İYİYE - GÜZELE • DOĞRUYA
ESKİ EV S Ü S L E ME L E R İ NDE N
( HAVUZL U S O F A - EDİ RNE )
F İA T I: 30 kr.
SAYI : 6
ŞADI RVAN
H A F T A L IK S A N A T M ECM UASI
ŞADIRVAN
Haftalık Sanat Mecmuası İmtiyaz sahibi t« yazı iğlerini
fiilen idere «d en:
Behçet Kemal ÇAĞLAR
İdare yeri: Cağaieğlu Molla Fenarî Sokağı
No. 30 - 32 — VATAN MATBAASI Telefon : 24207 ABONE ŞARTLARI Seneliği 1500 Kuruş Altı aylığı 750 BU SAYININ KAPAĞI :
Edirne’de Kaleiçinde, Köprülü ailesine ait konaktaki kapı kanatlarından biri. Doktor Rıfat Osman’ ın koleksiyonundan.. Konak, 1331 hicri tarihinde yanmıştır.
--- f
Geven sayımızın kapak resmini anlatan ya zı, bir - iki satır düşmesi yüzünden vuzuhu nu kaybetmiştir: İkinci Ba.vezit, kendisini av merakından vazgeçirmek isteyen şeyhine (Baba) diyecek kadar hürmet edip telkinleri ne bağlandığına göre, geyik üzerinde gördüm sandığı yeşil sarıklı, Fatih olmaktan ziyade İbrahim Efendi olabilir. (Sakayik) e göre
bu ikinci ihtimal daha vâriddir. DİKKAT:
J , V '
İçeride kullandığımız motifler, Fa tih devri saray nakışhanesinde Ana dolulu nakkaşlar tarafından yapılan kitap arası süslemelerinden kopya edilmiştir. (Koleksiyon: Dr. Süheyl nver; kopya eden: Muallâ Şeren)
İçerdeki «Dua» şiirini çerçeveleyen klişe, aslı Topkapı sarayı müzesinde bulunan 17 nci asır defter süslemele rinden alınmıştır.
İÇİNDEKİ--- v YAZILARDAN BİRKAÇI ’
Osmaıılı Mimarlığının Sinaıı llevri
Remzi Oğuz Arık
Bu da mı Türk Hikâyeciliği... T. Olgu e Denizin Tas Ucundan Göğün
Basuruna Kadar... ... B. K. Çağlar Divan Şiirine Bugünün Göziyle Bakabilsek! ... Rüştü §ardağ
H ikâye: YAZA! IM ... Fahri Erdinç Paris’do Besim Yarenliği ...A r i f Kaptan gevmek ve İnanmak . . . A. M. Kısakürek Köy Temsillerinden Bir Örnek
Mehmet Ali Çamlıca
r
GELECEK SAYIDA
İstanbul fethi yıldönümüne dudağınızda Faruk Nafiz’in yeni mısralariyle gireceksiniz:
«ESKİ SARAY»
L .
J
Dizildiği Y s r : Vatan Matbaası It asıldığı T $ r : tsmaÜ Alcgiin Matbaası
Ü Ç ŞEHİTLER DESTAN I
Faz t i Hüsnü Hağlarca
Yeni neslin Türk epopesine girişini
müjdeleyen kitap
Yeşil Bursa'yı bir kat daha
anlayıp sevmek için
. >\ ’’ İ
BURSADA
YEŞİLLER
İ
O K U Y U N U Z
Salâhattin Batu'nun son şiir kitabı
/ /
İv
G E L G Ö R K İ
M U V A FFA K SAMİ O N A T
Yeni neslin şiirinden bedbin olanlar varsa bu
kitabı okuyunca kanaatlerini değiştireceklerdir.
