• Sonuç bulunamadı

ŞADI RVAN HAFTALIK SANAT MECMUASI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ŞADI RVAN HAFTALIK SANAT MECMUASI"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ŞADI RVAN

HAFTALIK SANAT MECMUASI

Çıkaran :

BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR

F İA T I: 30 kr.

(2)

ŞADIRVAN

Haftalık Sanat Mecmuası

Bir ba$ka

Ş A D I R V A N

İmtiyaz sahibi ve yazı iğlerini fiilen idare eden:

Behçet Kemal ÇAĞLAR

İdare yeri: Cağaloğlu Molla Fenarî Sokak No. 3 0 - 3 2 — VATAN MATBAASI

Telefon : 24207 AB O N E ŞA R T L A R I Seneliği 1500 Kuruş A ltı aylığı 750 BU S A Y IN IN K A P A Ğ I :

(Gül Tutan Kadın). Ahmet Sâlis devri ressamlarından Levnî tarafından yapılmıştır. Aslı, Topkapı müzesindeki resim galerisinde, aynı ressama ait 55 resimlik bir albüm için­ dedir. Bu kopya, Doktor Süheyl. Unver’ift eseridir. Lovnî, 1732 de ölmüştür* asıl adı Abdülcelil Çelebi’d ir; Edirnelidir.

______ __________ ____ _________

D İK K A T :

İçeride kullandığımız motifler, Fa­ tih devri saray nakışhanesinde Ana­ dolulu nakkaşlar tarafından kitap ara­ sı süslemeleri olarak yapılmıştır. Aşıt­ larından Muallâ Şeren tarafından Dr. Süheyl Ünver koleksiyonundan kop­ ya edilmiştir.

Dokuzuncu sayfadaki motif ise, «Sel­ çuk besmelesi» namile maruf olup Mevlânâ’nın hayatta olduğu sırada ya­ zılmış bir mesnevinin başında bulun­ maktadır.

İ Ç İ N D E K İ ---N

,--- Y A Z IL A R D A N BİR K A Ç I '

Selçuk Sanatına Bir Bakış R. Oğişzarıkf* Uzaklara Gidelim ... A. K. Tecer Şiirimizin Yarını ... 3i. F. Ozansoy Yağmur Yağıyor ... O. K, Atok Millî Karaktere Doğru ... A. Kaplan Fahri Erdinç ve Hikâyeciliği Dizdaroylu Değirmen ... Haiti Soyucr Bir Fetih Destanına Başlangıç

Hilmi Ziya Ülken

Yâr Geliyor ... Behçet Kemal Çaylar Hikâye ... Neclâ Alaraş Ana Kaynağa Eğiliş ... K. N. Duru

G ELEC EK S A Y IL A R D A : Yahya Kemal, Yakup Kadri, Salâhattin Batu, Mustafa Nihat, Ilalûk Şehsuvaroğlu, Y a h y a Benkay, Hamdi Olcay, Özcan

Ergüder, Kâmuran Özbir.

____________________________ ;

Dizildiği Y e r : Yalan Matbaası Basıldığı Y e r : İsmaH Alçgün Matbaası

______________________________ /

YAPI ve KREDİ BANKASI

da

KÜÇÜK

SERVETLERİ TOPLAR

i

■■ , ‘ ; i

ve

MEMLEKET EKONOMİSİNİ YAPAR.

Bu mühim eserin birinci ve ikinci ciltleri çıkmıştır. Bütün

kitapçılardan ve VATAN Matbaasından isteyiniz.

(3)

CİLT: 1; SAYI: 2

ŞADIRVAN

H A F T A L IK S A N A T M E CM U A SI

8 NİSAN 1949

Ç I K A R

Y O L

D

ünyadaki değerlerin yaprak dökümü var...

Görüşler, kanaatlar, inanlar, hepsi sarsılmış bulunuyor. İnsan gönüllerini çekecek, insan ruhlarına ürperti verecek çok az şey kaldı. İnsanoğlu, artık kolay kolay inanmıyor; kolay ko­ lay heyecan duymuyor.. Bir manzaranın, bir hâdisenin üzerinde durup da «Bakın: ne güzel!» diye uçaktaki yol­ cuları heyecana getirmiye imkân var m ı? Bir yutucu hızdır gidiyor.

İnsanlığı başka ölçülerle coşturabilmenin çaresine bakmalı! Eski kıymet hükümlerine dayanıp eski ölçüle­ re başvurarak sanat yaratmalarına devam edenler, gün­ delik kaygılar ortasında, bütün aranmalara kayıtsız, a- lıştığı çeşniyi suna gelenlere itibar gösteren muhafaza­ kâr zevk yüzünden aldanıyorlar. Şimdiki aranmalar, bir buluş halinde belirip benimsendiği zaman, öyleleri anılıp söylenmez olacaklardır.

«Acep nesimi seherden m i aferidesiniz?» diye ilânı aşka başlarsanız, bugünün kadım, «deli mi nedir?» di­ ye yanınızdan kaçar. Fakat «sofrada sizin yanınıza düş­ tüğüm günler, şu sevdiğim salatayı bile yiyemiyorum, ağzım kuruyor» diye söze başlarsanız, ancak tuhaflık etmiş oluyorsunuz. «Salata» diye şiir yazılabileceğini göstermekle SerVeti Fünun’da resim altlarına şiir yaz­ mak gülünçlüğü arasında pek fark yok gibi!

«Ahm et A ğa, Ahm et Bey, Ahm et Beyfendi! Kaç türlü Ahm et var!»: Bu, güldürmek için zorlanmış bir fıkra olur amma, şiir olmaz! Halbuki bunu, şu son gün­ lerde, bir edebiyat dergisinin baş sayfasında, bir meş­ hur imzanın üstünde altalta sırlanıp bir kaç mısralık şiir diye basılmış buluyoruz!

Ege dağlarını kaplamış «Delice» denen yabanî zey­ tinleri aşılıyarak bu iklimin en güzel ve halis zeytini­ ni yetiştirmiş olacağız.. Orta Anadolunun «Tokal oğlu» kaysısı ile «Paşalı» armudu, asıl köke yeni aşılarla m ey­ dana geldiler. Başka yerden tohumu ve çekirdeği ge­ tirilenler, bu toprakta pek tutmadı! Kökü bizde olmıyan yenilikleri ithalât malı gibi fikir ve sanat piyasamıza taşımaktan ne çıkacak? Bu, bir nevi gümrük kaçakçı­ lığı sayılmaz m ı? Yeniye muhtacız, yaşayabilmek için, değişen muhite, yeni havanın şartlarına uymak lâzım; bu, muhakkak. Fakat bizim olan, bizim ihtiyaçlarımızın cevabı olan yeniliğe... İnanını, düzenini, zevkini kaybet­ miş, Avrupa cemiyetinin dipsiz - kulpsuz aranmalarını, iflâs edip etmiyeceklerini, tutup tutmıyacaklarını bilme­ den, hemen bize aktarıvermenin mânası ne? Batıyor gö­ rünen bir gemiden gelen sesleri bırakalım da, ayni de­ nizde yüzdürmek üzere olduğumuz bir gemiye yaraşan sesleri bulalım!

Sanat ki karşısındakini bediî heyecana getiren gü­ zelliktir; güzelliğin iki şartı vardır: Şekil ve ahenk. A - hengi sadece vezinde ve kafiyede bulanlar; şekli sade­ ce koşmada veya mesnevide tesbit edenler, hazırlanmış

peteği sanat balı ile dolduranlardır. Yeni bir petek, yeni bir şekil, yeni bir düzen aramıya çıkmak, hazır o- lanla yetinmemek, gerçekten bir cesarettir, bir hamle­ dir yaratıcılığın; icabıdır. Fakat bu, mevcut olanı kul­ lanamamak aczinden değil, kolaya sapmak meylinden değil, gerçek kanaatsizlikten gelmiş olmak şartile mak­ buldür.

İçerideki sayfalarımızdan birini, «Şiire dair konuş­ malar» başlığiyle, şairlerimizin kendi sanat telâkkilerini, şiir görüşlerini açıklayıp savunmalarına ayırmış bulunu­ yoruz. O sayfaya ilk giren yazıdaki yahut bu konuşma­ daki fikirleri kendi görüşlerine aykırı bulanlar, ne du­ dak büküp geçsinler ne kızıp sussunlar. Lütfen konuş­ sunlar, bize yazsınlar ve elbirliği ile bir hakikate va­ ralım. Çiftçi ve asker olduğu kadar şair olduğu da m u­ hakkak olan bu milletin şiire heves etmiş genç ve ii- ınitü istidatlarını yanlış yollara sapıp heder olmaktan kurtarmaya çalışalım.

Kahvesini ille telkârî mahfazalı fağfur fincanın­ dan içmek isteyen inat tiryakiler gibi şiiri ille vez­ nin ve kafiyenin kalıbından tatmak isteyen eski zevkli­ leri, zarfile şaşırtıveren yeni şiire; imbikten geçmiş, ateşlerde kaynamış gerçek bir sanat eksirinin konabil­ miş olmasıdır ki onları gitgide alıştıracak, susturacak ve hattâ yeni şiirin tiryakisi yapacaktır.

Tanzimattanberi sanatkârlarımızın bir garip talii var muhitlerini de hazırlamak kendilerine düşüyor. O halde dilediğimiz zahmete katlanıp, muhiti hazırlamak endişesile, yeni sanat cereyanlarının salâhiyetli ve tec­ rübeli müdafaasını yapmayı da üzerlerine alsınlar.

