İYİYE • G Ü ZELE • DOĞRUYA
ŞADI R VAN
&
H A F T A L IK S A N A T M ECM UASJ
Ç ık a ra n : BEHÇET KEMAL ÇAĞLAR
BİR ESKİ EDİRNE EVİ
( Dr. Rifat Osman Koleksiyonu )
C —
—
ŞADIRVAN
Haftalık Sanat Mecmuası
im tiy a z s ah ib i ve yazı islerin i fiilen id a re eden :
Behçet Kemal ÇAĞLAR Id a r» y eri : C »i»k>iln Moll» F e n e r! S o k e fi
No. 80 • 32 — V A TA N M A T B A A S I Telefon : 24307 ABONE ŞARTLARI Seneliği 1500 Kuruş Altı aylığı 750 . BU SAYININ KAPAĞI :
E d irn e ’de b ir eski köy evini h a r a p olm adan ovvelik haliyle ta sv ir eden bu resim , D o k to r R ıf a t O sm an k o lek siy o n u n d ak i a slın d a n Dok* to r Süheyl U n v e r ta ra fın d a n k o pya edilm iş tir . E dirııem izd ek i T ü r k zevkini ve eski m im a r in in köylerim izde bile güzel b ir is tik r a r a k a v u ş tu ğ u n u gö sterm ek ted ir.
DİKKAT :
Bu sayımızda kullandığımız motif leri, Güzel Sanatlar Akademisi Türk Minyatürü Öğretmeni Mihriban Sü zeri, eski el yazması kitaplarda rastla dığı tezyini noktaları esas alarak, der gimiz için hazırlamıştır.
İÇİND EK İ---.
— YAZILARDAN BİRKAÇİ j
B ir d e fterd en p a rç a la r
T a k u p K a d ri K araosm anoğlu G erçek ten k id ih tiy a c ı ... S . B a tu T e n k id yazısı ... M u sta fa N ih a t O zon M usiki h ü ly a la rı . . . A . H a m d i T a n p ın a r ı H aşm etten ç ö k ü n tü y e ... K . O. A r ık .s
Y erli film lerim iz ... M. S a m i O nat K a p ta n ’m sergisi ... E ş r e f ü r e n E sok h ikâyesi ... At/Ah S ır r ı L e v en d A ğaç olm ak a rz u su ... B . K . Çağlar
&
GELECEK SAYILARDA: Yakup Kadri Karaosmanoğlu- nun, Ahmet Adnan Saygun’un, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Hilmi Ziya Ülken’in, Eflâtun Cem Gü- ney’in, Arif Kaptan’m, Malik Aksel’in yazıları.
Ahmet Muhip Dıranas’m, Sa bahattin Kudret’in, Müştak Ev- renos’un, Özdemir Asaf’m, Arif Hikmet Par’ın şiirler, i
\ ---— ------)
Dizilip basıldığı yer: V A T A N Matbaası (K apak: İsm ail A kgün)
^ -
-BİR YAĞMUR BAŞLADI
Bu, umulup beklenilen bahar yağmurları değil,
B e k i r S ı t k ı E r d o ğ a n 9tn
ş i i r l e r i
Son zamanların sanat çoraklığı üstüne
rahmet gibi yağan mısralar.
Folkloru en zengin bir vilâyet:
S İ V A S Ş A İ R L E R İ
V e h b i C e m A ş k ım
«Sivas Şairleri» deyip de keçmeyiniz- İçlerinde
Pîr Sultan Abdal'dan Âşık Veysel'e kadar
niceleri vardır.
İstanbul Fransız Konsoloshanesi salonlarında
S A M İ
Y E T İ K
resim sergisini muhakkak görünüz.
CİLT: I; Sayı: 11
ŞADIRVAN
HAFTALIK SANAT MECMUASI10 HAZİRAN 19*9
A H A D O L U
S T A J I
V
EZNİ ve kafiyesi olmıyan şiiri, okumaya değil, kâğı.'. üzerinde uzunlu - kısalı diziler halinde sı ralanmış görmeye bile tahammül edemiyen bir arkadaşa, âdeta dostluğu ortaya koyarak, ge çen sayımızda çıkan «Ramaıı petrolü üstüne» isimli ser best şiiri okuduk.Gönülsüz ve umutsuz, dudak büke büke, dinlemiye başladı. Bir aralık boynunu uzatıp dikkatini arttırdığı nı faıkettik. Şiiri bitirdiğimiz zaman, yüzüne baktık ki: gözleri dolu dolu idi. «Bu ne taptaze, bu ne güzel bir memleket muhabbeti!» diye kekeledi. Bir müddet sus tu; şiiri bir daha, bir daha okudu, hararetle konuşma ya koyuldu:
Ne şehir ağzı şiirlerde, ne halk deyişlerinde, değil üziım suyundan, hattâ ana sütünden, bu kadar yerli ve köklü bir muhabbetle bahsedilememiştir! Tuhaflık mı ararsın, gariplik mi? İşte, tümen tümen! Ne vezin var, ıie kafiye. Fakat şiir bu.. Ahengin zahirisi de var, de nmişi de...
«Dipten dibe petrole çalar kokusu», «Kaleminden petrol damlasın kâtibimin!».. Bunlar, en yeni şiirlerden daha yeni, en eski darbımesellerimizden ve en baygın halk türkülerimizden daha yerli, tam bizden... Aııado- lunun hasreti, sezişi, deyişi, çilesi, hepsi bu mısıalarda az çok dile gelebilmiş... Arada, Anadoluluya ııiçin se vinmesi lâzım geldiğini telkin de etmiş oluyor. İşimi zin ancak Allaha ve bir de petrole kaldığını ifade edive- ren kuvvetli bir tenkit, hattâ hiciv tarafı da var.. Böy le yeniliğe, böyle garipliğe can kurban!..
Onun coşarak söylediklerinin hepsini buraya ge çirmeye lüzum yok. Hattâ daha evvelinden kesebilirdik. Fakat ondan daha müsamahalı olan bizleri dahi körkö- riine muhafazakârlıkla itham edenlere fiylî bir cevap olsun diye bu kadar uzattık.
«Ben ıstırap şairiyim. Yaradılışım böyle. Ben ümit telkin edemem. Ben sanatın doğuşunu imanda değil, şüphede ve aranmada bulurum» diyenlere de bu sözler de cevap var: Senin ıstırabın da ıstırap mı? Mahrumiye tin de mahrumiyet mi?’ Cefanın, ıstırabın, mahrumlu- gun ve üstelik İç zenginliğin en derini, en beşerisi, en
* barikalısı orada. Sen o denizin balığısın; bu göllerde ne ararsın? Şehirdeki Diirııev veya Sabahat yerine, tüy deki «Fatma» yı ve «Ayşe» yi anmakla, ondüle saç ye rine kırk örgülü saçtan bahis açmakla, Anadoluyu te rennüme giriştiğini zanneden bazı «hececi» lerin gaf letini ııe kimseden umuyoruz, ne bunun tekrarında zerre kadar güzellik ve fayda görüyoruz!
İstanbulıın en yakınındaki köye gitmek zahmetine bile katlanmadan, oda içinde tahayyül edilen pınar ve ya çeşme başında, su doldurmaya gelmiş köylü kızları na, ahlâk zabıtasının müdahalesini gerektirecek man zum harfendazlıklarda bulunmak, şiire değil, tekerle meye bile yaraşmıyacak bir yapmacıktır.
Şu - bu tuhaflıkları, yenilik aşkı ile, şiir diye öv dükten sonra, işte aziz Sabahattin Eyüboğlu da, zekâsı ve irfanı için mukadder bir hidayetle, son yazılarından birinde, «Kilim ve Türkü» de, sadece memleketçilik vs mahallilik endişesile değil, aksine, dünya çapında yeni ve ebedî hayata namzet sanat ölçülerde, aranan, özeni len, yaratılması istenen şeyin, bizim kilimimizde ve tür kümüzde tütmekte olduğunu belirtiyor.
Sanatkâr kardeşi Bedri Rahmi ise, başarılı öğren cilerinin ıımut veren sergisini açan konuşmasında, sa natkârı yetiştirip besliyecek en uygun ,en müstesna mu hitin Anadolu olduğunu, ısrarla, vuzuhla söylüyor.
Sevimli ve kudretli ressamımız Arif Kaptan, Pa ris’in yeni sanat âlemlerine iyice dalıp döner dönmez bize yeni sanatımızın Anadolu kaynağından feyiz almaya mecbur olduğunu belirtiyor.
Nasıl Tıbbiyeyi bitirene tam doktor olabilmesi için lıastahaııelerde; nasıl kimya okumuş olana tam kim yager olabilmesi için lâboratuarlarda staj lâzımsa; Tiirk insanına, hele sanatkârına da, tam insan, tam sanatkâr, hattâ tam Türk olabilmesi için bir Anadolu stajı şarttır.
Varımız • yoğumuz, dünümüz - yarınımız, kurağımız- kaynağımız orada. Anadolu iliklerine işlemiyen Türk aydını, hakikat olarak neyi söyleyecek, hayal olarak neyi terennüm edecek?
Mir Defterden Parçalar
*
T
ABÎ AT, nîce dem dir, bana, ışığı sön müş bir renkli fe ner camının üs tündeki resimler gibi silik ve cansız görünmekte dir. Bir vakitler, yakından ve uzaktan türlü dillerle konuş masını bildiğim ve elimi uzatıp tüylü bir hayvanın sırtıymışçasına okşamak istediğim o yeşil bayırlar, o sarışın ovalar, o altın başaklı tarlalar - ne dendir bilmiyorum? - gene bir vakit ler kendilerile sırdaşlık ettiğim şu karlı dağlarla beraber, benden yüz çevirdiler. Nedendir bilmiyorum, bir vakitler berrak suları bağrıma serin lik vererek, sanki içerimden akıp ge çen ırmaklar kurak gözlerimi bile ıslatmaz oldular.
«Bin bir sesli» engin deniz bana artık hiç bir şey söylemiyor; karşım da bir çöl gibi boş ve ıssız serilip duruyor. Hani o gemiler ki, hülyala rımla dopdolu her biri bir başka ma sal ülkesine doğru yol alırlardı ve dönerlerken, bana, insan ayağı değ memiş zümrüt adalardan hiç bilme diğim çiçeklerin kokularını getirir lerdi.
