• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM 17 

2.1.  İnsan Kaynakları Yönetiminde İşgören Bulma ve İşgören Seçim Süreci 32 

2.2.6.  Çeşitliliklerin Yönetimi 99 

Çeşitliliklerin yönetimi anlayışının temelleri Amerika’da atılmıştır (Esty, Griffin ve Hirsch,1995:1). Bu anlayış; Amerika’daki işyerlerinde eşitliği sağlamak için yaygın olarak paylaşılan “ayrımcılık karşıtı uygulamalar, eşit fırsatlar ve olumlu eylem” gibi yaklaşımlardan sonra ortaya atılmıştır. Araştırmacıların birçoğu, bu “işletmecilik olayını” destekleyen temel neden olarak, demografik özelliklerdeki değişiklikleri göstermektedir (Litvin,2002; Cavanagh, 1997; Kelly ve Dobbin, 1998’den akt. Kamp ve Hagedorn-Rasmussen, 2004:532).

Mondy ve Noe’ye (2005:50) göre ise çeşitlilik, insanlar arasında, yaş, ırk, din, işlevsel özellik, meslek, cinsel yönelim, coğrafi köken, yaşam tarzı, kurumdaki çalışma süresi, mevki veya algılanan diğer farklara yönelik algıları işaret eder. Çeşitlilik, eşit istihdam veya pozitif ayrımcılıktan daha da öte bir kavramdır. Çeşitlilik yönetimi ise, azami verimliliği elde etmek için işçiler arasındaki bu mevcut ve algılanan farklılıkları bir araya getirerek işgücü çeşidinin gelişiminin devamını teşvik ve tedarik etmek için etkenlerin bulunmasını sağlamaktır.

İşletmelerde çeşitlilikleri yönetmenin örgüte sağladığı faydalar birçok araştırmaya konu olmuştur. Sürgevil (2010)’e göre çeşitlilik yönetimi:

• Personel seçimini geniş bir yetenek havuzundan yapma şansı yaratır. • İşgücü devrinin ve işe devamsızlığın yarattığı maliyetleri düşürür. • Çalışan esnekliğinin artmasına ve duyarlılığın gelişmesine katkı sağlar. • Çalışan bağlılığını ve moralini artırır ve çalışanların isteğe bağlı çaba

göstermelerini sağlar.

• Küreselleşmenin ve teknolojik değişikliklerin etkilerini daha iyi yönetmeyi sağlar.

• Yenilik ve yaratıcılığı artırır.

• Farklı kültürlerde nasıl çalışıldığına ilişkin bilgi sahibi olmayı sağlar. • Var olan müşterilerin ihtiyaçlarını daha iyi anlamayı sağlar.

• Yeni ürünlerin, servislerin ve pazarlama stratejilerinin geliştirilmesine destek olur.

• Dışarıdaki sosyal paydaşlara karşı, örgütün itibarını ve imajını güçlendirir. • Dezavantajlı gruplara fırsat yaratır ve sosyal uyumun sağlanmasına katkı

verir.

Reichenberg’e (2001) göre, örgütler çalışanlarının farklılıklarını yansıtan özelliklerini yöneterek güç sahibi olabilirler. Araştırmalara göre, üst yönetim gruplarının yaş, etnik köken ve cinsiyet açısından farklı kişilerden oluşmasının, yüksek performans üzerinde olumlu etkileri vardır. “Farklı” işgücü aynı zamanda, örgütsel yaratıcılığı ve verimliliği artırabilir. Farklı geçmiş birikimleri olan insanlar, işyerlerinde bir araya geldiklerinde başarıya ulaşmak için önemli bir potansiyel oluşabilir. Ancak bu ortam iyi yönetilmezse çatışmaların çıkması da kaçınılmazdır (Akt: Sürgevil, 2010:129).

Kaynak: (Mathis ve Jackson, 2005, s.36)

Hata! Yer işareti tanımlanmamış.}Çşitliliklerin

Yönetimi Eşit İstihdam Fırsatı

Pozitif Ayr|ımcılık

2.3. Göç, Kentleşme ve Hemşehricilik

Bu başlık altında, göç ve kentleşme kavramlarından, memleketin ne olduğundan, hemşehri ve hemşehrilik kavramından, hemşehriliğin tampon bir mekanizma olarak ortaya çıkmasından, hemşehriliğe dayalı ilişki ağlarından ve son olarak toplumsal ilişkiler bağlamında hemşehricilik ve hemşehriciliğin iş yaşamı ilişkisinden bahsedilmiştir.