Arada bir, «Millî sanat», «Millî edebiyat» diye tut­ turuşumuzun sebepleri, az çok meydanda: Münevverimiz, cemiyetimizden ve halkımızdan kopmuş olmasa; kâh gö­ zü kapalı şark mukallidi, kâh ağzı açık garp hayranı ol­ maktan kurtulmuş bulunsa; sanatkâr olarak da, muhak­ kak bu cemiyeti konuşturmuş olacaktı. «Nötre Dame» ki­ lisesini bile yazsa «Sultanahmet» camiini yazıp da Fransa edebiyatına bir yeni eser kazandırmış Piyerloti gibi Türk edebiyatına yeni ve yerli bir örnek kazandırmış ola­ caktı.

Bu toprağa yalınayak basmış çocukların bazısı, tam bu toprağın sesini verecekken, ölçülerini ve yerliliklcri- ni kaybedip bir takım tuhaflıklara saplanıp kalıyorlar!

İlle yenilik için yenilikten, körü körüne taklitten, hükmünü icra edip geçmiş zevkleri ihyaya gayretten, tu­ haflıktan, ucuz ve kolay şöhret avcılığından, hazıra kon­ maktan öteye!

Sanat meydanını «tedirgin» 1er almıştır ve sanatkâr rahat adam değildir, tedirgin adamdır. Sanat çilesini çekenlerimiz var; bu çileyi doldurması yakın olanlar farkediliyor. Sanatımız çıkar yola girecektir.

. ŞA D IR V A N

(4)

GÜZEL SANATLAR«*.

SELÇUK

SANATINA B İR B A K IŞ

Remzi Oğuzarık r ~

I

* SLAMLIK’tan önceki Türk sanatlarında, bir yandan göçebe, bir yandan yerleş­

miş şehir sanatını görmek- v---teyiz. İslâmiyetten son­

ra, göçebe sanatının verdiği eserler (çadırlar, tahtlar, kap kacaklar, si­ lâhlar, halı ve kumaşlar, giyimler, iş­ lemeler..), etnoğrafyanın konusu ya­ hut büyük sanatlardaki süslerin un­ surları olmaktan ileri geçemeyecektir. Asıl sanat yine şehirlerdedir ve dev­ let idaresindedir Bununla beraber; m otif ve unsur olarak bütün bu Uzak Doğu ve Orta Asya sanatı, Türk sanat­ larının her kolunda, her devrinde te­ sir etmekten uzak kalmıyacaktır.

Tüıklerin istepler dünyasında edin­ diği bu sonsuz tecrübeleri bilim âle­ mi çok kere unutuyor ve Müslüman olduktan sonraki güzel sanatlarımızın parlaklığını izah etmek için aklın ğüç alacağı tesirlere başvuruyor, Arkasını olgun, çile çekmiş Asya’nın bütün ida­ re ve cemiyet tecrübelerine dayayan Batı - Oğuz Türklerinin, devamlı, köklü devlet kurmaktaki başarı sır­ larının aynini, sanatları için söyleye­ biliriz.

Selçukların XI. yüz yılda birbiri ar­ dından kurdukları Müslüman devlet­ lerde Türk güzel sanatlarının ilk ka­ rakteristiği mimarlıklarıdır. Orta As­ ya’da ve Uzak Doğu’da, Çin ve bil­ hassa Hint süzgecinden geçen Hele­ nizm tesirleri; anıt denecek yapılar kurmakta onları hayli yetiştirmiştir. Arkeolojinin Uzak Doğu’da, Orta As­ ya’da meydana çıkardığı şehirler ve saraylar bu hususta şüphe bırakmı­ yor. Selçuklular ve tabiî onlardan ü- reyen Memlûk Devletleri, yeni yurt­ larındaki kavimlerin eserlerini gör­ müş, coğrafyanın malzemesinden mü­ teessir olmuş bulunmakla beraber bir mimarlığa üslûp denen şahsiyeti ve­ ren ne varsa onu. ilk yurtlarındaki geniş tecrübelerine borçludurlar. Ya­ kın Doğuda, tek tanrıya tapan, yahut paganist olmıyan (Müslüman veya hıristiyan) bütün milletlerin yanında Türkler, arkalarında plâstik ve mi­ marî geleneklere dayanan tek millet­

Selçuk devrindeki güzel sanatlarımızda âdeta putpe­ rest bir hava eser. İslâm Ortodoksluğu ile alay eden

bir hali vardır!

ti. Hint stupâ’sı göçebe çadırı ve alaf- çığı (yani toparlak evi), barklar; o- nun gibi fatih ve hâkim bir kitlenin araştırmalarında unutmasına imkân olmayan motiflerdi. Bu itibarladır ki künbet denen türbeleri başka komşu­ larından müstakil kurmuşlar; kubbe­ lerini kendi başlarına aramışlardır. Mimarlıkta üslûbu meydana getiren nelerdir? Plândan, yapının ayakta durmasına yarayan unsurlardan, yapı­ nın örtülme tarzından çok: süsleme prensipleri, süsleme unsurları, süsle­ me motifleridir. Selçuk mimarlığının süs unsurları ona başlıbaşına bir üs­ lûp, bir şahsiyet kazandırmağa yet­ miştir. Onların, Orta Asya ve Uzak Doğu’danberi bütün el sanatlarının eş­ yasını damgalayarak gelen süsler, mi­ marilerinde büyük sanatın seviyesine yükselmiştir. Dokumacılıktan, örgü­ lerden doğan bu Turnalı motifler, Ege Helenizminin bıraktığı - şekli tama- mile değiştirilen - girlant ve palmet motifi de katılmıştır. Bütün bu mo­ tifler hercümerci ilkin Uygur tapı­ naklarında geniş ı-epertuvarlar halin­ de toplanmıştır. Ön Asya’da, hele A- nacloluda bu hercümerç kısmen tasfiyeye uğramağa başlar. Ve bu, Selçuk devri sanatının ikinci karak­ teristiğidir. Friz halinde bol insan tasvirleri, gittikçe azalır. İnsan tas­ virlerini bazan bir kale kapısında (Bağdat, Tılsım kapısı, X III üncü a- sır), bazan bir türbenin ölü pencere köşelerinde (Niğde, Hüdavent Tür­ besi, X IV üncü asır başlangıcı), ba­ zan bir fayans kabın çok renkli yü­ zünde (Ankara Etnografya müzesi), yahut bol olarak elimize geçen bakır­ dan yapılmış kapların madalyonları içinde görebiliyoruz. X III üncü yüz yılda bile Selçuk kabartmalarında me­ lek, muharip, avcı şeklinde insan tas­ virlerine rastlıyoruz (Konya’daki Me­ lekler kabartması, Konya’dan İstan­ bul'la Çiniliköşk Müzesine gelen Av

sahnesi, Şikago Müzesinde­ ki Muharip kabartması, An­ kara Etnografya müzesin­ deki Süvari kabartması, bun­ lara ilâveten, henüz neşre­ dilmemiş bulunan Afyon Müzesindeki lâhit biçimli, kırmızımtırak taşa işlenmiş sıra halin­ deki kabartma gruplar; bir çok tahta kapılarda çok stilize hele sokulup âdeta insanlıkları kaybolmuş, birer motif haline girmiş bulunan şekiller (Celâl Esat, Türk sanatı, Türkçe, 192; kitabın sonundaki ayrı levhalar­ dan 178 numaralısı). Fresk tamamiy- le ortadan kalkmış gibidir. Onun ye­ rini minyatürler ve son derece zarif çiniler, fayans kaplar almıştır. Sel­ çuk minyatürleri, insan şekillerini per­ vasızca kullanan bir güzel sanatımız- dır ki «manichéisme» le beslenen Uy­ gur geleneğini devam ettirdiği belli­ dir. Yazılı vesikaların, bütün Selçuk saraylarında çalışan Uygur sanatkâr­ larından bahsetmesi yanında, bütün Önasya Türk minyatürlerinde görü­ len Uygur üslûbu ve Turanlı çehreler, bu geleneği belli eden parlak sanat vesikalarıdır. Yaldızlı ve güzel renkli çiniler de aynı kaynaktan beslenmiş­ lerdir. (1941 de Konya’da, Selçuk sa­ rayının son köşkü dibinde yaptığımız kazılar, bize, insan tasvirleriyle süs­ lü X III üncif asır fayanslarından gü­ zel örnekler vermişti).

Kıvrım gibi işlenen filizlerle pal- metlerin Anadolu’daki mimarlık eser­ lerinde kullanılışı, Selçuk üslûbunun bir özelliğidir.

Selçuk devrindeki güzel sanatları­ mızda sanki paganist bir hava eser. Anadolu’da ve Selçuklu geleneğinin hüküm sürdüğü illerde; İslâm Orto­ doksluğu ile alay eden bir hal var­ dır. Bu bakımdan; IX uncu, X uncu yüzyıllarda, Türk soyunun yakın do­ ğuda gözükmesiyle başlayan doğu rö- nesansı, Anadoluda hızla devam eder. Yazma kitapların tezhiplerinde, cilt süslerinde bir yandan hendesî süsler; öteyandan Turan’m stilize edip Türk soyunun göçmenleri, akıncıları ile ya­ kın doğuya öbek öbek yolladığı dallar, çiçekler, filizler hüküm sürer.

(5)

... — ... •

Uzaklara Gidelim

Ey benim a k a lın lı, g üler y ü zlü se vg ilim ,

H adi k a lk ıp sen inle u z a k la ra g id elim ,

S ıcak göğsünde b aşım , a v u ç la rırtd a elim .

O ra d a y a ş a y a lım , şen bir y u v a m ız olsun,

K a p ım ızın önünde g eniş o v a m ız olsun,

B a şım ızın üstünde s â f bir h a v a m ız olsun.