Renk, ses ve şekil; herşey uzakla şıp gidiyor: dünyayı, sanki, bir sis ardından görmekteyim...
Yeryüzünün tanrıları insanlar ara sından ayrılıp da gözle görülmez tek bir ilâh halinde gökyüzüne çekildiği günlerde «Pan öldü, koca Pan öl dü!» nidalarile uluyarak divar divar dolaşan o sonuncu put-tanan gibi be nim de nerede ise «Tabiat öldü, ko- ea Tabiat öldü!» diye haykıracağım geliyor.
Lâkin hakiykatte. ölen tabiat de li). ben’im. Artık, herşeyden el etek çekip ve bu «efsâne söylenmeler» den Vazgeçip beni çağırana doğru yol al malıyım. Ah, ne olurdu, biraz daha gücüm yetseydi de su ulu tepelere varabilseydim. Kendiliğimden, şıi u- lu tepelerin hiç erimeyen karları i- çine gömiiJsevdim. Kabir azâbından ve onun korkunç rüyalarından uzak sonsuz uykuma, orada, dalabilsey dim. Ne rahat döse*i, ne ıslak tene şir, ne rendesi/ tabut, ne Musal'â ta şı, ne cenaze alayı; hiç kim«e bilme den. b'ç kimse duvmndan kaybolup gitsevdim. Mademki, genç yaşımda bir cenk meydanında şehit düşmek
»I
Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU *
bana nasip olmadı, benim için bun dan sonra ancak böyle bir ölümde tad kalmıştır. Yâdeller çmlak vücu duma dokunmayacaktır; düzme dost lar iğreti yas çehrelerile saf saf o- lup arkamdan yürümeyecektir: ham ruhlu Taikmcı basmakalıp lâflarla başucumda bar bar bağırmayacaktır ve ben, yapyalnız, kimseyle helâ'laş- madan, kimsenin yardımı Olmadan, kafamı ardıma çevirmeksizin âhiret yolunu boylayacağım..
Zaten, kiminle .helâllaşır, kimden medet umar ve başımı arkama çevi rip bir kere daha kimin yüzünü gör mek isteyebilirim? Geride kalacak o- lan âlem benim için bir alacakaran lıktan başka bir şey değildir. Bir a- lacakaranlık ki, orada yıllar yılı, ne hayrı şerden, ne şerri hayırdan ayırd
f
---Herşey Arkamızda
kalsın!
Başım bile döndürme sevgilim; Varsın kalsın arkamızda zaman, Ve «Hiç» den yarattığımız kederler! Eğilmiş yüzümüze bakıyor mavi gök Dağlar gururumuza hayran, Meyveler avuçlarımıza..
Dünya, çırılçıplak gözlerimizde.. Başını bile döndürme sevgilim, Yaşamanın nuru içimizde.. Bizi kucaklamak için açılmış, Ağaçların yeşil,
Sonsuzluğun beyaz eller!.. Haydi!.
Beraberce var olmanın tadını Ve çiçek açan mesut ağaçların ha
yatını Yaşayarak yürüyelim»
Her şey arkamızda kalsın!. Gök, toprak, hatıralar.. Her şey
sevgilim!. İsmet Bozdağ
k_______________________
edebildim. Yolun doğrusu nu, iğrisinden bir gez se çemedim. Dost bildiklerim düşman çıktı, düşman bil diklerim dost. Buna kin, oııa gönül bağladım. Ni ce güzeller peşinde ağla dım. Şimdi anlıyorum ki, ne kinim, kin, ne sevgim sevgi imiş.. Ne de o güzellerde herhangi bir güzellikten eser varmış; bu yeryüzünde herşey bir aldatıştan ve bir aldanıştan iba retmiş.
Ey, ardımda kalanlar, ey ardımdan gelenler, bilin ki, bu son sefere hiç bir gariplik duymadan çıkıyorum. Bu kahpe Feleği, size, kıskanmadan bırakıvorum ve ondaki değersiz ser güzeştimi kötü yazılmış bir masal gibi kapıvorum. Siz yaşayadurunuz; eğlenip gülüşedurunuz; sevirip yeri* şedurunuz; çalışıp didisedurunuz; nam ve ikbale erisedurunuz; benim gözümde hepiniz bir bayağı oyunun acemi oyuncularından başka bir şey değilsiniz. Kiminiz, İkide bir düşen maskelerinizle, kiminiz fena boyan mış yüzünüzle, kiminiz vüedunuza dar veya bol gelen esvaplarınızla ne za vallı ve ne kadar gülünçsünüz.
Biçare aktörler, biliyorum, şu eli nizde salladığınız kılıç tahtadan, şu başınıza geçirdiğiniz miğfer teneke dendir. Biliyorum, şu büründüğünü* feragat ve hikmet abasının altında her birinizin yüreği mâsüvânın en süfli hırslarile yanın tutulmaktadır. Biliyorum ki, yüzünüz gülerken içi niz kan ağlıyor ve biliyorum ki, şu levend endamlı delikanlı bir kart he rif, şu nazlı genç kız bir pörsük ka rıdır.
Biliyorum, çünkü, ben de bütün ömrüm boyunca bir acemi oyuncudan başka bir şey değildim. Kâh kahra manlığı, kâh rindliği, kâh âşıklığı taklide yeltendim; gerçek benliğimi daima bir ayıp gibi gizledim. Gerçek benliğimden kimselere ipucu verme dim. Söylediğim sözler başkalarının sözü, ettiğim işler başkalarının İşiydi. Hep başkalarının gözünü boyamak, başkalarına hoş görünmek İçin ya şadım.
Tıpkı sizcileyln, - neden inkâr edi yorsunuz? - tıpkı sizcileyin...
r
İşte, büyük nesir üstadımızın ikinci yazısı. Yıllar yılı okunacak, hafızalarda yer edecek bir yazıyı daha okuyucularımıza verebilmenin sevinci içindeyiz.
--- ;
Gerçek Tenkid Hasreti
i t Selâhattin Batu x
---Anlayışlı bir tenkid, sanatkârın muhtaç olduğu bir destektir. Fakat sanatkâra saygıyla yaklaşan ölçülü
bir tenkidi
_____ __________________________________ - J
Ç
OK okumuş, çok düşünmüş, çok duymuş bir insan ne yapar? Bütün dü şündüklerini yakınlarına söyliyemez, gülünç ola bilir. Dostları bir başka
dünyada, başka duygudadırlar: söy leyeceklerine dudak bükebilirler. Hem konuşmak, her zaman duyula nın ifadesi de değildir: söz insanı her yerde gereği gibi belirtmez. Ger çi ancak konuşurken iyi düşünebilen ler vardır, ama birkaç dosta ifşa edi len düşünce, ifade edildiği çevrenin tesirinde değil midir? Ve bu «birkaç dostluk» çevre, düşünceye damgasını vurmayacak mıdır?
Öyle sanıyorum ki ressamlar, bes tekârlar, yazarlar ve bütün sanatkâr lar birkaç dostluk düşünceye kanma yan kişilerdir. Öyle duyup düşünme- d’kleri için çoğu zaman yakınlarına kapalı kalır ve kabuklarını kırarak büyük çevreye, âdeta zaman dışına varmak için çırpınırlar.
Sanatkâr kendi yalnızlığında o ka dar büyüyebilir ki hacimlerini ifade edemeyince tazyikten boğulabilir. Öz lediği ifade şeklini bulamamak bir şairi hiç mübalâğasız öldürür. Dış şartların elverişsizliği, maddî engel ler yüzünden büyük yığına ulaşamı- yan sanatkâr, dünyanın en bahtsız a- damıdır. Çünkü bütün içi, bütün yal nızlığı sövliyec ekleri! e kabardığı hal de susmak zorunda kalmıştır.
Onun için sanatkâr, bir taraftan kandı şekillerini ararken öte yandan büyük yığını, insanlığı arar; kişiliğini kendi dı«ma taşımak, insanlara ulaş mak ister. Bu uğurda didinir, çırpı nır ve ıztırabmm büyük sebeplerin den biri de budur.
Zamanlarında anlaşılmamış sanat kârlar bu ıztırabm bütün acılığını tat mışlardır. Nietszche’vi saran yalnız lık. odasındaki yalnızlıktan daha müt hişti. çünkü dünva ö’clilerioi bulmuş tu. Şiirinin, haynl’erinin diinvaya hi tap edebilmek değerine yüzde yüz l- nanıyordu. Eski çağlar gibi yaşadığı çağı da asmış, çoğu hasta da olsa, yeni görüşler, sezişler getirmiş ve şiirine tam kişice, tam kendine ver gi bir şekil bulmuştu. Bu saadete va ran bir sanatkârın lâyık olduğu çev reye çıkamaması acı değil midir?
Fakat tatmin yine büyüktür. Ara dığı şekilleri ve kendini bulan sanat kâr, bir bakıma özlediği hedefe var mış sayılabilir. Çünkü gerçek sanat
kârın asıl hedefi, kendini bulmaktır. Her gün yeniden tazelenen bir çaba devce bir solukla kişiliğini keşfe ça lışır, sözünü söyleyebildiği zaman da tatmini bulur; bu başarının verdiği kanış, bugün olmazsa yarın büyük çevreye çıkacağına onu inandırır.
Beethoven’in eserine beslediği gü ven ne korkunçtu! En kara yoksulluk günlerinde bile gün ışığı kadar iyim serdi. Bulduğu muhteşem şekillere bütün kulaklar tıkandığı zaman da kendi sesi onu doyurabiliyordu.
«Prensler vardır, yarın da olacak tır; fakat Beethoven bir kere gelmiş tir». Bu söz gerçekten söylenmemiş bile olsa yine onundur.
(--- 'ı
BURDUR'dan
YA ZILM IŞTIR
Memleket deyince can mı dayanır? Can davanır, amma neye dayanır: Dev gibi acılara,
Dağ gibi sancılara, İki gözü kan olımış
Derde, çileye, havat seline dayanır. Memlekete can dayanmaz,
İ-inden ılık istekler geçer, B!r hoş olur deliliğe göçer, «Bi- daha» dedirtmez dudağa. Yolu geçer, N
Varır Burdur’a, B"kar: çiçek güldür, Tezgâh başındaki duldur. Köse baslarında s”!ar b"ldur, Beyazı tene, mavisi göldür, Karışır insanlara..