2.3.1. Göç ve Kentleşme

TDK (2005:769) sözlüğüne göre göç, ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret’tir. Basit anlamıyla ise bir yerden bir başka yere gitmek yahut taşınmak olarak tanımlanan göç, toplumun karakteristiğini değiştiren hareketleri içermektedir.

Göç bir yerden diğerine hareketi, yani alan değiştirmeyi ve bunun için bir mesafe kat etmeyi içermektedir. Bu konuda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte genellikle yer değiştiren alanın sınırları idari bölünmeler esas alınarak belirlenir (Özcan, 1998: 78-79). Karmaşık ve uzun bir süreç olan göç, göç veren yerleşim birimi, göç eden kişiler ve göç alan birim olarak üç temel değişken etrafında incelenmektedir. Göç bireylerin kendi istekleriyle olabileceği gibi, bireylerin kendi istekleri dışında, çok farklı zorlayıcı unsur sebebiyle gönülsüz de olabilmektedir (Kurtbeyoğlu, 2005: 29).

Bireysel göç, kitlesel göç ve zincirleme göç olarak göç tiplerini belirleyenler mevcuttur. Ancak göç konusuyla ilgili çalışmalarda en sık rastlanan göç tiplerini şu şekilde sınıflandırmak mümkündür (Özcan, 1998: 83):

• Geçici Göçler: Mevsimlik, Günlük ve kısa dönem • Transferler: Tayin ve görev nedeniyle göç edenler

• Uzun dönem göçleri: İş/çalışma nedeni ile göç edenler (Bunlar kendi içlerinde ilk defa göç edenler, birden fazla göç edenler ve dönenler şeklinde

ayrılmaktadır.), Hayat-boyu göçmenler, İskân ve çeşitli nedenlerle göç ettirilenler.

• Göçmen olmayanlar: Hiçbir zaman göç etmeyenler, Potansiyel göçmenler.

Göçe yol açan faktörler itici ve çekici olmak üzere ikiye ayrılarak ele alınmaktadır. Tarımsal mekanizasyon itici faktörlerin başında gelmektedir. 1947 yılında Türkiye’ye 40 bin den fazla traktörün girmesiyle tarımda makineleşme hızla artmıştır. Bunun sonucunda çok sayıda tarım işçisi ya da çiftçi geçimini sağlamak için tarım dışı alanlara yönelmek zorunda kalmıştır (Tekşen, 2003: 42).

Atalay’a (1983) göre, nüfus artışına paralel olarak ticaret sektörüne duyulan ihtiyacın artması, hizmet sektöründeki gelişme ve sanayileşmenin getirdiği işgücü talebi göçün çekici faktörleridir (Akt: Kurtbeyoğlu, 2005: 31).

Ulaşım ve haberleşme alanındaki büyük gelişmelerle birlikte, kent ve kentin imkânları hakkındaki bilgilendirmeyi arttırıcı ve kente göçü teşvik edici bir rol oynamasını da çekici faktörler içinde değerlendirenler mevcuttur.

İlk göç edenlerin akraba ve hemşehrilerine verdikleri bilgi ve destekler de kimi toplum bilimciler tarafından çekici faktörler arasında sayılmaktadır (Tekşen, 2003: 43).

Türkiye’de tarım alanlarının daralması, tarım arazi işletmelerinin küçülmesi, üretimde verim düşüklüğü ve tarımda makineleşme sonucu insan gücüne gereksinimin azalması gibi etkenlere ilaveten kentlerin eğitim, sağlık, istihdam, sosyal ve kültürel imkânlar yönünden çekiciliği ile birleştiğinde kırsal alandaki yerleşim yerlerinden kentlere yoğun bir göç yaşanmaktadır (BBKŞ, 2009:7). Köy ve kent yaşam biçimleri arasındaki ayrımlardan kaynaklanan kentlere göç, genellikle kentlerin çekici özellikleri nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Gerçekten kentlerin sahip bulunduğu birçok toplumsal ve kültürel olanak ve hizmetler çok çekicidir. Kentlerin özgür havası, daha geniş bir kümenin üyesi olma duygusu, kentli olmanın gururunu paylaşma bu etmenlerin başlıcalarıdır. Kimi yerlerde ise köyden kente göç etmeye, belirli bir toplumsal aşağılık duygusunu ortadan kaldıran bir yükseliş gözüyle bakılır (Keleş, 2004: 33).