O rd a ç a ğ la y ıp a k a n ırm a k la rı se ve riz,

O rd a sa v ru lu p düşen y a p ra k la rı se ve riz,

O ra d a y a n ı ta y lı k ıs ra k la rı severiz.

O ra d a kış g ün ieri u ğ u ld arken b a c a la r,

Evim izin d a m ın ı vu ru rken a la c a la r ,

Gönlüm senin sevg inle kendi sazın ı ç a la r.

O ra d a y a z g ünleri işlerdir bizi çeken,

G ece y a ta r ız erken , sab ah k a lk a r ız erken ,

B ulu tlar evim izin üstünden a şa n y e lk e n .

O rd a eğil d a lla rın a ra s ın d a n su la ra ,

D a ğ ılan sa ç la rın ı p a rm a k la rın la ta ra ,

S a v u r b illû r sesini u ğ u ld a ya n rü zg â ra ,

O rd a ne şan , ne k a y g ı, ne ıstıra p , ne p a ra .

Ahmet Kutsi Tecer

Aktör Bir

Sanatkâr midir?

ÜRKİYE’nin sanat sevi­ yesini, sanat anlayışını hiçe sayar gibi cüretli yahut gafil, derme çat­ ma truplarla temsiller vermiye gelen bazı ecnebi kumpanyaların yerine; memleketimize, komşu memleketten seçkin sanatkârlarla gelen Yunan tru­ punun genç ve başarılı artisti Pappas, geçenlerde, Şehir Tiyatrosu Dram kıs­ mımda «Aktör Sanatkâr mıdır?» konu­ sunda esprili, ileri ve derin görüşlü, uzun boylu konuştu. Sözlerine Roma kanunlarının bir maddesile başladı:

«Zevç, zevcesini, çok haşin tabiatli bulduğu, cinnet getirdiğini tes'bit et­ tiği, vahşî hayvan mürebbilerile yahut aktörlerle bir arada gördüğü takdirde derhal boşayabilir» mealinde bir mad­ de.. ve ilâve etti: «Vahşî hayvan mü- rebbileri, kadınlara nasıl muamele e- d&rniş bilmem amma, aktörlerden bu kabil şikâyeti olan kadın dinleyicim varsa, elini kaldırsın!»

«Mikel A n j’ın her yarattığı heykeli ar­ kasından bir kıran bulunsaydı, onu şimdi sanatkâr^saymıyacak mıydık?» diyerek, aktörün, yarma kalmıyan bir sanat eserini, sadece o günkü seyir­ cileri için yaratıveren sanatkâr oldu­ ğunu belirtti. «Büyük aktör role gir­ mez, rol ona girer; eserin örgüsü ar­ kasından şahsiyeti görünür.. Büyük aktör, oynayacağı role tam uyan ve şuuraltı hâzinesinde saklı bulunan mânevi maskeyi çıkarıp ruhuna tak­ makla asıl makiyajını yapmış olur» dedi.

«Tiyatro benim, ben sahnenin kralı­ yım» der gibi ortaya çıkan diktatör rejisör tipinin esere, aktöre ve seyir­ cinin zevkine çok kıydığını ;pna ya­ kıla anlattı.

Seyircinin ruhu, dedi, kelimelerin ve jestlerin ahenkli anahtarile açıl­ ması gereken b ir kasadır; kilidi 200 figüranlık acaip sahne darbelerinden ibaret bir nevi oksidrik ocağıyle eri­ tip açma, sanat sayılacak marifet değil.

İddia etti ki «Tiyatro ve kadın ayni şeyi ister: Hoşa gitmek. Fakat hoşa gideceğim diye ne kadın haysiyetini kaybetmelidir, ne piyes sanatını!.. Ak­ tör, seyircisile işbirliği yapar, sahne vazımı aradan çıkarıverir.. İyi aktör, salondaki sessizliğin kaç türlü oldu­ ğunu çok iyi bilir ve birbirinden he­ men ayırır: Heyecanın yarattığı ses­ sizlik, kayıtsızlığın sonu sessizlik!...

Sahnede hakikî «Kral Lir», felâketin şiiriyetine, ulvî ahenğine vâsıl olabi­

lendir. Şairin vakasından doğan he­ yecan; vakayı işleyenin heyecanı de­ ğil! Felâket haberini alınca hem yı­ ğılıp kalacaksınız, hem yığılmanız jestlerinizden, elbisenizin kıvrımları- • na kadar güzel olacak! Velhasıl ya­ ratacaksınız.. Sanat, yaratmak ve he­ yecan uyandırmaktır; iyi aktör bir gerçek sanatkârdır».

B. Pappas, seyirciyi üç sınıfa ayırdı: 1 — İlle beğenmemek, ille kötüle­ mek için gelen zararlı züppeler.

2 — Tiyatrodaki yerini bir berber koltuğuna oturur gibi alıp, yanında- kini, kalbindekini seyretmek, tuvale­ tini ona, buna göstermekle, yeni tu­ valetler hakkında fikir edinmek için gelen zararsız züppeler.

3 — Asıl seyirciler: Ruhunun ihti­ yacını tatmin için, sanata susadığı i- çin tiyatroya gelmiş olan kimseler.

«Bereket versin ki - dedi - bunlar çoğunluğu teşkil ederler; biz beyhude

yere onları ilk sıralarda ve koltuklar­ da ararız, halbuki onların ekseriyeti gerilerde, hattâ paradidedir».

B. Pappas’m anlattığına göre, meş­ hur Köklen de, kendisine ithaf edil­ miş olan Sirano dö Beıjerak’ı oyna­ dığı bir ucuz halk matinesinde, ayni hataya düşmüş: bakmış, ortada ne mü­ ellif var, ne ön sıralarda öyle kuru­ lan bilgiçler. Uzun tiratlarından biri­ ni kısa kesivermiş paradiden biri, pe­ rişan kıyafetli birisi ayağa kalkıp say­ gıyla haykırmış:

»Üstad! metne gel». Ve unuttu zan- niyle bir iki mısraı ezberden tekrar- layıvermiş. Köklen, bu haklı, terbiyeli ve bilgili ihtardan çok mütehassis ol- mış, kaşarlanmış aktörlüğünü unutu- vermiş, imtihanda bir daha yanlışının çıkmasına azimli bir çocuk heyecanile tirada yeniden başlamış. Artist ko­ nuşmasını «Allah cümlemize böyle se­ yirciler nasip etsin» cümlesile bitirdi.

(6)

İO İİR ^ 4^KONUJMAIAR

t Bu sütunlar şairlerimde şiirimizin yarını hakkmdaki düşüncelerini, yazmak ve tuttukları sanat yolunu açıklamak için ayrılmış bulunmaktadır. Memlekette isim yapmış lıer şairimiz kadar kendi yolunu anlatmak isteyen her genç değere de bu sayfa açıktır.

Ş İ İ R İ M İ Z İ N Y A R İ N İ

UGÜNKÜ şiirimiz, mu­ ayyen bir çığırı ifade et­ mekten ziyade, çeşitli cereyanlar arasında ken­ dine bir yol arar gibidir. Zaman za­ man biribirimize veya kendi kendimi­ ze söruyoruz: «Şiirimiz nereye gidi- yoı?» Bunu sorarken sesmizde, isten- miyen ıbir cevapla karşılaşmaktan korkanların üzüntüsü seziliyor. Zev­ kimize yabancı bir tarzın, birkaç se­ ne evvel rağbet görür gibi olmasın­ dan doğan bu üzüntü, yersizdir. Sade­ ce «garip» göründüğü için geçici bir alaka toplayan o şekilsiz kelime oyu­ nundan halen «vazgeçemeyen» ancak birkaç kişi kaldı.

Bence şiirimiz, dün olduğu gibi bugijn de, tabiî tekâmül seyrini takip ediyor. Bu, geçmişten kuvvet alan, geleneklerimize uygun bir gelişme­ dir. Yeniyi şekilde değil, özde tefrik edebilecek kadar sanat bilgisine sahip olanlar, genç şairlerimizin, kendilerin­ den evvelkilerin kullandıkları kalıp­ lar içinde, türkçeyi altüst etmeden, ne yeni ve ne güzel hayaller yarattık­ larını farkedebilirler. Şiirimiz, bugün, ifrat ve tefritten kendini kurtararak, ileri sanatın ilk şartı olan geniş bir anlayışa, medenî müsamahaya eriş­ miş bulunuyor. Aruzla hecenin ve serbest nazmın, bir arada, yanyana, hattâ elele yürümesi, bunun en güzel delilidir. Bu' müsamahanın tesiri, ve­ zinde ve şekilde olduğu, kadar mev­ zuda da kendini gösteriyor. Genç şair­ lerimiz insanın ve cemiyetin her der­ dini, tabiatin ve hayatın her sahne­ sini şiire sokmak için uğraşıyorlar. Şekilde, vezinde ve mevzuda birebi­ rinden esaslı surette ayrılan bu çeşit­ li cereyanlardan hangisi yarına hâ­ kim olacak veya onların birleşmesin­ den nasıl bir şiir sanatı doğacaktır? Bu suale, zamanın tekzibinden kork- maksızın ancak ¿u cevap verilebilir: «Yarının şiiri, bugünkünün devamı olacak ve dünü inkâr etmiyecektir».

Şiirimizin köklü gelenekleri, kuv­ vetini uzun bir mâziden alan, kendi­ ne mahsus bir rengi, bir çeşnisi, bir

• Munis Faik Ozansoy •

havası var. Bu havadan bir koku, bu çeşniden bir tat, bu renkten bir akis taşımayan cereyanlar zamanı aşamaz­ lar. Bence, Türk şiirinin iki kuvvetli kaynağı vardır: Divan Şiiri, Saz Şiiri... Bunlardan birisile karabeti olmayan şiirler, köksüz, binaenaleyh devamsız­ dır: Ancak bu benzeyiş, bir ikiz kar­ deş benzeyişi değil, bir büyük balba - torun andırışı olmaktan ileri gitme­ melidir. Aksi halde, yapılan şey bir taklitten, «nazire» den ibaret kalır.