Çıkar çarşıya meydan meydan Güney havasından baharı sorar; Günlük azıklari- le seçerken canlar, İnsan üstü ne fikirler kurar. Evine koşar, eşiğine yüz sürer Gönlünü raıırad edip
Özlemini halı gibi yerlere serer, Her nakıştan anlar memleke*ini; Hor nakıstan anlar memleketini; Türkiye büyüklüğündeki Memleket hürriyetini.
İbrahim Zeki Burdurlu
___________________________ )
Fakat yaratışlarile n® kadar sarhoş olursa olsun, sanatkârın ayıldığı zaman ları da vardır. Sanatkâr, e- serinden her ayıldıkça se sinin kalabalık dünyaca du yulmasını ister. Çoğu, çevre sinin hiç ehemmiyet vermediği kü çük adam olmasına rağmen ne ka dar gururlu, inanlıdır! Çevresinin o- na önem vermemesi, onu tammaraa- sındandır; çünkü bir sanatkârın bü tün çabaları, içinde geçer; en yakın ları bile bundan çoğu zaman haber siz kalır. İçindeki kaynaşma bitine® de artık eserini kucağından atmak, onu insanlara götürüp «Alın! Bunu sizin için yazdım!» demek, kendisi i- çin büyük bir ihtiyaç olur. En bü yük tatmin yaratıcılığının kendisi ol masına rağmen, çıkamamış bir eserin sanatkâra yaptığı ağır bir baskı var dır. Söylenmiş, fakat dııyurulmamış bir söz söylenmemiş gibidir, ve yeni yaratışlara sıçramada ona engel olur.
Bir şairin yazdığı şiirleri ömrü bo yunca dolapta saklaması mümkün müdür? Bir bestekâr eserini yalnız yaratma zevki için mi yapar? Böyle bile olsa onu duyuramamak bu zev ki gittikçe kötürüm etmeyecek mi dir? Çizdiği plânlardan hiç biri ger çekleşmeyen bir mimar, yaratma gü cünü yavaş yavaş kaybedecek, yara tıcılığını gel iştiremeyecektir. Sözü söyleyebilmek, gittikee daha güzel söyleyebilmenin de ilk şartıdır. Dit tirmenin azabına rağmen yaratma
şevkini kaybetmemiş kaç sanatkâr gösterebiliriz? Onun için sanatkârın toplumdan beklediği bir nevi se v g i
vardır. Yakınlarından anlayışsızlık görmek onun kasınılmaz bir kaderi olabilir, ama tonlumdan sevgisiz'*!* görmek cok ağırdır; bu snlavıssi'-1'!* bir sanatkârı öHime bile götürebilir.
An’avışlı bir tenkid bu bakımdan sanatkârı teşvik eden büvük bir des tek savılır. Fakat sanatkâra savgı i'a yaklaşan tenkidi her zaman nered® bulabilirsiniz? Sanat eserinin terazi lere de*il, sevgilere vurulması gerrİt tiği, gereği kadarı anlaşılmış değil dir. Bunların çoğu, Rilke’nin dediği gibi, gazetecilik ve edebiyat, edebi yatların da belki en kötüsüdür. Cnn- kii çoğu lâf ebeliği, kendini beğen mişliktir. Gerçek tenkitçi ymıl '-yeti sen gençlik, biivük kalabalıktır. Ona ulaşabilen san"tkâr bahtlıdır ve sa natkârın yaptığı biiviik cabalar da daha ziyade ona ulaşmak içindir.
miJSBKİ H Ü LYA LA R I
★ Ahmet Hamdi Tanpmar -fa BU sükût benim
dikkatimdir. O i- çimde, etrafımda ki her aksi kabu le hazır bir vazo ya benzer: Hangi matemin göz yaş- larile, hangi im kânsız bağ bozu munun lâl şarabıyla dolacak, bunu ikimiz de bilmiyoruz. Küçük sesler den, kısılmış ışıklardan bir yığın yo sun, cilâlı sathında lâhzeden lâhzeye parlıyor, değişiyor, onu çocuk elleri nin karıştırdığı yakamuzlu bir su ya pıyor. Yüzlerce insan, benim gibi kendi dikkatlerinin eşiğinde, kendi, sessizliklerinin vazosu olmuşlar, hep birden yaratmanın çok ciddî işini bekliyorlar. Biraz sonra bu sessizlik her an birden bir şeyi altın eşikler de bir nezir gibi boğazlıj'acak.
Kendi sükût ve dikkatimizin oca ğında her lâhza Ustüste kurban ola cağız! Daha şimdiden gergin kolla vrıyla çok yüksek bir yerde bir güneş
avcısı doğruldu ve çok beyaz bir şey göklerden yuvarlandı. Bu yuvarlanan benmiyim! Daha şimdiden bir yığın değişmeye hazırlanıyorum. Bütün â- rızalar içimde, uzviyetimin çatısında oluyor.
İlk notlar - hangi yıldızlardan ge lirse gelsin! - bu sükût ve dikkat va zosunda bir gül dalı gibi yükselir. Fakat, bu anı seçmeğe iyi çalışmalı! Çünkü musiki çabuk biivür. Orada adetler birbirini doğurur. Nitekim bir lâhza evvelki gül fidanı, şimdi bir ağaçtır. - sade bu dikkat, orkes tra şefini bizim için sihirle dinin bir leştiği bir âyinin rahibi, vaktiyle fâ nilere sır perdesinin bir köşesini a- çari esrarengiz ^mahlûkların son ço cuğu yapabilir.
-Dikkatimin ve sessizliğimin ağacı, uzviyetimde dal dal büyüyen ağaç; İnce, iyi dövülmüş madenlerden - bir akşamdan koparılmış kadar canlı ve sade renk ürperişi yapraklarla, mu cizeler mucizesi! Gözlerimin önünde sanki billûr bir havuzda, yüzme ile raks arasında bir yığın hareketle - âdeta çıplak, bütün oyunları mey danda ve onun için -izahı imkânsız, her an biraz daha büyüyor, genişliyor, yükseliyor; »İtin boğumlar,
müeev-Bundan önceki sayılarımızda ede biyat tarihine ait yazılarile ara yıcı ve inceleyici tarafını belirtti ğimiz Ahmet Haindi Taııpmar, Yeni türkçenin yalnız şiirde değil, nesirde de en kuvvetli numunele rini verebilen bir edibimizdir. Mu- kaddemesinde Türkiye - Avrupa kültür ve ekonomi münasebetleri ni ilk defa büyük bir vukufla tet kik ve tahlil edebilen o fikir ese ri üzerinde fazla durmakla sanat kâr tarafını ihmal etmiş olmıya- lım. İşte onun baştanbaşa hayal ye hisle örülmüş bir yepyeni vazısı
^ __________________________
her çengeller, bağlar, kıl kadar ince kökler çoğalıyor. - rüzgârda saçlar, durgun sularda su nerkisleri ve bü yük nilüferler - ve ey Ofelya’sınm cinnetin ve ölümün ikiz takdisini be raber almış yüzün! - hepsi beraber, her şeyi kavrıyor, sarıyor, içine alı yor; büyük buhurdanlar bir yığın sır akşamının ve herkes için mutlu do ğuş sabahlarının ağır dumanını et rafa yayıyor.
Yüzlerimiz bu ağaçta ve onun müp hem şafağında, küçük, ince, içten eri miş, tıpkı bir mabet loşluğunda ilk sabak ışıklarile cenkleşen kandiller gibi soluk - bittiği, yetiştiği dalda ö- lümüne hazırlanan meyvalar halinde!
Fakat acaba yüzlerimiz, veya ken dimize ait bir şey, herhangi bir şey var mı? Bu altın kasırgada - zama nın kendi cevherine bu imkânsız ve ümitsiz dönüşünde; bu bendini yık mış muhteşem felâketler çağlıyanın- da en az mevcut olan şey biziz! Çün kü ruh bu anda - bırakıldığı dağ ba şında rüzgârlara yalvaran o masal kızma benzer. Her şeyden o kadar uzak ve sade yalnızlığıyla mevcuttur. O kadar yalnız ve kendisidir ki her an yaratıyor, her an bu yarattığı şey de yaşıyor ve ölüyor! Hiç durmadan değişen bir ışığın - iç dünyamızda iist üste doğan, batan güneşler, kendi hı zında tükenen uçucu yıldızlar gibi Süzülen bir ışığın - mahbusuyuz. O- nun gölüne d a j ı y o r . oradan bir yığın
esrarlı şeyler ve iştabalar topluyoruz: Kahramanlıklar, zaferler, bizi bir
tanrı yapacak kadar büyük mağlûbi yetler, hicranlar, gurbetler, göz yaş ları, vicdan azapları. - fakat en za limi iştihamızdır; çünkü maddesiz bir maddeyi yakalamağa, sadece oluş olan bir dünyayı tutmağa çabalıyo ruz.
Yarın - burada zaman gece ve gün düz ile ayrılmaz! - yarın, yani bu fır tına dinip zaman kendi çehresini ta kınınca, ne kadar çok şeyi atmağa mecbur kalacağız. Ömrümüzün had lerine inmek, alelâde suların çakılı olabilmek için ne kadar ödünç var lıktan, beyhude hâzineden, mevcut olmayan zenginliklerden soyunaca ğız. Mucize geceler bizden bütün yıl dız parıltılarını söküp alacak, tutul maz hisler, uzaktan o kadar kamaş tırıcı ruh zenginlikleri, bütün iksir ler önümüzde boş şişeler ve kumaş- sız mankenler gibi kalacaklar! Ken dimizi o kadar tüketiyoruz, madde muhallerine yakın bir yorgunluğa o kadar yaklaşıyoruz!