GÜNDÖNÜMÜ
M eh m et Çaktrtaş
CİLT: I; Says: 6
ŞADIRVAN
HAFTALIK SANAT MECMUASI
C MAYIS 1946
S İ H İ R L İ
İ Bİ Bİ K
UGÜNLERDE cemiyet lerde, halkevlerinde, mecmua idarehanele rinde sanat üstüne, şiir üstüne konuşmalar aldı yürüdü. Bun dan da anlaşılıyor ki Türk aydını, sa natı ve hele bizde derin kökleri o- lan şiiri, beğensin beğenmesin, daha fazla, kendi âvâre gidişine bırakım- ya razı değildir. Ondan bir şeyler u- muyor. Onda kendinden bir şeyler bulmak istiyor, onunla avunup kuv vet bulmaya ihtiyacı var. Buralarda konuşanları dinliye dinliye, konuş malara katıla katıla, evvelden yarı şaka diye yapageldiğimiz bir tarifi bu sefer ciddî esaslara bağlamak im kânı hâsıl oldu:
Şair bir hummanın ateşinde düz gün sayıklayabilen adamdır.
Bu hale göre birinci şart, bir hum manın ateşini taşımak. Tabiî bu, dok- torlarea adı konabilecek bir humma değil: ateşini de, dereceler çlçemez. Bu humma ya kadın aşkı olabilir, ya Tanrı aşkı olabilir.
Hulâsa: Sarıp yakan, pişirip ye tiştiren bir ateş!.. İçine bu a- teş düşmemiş olan insan, her şey o- labilir, fakat şair olamaz. Marifeti, hüneri, kuyumculuğu emsalsiz olabi lir, fakat şairliği muhakkak aksar, dökülür. Şairin yapmacık hassas’tan farkı bu!..
Diyeceksiniz ki: deli de - daha in saflıca bir tâbirle • meczup da bir hummanın ateşinde sayıklar..
Fakat bir farkla: Onun sayıklama sı düzgün değildir, hezeyandır.
O halde şairin deliden büyük far kı: Düzgün sayıklayabilmesi...
Düzgün sayıklamak demek ille her mısraının sonunda daha evvelkilere uygun bir kafiye bulundurması, ya hut her sayıklamayı »6+ 5«,
«raelu-lü mefal«raelu-lü..» kalıplarına uydurması demek değildir! Değildir amma, şuur düzgünlüğünden vazgeçtik, bir şuur altı düzgünlüğü olsun, sayıklamaya hâkim olabilmelidir; istikrarlı bir düzgünlük gerek! Rastgele düzgün lük, delinin sayıklamasında da olur. Alışılmış kalıplardan ötede bu düz günlüğü kurup sürdürebilmek değ me babayiğitin kârı değildir. O ha şarıya erişenleri her zaman imreniş le alkışlamaya ve öyle bir başarı yo lunda görünenlere her zaman bağrı mızı açmaya hazırız.
Ruh bakımından da yeni sanatın gündelik adanı hâleti ruhiyesinden sıyrılması beklenir. Sanat, sadece, iş rete meze, uykuya ninni, mateme ağıt değildir. Asıl sanat, duranı yürüten, uyuyanı uyandıran, şaşıranı hidaye te çağıran şeydir.
Asıl sanat, yürüyenlerin dudakla rında şarkı, ilerleyenlerin yürüyüşü ne tempo, arayanların voluna ışıktır. Orada insan, kendini bulur, kendin den öteyi bulur, yarını bugünden görür.
Asıl sanat, zafer meydanından o- tağma çekilen erleri zevk ve sefaha te boğmaktan ziyade gündelik mera- retlerini giderip, onları yeni bir za fer hamlesi İçin şevk ve azimle dol durmak durumundadır,
Sanat, sazlıklar gibi ince ve hasta mırıltılarla ruhu kendine çeker ve daha ilk adımında dilindeki hastalığa gömerse, hayata, insanlığa ve bizzat kendi varlığına ihanet etmiş olur.
Sanat, gözönüne bir serap gibi se rilerek ruhun bütün İştahlarını ha rekete getirdikten sonra, onu du dakları çatlak ve eli bos bırakmasını değil; ilerdeki çağlayanların sesini duyurarak ileriye çağırmasını bilme lidir.
Yeni sanat, artık bağdaş kuruşun, sofra başının, uyuklama ve sayıkla manın değil, yürüyüşün, aramşıu, yola çıkışın, yeni hız ve hamle edin mek için konaklayışın yanıbaşında yer almalıdır.