Fuzulî’den Yahya Kemal’e, Yunus Emre’den Kemalettin Kamu’ya ka­ dar aruzun ve hecenin merhale teşkil eden şairlerini gözden geçirince, şah­ siyeti vücuda, getiren ayrılıklarla

ka-Yağmur Yağıyor

Oluklardan boşanırcasına Yağmur yağıyor

Toprağın kalbi atıyor şu saatte Hangi bereketi hangi eller

sağıyor Susuz gönüller kansın

Biryol da Ferhadm kabri ıslansın Köroğlunun değsin canına Başlasın Çamlıbelin kışı

Göz yaşları, çeşmeler dinsin artık Dinliydim bu büyük ağlayışı..

Oğuz Kâzım Atok

•---

9

rabeti devam ettiren birliğin ne oldu­ ğunu anlamak kolaydır. Gerçek de­ ğerler, şahsiyetlerini keskin çizgiler­ le belirtmekle beraber, kendilerinden evvelki ve sonrakilerle irtibatı de­ vam ettirmeğe itina ederler. Yahya Kemal bir devri tamamlarken bir başka devri açan adamdır. Yüzde yüz kendisinin olan eserlerinde, dikkat ederseniz, bütün şiir mazimizin iyi ta­ raflarını görebilirsiniz. Bu, onun en büyük hususiyeti ve kuvvetidir. Bü­ yük şair «kökü mâzide olan âtiyim» derken bu gerçeğin şuuruna sahipti.

Şiiri vücuda getiren unsurlar ara­ sında, devirler ve nesiller boyunca, çözülmeden devam eden bir irtibat vardır.

Divan beyti Yahya Kemal m ısftını vücuda getirmek için, Servetifünun’un tek cümleli «sonnet» lerindeki mısra- lara yayılmak zorunda idi. Bu yayıl­ ma, daha tertipli bir toplanmayı ha­ zırlamıştır. Aruz vezni, Tevfik Fikret ve arkadaşlarının elinde, hazan nazım âhengini kaybedecek kadar nesre yaklaşmadan takti’den kurtulamazdı. Bu kademeli istihale olmasa, failâ- tün’ü susturarak «Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış» mısraıncfaki pürüzsüz söyleyişe varabilir miydik?

Hece vezni de, aynı şekilde, güzel türkçenin bütün ses imkânları ile iş­ lene işlene, sadece sayılı bir ölçü ol­ maktan çıkarak şiveVnize uygun bir musiki kaynağı olmuştur. İtiraf etmek lâzımdır ki, şiirimizde, iyiyi kötüden ayırmağa kolayca imkân vermeyen bir höllük var. Hattâ aynı şairin eser­ leri arasında, çok güzel ile çok kötü bir arada bulunuyor. Bunu bir çığırı hazırlayan devirlerdeki araştırma gayretine bağışlamalıyız. O şair, de­ nediği çeşitli yolların birinde karar kıldığı zaman şahsiyetini kazanarak, eserini verecektir. Bence, zamanın tasfiyesine kendini terkeden bu bol­ luk içinde, yarma kalabilecek gürbüz eserler, yukarıda işaret ettiğim Di­ van ve" Saz şairleriyle nisıbetini büs­ bütün kaybetmemiş olan; vezni, edası ve ruhiyle bu karabeti hatırlatan şiir­ lerdir. Tahsilini yabancı muhitler için­ de yapan bir Anadolu çocuğu nasıl şi­ vesinde doğduğu yeri hatırlatan bir gölge taşırsa, soysuzlaşmamış Türk şiirinde de geçmişi öylece uzaktan hatırlatan bir akis bulmak lâzım ge­ lir.

Hulâsa, bence yarının şiiri, Divan gazeliyle Saz şiirinin/birleşmesinden doğacaktır. Şiire ilk başladığım gün- denberi içimde taşıdığım bu kanaati soıı zamanlarda kuvvetlendiren sebep­ leri - bazı genç şairlerimizin eserle­ rinden örnekler alarak - gelecek ya­ zılarımda izah edeceğim. Dünden kuv­ vet alan o şairleri, yarın için devamlı bir şöhrete namzet görüyorum.

(7)

(B u sayfamız, Tıirk resmînin, varsa bütün ilerleme ve gelişme safhalarını, hievcıırsa bütün duraklama ve aranma, sebeplerini - yet­ kililerin karşılıklı düşüncelerini yayınlamak, açılacak sergilerin özelliklerini belirtmek, başka memleketlerdeki resim hareketlerinden ha­ berler vermek, başka memleketlerdeki resim teııkidlerinden iktibaslar yapmak snretile - ortaya atmaya çalışacaktır. Resmimiz nereyi gidiyor! sorgusuna toptan cevap vermeyi isteyen ve bu dAvanm içinde olan aydın 1 arınıl/i bu sayfada konuşmaya çağırıyoruz, itimdi- den haber verelim ki burada sık sık Arif Raptan’ın, Malik Aksel’in, Muvaffak Sami Onat'ın imzalarına rastlanacaktır.)

M İLLİ K A R A K T E R E

<r

• A rif Kaptan •

E V İR L E R İN sanat anlayışlarının bütün kol­ larda ayni dâvayı beraberce savunduklarını görmekteyiz. Eski devirlerden günümüze kadar sanat alanındaki hamle ve değişme­ ler, daima önce resimde başlamış, kısa bir müddet sonra diğer kollan sarmış. Nitekim, rönesanstan önce Primitif resimlerin sanat anlayışı; mekân mefhumu ve derinliği olmıyan bir nevi satıh resmi idi.

Buna karşılık, musikide (Bach) dan önceki devirlere rastlayan, bu çeşit resimlerin yapıldığı sıralarda Mo- dale müzik adı verilen tarz, kompozitörlerin dedikleri­ ne göre; ayni sanat anlayışı içinde bulunuyor.

Bugünün resim saııati, bütün yeniliklerde, Fransız res­ minin etkisi altındadır. Ressam tabiatın realitelerinden çoktan bezginlik duymuş. Deformasvona ve miieerretliğe yeni bir çeşni katmak imkânını sağlayan Primitif re­ simleri inceliyor. Mozayıklarda, vitraylarda, fresk ve ortaçağ heykellerinde çok iş buluyorlar. Sözün kısası e s­ ki eserlerden bir malzeme olarak faydalanıyorlar.

Bütün bunlardan sanatln gelenekten faydalandığını, sanat eserinde geçmişin izleri bulunduğunu anlıyoruz. Romantizme kadar büyük sanat hareketlerine önayak o- lan İtalya, İspanya, Fleman gibi milletlerin eserlerinde millî bir karakter bulunduğunu görüyoruz. Hepsini bi- ribirinden ayıran özellikler hemen gözlerimize çarpıyor.

Bugün bu memleketlerin resimlerinde acaba neden millî karakter kalmamış? Bana öyle geliyor ki, klâsik resim tekniğinin anahtarları kaybolduktan sonra, daha doğrusu resimde (usta - çırak) geleneği iflâs edince, millî karakteri ortaya koyan özellikler kayboldu. Rea­ list bir sanat anlayışı ve dünyanın her tarafından ayni olan (tabiat), bu karakteri silip götürdü.

Bize gelince; yüz yıllarca süren din taassubunun bas­ kısı altında plâstik sanatlarla ilgilenmekten mahrum kal­ mışız. Duvarlarımıza resim yerine (hat) sanati yerleş­ miş. Çizgi ihtiyacını bir lâm elifin birbirine dolaşan ba­ caklarından, rengi; bir yazının çevresini süsleyen tez­ hiplerden gidermişiz. Bu yolda harikalar yaratmışız anıma, bunun plâstik sanatimize faydası olmamış.

Bundan ötürü, suçu hiç kimsenin sırtına yiiklivemeyiz. Bizde plâstik sanatin geçmişi, nihayet yetmiş yıldan ö- teve gitmez. Bu devre içinde, ancak batı resminin tek­ nik dertleri içinde tam bir şuura sahip olabilmek için didinip durmuşuz. Bugün m illî karakter konusunda re­ sim sanatimizi bir dâva olarak ele alınca, edinilen bu şuurun kaynaklarımızdan faydalanmak yolunda bizlere İyi bir rehber olacağına inanıyorum.

Süsleyici sanatlar çerçevesi içine giren (kilim, minya­ tür, çini, yazma, kumaş, hat) Türk ressamına m illî ka­ rakterini bulduracak kaynaklar olacak.

Bu işin çok güç olduğunu bilmiyor değilim. (Süsleyi­ ci sanatler) müzemiz yok bugün, amma yakın bir gele­

cekte akademimizin böyle bir müze kurmak yolunda ol­ duğunu öğrenmekle sevinç duymaktayız. Musiki sanat­ çılarımız bu bakımdan daha talihli... Yıllardanberi Ana- dolumuzun her köşesini adım adım dolaşan folklor a- rayıcılarımız, halk türkülerinden hayli zengin bir kolek­ siyon topladılar. Resim konusuna gelinceç ortada (halk resm i; diye bir şey yok. Olmadığı için bu yolda bir fo l­ klor araştırması da yapılmadı. Şimdi bütün ümit­ lerimiz açılması tasarlanan süsleyici sanatler müzesi ü- zerindedir. Zira bu ntiize, kaynaklarımızı tahlil ve ince­ lemekte bizlere bir laboratuar olacaktır.