Fakat ne çıkar, musikinin akşamı devam ediyor. Billûrdan bir diinya bilinmez akislerle çınlıyor, gölgeler canlanıyor, karanlık geniş göğsünü açmış bütün hilkati besliyor! Bu sü kûttur! Yaradılıştan evvelki yaratıcı kudretini kazanmış; istersek bize öm rümüzün her saatim altın meyvalar halinde geri verecek! Fakat öyle yap mıyor; bizi bir yıldız hamuru haline koyuyor, sonra silkiniyor; bir melek kanadıyla tokatlandığımız İçin tekrar kendimiz oluyoruz. Her şey birbirin den ayrı, fakat yine birbirine bağlı, oraya, akşamlarımızın aktığı o bü yük kızıllığa doğru gidiyor. Ey öm rümün ağacı, hepimiz oraya sürük lendik!
Piyano, siyah yıldız ağzını açmış bütün sırlarım ezberden bildiği Ok yanusların diliyle konuşuyor. Dalga lar birbirinin arkasından üstüste ya rattıkları âlemleri yokluyor; şimdi altın ışıklar içinde bir gemi battı! Siyah dalgaların üstünde, beyaz, çıp lak - bakir zambak vücutlu kadınlar, bir saniyelik şimşeklerin parıltısın da - ah; hiç birini kurtaramamalc ac zi! - Yalvarıyor; bir tanesi bana elin deki çiçeği fırlattı. Ey zaman gülü, seni tamdım. Mağaramın önünden başucunda mavi güvercinlerin ve a- dımlarınm peşinde otlayan arzu
lânları geçtiğin günü hatırlıyorum! Sana koşmayı ne kadar isterdim; fa kat sen kendi beyaz uçurumunda ba kışlarının sessiz güvercinlerde bera ber kayboldun, ben ise içimdeki de ğişikliğin oyuncağıyım! Zaman, aldı ğını geri verecek misin? Yahut o gel diği zaman ben onu tanıyacak mı yım?
Başka yıldızlardan -gelen ışıklar kendi sahillerimi yiyor. Sığındığım iç âlem mağarasında son kaya parçası, üstünde titreşen son otla beraber sar sılıyor. Bin elmas uçurumun birden avıyım! Ölüm, demin kokladığım çi çek midir? Yoksa bu hengâmede bir an sarıldığım şeffaf aydınlık salkım mı? Beni şu anda beş yüz anne bir den mi doğuruyor? Yoksa bütün kâi nat bir billûr zerresi gibi sert bir çe kirdek halinde bende mi toplandı?
Bir flüt sesi koyu menekşe ve fü- jerlerin arasından fışkırdı. Şimdi ma denî ve nebatî bir devrede kâinat kadar genişiz! Bütün kıymetli taşlar, garip cevherler, bir yığın maden bel kemiğimizde birbirini arıyorlar, bin vuslatın sahnesi ve aktörüyüm. Ke manlar bakir ormanların beşiğinde uyanan genç tanrılar gibi sabırsızla nıyor, bu şafak yüzlü şimşekler on ların henüz kader tecrübesinden geç memiş genç hiddetleridir.
Değişiklik, ey çgnlı mimarî! Ke merlerin, sütunların, aydınlık cephe lerin bir lâhzalık gruru, bulutlarla yarışan çınarların içimde yıldırmlara olan aşkı ve sahilinde altın yelkenle rini açmış bekleyen gemiler, ve hep sini birden, ve yüz derin çehreli uz let bir tek aynada kendisini bir lâh za seyretti diye beni kendimin göl gesi yapan aydınlıklar!
Viyolonselin, davulların garip son baharı, her şeyin bir nefese bağlı ol duğu iç dünyamızın yaralı bir kuş gibi avucumuzda ürperdiği an, büyük orman yangınlarından ancak kaçmış ceylânların pınar başlarında dinleni- şi, bilinmez davetler... Kaç uçuruma birden asıldık? Her an muzlim bir felâketi bekliyoruz! Ölümden, yıkı lıştan daha derin, çok katî bir şey! Çünkü hiç bir felâket, şuuru kadar büyük değildir, fakat ben ona da ra zıyım ey musiki! Sadece beni kendi kutbumda, o mutlak yalnızlıkta bırak ma! Beni kendi günlerime indirme, kartal pençelerinden düştüğüm zaman artık kendim olmayayım: Ve muhak kak ki her veli, her aziz Allah’la kar şılaştığı, onunla dolduğu zaman şu . nda benim yaptığım gibi yakıcı zi yaretin sonunda sadece bir kül yığı nı olmak istiyordu.
Onun için musiki sanattan ziyade, dine benzer.
r
Ağaç Olmak Arzusu
★ Behçet Kemal Çağlar -k Uğramazdı yanıma tozutup geçen bahar.
Bu ku'h yıllık sakine ne yapsın göçen bahar? Bir eski tanıdıktı uzaktan geçip gülen. sçsiSsIr Bu bahar, ilkbahardır içime sinebilen.
Bu bahar, artık, bana y,a cennettir ya tuzak; İstiyorum: ev - barktan, kalem - kâğıttan uzak, Bir çiy tabiliği bularak göz yaşımda,
Kuşlar yuva kurmaya dolanırken başımda; «Yâr kendini vermeye istekli, işte!» deyip
Bir mevsim baş ucunda, ayrılmadan bekleyip, Gözüm buğulanarak ilk günahı işlemek: İlk dalda olgunlaşan ilk ıneyvayı dişlemek!
' /
U bahardır dokunan nefes gibi derime; Akıp omuzlarımdan döküldü içerime: Her dal ayrı şadırvan, her çiçek ayrı köpük. Hâlâ kuru kalmaktan kollarım yana düşük; Bilsem ki kök salacak bulmaya toprağımı, . Beklerim seve seve daldırıp ayağımı,.
e
İR ağaçkakan gibi giivdenin tahtasını Oymak, öze ulaşmak ve bir kevser tasını Yakalamış ilk fani hırsile içmek içmek;Bir masal kahramanı gibi birden değişmek: Vedâ edip topraktan kaçan iki ayağa, Bir anda dört ayakla değebilmek toprağa; Öz emip ot yemeden susuz olmak, aç olmak!..
U baharda yenilmez arzumdur ağaç olmak: 1
Başı boş gezinmeden, aranmadan kurtuluş, Bir uçtan yere dalış, bir uçtan göğü buluş; Kök olmak, gövde olmak, dal olmak, yaprak olmak!,, Oh! Olmuşken olmuşken baharda toprak olmak! Beklemek, usanmadan, el açıp sızlanmadan, Bütün bir dudak olup göğü içmek kanmadan. Bir kere de ölmeden toprağa dönsün beden.. Üstümdeki dallarda günler iıazdan - neşeden Olgun turunçlar gibi yarılsın dilim dilim;
Bir gül fidanı gibi benden bitsin sevgilim. Yalasınlar bağrımı tepinerek kuzular.. Ey kırk ikindi gibi dinme bilmez arzular..
ER ana! emzir beni, istekli göğsünü aç! ** .Güneşi parça parça sun bana sen ey ağaç! Yıl süren gecelerin göreyim tanlarını:
Ey bahar! yak daha yak ağaç şamdanlarını...
M IY M A R L IK T A
Haşmetten Çöküntüye Hoğru
K
★ Remzi Oğuz Ank ★;
(---t
Üniversiteler, sınat enstitüleri, serbest fikir ve sa nat adamları. Yeniden millete eğilsin, maziyi incele sin.. Beklemek ve beklemek!
V__________________________________________ /
İNAN-ı Atîk’ten
S
Büyük Sinan’a kadar safha safha ge lişen, yücelen ve yaratan mimarlığı mız, bugünkü aranan ve çırpınan hale hangi yollardan geçerek, hangi buhranları geçirerek düştü; bunu kısaca inceleyelim: «Türk Baruk Devri» ni III üncü Ah met’le (1702) başlatmak, ilk safhası nı Nûr-u Osmaniye’nin yapılış tarihi olan 1756 ya; sonunu da Nusretiye Camiinin yapıldığı tarihe (1826) ya kadar sürdürmek lâzım. Bu devir, Avrupa ile temasın artmasından ve hayli süren klâsik çağ disiplininin ruh larda - tabiî olarak - ulandırdığı tep kilerden doğmuştur. Doğudan - bu vakte kadar - kesilmeyen geleneklere arka çevrilmiş, batıya yönelinmiştir. «Sultan Ahmet Camisi» gibi - mimar lri-ımızın başka bir şaheserini, o tep kilerin ve bu yönelişin ilk işareti sa yanlar haklıdırlar. Gerçekten de; bu camide, gerek plân, gerek yükseklik, gerek örtme sistemindeki fark: ge rekse süsleme prensiplerindeki esas lı değişiklik, ışığa, renge, zarifliğe müptelâ bir yeni devrin zevk ölçü südür. «Lâle devri» deye romanesk bir adla anılan bu başlangıç devri; İbrahim Müteferrika’nın bastığı türk çe ve fransızca bir (mükâleme) kita bından, Yirmisekiz Çelebi’nin Paris mektuplarından bile anlaşılacağı gi bi, batının hayranlığı içindedir. Fran- sada Fragonard’m hisleri kamçıladığı hafif, zevk dolu devirdeyiz. Bizim dünyamız. Batıdaki bu cereyanlardan çok müteessirdir. III üncü Ahmet, Fatih’in Sarayburnu tepesinde yap tırdığı boyalı, hafif, pencerelerle çep çevre sarılı ahşap «Topkapı Sarayı» na yerleşiyor. Arkasından Kâğıtha ne’nin zarif «Aynalı Kavak Kasrı» ge liyor. Bunlar baştanbaşa ışık, renk, neşe ve sevişme doludur, hepsi de garbın hasretini aksettirir.
