışa ve peşinden de İran’da İslam Cumhuriyetinin kurulmasına sebep oldu113.

Velayet-i fakîh nazariyesinin durumu, ilahî hâkimiyet durumu gibidir. Bu, çağdaş İslamî hareketlerin ifrazatlarındandır. Her ikisi de eski İslamî söylemden beslenmektedir. Aynı zamanda çağdaş ve yeni anlamlar, yaklaşımlar ve işaretler taşımaktadırlar. Her ikisi de İslam dünyasında siyasî meşruiyetle ilgilidir ve çalışmalarını İslamî bir devlet kurma çabası etrafında yoğunlaştırmaktadır. 20. yüzyılda ikinci yarısında, çağdaş İslamî hareketlerin projesi doğrultusunda hareket eden Humeynî ve Seyyid Kutub gibi alimler ortaya çıktı. Aynı zamanda ilahî hâkimiyet nazariyesi olan genel velayet-i fakîh nazariyesi, hilafet nazariyesine benzemektedir. Bu, Seyyid Kutub ve Mevdûdî gibi alimler tarafından da dile getirilmiştir. Bu nazariye İslam siyaset düşüncesinden etkilenmiştir. İran’ın önde gelen dini liderlerinden Hamaney, yetmişli yıllarda Seyyid Kutub’un bir kaç eserini Farsçaya tercüme etmiştir. Şüphe yok ki o günkü şartlarda tercüme işi, sadece bir maharet değil; aynı zamanda Şah dönemindeki Batılılaştırma siyasetine karşı Seyyid Kutub’un söyleminin belirlediği radikal İslamî “devrimci hareketin” bir ifadesidir.

Yine bir İslamî devlet kurmanın zarureti etrafında gelişen bir çalışmanın göstergesidir. Sünnî söylemde hilâfeti, Şiî söylemde ise velayet-i fakîh’i gerçekleştirme ameliyesidir. Gaybet zamanında masum imama ait olan “velayet-i ʽâmme” veya “el-hâkimiyyetu’l-ʽâmme” sıfatını “veliyyu’l-fakih”e devrederek kullanmak, Seyyid Kutub’un da devlet kurarak batılılaşmaya karşı koyma şeklindeki düşüncenin hayata geçirilmesini kolaylaştıracaktı. İmam Humeynî bu dönemde vermiş olduğu derslerden birinde bunu şu sözlerle açıkça dile getirmektedir: “velayet-i fakih”, “naib-i imam” velayetlerinin alanını ve “taklit merciî”nin salahiyetlerini genişleten içtihadî bir şeklidir114.

Kısacası velayet-i fakîh, Şiî siyasî düşüncenin gelişim sürecinde fakihler arasında imamet, velayet ve salahiyetleri çerçevesinde tartışılmış fikhî bir nazariye olarak kabul edilmektedir. Yönetimi tek bir şahsın mülkiyetinde kabul edenlerle onun rolünü ve seçimini ümmete ve hicrî I. asırda baskın olan şûrâya bırakanlar arasında tartışılmıştır115.