Bugünün bunaltıları ve kararsız lıkları içinde bocalayıp duran Türk insanını, ya haşmetli mazinin, ya bü yük yarının havasına almayı bilen sanat, opa hülyadan ve rüyadan ka natlar bağışlayan, onu bilmeden has retini çektiği bir yüce iklimin civa rında dolaştırabilen sanat! Kuru ha yatın, bu bıktırıcı ve tasaya sürük leyici kuruluğunu geveleyip duran, yüzüne vurup kekeleyen sanat değil, o kurumağı gidermesini bilen, o ya vanlığı unutturacak bir yen! lezzet le ruhun şevkini, lştihasını, hamle sini besleyen sanat!
En kötü bir ottan bile en güzel ö- zti ve kokuyu çıkaran sihirli bir in- bik gibi, sanat, her hâdiseden hayat için bir hamle, yarın için bir umut, ruh ıein bir lezzet çıkarmasını bildi ği müddetçe sanat sayılmaya, değer li görülmeye, dinlenip yayılmaya hak kazanmış olur.
Yeni sanatkâra, kabuktaki sefaleti bırakıp da ruhtaki zenginliğe eğil mek düşüyor. Türk insanını emsal siz iç cevheri erile tanıyın dile getir mek. büyiik Yahya Kemal’ in, günün kargaşalıklarından silkinip, eski Os manlılığın haşmetli rüyasıiıda yaşa yabilmesi gibi, devrin zavallılığından sıyrılıp Türklüğün engin havasına girebilmek! Halkın miyrâeına erebil mek!. Sanatkârımızı bugünün şehrin deki gündelik. ıstırapların ötesinde büyük şeyler bekliyor.
ŞADIRVAN
1
Profesör Mükrimin Haiti ile Birlikte
Selçuk Edebiyatına, Bir Eğiliş
O
m blrîneî yüz-yılda, Malazgirt zaferiyle açılan kapıdan Ana dolu’ya gelenler, Orta Asya- nın oturmuş, yerleşmiş, Uy gur medeniyetini kurmuş Türkleri değildi. Gelenler, göçebe Türk’lerdi. Hangi ce miyetin hangi devrinde olur sa olsun, o cemiyette isten diği kadar sanat ve ilim de haları türemiş bulunsun, gö-
jebe parçasında, bir ayrı âlemde ya- |iyan aşiretinde, ne edebî bir dil var- 8ır, ne gerçek şiir konsepsiyonu. Sel çuk başbuğu, Profesörün semnatik tâbiriyle, ceddi âzamimiz Tuğrul Bey, Halife’den kılıç kuşandıktan sonra o- turduğu mükellef ziyafet sofrasında ikram edilen helvayı çadırda yemeye alıştığı sarımsaklı yoğurda benzet miş, tadar tatmaz da «Ne güzel bîr tutmaç, hem de tatlı!» demişti. İşte Anadolu’ nun Selçuk fatihleriyle isti lâcılarının başlarındaki zat bile böy le cömert bir yiğitlik fakat fakir bir görgü içinde idi; okuması yazması yoktu; konuştuğu dil çadır dili idi. Bu dil, ancak zarurî anlaşmalarla ip tidaî tekerlemelerin dili olabilirdi. Bunların edebî bir dilleri yoktu ki, olamazdı ki, edebiyatları olsun da ele geçmiş bulunsun. Folklor malzemesi nev’inden bir takım türküleri, destan ları, şifahî edebiyatları vardı, o ka dar.. Anadolu’yu fethedip bize* ana yurdumuzu hazırlayanlar için, «akın cıydılar, kahramandılar, şuydular buydular fakat ne çare ana dillerini unuttular, başka dillerle okuyun yaz dılar!» diye hayıflanıcı, kötüleyici hükümler vermeye hakkımız yok! Ak sine, «akıncılıkları, kahramanlıkları yetmiyormuş gibi bir de yaratıcı idi le'-; mahdtıt kelimeli, basit mefhumlu bir çadır dilinden, üsan bünyelerine hiç uymayan ve gelişmeyi köstekle yen Aran harflerinin rağmına, iki a- sırda, bir mükemmel edebiyat dili de yarattılar» diye bu bakııpdan da gu rurla, takdirle bahsetmeliyiz. Tekrar edelim; Anadolu’ya gelen göçebeler, beraberinde getirdikleri dili unutma- ddar, öz kelimeleri bile bile atıp