Heykeltraşlığımız yok olmakta de- v: m eder. Fakat resim fpeinture) p" kçe garplılaşan bir anlayışla sa r ■ nr hi+invzde yayılmıştır. Hezar-
P "Iı / '’ımet. İstanbullu Levnî, Bu
h' ’!ı Abdullah, sm zamanlarda fev 1 " ’e g " :el tabloları elimize geçe I *-•>•■ T”. Bu yerli ressamların, T ’••" 'ok 'k pe'^n Avrıma’lı sa nal!-' rirdr.n müteessir olmaması im
c
kânsızdır. Henüz minyatür tekniğini kaybetmemiş olan bu büyük resmin yanında, gerek İstanbul’da, gerek vi lâyetlerde - meselâ Boğaziçi’ndeki Meşrûta Yalı, Ankara Etnografya Mü zesinde* yeniden kurulan Ankara e- vi.. - evlerin tavanlarında ve girme yeri bölümlerinde yan duvarlarında ki tahta kaplamalarda gelişen renkli manzaralar, konular; bir Eyüplü Der viş Hasan’m veya benzerlerinin yap tığı lâke çekmecelerde gördüğümüz İstanbul manzaraları., bugün bile hayranlıkla seyrettiğimiz resim tab lolandır. Bunlarda kısmen perspek- tiv, kısmen Avrupa motifleri belir miştir. Fakat, yerli renkler, motifler ve minyatür tekniği henüz üstündür
Bunlardan başka kumaşlarımızda, halılarımızda, fayanslarımızda, minya türlerimizde, tezhibimizde bu resim anlayışının gelişmesini tâkip edebili yoruz. Bütün bu sanatlar, mimarlığı mızm geçirdiği değişikliğe boyun eğ miştir. Kumaşlarımız da, kalitesinden epeyce kaybetmiş olan çinilerimiz de artık XVI ncı yüz yılın lâleleri, çiçek leri yoktur. Şekilleri hayli değişmiş tir. Bunlara bakınca, İbrahim Paşa nın kurduğu haber verilen «Çiçekler ' Akademisi = Meclis-i Şükûfe» nin hüküm sürdüğü ülkemizde motifle rin, renklerin ne kadar yüklü hale geldiği; klâsik devrenin sade ve sü kûn dolu cephe ve zeminlerinin ye rini, son derece yüklü sahaların al mış olduğu anlaşılır.
Asıl halkın sanatına gelince, bu sa ray üslûbunun karşısında gittikçe Et nografya malzemesi haline düştü.
1756 - 57 de yapılan «Nûruosmani- ye» camisi, Avrupayı sarmış bulunan Barok’un bizde «fütursuzca ve düpe düz» tercüme edilmesini gösterir. Lâ leli camii. Fatih camii (yeniden ya pılması 1771), bu yeni ve güzel sanat larımız bakımından o kadar tehlikeli devrin, yaman vesikalarıdır.
III üncü Sultan Selim ve II inci Sultan Mahmut devri, Osmanlı İm paratorluğunu ayakta tutan bütün an- layırirrın iflâs ettiği bir tarih safhası dır ki I inci Sultan Mecid’in meşhur
«Gülhane Hattı Hümayunu, 1839», bu iflâsı sadece tan zim etmeye çalışmış ve çö küş 1908 e kadar II inci Ha- mid’in devrinde bir nevi son nefesini vermesi beklendik ten sonra artarak devam etmiştir. Baştanbaşa her şeyi yağma edilen, bölüşülen, beklenmedik tuzaklara dü şürülen bir milletin güzel sanatların dan bahsedilmez. Gerçekten de; mu sikimiz, yazımız ve etnografya mal zemesi haline düşen halk sanatları mız bir yana, Türk güzel sanatları diye bir şey kalmamış gibidir. II inci Sultan Mahmut Türbesi, bu yeni dev renin ilk sınır taşı olarak alınmakta- dir. İnce ve beyaz silueti denizin ma vi fonu üstünde daima hoşa giden «Ortaköy Camisi», Dolmabahçe Sara yı, Dolmabahçe Camisi, Aksaray’da, garip bir gotik ve Hint bulamacını andıran «Valide Camisi». «Çırağan Sa rayı», Haydarpaşadaki Tıbbiye ve Ga- Iatadaki Osmanlı Bankası: «Yıldız Camisi»., bu bahtsız ve karaktersiz devrin, hemen hepsi ecnebi mimarlar elile Türkiyeye ve Türk sanatına di kilen birer mezar taşıdır.
Barok devrinin sonu ile bu çöküş devrinin, şekil sanatları bakımından tek hârikası yazımızdır. Şeyh Ham dullah. Derviş Ali, daima büyük hat tat Hâfız Osman, yazımızın Leonardo da Vinci’si Rakım, Kazasker Musta fa İzzet efendi. Abdullah Zühtü ve Mehmet Şefik Beyler gibi başlıcala- rini dizdiğimiz bu devir üstatları; sa natlarımızın tek mümessilleridir.
II inci Sultan Mahmut zamanında ki mahdut ressamlarımızla başlatıl mak âdet olan yeni ve AvrupalI res mimiz; Ankara Etnografya Müzesin deki tekke tablolariyle (XVIII inci asır ve sonu), tâ Sinan Beye kadar bağlanabilir. II inci Mahmut zama nından itibaren «Chevalet» ressamlı ğı, perspektiv’i ön plânda tutar ve, minyatürcü «Convention» dan ayrılır. İbrahim, Tevfik, Şeker Ahmet, Ha lil, Zekâi, Nuri Paşalar, Hoca Ali Rı za Bey, Seyit Bey ve hepsinip başın da müzeci Hamdi Osman Bey., bir se ridir ki. Tanzimatm ruhunu kelime, kelime tercüme etmişlerdir Bu yüz den de, içlerinde iyi resim yapanlar bulunmuş, Avrupadaki realizmle ilgi lenmişlerse de o tarihte Türk resmi vardır denemez.
\
Arif Kaptanım
. S e r g i s i
★ Eşref Üren ★
Ü
Ç yıl kadar oluyor. Ressam Arif Kaptan İller Bankası altında - şimdi yerinde yeller esen Ha kevi resim galerisinde birinci resim ser gisini açıyordu. Bu sergi, onun Paris seyahati arifesine rastlıyordu. Pek güzel olan, pek hoşumuza gi den bu serg nin o vakit tenkidini yaparken aklımda kal d ım a. göre Ulus sütunlarında şöyle bir hükme varmış; «Bugün bizi hayran eden resimlerini Kaptan, Paris dö nüşünde belki pek beğenmiyecektir.» demiştik.Paris’aeki o başdöndüıücü, sonsuz resim kaynaş masını ve değişmeleri bilenler için bu deprem hızıyla vuruşların âdem oğlunda ne denlû etki ve tepkiler ya pacağını evvelinden kestirmek bir kehanet sayılmaz. Bugün Arif Kaptan ın umduğumuz mesut değişiklikler le yepyeni ikinci sergisini D.T.C. Fakültesi salonların da gezmiş, hazmetmiş bulunuyoruz Bu sergide eski Arifi yerinde bulaırnyanlar, yeni Arif’i de tanımayıp afallayanlar çok oldu. Şimdi sergi hayranlık sınırlarına kadar dayanan bit şaşkınlık içinde geziliyor. Serginin havasında beğenmenle, beğenmemen cenk ediyor.
Bu sergide Kaptan’ın eserlerini dört devreye ayıra biliyoruz. B:rnıci devreyi bir tek tuval, Ankara’dan ya- l'-’hn.ş bir kar madarası temsil ediyor Bu uslu, akıllı bir resimdi'’ Ressamının ne kadar kaliteli, zevkli; ne kadir Allan vergis.yle yaratılmış olduğunu bize haber Veriyor, o kadar.. Ressama zevki ve gözü yetiyor da ar tıyor bile.
İkinci devre, b.rçok resimle açılmaktadır- Kaptan artık Paris’le karşı karşıyadır. Görülen rüyaların hepsi çıkmıştır. R ssam umduklarını fazlasiyl'e bulmanın se vinci, bahtiyar ğı ile sarhoştur. Resimler bundan ötürü güleryüzliidürler.
Üçüncü devre resimleri, Academie d’Odessa’nın André Lhctc atölyesi etüdleridir. Fe. hat ile Şirin gibi görgü ile bi gı dağlar delerek birbirlerine kavuşmuşlar, sarmaş dolaş olmuşlardır. Çizgiler, düz ve yuvarlaklarla organize ve stilize, renkler hava fişekleri gibi kandil kandildir. Sat Jılar.'n hesap ve kitapla düzenlenmesi sağlanmıştır Corot nun bir sözü vardır: «Tablomun kom- pfcm yonunu lu İlettiğim zaman kendimi resmimin yarı sından fazlası .ı bitirmiş sayarım» der Arif de bu nokta üzerinde titizlikle durmaktadır. Bazı tuvalleri konudan ziyade, âdeta Kompozisyonlarının hatırı için yapılmıştır ve bı: kolay cır iş oeğildir.
En son devres'ne gelince; bunlar Paris’den döndük ten sonra Ank arada yapılmış olan resimlerdir. Çini, vitray, mozaik, halı, kilim denemeleri hep bu devresi içindedir. Kaptan’m resim sanatının bütün kaynakları na eğilmiş olduğu «non figuratif» in sınırlarını yokla- yış ve zonay şmdaıı bellidir. Eğer yanılmıyorsak yarı nın Arif’i bu devrenin resimlerinde saklıdır.
ESKİ YAZMALAR ARASINDA f
E Ş J E K
h
T
k
ÂY^E S l
★ Agâh Sırrı Levend ★
E
MİR Hüseynî-i Hirevî (Ö 1319) nin Zâd-ül Müsâfirin Ankara Dil ve T.C.F. Ktb. No 2719) adlı sekiz makaleden ibaret olan ve in sanın f a z i l e t ve gafletinden, tarikatten, sü.ûkten, sâ ikin mteJiğinden, aşkın mertebelerinden, kendini bilmeden, dini bilmeden ve müritle pirin ha linden bahseden tasavvuf! eserinde, her makalenin so nunda hikâye başlıkiı kısımlar vardır Birinci makale mi dördüncü hisâyesi şöyle başlar:
Bûııest harı ki dünı nebûdeş Rf'zî gam-ı bîdtimi füzûdeş Ez her tarafı kadem hemîzed Düm nı, talebid ü dem nemîzed Nâgeh ııe zi râh-ı ihtiyarî Bigzeşt miyân-ı kiştzârî Dihkan mtgereş be gûşe-i dîd Bercest c o dü gûş bibrîd Biçare her ârzû-yi düm kerd Nâyâfte c'üm dü gûş güm kerd An keş ki zi had birun nihed gâm înest s-’zâ-yi o serencâm
Kuyruksuz bir eşek, kuyruksuzıuktan dolayı bir gün üzüntüsü artarak dolaşır ve kendine kuyruk arar ken, farkında olroıyarak bir tarlaya girer. Onu gören köşlü sıçrar ve i.U kulağım birden keser. Zavallı eşek kovruk bulayım ae.ken iki kulağından da olur Haddi ni aşanların sonu budur.