Kent Bilim Terimleri Sözlüğü kenti, “Sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme, barınma, gidiş-geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinmelerinin karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşlarda bulunduğu, köylere bakarak nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan yerleşme birimi” olarak tanımlamaktadır (Keleş, 1998: 75).

Bayındırlık ve İskân Bakanlığı tarafından yayınlanan Kentsel Yoksulluk, Göç ve Sosyal Politikalar Komisyonu Raporu’na (2009:7) göre kentler, kapsadığı alanda yaşayan nüfusun geçim kaynaklarını tarım ve hayvancılık dışı uğraşıların oluşturduğu, toplumsal ilişkiler, kültürel alanlar, nüfus yoğunluğu gibi yönlerden kırsal alanlardan farklılık arz eden kırsal alanların dışında kalan yerleşim yerleridir.

Sezal’a (2002) göre ise Kent; sosyal bilimciler tarafından çok farklı şekilde tanımlanmıştır. Kent tanımlanırken her bilim dalı veya her yaklaşım ayrı bir ölçüt alarak kenti tanımlamışlardır. Sosyoloji, ekonomi, coğrafya, politika ve sosyal antropoloji gibi bilim dalları kendilerine göre farklı tanımlar yapmışlardır (Akt: İnat, 2006: 25). Kent tanımlarında kimi demografik yapıyı (nüfusu) ölçüt olarak almış; kimi yaşam koşullarını (sosyal boyutunu) bazıları da mekânsal özellikleri (şehir planlamacıları) üzerinde durmuşlardır (İnat, 2006: 25).

Kentleşme ise Suher’e (1991:3) göre, nüfusun kentlerde toplanması ve kentin büyümesini içeren bir demografik olay, bunun da ötesinde, nüfusun tarımdan endüstri ve hizmet sektörüne kayması, fiziksel çevre ve yaşam koşullarında değişim yaşanması, sosyal değişme ve yeni bir biçimlenme süreci yaratan yönetimsel örgütlenme sürecidir (Akt: BBKŞ, 2009:9).

Kaya’ya (2004: 92) göre kentleşme ile üç farklı dönüşüm gelişmektedir. Kırdan kente doğru yaşanan göçlerle beslenen nüfus yoğunluğu “demografik açıdan kentleşme” yi ifade etmektedir. Farklılaşma, uzmanlaşma, örgütlenme sürecini kapsayan bir dönüşüm ve davranış biçimini sosyal açıdan kentleşme, tarım dışı faaliyetlerin (sanayi ve hizmetler sektöründe) yoğunlaşması ise ekonomik açıdan kentleşmeyi ifade etmektedir. Kentleşmenin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için ise bu üç dönüşümün aynı anda gerçekleşmesi gerekmektedir.

Tekşen’e (2003:43) göre ise, günümüzde kentleşmeyi önceki dönemlerden ayıran temel faktör sanayileşmedir. Sanayi öncesi kentleşme ile sanayi sonrası kentleşme arasında biçimi, nitelikleri ve hızı bakımından kıyaslanamayacak kadar farklıdır.

Bir başka yazara göre de sanayileşme, kentleşmenin en büyük nedenidir. Buna bağlı olarak Türkiye’de kentleşmenin en yoğun olduğu yerler, gelişmiş ve sanayileşmiş batı ve kıyı bölgeleridir. 1927 yılında %25 civarında olan kentleşme oranının 2000 yılında neredeyse %65’e ulaşması bunun en iyi göstergesidir (Öztürk, 2010: 248).

Ancak hızlı kentleşmenin sonucunda göç eden kişilerin tüm gereklilikleri karşılanamamıştır. Göç, kent tarafından istenilen şekilde emilememiştir. Bunun sonucunda göç edenler, düşük ücretli ve sosyal güvencesiz işlerde çalışmaya başlamışlar, konut ihtiyaçlarını ise gecekondular yaparak gidermeye çalışmışlardır. Gittikçe heterojen bir hal alan nüfus yapısı ise kentle ilgili sorunlara yenilerini eklemiştir.