Türk edebiyatında OsmanlI devrinden evvel en mü him merhale olan Selçuk edebiyatı hakkında bîr umumî fikir olsun verebilmek için, «Selçuk» d°nir denmez akla ilk gelen ilim adamımız Miikrîmîn Ha lil’in görüşlerine başvurduk. O konuşmadan aklı mızda kalanları aşağıki satırlarda sıraladık. Fikir lerini hakk'vle aksettiremedikse değerli bilginimiz den özür dileriz. İyi belirtilememis görüşlerini a- çıklamaya kendini mecbur etmiş bulunursak der gimize değerli yazılar kazandıracağız dîye ayrıca
seviniriz de. •
başka dilden yenilerini onların yeri ne geçirmediler. Her asırda her çadır halkında olduğu gibi mahdut ve kısır, iptidaî ve edebiyatsız dil hâzinelerini, medenileştikçe, devletleştikçe, yeni yeni mefhumlara erdikçe, etraftan kelimeler alarak zenginleştirdiler, yeni baştan bir edebî dil yarattılar.
r
Ulu Türkü
/
Ey gönül, ey, ne büyük bir tür küsün! Dünya • âlem dilmdesin herkesin. Söyle düden, telden nem eksik benim? Ey bir doğru dürüst söyliyemedi-ğim!
İl bağından imkân acarken gül gül Bu ne mürüvvettir bize ey müşkül Ne dur’dan anlarsın ne sus’tan
gönül, Hey bir kararlarda eğliyemediğim
Hepsi kendi sevdasında kol kanat, Beni yağmadadır her gün bin
murat. Ey güzelim dünya, en canını hayat Ey enine boyuna yaylayamadığım!
Zeki Ömer Defne __________________)
tik zamanlarda, okuma - yaz ma dili, ister istem "z. a- rauca ve farsça oldu. İlk e- dîulerîn çoğu Havramı veya Halettlı idiler.. Uğruna baş koyun ülkeler aldıkları îma nın dili arapça îdi. 12 nci asrın sonlarında, Îrrr.’ dakî Selçuk devleti yıkılınca, ora- nın mütefekkirleri ve edip leri Anadolu’ya hicret etti ler ve İran tesirini getirip yaydılar. Arada bir Orta Türkistan’dan kitap getirildiği, uy- gurca metinlere müracaat edildiği o- lurdu, fakat bunlar meraklıların. Hind’ten - Çin’den kitap getirtmesin den pek farklı değildi. Uygurca ile o- ğuzca’nm kaderi ayrılmıştı. Orta Tür kistan’da «bağışla» yerine «güzeşte kıl» denirken, Anadolu’da «affeyle» deniyordu... Şimdi, Lâtin harflerini kabulden sonra, temayülümüz, ne o- lursa olsun, sırf karşımızdakine okutamıyaeağımızı, imlâsının hak kını veremiyeeeğimizi bilerek, is ter istemez, « maamafih» yerine « bununla beraber» yazmıya mec bur olmuyor muyuz? O zaman da yal nız üç sesli harfi olan Arap alfabesi yüzünden, «ü» nün ve «ö» nün hak kını ve farkını veremiyeceğimizi kes tirerek «bütün bunlar» yerine «min küllül ' vücuh» klişesini kullanıp kurtuluyorduk. Buradan, Selçuk türk- çesinîn gelişmekte niçin geciktiğini, niçin ancak iki asırda bir edebiyat ve ilim dili olabildiğini de anlamak mümkündür: Bu sade, a, i ve o'dan ibaret üç sesli harfi bulunan arapça alfabe yüzünden İran edebiyatı da İslâm devrinde çok geç gelişti, bütün bu ameliyeler mütemeddin bir dil üzerinde cereyan ettiği halde, Arap harflerine intibak edememek yüzün den acemce de uzun müddet bocala dı. Bir düşünelim: Ya fransızca, Golva’lılar Fransa’ya yerleşip de ip tidaî dillerini medenî bir dil halinde geliştirmek fırsatım elde ettikleri sı rada, bu Arap alfabesini kabul etmiş olsaydı, hali ne olurdu?