Bu hikâyeyi okurken, Şeyhî’nin Rarnâme’sini ha- tır.'amamsk mümkün olmuyor.
Şeyhî’nin Harnâme’sinde, sahih, tarafından acına rak otlağa salıverilin zayıf bir eşek, orada gördüğü semiz öküzlere hayran olur. Onların aya benziyen boy nuzlarını k.skamr. Kendi bahtsızlığını düşüne düşüne giderken, yolda .asigeldiği ihtiyar eşeğe bunun sebe bini sorar. Görgülü eşek, öküzlerin gece gündüz arpa buğday işediklerini, onun için bu nimete mazhar ol duklarını -öyler Bu cevabı alan eşek o sırada rastla dığı bir ekin tarics.na girer ve göğermiş ekinleri diş lemeğe Koyulur, tarlanın sahibi, göl ekinliğinin kara toprağa döndüğünü görünce aklı başından gider, so- pas.m kapıp eşeğ: dövmeğe başlar. Bununla da içi ra hat etmez. Bıçağını çekerek kuyruğunu ve kulağım da keser. Neticenin en güzel ifadesi şu mısrada toplan- m:.ştır:
Boynuz umdum kulaktan ayrıldım
Şeyhî, bu hikâyeyi, padişahın msan ettiği tımarı talim etmeyen köy sahiplerinin, üstelik kendini de soymaları üzerine yazmışta. Rahat umdukça zahmet, devlet istedikçe ümmet çektiğinden şikâyet eden Şey hî, kendi hâlini, bovı.uz umarken kulaktan olan eşeğin hâline benzetiyor
Zâd-ül Müsâfirin’deki eşek hikâyesi, Şeyhî’nin Har- nâıre’sine -iham kaynağı olsa gerektir
Not: Bu yazıy hazırladıktan sonra, sayın üstad Tânir Olgun’un sv.n günlerde Giresun’da basılmış olan ‘Gırmiyanl’ı Şeyi.5 ve Harnâme’si» adlı kıymetli ese rinde bu h’kâyeyt temas edildiğini gördüm.
^
---7
B
OZKIRLARDA bahar yağ murlarını kana kâna içmiş topraktan, yıllardır görülme miş, cinsi kaybolduğu sanıl mış yabani çiçekler fışkırmış, allık la daha iyi belirivermiş ağızlar, gibi beş köşeli kırmızı çiçekler adım ba şında ihtirasla gülümsemekte. Bu se fer de tabiat, kilimlerdeki nakışlarla yazmalardaki oyaları taklit etmiye koyulmuş: henüz adı konmamış renk lerle daha hiçbir bahçeye kısmet ol mamış şekiller yaratmış. Her gün bir renk, ötekisiyle kucaklaşıp çiftleşi yor, öbür gün bir başka renk' dolup serpiliyor. Havanın kışkırtmasından taze tohumlar o kadar azgın ki artık toz halinde uçup, konmak için cins mins tanımıyorlar da, menekşe çiy- demin, lâle sümbülün tohumunu ka bul ediyor, yeni melez çiçekler mey dana geliyor. Zaten, yaz gelince kavu rucu sıcaktan asılan suratına bakma- malı: Bozkır her zaman için güzeldir de, derindir de.. Biııbir renkli, her- dem taze güzelden geçer, döner - do laşır, ananızın buruşuk yüzündeki ca na yakın gülüşe sığınırsınız: gösterişli kıyıdan içine - kapanık bozkıra...O
RTAYAYLÂ’nın Konya ovasına geçit verdiği boğazlar dan aşmak üzereyiz. Yollarda kaplumbağadan deveye, sin captan katıra kadar her çeşit hayva nın hepsi boz, hepsi kavruk, hepsi de muhite uymuş, iklime alışmış.. Fakat hangi sırtı tırmanıp da arkaya bak sak bir yeşil denizi geçmiş olduğumu zu vehmediyoruz: bir yeşil başak de nizi ki rüzgârda sular gibi dalgalanı yor ve biz içinde bulutların aksini ne ye göremedik diye üzülüyoruz. Boz yollar bu yeşil denizde çoktan geçip gitmiş kayıkların silinmek bilmiyen gümüş izleri gibi. Yol üstünde her çeşme ayağının hatırı için bir bostan ekilmiş: Suyun büyük nimet olduğu bozkırda anlaşılıyor. Kıyıda ikide bir ayağımızı yalayan su, burada eteğinin ucunu öptürmek için bizi peşinden koşturuyor. Kıyıdakiler en büyük ni met suya hazır konuyorlar, tabiatin mirasyedisidirler, bozkırdakilerse su yun her avucu için bir damla alın te ri dökmekteler. Şu var ki bu kuru topraktaki insanların gönülleri engin dir, kavruk ahularının kırışıklıkları katmer gülleri andım...İşte Altılar köyü, yedilerden bir eksik: ismiyle de anlatıyor ki ermek için bir olgun ve okumuş insana, bir öğretmene ihtiyacı var. Taşlık bir sırt dibinde, sazlık bir ovanın ötesinde bir toprak köy. Tek ağacı bir ihtiyaz boz iğde. Tek ağacın idbiııdeki taş çeşmede yüz yıkamak için köyün ço cukları sıra bekliyor. Cılız gölgelikte
a
ı
AKINCILAR
ve ERMİŞLER
, ★ Behçet Kemal Çağlar -k durgun yaşlılar konuştuğu zaman top
rak dile geldi sanıyoruz. Ağır durup batman döğen adamlar. Herhangi bir fikir yürüttüler mi bir, ata sözünü tekrarladılar zannına düşüyoruz. Fikri geviş getiren bir zekâları var. Ruhla rı, görgülerin hörgücü...
Nihayet bir yokuşu aşarken yassı bir sırtın dibinde kırk kavak, bir ko nak öte geçede de topraktan yeni doğ- rulmuş sanılan elli toprak evle on taş ağıl beliriyor: (Cihanbeyli kazası nı sırtımda gezdiriyorum) nüktesini evvelden duymuşsak şimdi hak veri yoruz. Yolun ötesinde uzak dağların bulut zannını uyandıran mavimtırak birikintisi, şose boyunca elenmiş toz ların, sarı sisi.. Bızkorda yerle göğün arasındayız. Bozkız bu; yer ayakaltın- dan kayarken gök başucundan siline cek sanılır. Zaman olur ki yer altta uyuklar, gök yukarıdan abanır. Yerle göğün kapanında tabiatın tuzağında- yız: Bağrındayız demeye dilimiz var
mıyor. Bozkırın, insanı, her an topra ğın katığını tabanında, göğün kurulu ğunu damağında duyan adamdır. Ta biatla her zaman savaş, arada bir mütareke, sulh hiç yok. Mesafeler bo yunca bir tek ağaç görünmüyor. Çöl de peygamberin yeşil kubbesini ara yan müminler gibiyiz: Nerede de bir ağaç yeşilliği?
M
EYVASIZ diye başnrçızı çe virip bakmadığımız ağaç! Me ğer sen ne aziz şeymişsin... Bütün bozkırda bir tek cıvıltı yok. Tabiatın dili paslı, tutuk ve işte Tutuk köyünün yanından sarı otlu, ki reç taşlı tepelerin dibinden gidiyo ruz. Bunları aşınca Konya önümüze çıkacak... Solda pembe kayalıklar, çıplak akıncı omuzbaşları, sağda ki reç taşı sırtlar, yanık ermiş bağırları: Akıncı ve ermiş Konya. Selçuk’ların ve mevlevîlerin Konyası. İşte Takye dağı, ne akıncı miğferi, ne ermiş kü- lâhı... Karşıda yassı dağlar dibinde bir uzun yeşillik beliriyor: Konya... Mevlânâ, mesnevisinde acemce beyit ler sıralar sıralar da marifeti unuta cak kadar samimîliği tutunca türkçe (Yandım Allah) diye şiir içinde hay- kırıverir. Biz de onun ağzından:Yarab, ezfeyzeş nisabı dih merâ Yandım Allah yandım, âbi dih merâ diye diye kuru dünya bozkırından ye şil Alâattin tepesine ilerliyoruz...
Koca Konya ili: Yeri var, köstebekten başka hayvan bulunmaz. Yeri var, kaplan bile barınmaktadır. Bir ya nında' otlar ancak dört santim boy a- tar, bir yanında onbeş metre uzunlu ğunda çamlar serpilmektedir. Memle ket gibi vilâyet. Büyük imkânlar ve çetin imkânsızlıklar diyarı Konya... Akşam saatlerinin tütsü tütsü alaca lığında Konya bir hars ve anane oca ğı: hâtıra hâtıra, menkibe menkıbe tütüyor. Atatürk’ün yerden göğe K a
dar hakkı var: Konya asuTardaııberi tüten bir Türk ocağıdır. İşte Selâmet- palas’ın üçüncü kat penceresinden ba kılınca, geceyi karşılayan Konya, bir kubbe ve minare kalabalığı halinde bize doğru geliyor.
U kalabalığa katılıverelim.
B
İşte iki arslan, alacakaranlık ta kim bilir hangi dağdan in miş, kurtla kuşla konuşma sını bilen Mevlânâ’nın kapısında taş kesilmiş bekliyor. Bu iki taş arslanın arasında eriyen bir yürekle türbeye giriyoruz. Eski vilâyet odası şimdi es ki yazılar salonu: Tâlik ve kûfî yazı lar, vavlarıyla helerinin gözlerinde yaşlar kurumuş, mâzinin dehlizinden çıkmışlar, sürünüp kıvranarak bize doğru uzanıyorlar. Gümüş kaplamalı iç kapıdan girince erkeği kavuklu di şisi kavuksuz 64 mezar bizi karşılıyor:/ — ;--- --—
Aldı Âşık Kâmil
Bakalım Ne Dedi?
