• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.1.2. Çağdaş (Postmodern) Yas Yaklaşımları

Geleneksel yaklaşımların 1990’lı yıllardan itibaren daha fazla sorgulanması ile evre teorilerinden uzaklaşılmış, anlamlandırma temelli sosyal oluşturmacılık bakış açısının kuramsal çerçeve olarak benimsenmesi ile çağdaş (postmodern) yas yaklaşımları dönemi başlamıştır. Postmodernizm kökenli sosyal oluşturmacılık bakış açısı her insanın yaşadığı dünyayı kendine özgü bir şekilde anlamlandırdığı, dünyaya dair bu anlayışının kendisi için gerçek olduğunu, herkesin gerçeğinin birbirinden farklı olduğunu ve bu yüzden de birden çok gerçekliğin varlığını savunmaktadır. Yas çerçevesinden sosyal oluşturmacılık genel olarak bireyin yasının belirli ve önceden bilinen bir yol izlemesi ve yasın çözümlenmesi veya kapanış gibi sonuçlar beklemenin gerekmediğini öne sürmektedir (Walter ve McCoyd, 2016).

Çağdaş yaklaşımların öncüsü kabul edilebilecek Klass, Silverman ve Nickman (1996) “yas tutan kişi normal yas sürecinin bir parçası olarak yitirdiği kişinin içsel bir temsilini aktif şekilde oluşturur” (s.16) ifadesiyle yitirilen kişi ile bağların koparılmasının şart olmadığını belirtmiştir. Devam eden bağlar teorisi olarak anılan, anlamlandırma temelli bu görüş yasın niteliği ve beklenen sonuçlara ilişkin yas teorisyenleri ve terapistlerinin yaklaşımında ciddi bir dönüşüme neden olmuştur. Benzer şekilde, 1999 yılında Bonanno ve Kaltman bağlanma, travma, bilişsel stres, devam eden bağlar ve sosyal-işlevsel duygu yaklaşımlarını kullanarak yeni ve bütüncül bir yas yaklaşımı sunmuştur. Aynı yıl, Stroebe ve Schut (1999) tarafından ikili süreç modeli önerilmiştir. Geleneksel modellerden farklı olarak, yas ile ilişkili stresörlere ve kişilerin kayıpla başa çıkmada kullandığı bilişsel stratejilere yoğunlaşan araştırmacılar kayıp odaklı ve onarım odaklı olmak üzere iki tür başa çıkma stratejisi

12

tanımlamış ve insanların yas boyunca bu iki süreç arasında gidip geldiğini bildirmiştir. Bu modeli önemli kılan bir diğer nokta ise yas tutan kişilerin davranışlarında farklılıklar gözlenebileceğini ve kişinin yalnızca kayıpla değil yaşamındaki yeni değişikliklerle de başa çıkmaya çalıştığını göstermesidir (Wimpenny ve Costello, 2012). Model, yitirilen kişi ile ilişkinin yeniden düzenlenmesi, değişen hayatın gerektirdiği yeni rol ve sorumlulukların üstlenilmesi konularına ağırlık verdiğinden, yası daha döngüsel olarak ele almış ve çağdaş yaklaşımların gelişmesine yönelik ilk önemli adım olmuştur (Jordan ve Neimeyer, 2007)

İkinci önemli adım sosyal oluşturmacı ve öykü anlatımı teorilerinin yas sürecine uyarlanmasıyla gerçekleşmiştir. Bu alanda en bilinen isimlerden biri olan Neimeyer (2001) kaybın bireyin kendine dair öyküsünü, geçmişi, şu anı ve geleceği yorumlamasını sağlayan yaşam olaylarına ilişkin temel düzenini sarsan bir olgu olduğunu, yasın ise bireyin kendi öyküsünü yeniden bütünlük içerek biçimde yeniden oluşturduğu bir anlam yapılandırma süreci olduğunu savunmaktadır (Neimeyer, 2001).

Çağdaş yaklaşımlar, geleneksel teorilerin aksine, yasın bireye özgü bir olgu olduğunu ve herhangi bir aşama veya evre üzerinden tanımlanamayacağını savunmaktadır. Ayrıca, bireyin kendisini sosyal roller üzerinden tanımladığı, dünyayı kendi öyküsünü oluşturarak anlamlandırdığını ve yitirdiği kişiyle bağlarını sürdürebileceğini önererek kapanış kavramını tamamen reddetmektedir. Yasla ilgili yaklaşımlar arasındaki en belirgin tartışmanın konusu olan bağların sürdürülmesi veya koparılması hakkında mevcut literatürde bir görüş birliği olmadığı görülmektedir. Klass ve arkadaşları (1996) bağların sürdürülmesinin normal yas sürecinin parçası olduğunu ve bunun geçmişte yaşamak anlamına gelmediğini ifade etmiş olsa da, pek çok teorisyen (örn. Field ve ark., 1999; Boerner ve Heckhuasen, 2003) devam eden bağların kayıp sonrası uyumda etkisinin, hangi tür bağlar rahatlatıcı etki sağlarken hangilerinin yas tepkilerini şiddetlendirdiği gibi konularda daha fazla araştırma gerektiğini savunmaktadır. Bu bağlamda, Stroebe ve Schut (2005) iki durumun birbirine alternatif olarak ele alınmaması gerektiğini, bazı durumlarda bağların

13

sürdürülmesinin bazılarında ise bağları koparmanın faydalı ve zararlı etkileri olabileceğini ifade etmektedir.