Türkiye, gelişmekte olan birçok ülke gibi kentleşmeyi, gelişmiş ülkeler gibi sanayileşme sonrası zamana yayarak değil kısa bir zaman diliminde yaşamak zorunda kalmıştır. Bu da gelişmiş ülkelerin zamana yayarak çözdükleri sorunların Türkiye açısından acil çözüm gerektiren sorunlar yumağı haline gelmesine neden olmuştur.

2.3.2. Memleket ve Hemşehrilik 2.3.2.1. Memleket

Memleket, üzerinde vatandaşlarının yaşamını sürdürdüğü, vatanın ve ulusun toprağıdır. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne göre de, bir devletin egemenliği altında bulunan toprakların bütünü, ülke demektir. “Memleket”in ikinci anlamı ise, bir kimsenin doğup büyüdüğü yer, şehir, yurt’tur (TDK, 2005:1366). Bu anlamıyla memleket ailenin yerleşip köklerini saldığı coğrafyayı anlatır. Aile toprağında memleket “erildir”, çünkü aile toprağı, babanın/ananın toprağıdır. Ata toprağı anlamında “memleket” anavatanın içinde yahut dışındadır, ancak anavatan sembolünden daha dar

bir coğrafi alana gönderme yapar. Memleketin hemşehri ve hemşehrilik olgularıyla ilişkisi bu ikinci anlamdadır (Kurtoğlu, 2005:5).

Göç etme şekli, yeri veya nedeni ne olursa olsun, istenilmeyen bir olay olmasından dolayı, “yurt” veya “memleket” imgesi ortaya çıkar. Yurt veya memleket, mutluluk resminin yer(ler)i olarak romantikçe veya oralardaki yerel ilişkilere ve bağlara kimi nitelikleri atfederek daha gerçekçi olarak tahayyül edilebilir. Ayrıca memleket teriminin nasıl kullanıldığı ve anlaşıldığı, konuşma konusuna ve kimlerin konuştuğuna göre değişebilmektedir. Bu anlamda terim, durumsal ve bağlamsaldır. Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaş olarak tanımladığı ve kaydettiği herkesin, resmi olarak kabul edilen bir memleketi vardır. Burası kişinin babasının veya evli bayanlar için eşinin nüfusa kayıtlı olduğu yerdir (Kurtoğlu, 2004:147).

2.3.2.2. Hemşehri

Türk Dil Kurumu Sözlüğü’ne (2005:877) göre hemşehri kelimesi “aynı ilden olan kimse, memleketli” olarak belirtilmiştir. İkinci anlamı ise “arkadaş, ahbap şeklinde bir seslenme sözü” olarak tarif edilmiştir. Bu anlamı bireyler, tanımadıkları kişilere seslenmek veya iletişim kurmak amacıyla kullanırlar.

Hemşehri, bir kişiyi ve o kişinin bir toplumsal durumunu tanımlamakla birlikte bu durumun oluşması için en az iki kişinin var olması gerekir. Yani hemşehri tanımı gereği ilişkiseldir. İlişki, aile kökeni aynı coğrafi alan olan ve kendisiyle hemşehrilik bağı tanımlanan kişidir ( http://www.ejts.org/document375.html 11.08.09).

Tekşen’e göre ise (2003: 64) hemşehri, aynı köyden, aynı ilçeden, aynı ilden bazen de aynı ülkeden gelen kişileri tanımlamak için kullanılır. Hemşehri, memleketi aynı yer olan kişileri ifade etmekte kullanılır. Buna bağlı olarak da, memleketi olan yerden uzak olmakla yani göçle yakından bağlantılı bir terimdir (Kurtoğlu, 2004:147).

Kullanımda “hemşehri” ve “hemşeri” olarak iki türde kullanımı mevcuttur ve her ikisinin de sözcük anlamı aynıdır.