Bizim olan bu süsleyici sanatlarımız biraz zevki olan çok ressamımızı yıllardanberi ilgilendirdi. Yalnız, bun­ lardan faydalanmak şeklî alclâde ve yanlış yapıldı. R e­ sim sergilerinin çoğunda yazmalarımızı bir çiçek vazo­ sunun altında, kilimlerimizi resimlerin fonlarında birer natürmort eşyası olmuş gördük. Çinilerimiz, tabiatte gördüğümüz gibi, cami içi resimlerinde karsımıza çıktı.

Bana öyle geliyor ki; resimde millî karakter, eserle­ rimizde bıı eşyaları teeessiim ettirmekle, yahut cami, şa­ dırvan motiflerini tekrarlamakla sağlanamaz. Usta bir AvrupalI ressam eline geçirdi»! böyle bir Türk eşyasını eserinde bize aksettîrmekl» Türk resmi vapmış olmu­ yor. Buna karşılık. ITanri Matisse’in odalıkları, şark ki- limlerile, mangallariie süslenmiş , oda içi resimleri, minyatürlerimizin etkisini taşıyan eserleri, yine halis Fransız resmi kalabiliyor. Çizgi ve renkte m illî karak­ terini kavramış bir Japon ressamı, Parise gidip Eyfel kulesinin resmini vapmıs olsa, bu resim halis bir Japon resmi oluvor. Bu ihtiyacı benîm kadar dııvan res­

sam arkadaşlardan bu yolda araştırma yapmış olanların daha tahlilci bir incelevişle çalışmalarına devam etme­ lerini temenni ediyorum ve her secden evvel şimdiye kadar yapılmış olanı tekrar etmemekle sanatimize yeni ufuklar açılabileceğini umuyorum

Şimdiye kadar yapılanı tekrar etmemek için, öyle sa­ nıyorum ki; bir çinivi öııee çinilik hüviyetinden ayır­ malı. Onıın yüz yıllar pahasına olgunlaşan çizgi güzel­ liklerinden, renk ve motiflerinin özelliklerinden fayda­ lanmayı aramalı. Rp kiPmde. minyatürde, ötekilerde de böyle.. Bunları incelemek, unsurlarını bir malzeme ola­ rak ele aılp sonra bütün bu güzellikleri, karakterlerini bozmadan plâstik resmîmizin iciue katabilmek, öyle sa­ nıyorum ki resim sanatimize özel bir çeşni sağlayacaktır. Mücerret bir anlavış içinde yapılmış olan süsleyici sa­ nat eserlerimizin bize vereceği imkânlarla belki de plâs­ tik sanatimız daha mücerret bir sanat telâkkisine yak­ laşacaktır. Fakat bu yolda millî karakterimizi sağlaya­ bilirsek, gittikçe mücerretleşen bugünkü resim anlayışı içinde bu gidiş, belki de bize vakit kaybettirmemiş o- lacak ve resim sanatımıza m illî karakter verebildiğimiz nisbette milletlerarası büyük sanatçılar yetişecektir. ŞADIRVAN, S NtSAN 949

(8)

F A H R İ

ERDİİAÇ

v H İK Â Y E C İL İĞ İ

• Hikmet Dizdaroğlu «

UGÜNKÜ hikâyeciliği­ mizin, düne nazaran, da­ ha ileri bir durumda bu­ lunduğunu ve çağdaş Ba­ tı hikâyeciliğinden hiç de geri kalma­ dığım cesaretle söyleyebiliriz. Bunun başlıca sebebi, hikâye anlayışının de­ ğişmesi ve hikâye tekniğinin, her ge­ çen gün, biraz daha gelişmesidir. Ar­ tık hikâye bir fantazya, bir hayal oyu­ nu sayılmıyor. Hikâyecinin tip ve ka­ rakter avcısı olmadığı anlaşılmıştı^. Hikâyecinin toplum içinde bir idevi bulunduğuna inanılmaktadır. Roman­ cı ile hikâyeci arasında - yaptıkları iş bakımından - fark görülmüyor: Ama, romancı kadar, bir de hikâyecinin var­ lığı kabul edilmektedir. Bugün iyice biliniyor ki, her usta romancı mutla­ ka başarılı bir hikâyeci değildir. Hi­ kâyenin ayrı bir yapısı, kompozisyo­ nu, özelliği olduğu inkâr edilmiyor. Kısacası, hikâye, romandan ayrı düşü- nülebilen, onun kurallarına uymak zorunda bulunmıyan, kanunları kendi varlığında saklı bir edebî türdür.

Genç hikâyecilerimiz içerisinde, gerçekten başarı gösteren ve hikâye­ ciliğimizin yüzünü ağartanlardan biri­ si, Fahri Erdinç’tir. Bu genç hikâyeci­ nin hikâyeciliğimizdeki «kıdemi» pek eski olmadığı halde, kendisinden ön­ cekilerden birçoğunu hayli geride bı­ raktığı da bir gerçektir.

Fahri Erdinç, «hayata yarım pabuç­ la çıkmasına» rağmen hayat tecrübe­ si, bu pabuçları eskitecek kac^r ke­ siftir. Bilhassa birkaç yıllık öğretmen­ liği, ona, hayatı ve insanları yakın­ dan tanımafc imkânlarını vermiş, müstakbel hikâyelerinin taslakları muhayyilesinde bu sıralarda şekillen­ meğe başlamıştır' Kısacası, yazmadan önce yaşamıştır. Kuvvetli bir müşahe- deci olan Fahri Erdinç, gördüklerini ve yaşadıklarını unutmamıştır. Öyle ki, meslekten ayrıldığı zaman, «da­ ğarcığı dopdolu» idi; artık yazabilir­ di. Hikâyeci, işba haline gelmişti; ya­ ratmanın sırası idi Ve. Fahri Erdinç, yazmağa başladı.

Fahri Erdinç, sanatı ciddîye alıyor. Sanatkârın toplum içinde bir ödevi olduğuna inanmıştır: «Mademki, bu­

günü bütün kıymet hükümleriyle ya­ rına bildirmek, eli kalem tutanların ödevidir. O halde bu ihbarı veresiye bir mektupla baştan savmak değil, kıymetli ve taahhütlü olarak postala­ mak lâzım.» Hikâyeleri dikkatle oku­ nursa, onun, söylediğini yaptığı, yâni «ihbar» larını «âdi» değil, «kıymetli ve taahhütlü» olarak gönderdiği görülür. Şu halde Fahri Erdinç, hikâyeciyi yal­ nız söylemekle değil, yapmakla da yü­ kümlü tutuyor.

İki türlü hikâyeci vardır: Birincisi, hikâyesinin önündedir; ilk plânda ken­ disini görürüz. Sanki bize hikâyesini değil kendisini anlatır. Ne yapalım ki bu égocentrique hikâyeciler, çok kim­ senin, dikkatini çekmezler. Üzerlerine çektikleri ilgi geçicidir. Ondan sonra­ sı. mukadder akıbet: unutulmak. Esa­ sen, aynı şahsın maske takarak her zaman karşımıza çıkması, bizi ne diye ilgilendirsin? Okuyucu, maskeli şahıs­ lar yerine gerçek yüzler ister. Bâzı hi­ kâyeciler de bunun tam tersi bir yol tutarlar: Hikâyelerine «gölge etme­ den» bir kenara geçerler. Hikâyeci, ancak bir sanatkâr olarak hikâyesin­ de yer alır. Görür fakat görünmez; gösterir, fakat kendisini belli etmez. İlle kendimi göstereyim kaygusu yok­ tur. Fahri Erdinç hikâyecinin rolünü böyle anlıyor. «Hikâyecinin. diyor,

mümkün mertebe hikâyesine gölge et­ meden çalışması taraftarıyım Hikâ­ yelerinde kendisini aradan çekemiyen, hele her çizdiği karakterin içine sak­ lanarak onların dilinden hep kendisi konuşan hikâyeci, sadece kendisiyle ilgili olanlara hıtabedebilir».

Sanat eserinin gayesi ne birşey öğ­ retmek, ne de birşey ispat etmektir. Esasen, «Sanat eseri hiçbir şey ispat etmemelidir; hileye sapmadan da bir­ şey ispat edemez» (André Gide). Di­ daktik olmak isteği, sanat eserinin ga­ yesine ve mahiyetine aykırıdır. Ah­ met Mithat Efendi’nin kötü taklitçi­ leri, zamanlarını iyi seçmemişlerdir: Hikâyecinin birşeyler öğreteceği za­ manlar çok geride kaldı. Hikâyecinin ödevi bu değildir. Onun için, «...İki. atımlık barut sahipleri eğer ortak me­ selelere giremiyorlarsa, kısaca hâtıra­ larını yazıp ortadan çekilseler, çok da­ ha iyi olur». Fahri Erdinç, bu fikir­ dedir. Yâni sanatkârın, sanat dışı şey­ lerle uğraşmasını doğru bulmuyor.

Ya, hikâyenin akışını birden kese­ rek va’za başlıyan, hikâye ile okuyucu arasına giren, «pişmiş aşa su katan» lara ne demeli? Ne yazık ki, bâzı genç hikâyecilerimiz, hâlâ bu yoldadırlar. ♦Tahlil yapacağım diye bir çırpıda her şeyi ortaya koyuyor, hikâyenin açılıp saçılmadık bir yerini bırakmıyorlar. Okuyucunun muhayyilesine, yapacak hiç birmiş kalmıyor. Unutuyorlar ki, «Bu sunuş hatâları, herşeyden evvel işi tabiîlikten uzaklaştırıyor».