2.1.2.1.Sembolik Kayıp ve Yas

Kayıp ve yas çoğunlukla bireyin hayatında önem verdiği bir kişinin ölümü, yani fiziksel kayıp ile ilişkilendirilmektedir. Yas yalnızca ölüme değil, her tür kayba karşı gösterilen bir tepkidir. Yas bireyin kayba dair kendine özgü, bireysel algısıdır. Kişinin yas deneyimlemesi için kaybın başkaları tarafından tanınması veya onaylanması gerekmez (Rando, 1991). Ölümü fiziksel kayıp olarak sınıflandıran Rando (1991), psikososyal niteliğe sahip ve bireyin sosyal etkileşimlerinin psikolojik yönleri ile ilişkili kayıpları sembolik kayıp olarak adlandırmıştır. Yakın dönemlerde, yas teorisyenleri onaylanmayan veya ölüm içermeyen sembolik kayıplardan daha fazla bahsetmeye başlamıştır.

Bu kayıp türlerinden ilki Olschansky’nin (1962) kronik keder teorisinde tanımladığı yaşayan kayıptır (living loss). Yaşayan kayıp kavramı, gelişimsel engelli çocukları bulunan ebeveynlerin umut, hayal ve beklentilerini kaybetmelerine dayanmaktadır. Bu teoriyi genişleten Roos’a (2002) göre gelişimsel engelli çocuklar fiziksel olarak var olsa da hayallerine ve fırsatlarına ulaşması mümkün olmadığından ailenin bu deneyimi yeniden anlamlandırarak hayatları boyunca yaşayacakları bu kayba uyum sağlamaları gerekmektedir.

Bir diğer sembolik kayıp türü ise Doka’nın (2002) onay görmeyen (disenfranchised) yas olgusudur. Batı toplumlarında bir aile üyesi öldüğünde yasın sosyal olarak onaylandığını, tanındığını ve desteklendiğini ifade eden Doka (2002) açıkça kabul görmeyen, herkesin içinde yası tutulamayan veya sosyal anlamda destek görmeyen yası onay görmeyen (tanınmayan) yas olarak kavramsallaştırmıştır. Bu yas türü kişinin içinde bulunduğu kültüre ait yas normlarını karşılamaz ve böylesi kayıplarda kişinin deneyimlediği yas kişinin sosyal çevresi veya toplumu tarafından tanınmaz. Doka’ya (2002) göre onay görmeyen veya tanınmayan yas, ilişkinin tanınmadığı (örn. eşcinsel ilişkiler, evlilik dışı ilişkiler vb.), kaybın toplum normlarınca “meşru” kabul edilmediği (kürtaj, evlatlık verme, evcil hayvanın ölümü gibi anlayış göstermeye değmeyen kayıplar), kişilerin yas deneyimi yaşayamayacağına inanıldığı (örn. çocuklar,

14

yaşlılar veya gelişimsel bozuklukları bulunanlar), damgalanma veya utanç kaynağı sayılan ölüm (AIDS, alkol bağımlılığı ve alaki değerlere uymayan durumlar), ve yasın sosyal açıdan tasdik edilmeyen biçimde ifade edilmesi (örn. duyguların aşırı belli edilmesi veya yeterince belli edilmemesi) durumlarında ortaya çıkmaktadır. Onay görmeyen yasın doğası, kayıp yaşayan bireylerin en çok ihtiyaç duyduğu onay ve sosyal desteği alamamasına, giderek yalnızlaşmasına ve yaşadığı yas ve acının artmasına neden olmaktadır (Doka, 2008).

Hem yaşayan kayıp hem de onay görmeyen yas kategorisinde değerlendirilebilecek bir diğer kayıp ve yas türü ise Boss’un (1999) donmuş yas olarak da adlandırdığı belirsiz kayıp durumlarında yaşanan yastır. Belirsiz kayıp yas literatürde nispeten yeni bir kavramdır. Varlık ve yokluğun kesinlik içermediği, kaybın belirsizlik ile birleştiği durumları açıklayan belirsiz kayıpta ölüm veya ölüm onayı olmadığından, kişilerin yas deneyimi de sürüncemede kalmaktadır. Boss’un (1999) ifadesiyle “İnsan ilişkilerinde özlemini duyduğumuz kesinlik, değer verdiğimiz birisinin yaşamımızdaki ne varlığı ne de yokluğu net olmadığında ulaşılabilir değildir ve bu çok acı verici bir deneyimdir” (s.4).