Bu Şimalî Arabistan harflerinde yalnız üc sesli harf var. halbuki türk- çede pek çok! Kendi dilini bile
meleten alıkoyan bu harfler, bîr başka dili nasıl geriletmez, körletmez? Eğer Kur’ân’ın alfabesi, Yemen’dekî, San’- a’ daki alfabe olsaydı; arapça çok daha iyi gelişir, çok daha kolay öğrenilir, lüzumsuz yere iyrab meselesi, bir na hiv kompleksi meydana çıkmazdı. Ö nünüzde iki hattâ üç sessiz harfi bir- bîrin" bitişik yazılmış bulacaksınız ve başınızı kaşıyıp duracaksınız: Aca ba nasıl okunacak? On - onbeş yılda ancak doğru dürüst okuma - yazmayı öğrenebileceksiniz; kendinizin bu dil le üslûp yaratmasına, edebiyat ve ili myapmasma vakit mî kalıyor? Ko nuşulan türkçeyî bu harflerle hakkîy- le yazmak hemen hemen imkânsız. O halde bir başka yazı dili türeyecek! Halbuki konuşulan dili olduğu gibi kâğıda geçirmeye elverişli bîr alfabe 'olsa, mesele yok, konuşma dili yazıya geçip yzzıidıkça gelişecek, işlenecek, edebî dil ve üslûplar belirecek!.. Fa kat ne çare?.
Bîr de 13 üncü yüzyıla bakalım: Haçlı seferler bitmiş; sulh ve sükûn yıllan gelmiş. Büyük kervan yollan Anadolu’dan geçer olmuş; gerçek devlet ve medeniyet devri başlamış; bu arada edebiyat konsepsiyonu da teşekkül etmiş; ilk defa elleri altın da hazır edebiyat ve ilim dili arapça ve farsçaya başvuranlar, îmanlarını ve akidelerini halka telkin için, ka nunlarını ve emirlerini halka ulaş tırmak için, zamanla işlenen ve oku ma - yazma dili haline gelen oğuzca- yı kullanmaya başlamışlar. Bu türk- çe, civar edebî dillerden müteessir ola ola, kelimeler ala ala, mefhum kabullene kabullene kendisiyle şiir yazılabilir, nesir yazılabilir bir mü kemmelliğe erişebilmiş.. O zamanlar dan kalma türkçe metinlerin en eski si ve en esaslısı şimdilik «Kabusname Tercümesi». Taberistan hükümdarı «Şemsülmeâlî» Kabus’un yazdığı ki tabın türkçesi. 800 - 990 yu öncenin türkçesinden örnek vermiş olmak için kitapçı Raif Bey’in himmetine başvurup elde edeceğimiz bu kitap tan birkaç satır okuyalım:
«Üç nesneyi kenduzünde (kendi ö- iünde) hu (huy) edin evvel gözün kendu aybundan -ârtuk kimesne aybu- na meşgul oimasun ve ikinci dilün
U
Y
A
N
I
K
Bin dokuz yüz otuz dokuz!
Karanlıklar içinde
ölülerle yaşıyoruz«
Puslu havayı sever kurt}
Kaplamakta gökyüzünü
Kurşundan ağır bîr bulut;
Her şey uyuduğu zaman,
Kıracak zincirlerini
Gecede uyanık duran,
Ahmet Muhip Dıranas
---yaramaz geleci (söz) söylemesün veüçüncü elün Tanrı sevmedüği nesne yi tutmasun ve dahi üç nesneyi dost ve düşmana açuk tut biri evvel kapun açuk olsun ikinci sofran açuk olsun üçüncü yancuğun (kesen) açuk o l sun...»