Fahri Erdinç, hikâyenin unsurları arasında kesin çizgilerle bir ayırım yapılmasına taraftar değildir. O; va­ kanın, şahısların, dekorun, tahlil ve tasvirlerin «alâimsemadaki renkler gibi kaynaşması lâzım geldiği» fikrin­ dedir. Hikâye unsurlarının göze ba­ tacak şekilde birbirlerinden ayrılma­ ları hem, hikâyenin bütünlüğünü boz­ maktan. hem de hikâyeye bir şunîlik katmaktan başka bir sonuç vermez. Eskiler işte böyle yapmışlardı: «Hep­ si, evvelâ dekoru çizmiş, şahısları ve konuyu takdim etmiş, düğümlemiş, nihayet okkalı bir finalle çözmüş, hük­ münü vermiş veya (Ötesini siz düşü­ nün..) demiş». Fahri Erdinç’ in hikâye 6

(9)

anlayışı, bu türlü düşünüşten çok u- zaktır.

Bugünkü hikayecilerimizi dünküler­ den ayıran bir özellik de, eski ve ye­ ni hikâyecilerimizin hareket noktala­ rının başka başka olmasıdır: Eskiler, hikâyenin mantıkî bir bağla sona ka­ dar yürümesine önem verirlerdi. Aynı sebepler, aynı neticeleri doğurdu. Hayat, onlarca, düz bir çizgiden iba­ retti; başlangıcı ve sonu vardı. Haya­ tın şu veya bu şekilde gelişmesine te­ sir eden âmiller, ötekilerden daha önemliydi: Sebepler birinci plânda geliyordu. Yeni hikâyecilerimiz ise, eskilerin bıraktıkları yerden işe baş­ lamaktadırlar. «Yâni, diyor Fahri Er­ dinç, onların sustukları yerden alıp konuşuyoruz; sebeplerden ziyade ne­ ticeler üzerindeyiz».

Fahri Erdinç’in hikâyeleri, gerçek temel üzerine oturtulmuştur. Hikâye­ nin «hayalden çok gerçekten kuvvet alması gereken insancı bir sanat çeşidi olduğuna» inanmıştır. Bu olay, onun hikâyelerine ayrı bir kuvvet ve çeşni vermektedir. Fakat, gerçekçi olaca­ ğım diye, hayatın ille katı, insafsız, acı ve bayağı yönlerini ele almak gerek­ mez. Hayatın bin bir tecellisi durur­ ken, bir noktaya saplanmak, sanatkâ­ rı tekrara ve mahdutluğa götürür. Sanatkâra, her zaman tabiat bir örnek olarak gösterilemez. Fakat burada, sanatkâr, en iyi örneği tabiatten ala­ bilir: Onun kadar geniş, onun gibi te­ cellileri sonsuz, onun ölçüsünde tenev- vü... Fahri Erdinç’in hikâyeleri, bu yönden, alâimsemanın renkleri gibi birbirinden farklı, fakat, yine aynı renkler gibi, âhenkli ve imtizaçlıdır: Hepsi de gerçek, ama hepsi de gerçe­ ğin bir başka yüzü.

Ona göre, dünyada söylenmemiş söz, ortaya konulmamış sır kalmamış­ tır. «Birbirini bütünleyen tabiat ve insan varlığı, dolana dolana öyle bir örgü ve nesiç meydana getirmiştir ki, bu bereketli malzeme, sanatkâr için «İcat» dediğimiz külfeti de ortadan kaldırmış. İş, bu örgüden en güzel, en sağlam parçayı almaya veya bu par­ çaları birleştirerek eser diye ortaya koymaya kalıyor. Buradan da sanat­ kârın sunuşu ve şahsiyeti doğuyor». Doğru, Fahri Erdinç’in hikâyelerin­ deki o bereketlilik, zenginlik ve çeşit­ lilik; hikâyeleri sunuştaki ustalık; ve hepsinin üstünde, ortaya çıkan usta hikâyeci şahsiyeti, köklerini çok de­ rin bir kaynaktan almaktadır.

Hikâyelerinin konuları ve şahısları çok değişiktir.

Hepsinde ostak olan taraf, orta ve­ ya ortadan aşağı sınıfı temsil etmele­

DEĞİRMEN

K ad er ka d e r öğütüyor.

B izi, bu d eğirm en b izi.

M ezar m ezar d a ğ ıtıy o r,

B izi, bu değirm en b izi.

%

Ne çark ı k ırılm a k b ilir,

Ne a rk ı d u rm ak b ilir,

N ereye s a k la n s a k b ulu r,

B izi, bu değirm en b izi.

S ağ ı k o lla , solu k o lla ,

A rk ın d a n g eçilm ez s a lla .

İçer m u salla m u sa lla ,

B izi, bu değirm en b izi.

Taşı döner ka rn ı d o ym az,

G id e n le r kaç d iye sa y m a z.

T o p rağ ın üstünde ko ym a z,

B izi, bu değirm en bizi.

Halil Soyuer

ridir. Fahri Erdinç bu basit ve silik şahısların hayat dramlarını ustalıkla ele alıyor onları bir hikâyenin kah­ ramanı haline getiriyor.

Birkaç çizgi ile başarılı portreler yapıyor. Tipik olan özellikleri yakala­ masını ve bunları belirtmesini çok iyi biliyor. Uzun uzun anlatışlar, renkli ve gösterişli sıfatlar, lüzumsuz tefer­ ruat onun kaçındığı şeylerdir. Hikâye kahramanının ve şahısların hüviyetle­ rini her yönden ele alarak çerçeveyi genişletip dağıtmıyor; karakteristik noktalar üzerinde duruyor.

Konuşmalar, şahısların karakterle­ rine ve kültür durumlarına uygun ve tabiîdir. Yakıştırma ve uydurma in­ tibaını vermiyorlar. Tiratlara, uzun nutuklara rastlamazsınız. Sözüm ona cemiyet tenkidleri (!), zamandan şi­ kâyet, nasihatler... yâni, hikâyeyi ber­ bat eden şeylerin hiçbirisi hikâyele­ rinde yer almamıştır. Kahramanları­ nın ve şahıslarının, kaderlerinden memnun bir halleri var.

Bu hikâyecinin dikkati çeken bir ta­ rafı da, çok kuvvetli bir humour’a sa­ hip oluşudur. Öyle sanıyorum ki, Fah­ ri Erdinç’in hikâyeciliğinde belli-başlı özellik budur. Bu humour, bâzan

istih--- •

za, şurada bir zekâ oyunu, burada iro- ni’ye varan bir acılık halinde karşı­ mıza çıkmakta ve her zaman geniş bir tebessümle kol kola yürümektedir. Hayata gülen ve hiçbir şeyi umursa- mıyan bir hail var bu hikâyecinin.

Bâzı hikâyecilerin, âdeta değişmez hale gelen, bir plânları vardır: Daima şöyle başlar, şu şekilde geliştirir ve şöyle bir sonuca bağlarlar. Tek hatlı, düz, tenevvüü olmıyan bir plân. Fa­ kat Fahri Erdinç her hikâyesinde bir başka plânla ve bir başka şekilde kar­ şımıza çıkar. Sizi monotonluğun, bite­ viyeliğin ve tekrarın dar çemberin­ den kurtarır. Hikâyeleri, bu haliyle, daima ilgi çekici, sevimli ve değişik çehrelidir.

Dili pürüzsüzdür. Türkçeyi iyi bili­ yor ve itinalı yazıyor Bunda, öğret­ menliğinin, bildiğini her gün tekrar- layışının,' tekrarladığını yapışının ha­ yırlı tesiri inkâr edilemez. Yeni nes­ lin hikâyecileri içinde, İlhan Tarus- tan sonra, Türkçeye onun kadar hâ­ kim bir başkasını tanımıyorum.

Henüz ilk eserini bile vermiyen Fahri Erdinç, hikâyeciliğimizde bir merhale olmağa namzettir.

(10)

DESTANLARDAN

DAMLALAR = =

Otedenberi makaleleri, konferansları re hasbıhalleriyle rfe-onn • , ,

imi, kii],'Sil, «pop, İsim i,] lılr c lıh s s v k m l i i f , , ... 11,1 ' e ' 1 r .'ı'" ^ ” ‘ SS IS " n l ü i l ı B 'U l i i i M i l l ı t v , J J e s i .n l

-...

. . . L m S S J Î S

m

S

B i r Fetih Destanına Başlangıç

Kaderin hükmü yakın Doğudan kopar akın. Kaç bin yıllık ocaktır Koma yıkılacaktır! Hey Gaziler, Erenler, Deryaya pots serenler! Varınca Akdenlze; Tekfurlar gelir dize O en tatlı kucaktır... Roma, yıkılacaktır!

E N İ bir Oğuz seli koptu A sya’dan, bakın! u Hep böyle dalgalarla koşanlar akın akıı> Kırılırdı Batı'nın muazzam sedlerinde

Yalnız köpüktü kalan o sellerin yerinde. Bu sefer Mülk-ü-Ruma azm eden Selçuk beyi Baştan başa Hakkiçin feth etti bu ülkeyi Bozkır üstünde gece vahşi bir pars yelesi Araş çayı çağlayıp doğlardan dökülesi! Çiğnese kal’aları, dinlemese dağ - kaya, Bir külıeylân sırtında aksa gerek ovaya; Uçsa kartallar gibi bulutların üstüne. Bu bir avuç arslanm yolunu bekleyen ne? Hayır! Tanrı dağından ses gelmiyor bu gece, Bütün ağızlar sustu sanki onu görünce. Fırtınayı gizleyen ağır bir örtü gibi Uyuyordu çadırlar Malazgird ovasında A lp Arslan yapayalnız Suphan dağına gitti Diz çöktü destanların uyanık rüyasında:

A T T A L , bir cihan gibi kayalara yaslanmış! ~ Arduıdan gidecek er işte bu Alp Arslanmış, Seslendi Alperenlcr «Cümlemiz tek başına Ram ettik bu ülkeyi kılıcımız hakkına! En sen ki bir Millete Yurd vermek istiyorsun Bizden sana emanet kalkanın, yayın, okun!» Ali Zülfikâriyle ona yol gösterecek,

Hamza Hak’tan okunmuş kılıcını verecek. Cedler ona Oğuz’dan tâ Gazil’ere kadar Bu mukaddes savaşta böyle rehber oldular!

| g = 5 A Ş L A D I yavaş yavaş O akşam büyük savaş. Göğü delen kayalar

Düşmanları oyalar; Gedik açtık çok, şükür! Kan gövdeyi götürür Erzurum ovaları; Kıpkızıl havaları. Afşar, Kınık, Tekeri Haktan bize haberci. Battal! Dağlara yaslan. Çal gürzünü, A lp Aslan! Bozkırdan kopan sancak Akdenize konacak.