. Hev gönül gül diye sakın aldanma Seni de düşürür hâra vefasız Ne derise desin aman inanma Yiiıeğine açar yara vefasız
Evvel kaş göz edip kendin evdirir Sonu gelmez dertler ile öldürür Düşmanları yamacında güldürür Sana da giydirir kara vefasız Muhabbet atının baş. yedilmez Her söze uyup da yola gidilmez Cefayı çok bilir vefayı bilmez Seni de atar hâ nâra vefasız Doğrunun doğrusu (Kamillin sözü Göründüğü gibi değildir özü Utandıramazsm kızarmaz yüzü ömründe yanaşmaz ara vefasız
Gök kubbeden kaçıp taş kubbe altı na sığman bir kabristan. İşte Hüsa mettin Çelebi: Mevlânâ’nın gezinip oyalanırken söylediği beyitleri hemen zaptediveren kâtibi. Bir gün bunlar bir tomar kadar olunca Mevlânâ’ya u- zatmış, büyük şair şöyle bir göz gez dirmiş, bu katıksız ilhamları daha çok Tanrı’nın eseri saymış olacak ki yak onları, dumanlarına bakalım, yukarıdan geldiler, yukarıya gitsin ler, demiş.
ÜRBE, şimdi müzedir. Zaten
T
halıları, örtüleri, eskiden müzelik. Bilecik kadifesinin, Bursa ipeklisinin. Uşak halı sının en zevklileri orada. Mevlânâ ile Sııitan Velet, babayla oğul, ebediyet uykusunda koyun koyucalar.Büyük baba ise, gömülmeye gelen oğlunun büyüklüğüne hürmeten san dukasıyla yarı doğrulmuş, hâlâ o vazi yette sanki... Ebediyetin gecesinde Celâlettin’in yaktığı sabah alacalığı na işaret için olacak etrafına bir gü müş kafes, ayaklarına bir gümüş e- şik, yakınına da sekizi gümüş, ikisi altın on telkârî kandil yerleştirmiş ler... İçi yazılı taslarla dışı yazılı şamdanlar şuraya buraya serpiştiril miş. İçerinin her saat için güzel ve mazlum ikindi karaltısında şamdan dan sızan ışık, tasa su diye dolabilir.
- N
Aldı Âşık Mücrimi
Bakalım Ne Dedi?
Dertliyim derdime dermana geldim Bilmem bu derdimden bilen varmola Y.n alandı sinem sarardım soldum Yarama bir merhem saran varmola Yanıt, yüreciğim yarılı tutuştu Yâr yara üstüne yaralar açtı B>r derdim var idi bine ulaştı Çekemem bu derdi bölen varmola Yarin hayaliyle akar çağlarım Dertli sinem aşk oduna dağlarım Ah çekip de iki gözden ağlarım Bilmem ki ağlayıp gülen varmola Aşlı.n deryasında döner kayıklar
(Yı ilerimi) uyur mu Kaib uyanıklar I>»>*t için can verir bağrı yanıklar Böyıc dost '»dunda ölen varmola
- __________________________________________
Işığa mı, suya mı susadığını kestire- miyen ziyaretçi hangisine olsa bir ke fe uzanmak ihtiyacını duyacaktır.
Mesneviden ezberlediğimiz parça lar, mânadan ziyade makam olarak hâfızamızdan geçiyorlar. İçimiz öyle dolu ki işte şu camekânda sıralan mış delik deşik kamışlardan - eski neylerden - birini alıp ağzımıza götür se«: her nefesimiz bir mâna ve ma kam olacak... Bu büyülü havayı dik katimizi başka yerlere çekerek dağı tabilecek kadar zengin müzelik eşya etrafımızı atıveriyor. İşte tabiatın renkleriyle biçimlerini hakir gören Türk zekâsı toprak yerine dokuma üs tünde yaprağı, çiçeği başka renkte, başka biçimde yeniden halketmiş. Akşam başka renkte, sabah başka renkte görünen halılar, çiçek gibi aç ması beklenirken kuş gibi öteceği sa nılan nakışlar... Baharların ötesinde bir bahar ki göçebeliği bırakmış, ge lip tezgâhlara konduğu gibi kalmış... Bir köşede gümüş tel üzerine dokun muş kaftanlar, asırlarca evvel sardık ları gültenlerin hasretiyle boynu bü kük yanyana yığılakalmışlar. Bir ke narda mor zemin üzerinde sarı ve ye şil ipek dokumalar gönüllere yağan bir rahme.tten sonraki ebemkuşağını andırıyorlar... Müze müdürlüğünün önündeki bahçecikte, küçük balpeteği tutlarla iri balda mlası kaysılar üstün den yeşil kubbe, bir top ağaç tazeli ğiyle parıldıyor da civardan geçen kuşlar üzerine konacak dalını arıyor lar...
Yalnız Ceiâlettin Rumî’nin değil, Celâlettin Karatay'ın türbesi de bir hârika. Mermer, tuğla ve çiniden büklüm büklüm, boy boy kapı ve du var nakışlarından başka; kubbedeki pencereden bir iç havuza vuran ışı ğın çini duvarlara aksetmesiyle baş layan renk cümbüşü, günün saatine, havanın bulutuna göre kırılıp dökü lerek, serpilip açılarak devam edi yor
ARÜLHADİS yahut
İncemi-D
nare denen medresenin kapı çerçevesi, hele karanlıkta görülürse, taş yahut tuğla işi sayılmaz. Bu bir halıdır ki duvarlar boyunca gerilmiş, sonra beddua ile değil. tesirli bir dua ile taş ke:t'rr;ş- tir. Oyup yontarak değil, ancak do kuyup işliyerck, taşla tuğlayla değil, ancak ipek ve iplikle bu zarafet meydana getirilebilir...
Sahip Atâ türbesine, mazi rutubeti sinmiş bir dehlizden sağ duvara gö mülü çeşmenin sesine uyularak giri liyor. Onun da çinilerle menevişli bir tuğla kubbesi var. Yukarı pencerele rin renk renk camalrı yerlerine öy le tertipli konmuş ki duvardaki tuğ lalara vuran ışıklar onları günün her saatinde bir ayrı renkli çiniye çevi riyor. Sanata bak ki alevle pişirip çinileştirmeye vakit bulamadığı top rağı, işte tuğla halindeyken de, ışıkla yetiştirip çini yapabiliyor. Türbenin bir tarafında mescit var, öteki tara fında medrese: Elli yılın veziri koca Selçuklu, imanla irfan arasında ya tıyor. Mescide açılan küçük ceviz ka pıdan, ruhu, arasıra süzülüp çini mih rap önünde ibadete geliyor olacak...
Bu girift, bu yapmacıklı güzellik ler ortasında, bir bahçecik içinde, kö şeli tavanı, güdük minaresiyle, Dur sun Fakih camii, sade ve samimî, san ki OsmanlIlara ilk hutbeyi okumakta devam ediyor...
Konya gibi tarihî şehirlerde, biitün bu anıtları meydana çıkaracak, yol açmalar, yıkmalar, onarmalar, yeni yapılarla şehri değerlendirmeler, çok yerinde fakat yeni bir anıt yapmıya kalkışmak çok tehlikeli bu* iş: İşte Selçuk kapılarını taklit ederek yapıl mış heykel kaidesi, Konya’yı içine sindirmiş yerli bir sanatkârın sakat ayağına aldırmıyarak sedye içinde gelip nezaret etmiş olmasına rağmen cüce ve çelimsiz.. Gelin, bu sefer de Mevlevîlerin eski yazlık yerinde bira* dinlenelim. Buraya şimdi de Dede bahçesi diyorlar: Kabarık bir düzlü ğün ortasında büyükçe bir havuz, et rafta dörtyüz yaşında pelit ağaçları var. Lime lime derviş hırkaları gibi yaprakları dilim dilim çınarların sema yapmaktan yorulmuş bir hali var...
»
ERAM bahçesi daha dünye» N y j vı bir yer. Dereyi çocuk lu- I * I luğumda ilk yüzdüğüm giin- " lerden kalma bir hisle gö zümde Fırat kadar büyütmüşüm, hal buki işte küçük bir su, l^âh uslu, kâh haylâz akıyor. Havada yabanî olmıya hevesli çiçek kokuları var. Nakil va sıtalarının yeni hızlılığı Meram’ı say fiye olmaktan çıkarıp mahalleleştir- miş...
Bozkırı bu defa da sabah serinliğin de seyre başlayıp da,bütiin gün o mi- nareler vc kubbeler diyarı önünde bir koca buhurdan gibi yol yol. toz toz, tütmeye bıraktıktan sonra, gece baş larken başak denizinden ışık tarlasına u¡aşıyoruz: Dikmenden Ankara görü nüyor...
Sanatkârın iç dünyasına girebilmek
\ Abidin Mümtaz Kısahürefe
K
ARAKTER dediğimiz zaman, aklımıza gelen şey; tesadüf ler, vakalar, mühim hâdise ler karşısında insanların de ğişmeyen, sağlam, sabit tarafları ol duğuna göre bir sanatkârın dostlu ğunu anlamak ve kazanmak çok zor dur. Çünkü o; her zaman dış görünü şüne değil, iç duygusuna tâbidir. Ha kikî sanatkâr gösterişe, iddiaya, vel veleye ehemmiyet vermez: bir bakıma göre, yer içer; yatar kalkar: gezer tozar ama onun asıl yaşayışı, görünü şün ötelerinde yani kendi şuurunun aydınlığı içinde, kendi kendisile ha şır neşir oluşudur.Dostluk, gelişi güzel dostluk, sanat dostluğu ve sanatkâr dostluğu diye üçe ayrılabiliri Birincisini bulmak her zaman, her yerde mümkündür. Menfaatler, çıkarlar, gelirler, birleş ti mi hemen başlar, derhal samimiyet bile kurulur. İkincisi, birincisinden Şüphe yok ki daha üstün bir mezi yettir. Bir kimse nefsini zorlıyarak, benimser gibi görünmeğe çalışabilir. Fakat bir münevver dahi üçüncü çe şit dostluğun hudutsuz zevkine, baş döndürücü vuslatına kavuşmak için her şeyden evvel dış hayatın bütün alâyişinden vazgeçmesi icap eder.