Bir de aynı ahlâkî ve İçtimaî kai deleri düstur alıp telkin eden man zum bir parçayı gözden geçirecek o- lursak, 13 üncü asrın sonlarında Ana dolu’daki Iürk şiir dili hakkında bir fikir edinmiş oluruz:
Hüthüt eydür kim fütüvvetdâr ise Ya tapu kılmakta sadık er ise Anda üç nesne gerek açuk ola Üç dahi bağlu gerektir bu yola Alnı açuk gerek onun kişiye Kim güneş gibi cihanda ışıya Sofra bağı dahi hem açuk gerek
Olkadar kim var değil kem çok gerek Kapu dahi açuk olıcak tamam Olur ol üç açuk anda vesselâm Dili gıybetten anun bağlu gerek Sözü şirin ve aşı yağlu gerek Gözü hem basiu gerek kim görmeye Kimsenin aybuna ta’na urmaya Bağlulardan biri lyler siküdür
Kim ol altuııun kamudan yikiidUı Kimde kim bu altı hâsiyyet ola Yavlak ol er lâyık ola bu yola. Bu, «Feleknâme» diye muazzam bir eşer yazdıktan sonra ondaki fikir ve akideleri Anadolu halkına telkin için türkçeye de çevirmeye, daha doğrusu türkçede daha mufassalını ve sadesini yazmaya kendini mecbur gören bir mütefekkir şairin eserinden bir par çadır: Gülşehrî’den bir parça.»
* * *
MESULİYET
MAHŞERE
KALDI
ÜLEYMAN Nazif, Basrada vali bulunduğu sıralarda o civarın bir ordu kumandanından şöyle
bir
telgraf almış:«— Acele 4000 çuval şekerle 1000 sandık çayın ordumuza irsali.» Süleyman Nazif, telgrafın altına şu derkenarı yazmış:
«Çin imparatoruna keşide edileceği yerde sehven vilâyet makamına irsal buyurulan telgrafınız okundu. Makamatı mülkiyemizin mesuliyeti ruzu mahşere kalmıştır».
K öy Temsillerinden Bir Örneh
M
UCUR’da o akşam 30 A-ğustos şenlikleri yapıla çaktı. Bu meyanda bir meydan temsili de karar laştırılmış olduğundan, hazırlıklar gözden kaçacak kadar ehemmiyetsiz görülmüyordu. Kaymakamın hademesi ihtiyar Hacı, meydanlarda yoktu. Harmana gitmiş, herkes onu arıyor du. Meğer bu hademe, oyunun en mühim elemanı imiş.
Akşam olunca, halkevinin önünde ki meydanlığa yerden yüksekçe bir.
plâtform yapıldı, biitiin sahne ve de kor bundan ibaret görünüyordu.
Buraya sazcılar çıktılar, oturdu lar. Ön tarafına da aktörlerden bir kaç kişi- oturdu. Bunların önünde tepsi gibi bir meydanlık, boş bırakıl dı. Dört bir tarafta kadınlı, erkekli büyük bir topluluk heyecanla oyu Juın başlamasını bekliyorlardı.
'Halkevinin bir köşesinde de halk oyuncuları, makyajlarını yanıyorlar dı. Bunların giyiniş ve makvaiları gayet tabiî malzelerden ibaretti. Me selâ koca rolünü oynayacak olan kimse beyaz bir pösteki parçasını sa kal yapmağa çalışıyor, bir taraftan da yüzüne, gözüne, her tarafına un serpiyordu. Bundan maksat değir menci olduğunu belli etmekmiş. Üzerine bir gocuk giymiş ve eline 3
4 metre uzunluğunda bir sopa ala
rak hazırlığını bitirmiş bulunuyor du.
★ Mehmet Ali Çamlıca -k
Diğerleri de kendilerine göre mak yajlarını tamamlıyorlardı. Yalnız iç lerinde, çok ustaca bir meharetle A rap makyajı yapan kimsenin hareket leri gözden kaçmıyordu. Meğer bu adam, biraz evvel aranın ta buluna mıyor dedikleri kavmrkamm hade mesi 65 yaşlarında ihtiyar Hacı imiş. Genç bir aktör çevikliği ile mantar isi ile Arap cildine girmiye çalışıyor du. Makyaj ve giyinişler tamamlan dıktan sonra oyuna başlanmak için sıralarını beklemiye başladılar.