Dağ dağ geçen obalar, Rüzgârları kovalar; Kâfir, Haktan bulası, Bak, Erzerum yaylâsı, Hasankale, Malazgird, Erzincan, Muş, ve Amid Bir avuç yer bize az.. Yaylalara sığamaz Türk selinin dalgası; Basılmalı damgası Akdenizin alnına. Kalmamalı yanına Kaç bin şehidin âhı. Bırakmalı silâhı Kayser elinden artık. Bundan sonra hep açık Batının büyük yolu; Yurdumuz Anadolu!

(11)

[ T İ İYO JEN Romanos da onbin zırhlı neferi ' ---' Türkmen atlılarına karşı sürdü ileri.

Arkadan ağırlığı, yayasıyle bir ordu, Üçyiiz yıl yenilmemiş bir ordu geliyordu. Bağdad, Cihad ilinden İslâmlar çıkar diye Rum Kayseri çevirdi yolunu Kayseriye. Türk boyları bu sefer Nahcıvana vardılar, Kafkaslardan aşarak Erzerumu sardılar; Bin yetmiş baharında, Bizanssn kıtaları, Beklerken rakibini İrakeyn’ den yukarı;

A lp Aslan, «Koşun, dedi, Hâk Peygamber uğruna Yürüyen kaleleri tutun ok yağmuruna!»»

Rum Kayseri şaşırdı yolunu bilmem neden? Kara bulut değil m i Araş boyundan inen? Yoksa şimşek yerine çakan Türk atları mı Bir ufuktan bir ufka uçan kanatlan mı?

( ¡ V | U R A T çayı gürül gürül Sarıl arslanlara sanl Vahşi turnalar uçarlar Peşinden bayrak açarlar Muray çayı hüngür hüngür Kan bulanık rengini gör Ateşten hülle biçerler Vazgeçmez, serden geçerler , Çadırlar dağa serilir

Kızlar erlere vurulur Su başında oynaşırlar Oğuz boyu Rumu sarar Yerli yabanla kaynaşır Yeni yurda neşe taşır Kavım ■ kabile silinir Orada yalnız bilinir Bir dil bir din ve bir dilek Bükülmez bu demir bilek.. Oğuz soyları soyları Bayat, Dögerli boyları Bir yanda Bozokla Üçok Hiçbir yönde yabancı yok. Afşar, Kınık, Salur,* Kayı Dolanırlar bu halkayı İşte Selçuk, işte Tuğrul. Yanlarında Deliduınrul Dirsehan’la Karaboğaç Basat, Tepegöz ve Kalaç Hayal gerçekle karışır Tarih ve masal yarışır.. Kayı, der ki «Rüyâ mbla? Salmmıştır sağa sola Dede Korkut destanları»

Dile gelir başkanları:

«Her yer bizim, yer, gök, deniz Sizin kadar gerçek biziz. Göçen sîzsiniz, düş biziz; Sevinç sizde, gülüş biziz. Bu ülkeyi dolduracak Rüyamızla binbir ocak»...

A Ğ L A R dumana bürülü Kalbler ezelden kurulu. Bir kısmı yaylada yaylanır Bir kısmı ovada boylanır Geçer böyle yıllar, aylar, Camiler, kervansaraylar... Dili, dileği, fikri bir Halk kaynaşır, bilmez cebir Her köşede bir iş ağı Cennet yapar bu toprağı Masrafı, borcu ödenir O gün «Bu yurd bizim» denir.

|| E K neferine kadar döğüşen bu kahraman u Diyojen Romanos’u esir aldığı zaman Alp Aslan bir Kaysere lâyık otağlar kurdu - Felek buluşturmuştu bir aslanla bir kurdu - Sarayı hür bıraktı erkek, çocuk ve kadın. Ona: — Benim yerimde olsaydın, ne yapardın?’ Diye soran sultana, Kayser «Öç almak için Astırırdım» deyince, Sultan kendinden emin — Bense affettim, dedi, var git payitahtına Sakın bir başka belâ karışmasın bahtına! K a y,er Bizansa döndü, bütün yollar açıktı.. Alp Aslan işte o gün dünya fethine çıktı!

A N N E T M E Y İN bu sefer geçen bir kasırgadır Bir dalganın ardından gelen başka dalgadır Yaptığımız harplerin en şanlısı Malazgird! Rüyasında göremez tu nu hiçbir cihangir. O koca bir tarihi bir hamlede hazırlar. Ey bu aziz toprakta sıralanan asırlar! Geçin bu Erenlerin nuru olan türbeden. Orda yay gıcırtısından, A llah Allah sesinden Dağdan dağa akseden hâlâ bir seda gelir. Dünya o seda ile sona erse yeridir! Malazgird! On asırlık şehrâyinin kapısı Ey vatanın bir günde ele geçmiş tapısı. Malazgird; Geçitlerden esen zafer rüzgârı! Ağıtların okunur Kop dağından yukarı; Göğsünde görünmeyen binbir âbide yatar.. Ey sonsuz ovaları açan ulvî anahtar!

(12)

F a z t l H ü s n ü D a ğ la r c a

F

âzıl Hüsnü Dağlarca’nın ilk kitabını yayınladığı (Havaya Çizilen Dünya) tarihten ondört yıl geç­ ti. Şair, bu zaman içinde, altı şiir kitabı daha neşretti.

Şiir antolojilerinin hemen hepsin­ de kendisine yer verilen Dağlarca, bu antolojilerin yazarları tarafından da iyi bir yüzle karşılanmıştır. Şiirlerin­ deki çapraşık duygu ve düşünceleri öne süren yazarlar, şair hakkında iyimserlikle hüküm vermişlerdir.

Çok yazan, bol yazan Fâzıl Hüsnü Dağlarca’nın eserlerinden anlaşılan sanat düşüncesi şudur: Her ânın, her varlığın, her eşyanın; en çok durgun ve sessiz zamanın; en az, hareketli ha­ yatın şiirini yazmak; mısraları doğdu­ ğu gibi kabul etmek; anlam ve musi­ kiye önem vermemek.

Birçok yazarların üzerinde ısrarla durduğu şu noktaya bir göz atmak, Dağlarca’nın sanatına ermek demek­ tir: Şiirleri çapraşık duygularla örü­ lüdür, mısralarında çok defa anlam yoktur; deyişleri, açık, belirli değil­ dir; mısraların sözdizimi çok defa dü­ şüktür.

Bize göre de Dağlarca’nııı birçok şiirlerinde bu noktalar göze çarpar. Pek azı, başarılı, tam, olgun şiirdir.

Şiirlerinde görülen bu noktalar, şairin sözdizimi üzerinde titizlikle dur­ mamasından ileri gelmektedir. Şiiri, doğduğu gibi kabul ediyor, üzerinde gerek dil, gerekse kompozisyon bakı­ mından bir düzeltme yapmıyor. Bu sebeple de düşünce ve duyguları ba­ kımından gerçekten orijinal olan şair, bize bir kitapla, ancak, her öğesi tam iki, üç şiir verebiliyor.

«Çocuk ve Allah» da 195 şiir var. Bu kitabın bizce en güzel şiirleri de «Bu eller miydi, O kadar kuvvetle hülya edeceğim ki, Bir sabah vakti sarı öküzün başı ucunda, Meçhul ço­ cukların el işi vazifesi» dir. Bu şiir­ lerde, şairin genel şahsiyetine göre bir açıklık, düzenli bir kompozisyon, baştan sona doğru bit gelişme, insanı etkileyen duygular vardır. Şairin p'ek çok önem verdiği mücerret duygular, bu şiirlerde müşahhas varlıkların duygu ve düşünceleriyle birleşerek bir açıklığa ulaşmıştır:

«Bu eller miydi kesen mavi serçeyi,

10

ve

ŞEHİTLER D E S T A N I

»

İbrahim Zeki Burdurlu «

Bir kaç damla kan ki zafer ve kah­ ramanlık. Yorganın altına saklanarak Bu eller miydi sevmiyen geceyi.»

«Bu eller miydi» de şair, «Çocuk ve Allah» da üzerinde durmak istediği, çocuk duyguları, çocukluk özlemi; ço­ cuğun hayatı nasıl kabul ettiği, ço­ cukta bulunan en gerçek görüşleri öz halinde vermiş oluyor. Dörtlüklerde hiçbir sözdizimi eksikliği yoktur. Bu kitaptan beğendiğimiz diğer şiirler de böyledir. Diğer bazı şiirlerinde ise şair, tamamiyle mücerrede kaçmış, mısraların anlamsız kalmasını hoş gör­ müştür. Diğer yönden, • dilinin, yani, kelimeleri dizerken tuttuğu yolun, bazı kusurları yok değildir. Meselâ, (Ve, ki) gibi bağ ve edatları, bu ki­ tabın hemen her şiirinde bol bol kul­ lanmıştır. «Çocuk ve Allah» da 249 tane (ki), 353 tane (ve) vardır. Şai­ rin hemen her yerde bu edat ve bağ­ ları kullanması mısraların anlam ya­ pılarını, âhengini bozmuştur.