Sanatkârın haricî âlemle olan gün lük münasebetlerini yarmak, iç âle mine girmek, oradaki havsala geniş liğinin ilhamını duymak, Yuhî halle rin künhüne vâkıf olmak lâzımdır. Hakikî sanatkâr dostluğu çok ulvî ve kudsî bir haslet ve bir meziyettir. O, idealin tâ kendisidir, ufukta beli ren bir nokta gibi yaklaşıldıkça u- za'.daşır. Halbuki meyli, dini, hat tâ ahlâkı ayrı olduğu halde bir sa natkâr; yüzünü görmediği, hiç tanı madığı diğer bir meslekdaşınm en yakın ve samimî bir dostudur. Bu kudsî dostluğun ruh inbiğindeki ha vasi ve duygusu değil midir ki (Beya zıt Bestamî) yi; atın üstünde derse giden (Mevlâna) yı ilk görünce «Al lah» diyerek ayaklarına kapandırmış tır.
Nağme saçan bir telin ıstırabını mızrap değil çalan duyar, soluk bir boyanın ifadesini fırça değil, ressam
bilir, bir mısraın geniş mânasını oku yan değil yazan anlar.
Meşhur Camegi «Dost Kazanmak ve İnsan üzerinde Tesir Yapmak» ad lı eserinde «başkalarile alâkadar ol mak sayesinde iki ay içinde dostlar kazanırsınız. Başkalarının sizinle a- lâkadar olmalarını beklerseniz iki yıî içinde bir tek do=t kazanamazsınız.»
«Yunus» dan Suret
Ne gözlerde resmolan yıllar, Ne mevsim dallara ilişik. Çocuğun kaybolan hafızasında, Yine sallanmakta beşik.. Hatıra, kervan, kervan geçiyor: İçimizin bir yerinden.
Rüzgârlar esiyor başımızda, Şiraz bahçelerinden.
Dünyaya geldiğim gün konuşuldu, Dinlemedim, nedense dinlemedim. Elinde bir lâle nereye gitti, Ağaçlar arasından Nedim.. Murada ermişler gibi düşünmüyo
ruz. Gecelerini İrem bağının. Geçemedik bir uçtan bir ucuna; Peygamber kuşağının.
Düşen yaprakların önünde, Susun bir saniye, öylece susun. Bize Suret gösteriyor:
İçimizin aynasından eli Yunus’un.. Emin Ülgener
V_____________________________
der. Bu fikir, gelişi güzel dostluk !- çin doğru olabilir. Fakat sanat ve sa natkâr dostluğu için asla!.. Bizim de diğimiz sahada alâka, duyuş ve ya ratışın eserinde aranır. Eser yarata nın cemiyette yüzlerce, binlerce ah bapları, hayranları olabilir, fakat o kendini anlıyanları araştırır, bulma ya çalışır. Bu da bir ruh için mühim ve ölçüsüz bir ihtiyaçtır.
Peygamberler bile «Sahabe» ler, «Havariyyun» 1ar hâlesi içinde pey gamberliklerini yapabilmişlerdir. Sa mimî dostu olmıyan insan yarı ölmüş demektir. Hele sanatkâr için’ olursa, tam ölmüş demektir. Sokrat’ın pek hakimane sözlerinden biri de «Seya hate çıkarken kendinizi beraber gö türmeyiniz» dir. Bir çoklarımız seya hate çıkmadan önce kendimizi hayal le seyahate göndeririz. Oysa ki sanat kâr kendi iç âleminin her seyahati- ne çıkışında kendini cemiyet içinde tanıdıklarının, ahbaplarının arasına bırakır. Hakikatte iç benliğinde ge- rer. O; bu duygusundan mahrum oldu mu önce içerden çöker ve ruhan mağ lûp olurken belki de cemiyet içinde alkış toplar. Fakat çok geçmeden dı şarıda, görünüş hayatında perişanlık ve bir yıkılış olur.
Bir kumandanın, bir kralın, bir padişahın, yüzlerce dostu, binlerce tebaası, milyonlarca secde edeni ola bilir. Lâkin gerçek sanatkâr dostlu ğun yanında bunlar birer geçmez ak çeden başka bir şey değildir.
Havsala genişliğindeki, ruh âle mindeki sanatkâr dostluğunu anla mak, ona erebilmek, gerçek sanat a- levlerinin tutuşmasile, kalb damar larının kudurmasile olur.
Bir şaire, bir ressama, bir heykel- traşa, bir bestekâra «Ne kadar dos tunuz var?» diye soracak olursak; bi ze biraz sevgisi ve biraz da eserinden anladığımıza inancı varsa alacağımız cevap «çok» veya «yok» tur. Çünkü bu «çok» ile «yok» gerçek sanatkâr dostluğunun görünmez iki zıd kutbu nun birleştiği sır noktasındadır. Hal buki herkes kendini sanat veya sa natkâr dostu zanneder.
Y E R L İ
FİLM LERİM İZ
Geçen yıl Afyon’da «Aysel» filmini se nelerden sonra tek rar görmüştüm. Fil min senaryosunu Haşan Cemil Çam- bel yazmış. Reji Er- tuğrul Muhsin’in; müzik de Cemal Reşit’in. Artistler de sırasıyla Feriha Tevfik, Cahide, Ta lât, Sait, Mahmut, Behzat ve Hazım. Şöyle bir düşünecek olursak; bu film eleman bakımından, bugünküler de dahil olmak üzere, yerli filmlerimizin en şanslısı. Senaristinden kompozi törüne, rejisöründen artistlerine ka dar hiçbir yerli film dörtbaşı mamur bu kadar kıymeti bir araya getireme miştir. Fakat neye yarar ki? «Arap filmlerinden çok geri olduğumuz» teş hisini haklı bulmamak elden gelmi yor.
«Aysel» in üzeiinden bir hayli za man geçti. Kemiyet itibariyle «Ay sel» in çevrildiği senelere nisbeten bahtımız açıldı. Yalnız geçen yıl 14 film yapıldığını tesbit ettik. Bu hal, artık bizde de bir filmcilik hareketi nin varlığını gösterir. Fakat ne acıdır ki «Aysel» den pek de farklı bir ka lite zenginliği ortalarda yok. O halde çok müsamahalı bir seyirci bulan filmciliğimiz niçin ileri hamleler ya pamıyor? Oysaki münferit de olsa; bu derme çatma filmler içinde, reji sör olarak, artist olarak, senarist ola rak çok kıymetli kabiliyetlere rastlı yoruz. Meselâ Şadan Kâmil gibi bir rejisör, Tahir Olgaç gibi bir senarist ve Orhon Arıburnu gibi bir aktör kıy meti önündeyiz. Amma bu ferdî kabi liyetler bir film bütünü içinde hiç bir işe yaramıyor. Prodüktör’ün piya sa zihniyeti ve ticarî kafası, operatö rün teknik beceriksizliği bu kabili yetleri kendi şahsiyetleriyle başbaşa bırakmaktan alıkoyuyor. Göbek hava ları, meyhane safaları, kostüme film modası, melodram kaprisi, bayağı sür priz arzusu ve daha bir takım zihni yet farkları meydana getirilen filmi, film olmaktan çıkarıyor. Bir rejisörle tanışıyorsunuz. Size filmciliğimizin bütün sakat taraflarını içi yana yana anlatıyor. Âdeta seviniyorsunuz ve iş te diyorsunuz, tamam bundan sonra iş düzelecek! Fakat hayır, aynı reji
★ M. S. O. *
sörün kötü bir kordelâsı çıkıyor or taya.
Bir senaristle görüşüyorsunuz. Size okuyor yazdığını. Güzel buluyorsunuz. Amma aynı senaryoyu filmde bula mıyorsunuz. Ya kırpılmış, ya değiş miş, yahut da yeniden yazılmıştır. Ortada, sizin okuduğunuz senaryonun yalnız adı kalmış. Yine meselâ bir ak tör görüyorsunuz. Filmin birçok yer lerinde sizi ümitlendiriyor. Fakat di ğer bir filmde, hattâ aynı filmin baş ka bir sahnesinde bütün ümitleriniz kırılıyor. Sebep? Sebep, prodüktör veya rejisör böyle istemiştir.
Bütün bu hayaller ve sukutlar gös teriyor ki, filmciliğimizde tuttuğumuz
yanlış yollardan dönüş hamlesi henüz çok uzaklarda! Sürüm meselesini sa nat endişesiyle ölçmeden ön plâna aldığımız müddetçe, Türk filmi diye bir şey düşünmemeliyiz. Bizde reji sör, senarist ve artist prodüktörün emrinde. Halbuki iş aksine olmak zo rundadır. Parayı veren düdüğü çalar amma, filmi parayı veren yapmaz: Prodüktörlerimiz film çevirmeyi ev velâ âmme hizmeti, sonra kazanç mevzuu olarak görmelidirler. Aksi halde; göbek attırarak, rakı içirterek, adam öldürerek basit zevkleri avla manın film çevirmek demek olmadı ğını bir türlü anlamamış olacağız ve boş yere ümitlenip, boş yere kırıla cağız.
Ben
Bir Güzel
Severim
•k M. Kemal Yılmaz iç
M
eliil melttl bakma öyle yüzüme N’olur!..Derdini bilirim, halinden anlarım Yeşil yeşil dağları Murat olası, Busbulanık sulan abu hayat olası, Çizgi çizgi, yol yol dolası Melül nıelül bakma öyle yüzüme!.. Akdenizden, Karadenizden, Anadolundan, Urumelinden Şöyle, arzulu bir kadın misali Seni sımsıkı tutup belinden Öpmek istiyorum;
Saçından, topuğundan, dudağından Bozkmndan, yaylândan, dağından... Nen var?
Sararmışsın, solmuşsun. Bulanmış gözlerinde mavi, Bir tuhaf bir hoş olmuşsun!.. Dile: Nem varsa vereyim, Dile: Kulun kölen olayım, Dile: Uğrunda öleyim!.. Bilirim gebesin altına, gümüşe Zengin değilim, doktor değilim Mühendis, âlim değilim; Aklım nice ersin bu işe
Ben garip şair, ben zavallı muallim.., Melül melül bakma öyle yüzüme Canım, cananım, vatanım benim...