Yalnız burada hayret ettiğim bir nokta "ar: Suflörsüz oyun oynayan tulûat sanatkârları bile oyunlarına başlamadan önce girizgâhlarını ve ne yapacaklarını, hattâ bazılarının Ten liklerini bile komik kendilerine tek rarlar ve bütün piyesi ezberlemişler gibi pervasız sahneye girip konuşur lar.
Halbuki burada öyle değil, belki 3 sene evvel bir vesile ile temsil e- dilmis olan bu oyunun tekrarhnma- sı halinde hiç bir ihtar veya hatırlat ma gibi şeyler sorulmadan, danışıl madan büyük bir şevk ile oyuna baş lanır ve oyun kendi kendini açar, m e r a çorap söküğü gibi devam e- der.
Sanki suflör varmış gibi aktörler bibakkin vazifelerini başarırlar. Ni tekim bütün bu hazırlıklar büyük bir itina ile tamamlandıktan sonra o- yuna başlama işaretini veren saz,
sabırsızlıkla beklediğimiz oyunu a> çıyordu.
Meydanlığa ağır adımlarla ilk ön ce ihtiyar değirmenci geldi, üç defa meydanlığı çark ettikten sonra «Bu kö"ün kâbvası yok mu?» diye bağı rıyordu. Her ne kadar köylülerden birisi «Kâhya benim» diyorsa da tu- lûatta; uşağın, burnunun dibinde o- lan efendisini, sözde görmüyormuş gibi, bağıra bağıra araştırması kabi linden kâhya bir türlü değirmenci ye muhatap olamıyordu.
Burada oynanılacak oyunun, mev zuunu kısaca hülâsa edelim:
Kına satmak üzere yanında iki kızla bir köy civarına gelen Arap tacir, köye yakın ağaçlık bir yerde u y r - ken, ayni köye değirmen işlerine n anladığından iş bulmak gayesi ile ge len ve «Koca» tâbir edilen bir ihti yar tarafından Arap kızlarının kaçı rılması ile mevzu bariar.
Koca, kızları bir tarafa sakladık tan sonra, köy meydanına gelir ve burada köy kâhyasını sorup bularak kendisinin mahir bir değirmenci ol duğunu ve bu köye bir değirmen yapmak istediğini anlatır. Bu arada mütereddit bulunan kâhyaya, hemen oracıkta ustalığını gösterebilmek ga yesi ile faaliyete geçerek elindeki değnek ile evvelâ suyun çıkarılacağı yeri ve sonra da bu suyun akıtılaca ğı yeri, hareketleri ile tarif ve işa ret eder.
Ayrıca bu suyun mecrasını açmak için elindeki sırıkla yeri kazmağa ça lışır. Ortada (adamdan) büyücek bir taş peyda olur. Koca, gerçi bu taşı, büyük bir zahmetle ortadan kaldırır sa da, kendisine böyle müşkül bir su mecrasını açmağı teklif ettiği için kâhyaya çıkışır. Ayni zamanda kâhya ile anlaşmanın güç olacağını kavra yınca, Koa kurnazlık saikasile kâh yayı tavlamağı düşünür ve yanında iki kız bulunduğunu ve bu kızları be raberinde getirip bir yerde sakladığı nı, kızların marifetli kimseler oldu ğunu ve iyi oyunlar oynadığını söy leyince kâhya biraz yola gelir gibi o- lur. Koca sözünü teyit maksadile, iki merkep verirlerse kızları hemen ora çığa getireceğine söz verir.
Kendisine iki zayıf merkep veri lir, koca, her iki merkebe binerken düşer, fakat merkepler, Kocayı taşı- yamasa bile, kızları taşıyacakları i- leri sürülerek kocanın önü sıra
mer-K U R M A N L I
A
MMA da çelimsizmisin be Kirmanlı. Bu soğuk havada terle nir mi? Hadi şuracıkta daha bir kaç basamak var. İnsanı bedava sarhoş etmiyorlar meyhanede.. Ayağını sıkı tut kay masın merdivenler yaş.Hamalbaşının sarı dişlerinden tükürür gibi söylediği alaylı sözleri duy madı bile. Moraran yüzünde boyun damarları şişmiş bir nabız, gözleri kulağı canı avaklarmda Kirmanlmm.