Daha başka bir nokta, şair, sıfatla­ rı bir şeyi belirtmek için değil de, mısra doldurmak için kullanmış­ tır. Bu sıfatların çoğu - mavi, garip, altın - müşahhas varlıkları mücerret bir kılığa sokuverir: «Garip sıla» «Garip sahil», «Mavimsi akan asır», «Garip mesafeler»

«Çocuk ve Allah» da görülen bu noktalar, «Daha» da da devam ediyor. «Daha» da 119 şiir var. Bu kitabın en beğendiğimiz şiiri «Kabul» dür. Şai­ rin sözlüğünde bulunan ve en çok kullandığı kelimeler arasında «Va­ kit, nesil, hava, altın, karanlık, rüya, lezzet, saadet» vardır. Bunlardan «ne­ sil» kelimesi, bu kitapta 24 sefer kul­ lanılmıştır. Diğer kelimeler de aynı şekilde çok ve tekrar tekrar kullanıl­ mıştır. Şair, bu kitaptaki şiirlerle ge­ ne mücerretten yana olmuş, her şeyi bu açıdan görmek istemiştir. Bu açı­ dan görüşte, orijinal kalmış ve du­ yulmamış olanları duymuş olması ba­ kımından başarısını sağlamıştır. «Si­ nekler» in düşünceleri bu bakımdan güzeldir:

«Biz, insanlara ve eşyalara hayran, Biz, her zaman koğulmuş.

Ceddi, şahinlerle, kartallarla bera­ ber.

1 1945 de yayınlanan «Taş Devri» ve «Çakırın Destanı» söyleyiş özelliği bakımından daha önceki eserlerden farklı değildir. Şair, «Taş Devri» nde, gene ayrı ayrı temaları işlemekte (48 şiir vardır). «Çakırın Destanı» nda ise uzun bir şiir macera vardır. Des­ tan adını, uzun olmasından alan bu

r

YÂR GELİYOR

Çoksa da yaza varmaya Meyvalar dola dallarım Yar geliyor koparamaya Eğilin yola dallarım Ateşinden yolculuğu Bursa gözler buğu buğu Yeşil göle beyaz kuğu Dolun kurumuş göllerim Yar yolunu seçebilsin Üstünüzden geçebilsin Dalabilsin içebilsin Aman durulun sellerim Kandırması güç oldu pek Gelsin oynayıp gülerek Cünbüş cünbüş makam gerek Hadi gerilin telleripı

Gün misali gül şafaktan Yola çıktı yar uzaktan Geçin göğe açılmaktan Eline varın ellerim Arzum kaynayan pınarı Aşkım gölgeli çınarı Keyfim uçsun arı arı Taşın petekten ballarım Sabahımda pembe tüter Yeşilimde kuşlar öter Sarılırım şimdi biter Solmayı bilmez allarım Katil olsam saklamağa Hasta olsam yoklamağa Yar geliyor koklamağa Güllerim açın güllerim Herkes yana bele çıktı Âşık Ömer bile çıktı Gül geliyor yola çıktı Bülbül kesilin dillerim

Behçet Kemal Çağlar

(13)

şiirlerde Çakır adlı bir insanın düşün­ ce ve duygu macerası ele alınmıştır. Şiirde karanlık düşen noktalar fazla olduğu için maalesef Çakır’ın ne ara­ dığı açıkça belirmemiştir. Fakat, e- serde, yer yer, aydınlığa çıkışlar gö­ rülmektedir. Bu destan, hem uzunlu­ ğu, hem de bir konuda değişik küçük konu ve temaları işlemesi bakımın­ dan önemlidir. Bu kitapta 118 parça vardır.

Fâzıl Hüsnü Dağlarca, 6 ncı şiir kitalbiyle, hakkında düşündüklerimizi bir çırpıda silivermiştir. «Üç Şehitler Destanı» şairin sanatının olgun mer­ halesini göstermiştir. Bu destanda İnönü savaşının esas çarpışma nok­ tası olan Üç Tepe’de savaşan Türk’ün kahramanlık özelliği canla.ndırılmış- tır. Şiirlerde tam bir açıklık vardır. Şairin, mısraların yapısında, kelime­ lere, kelimelerin birleşim noktaları­ na, mısra musikisine çok dikkat etti­ ği seziliyor. Anlamlarının açık oldu­ ğu mısralar, ‘bu mısraların çokluğu, bize, şairin, böyle gerçek bir olay ü- zerinde, açık konuşmak lüzumunu duyduğunu hatırlatıyor. Gerçekten Dağlarca, bu yeni kitabiyle, eski de­ yiş özelliğini unutmuş görünüyor, â- henkli mısralarla, açık konuşuyor. Kitabın her parçasında ayrı bir tema var, her parça ayrı birer şiir olmak bakımından değerli.

«Üç Şehitler Destanı» bugünkü şii­ rimizde uzun şiire doğru yönelişe canlı bir örnektir. Bu eser, Türklü­ ğün kahramanlığı üzerinde durduğu için de ikinci bir önem kazanıyor. Kitapta 49 parça şiir vardır.

Burada destanın göze çarpan en önemli özelliklerini belirtmek isteriz. Şair, hareketli kompozisyonlar yara­ tarak, çarpışmaların canlı oluşunu sağlamıştır:

«Saldırıyorlardı taburlarca, üst üs­ te, sayısız Bugün yine çarpışması vardı, çoğun azla. Bizim alayın önü hepsinden kala­ balık, Şehitler tepesine yönelenler iki ta­ burdan fazla.

Üç Şehitler Destanı’ndan aldığımız örnek, daha yukarıdaki örneklerle karşılaştırılırsa, şairin özelliği ve son kitap hakkındaki kanaatimiz açıkça belirmiş olur. Fâzıl Hüsnü Dağlarca, bu kitabında alışkın olduğu kelimele­ ri tamamiyle bırakmıştır. Dağlarca, hem millî tarihimiz ve edebiyatımız; hem de bugünkü şiirimiz yolünda ö- nemli bir eser yaratmıştır. Bu eserde, şairin edasının bu kadar geniş bir açıklık kazanması da bugünkü şiiri­ mizde kendisine ayrılan yerin isabe­ tine bir yeni delildir.

(--- - " >1

H ALKIN B A Ğ R IN D A N SESLER :

F t n d t h T ü r h i i s i k

A

nadolu sanat bakımından bir hazineler dünyasıdır. Şurada ■■astlanan bir kilim parçası, ötede dinlenen bir türkü, insana birçok medeniyetler geçirmiş bir ulu milletin içyüziinden haberler verir. Konya da bu halkiyat merkezlerinden bi­ ridir. Sille’den Ferruh Ersunar arkadaşımızın derlediği bu türkü, halk türkülerinin hapishanede söylenmiş olanlarıııdandır. Hapishane türküle­ rinde kıvraklığın yanıbaşmda ışığa ve hürriyete hasretin kıvranması da kendini belirtir. Bu türküye adını veren fındık, bir yosmaya takılan isimdir. Bu kadın yüzünden hapse düşen adamın ağzından belki kendisi tarafından söylenmiş bir türküdür.

Çıkabilsem şu mahpustan saraya Aman aman saraya Kimsem yoktur beni hurda araya

Aman aman araya Findi findi fındık

Çürük çıktı fındık Bir fındığın uğruna Yandık nâra yandık. Bir kırılsa şu mahpusun kilidi

Aman aman kilidi Yüreğimde yağ kalmadı eridi

Aman aman eridi Yandık aman yandık Çürük çıktı fındık Düştük işte mahpusa < Bizi yaktı fındık Viran olsun şu mahpusun yapısı

Aman aman yapısı Kapanmasın açık kalsın kapısı

Aman aman kapısı HAPüAn'E

c r . ı h u n F . N o , k

t ¡6 > ıy * - İ.Ü f

' ■ %'

Referanslar

Benzer Belgeler

sporların Türkiye’ye girişi jimnastikle başlamıştır. Bunun yanı sıra kısa sürede en yaygın spor dalı futbol olmuştur. Daha sonra diğer spor dalLarı yerini

etmekle kalmadı, o gün için ressam Nurullah Berk’in bir konferans ver­ mesini de sağladı. Nurullah Berk, bir gerçek sanatkâra pek yaraşan sesi ve jestlerde,

Eski estetik idrâkten çok öteye geçen, heniiz bulanık bir hava içinde, her şeyi inkâr edercesine büyük bir değişiklik... Yeni aşırı aranma ve bo­

Konya gibi tarihî şehirlerde, biitün bu anıtları meydana çıkaracak, yol açmalar, yıkmalar, onarmalar, yeni yapılarla şehri değerlendirmeler, çok yerinde fakat

On sene her gün « Laboratoire » teharriya - tından sonra, asıl maddenin , hakikatda , bir gün serbest edilmeye musta‘id, hatır ve hayale * gelmez mu‘azzam

Buna göre, bu araştırmacının hipotezi hangi seçenekte doğru verilmiştir?.. A) Bitkilerin gelişmesinde ışık

Daha sonra gelişmekte olan ülkelerde kalkınmanın önkoşulları ve Ar&Ge ilişkisi üzerinde durulmuş ve bu çerçevede Güney Kore kalkınma süreci değerlendirilerek,

8, 9. soruları aşağıdaki metne göre yanıtlayınız. Lider ve yönetici ile ilgili: I. Lider, doğru olan işleri yapar. II. Yönetici kendine yeni hedefler belirler. III. Lider