2.3.2.3. Hemşehrilik

Hemşehrilik, ilk anlamı hemşehri olma durumunu ifade etmektedir ki, kişiler arasında aynı memleketli olma durumundan doğan ilişkileri tanımlar. Hemşehri olma durumu öznel olarak tanımlanır ve hemşehri olarak tanımlanan bireyle hemşehrilik bağı olduğu düşünülür. Bu bağın atfedildiği kişinin pozisyonu akraba ve arkadaştan daha uzaktır (Kurtoğlu, 2004).

Memleket algısıyla yakından alakalı olan hemşehrilik, devletin kayıtlarında “nüfusa kayıtlı olunan yer” olarak geçmektedir. Gündelik yaşamda ise hemşehrilik öncelikle toplumsal bir kimlik kavramıdır. Önceden planlanmamış, geçici karşılaşmalarda ve/veya kişilerarası iletişimin başlangıcında önceden tanışmayan bireylerin “nerelisin?” sorusuna verdikleri cevaba göre yaptıkları bir sınıflandırmadır. Göç ve kentleşme bağlamında bakıldığında ise, birbirlerini daha önceden tanımayan bireylerin birbirlerini sınıflandırmasını tarif etmektedir. Kavram, bir coğrafi alana ait olayı bildiren kimlik ve kimlikleri tanımlar ve kentsel mekânlar bağlamında memleketi aynı yer olan kişilerin paylaştıkları ortak kültür özellikleri temelinde kurulmuş olan ilişki ağlarını ve bu ilişki ağları aracılığıyla geliştirilmiş örgütsel ve birleştirici/ilişkilendirici pratikleri ifade eder (Kurtoğlu, 2004: 18-19).

Hemşehrilik kişilerin öznel olarak hissettikleri ego kimliğini de tanımlar. Bu durumda kişi kendisini öznel olarak “biz” ve “onlar” ayrımında coğrafi mekânla ve oraya ait olan diğer insanlarla, oranın kültürü ve çevresiyle özdeşleştirir. Yani, ego kimlik bireysel ve az çok hemşehriliğe dayalı cemaatler ve ilişki ağlarının varlığından bağımsızdır. Yani, düşünsel olarak bir kişi kendisini memlekete ait hissedebilir. Bu durumda tanımlanacak olan ego kimlik hemşehrilik değil, memleket bağlantılı olacaktır. Ancak, memleket bağlantısının ötesine geçildiğinde ve hemşehrilik ile ilişkilendiğinde, ego kimlik hemşehrilerle kurulan ilişkilerden doğar. Yani, ilişkiseldir (http://www.ejts.org/document375.html 11.08.09). Hemşehrilik terimi, göçe bağlı olarak ortaya çıkan bir durum olduğundan “türeyen” bir olgudur. Türkiye’de izlenen etnisite siyasetinden ötürü hemşehri aynı zamanda aynı etnik kategoriye mensup kişi olarak da tanımlanabilmektedir (Kurtoğlu, 2004:148).

Türkiye’de görülen hemşehrilik ilişkisi daha çok Türk işçilerin dışarıya göçü ile beraber ortaya çıkan hemşehrilik ilişkisine benzemektedir. Öyle ki, Türkiye’de görülen kırdan kente göçün temel özelliği, Türkiye’den Avrupa’ya doğru yönelen dış göçün temel özelliği ile çoğu bakımdan aynıdır. Zira her iki göç de, ekonomik nedenlere bağlı olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla göç sürecinde yaşanılan gelişmeler de birbirine benzemektedir (Yılmaz, 2008: 11).

Hemşehrilik ilişkileri, etnik grup ilişkileriyle benzer yanları olmasına rağmen tam anlamıyla bu anlamda tanımlanamaz. Etnik gruplarda kan bağından öte ortak inanç ve değerlerin önemi birçok araştırmada vurgulanmıştır. Ayrıca, hemşerilik başlı başına bir sınıf veya tabaka değildir. Öyle ki, hemşehriler farklı sınıf veya tabakalarda bulunabilirler. Ancak hemşehricilik bu anlamda toplumsal yapıda birincil grup ilişkilerini sağlar ve toplulukla bütünleşme için zemin oluşturur. Dolayısıyla hemşehrilik, az çok gönüllü ve biçimsel olmayan bir toplumsal gruplaşmayı ifade etmektedir (Tekşen, 2003: 57-58).

2.3.3. Hemşehriliğin Tampon Mekanizma Olarak Ortaya Çıkması

Benzer Belgeler