Sıkı bas Kirmanlı, avakjarın titremesin, çünkü tependeki yük açlı ğından da insafsız.
Kirmardımn endişeden açılan gözlerinde üç uçurum var: Bir, iki, üç basamak. Üç basamak Kirmanlı. Avaklarmı hamçıla, açlığını sustur, gözlerin kararmasın her basamağın çamurunda nasibini gör. Parmakla rın korkuluğu ekmeğine sarıldığın gibi inatla kavrasın, ağrılığmda İki kat olduğun bu yük senin sırtına, sırtın da bu yüke muhtaç ve evin, karın, eoeuğun. köviin Kirmanlı.
Ağırlığı beline kayan yükü sırtına doğru bir daha tartaklayıp, düzlükte ellerile dizlerini kavrayarak gittikçe kıvrılan vücuduna des
tek oldu Kirmanlı.. Muzaffer Erenus
J
kepler sevkedilir.
Esasen meydanda eğlenmek için toplanmış olan halk kocanın sözleri ne pek ehemmiyet vermiyerek daha ziyade hareketine dikkat eder.
Bir ara, saz oyun havasını çalma ğa başlarken kızlar (menevşeler) oynı- yarak meydana girerler. Koca da ar kalarından gelmiş ve neşesinden kendisi de oyuna ve curcunaya ka- tışmıştır. Eğlencenin tam kızıştığı bir sırada, Arap naralar atarak elin de parıl parıl yanan kaması ile ko şarak meydana gelince, herkes çil yavrusu gibi bir tarafa dağılır.
Arap, askerliği sırasında Yemende bulunmuş olan köyün kâhyası ile mü nakaşaya başlar. Yemenden, kına sat mak için kızlarla beraber geldiğini ve kendisinin köy civarında uyurken menevşelerin kaybolduğunu ve bura dan seslerini duymuş olduğunu, al mağa geldiğini sert bir lisanla yarı türkçe ve yarı arapça olarak anlatır.
Kâhya, hakikati gizlemiye çalışır, kız filân görmediğini, kendisinin yanlış gelmiş olduğunu söylerse de Arabi ikna edemez... Arap kızlan mutlaka bulmasını ikinci kâhyaya söyler, aksi halde kendisini kesece ğini ve köyü yakacağım söyliyerek tehditler savurur. Hattâ bir aralık arkasında, içinde yanan ateşle dolu sepetini sallıyarak etrafa kıvılcımlar sıçratır.
Kâhya, Arabın şerrinden kurtulmak İçin kızları meydana çıkarır. Keyfi yerine gelen Arap, sazın çaldığı o- yun havalarmdan büsbütün neşele nerek kızları ile beraber oynamağa başlar.
O sırada kızları arayan Koca, elin deki kocaman sopası ile meydana tek rar gelir. Bu defa da Arap korkar, kaçar, kızlar da korkularından ka çarlar.
Koca, kızları kâhya île paylaşmak ister ve tekrar kızları bulmak gayesi ile yeniden eşekler tedarik edilir ve çok geçmeden Koca, kızları bulmuş Olduğu halde meydana avdet eder. Sazlı eğlence ve oyunlar tekrar baş lar, fakat Arabın öfkesi geçme miştir. Gizlendiği yerden çıkarak doğ ruca Kocaya hücum eden Arap, bir sıçrayışta Kocanın sırtına biner ve elindeki kamayı rastgele Kocanın sır tına saplayarak onu öldürür ve o- yun da bu şekilde hüzünlü bir tarzda
nihayete eder.
Bu oyun, neşeli ve eğlenceli bir ha va içerisinde başlamakla beraber son tarafı ekseriya hüzünlü ve bazan da oyuncuların şevki tabiisine göre yine başlanıldığı gibi neşeli bitebi lir. Bu halde müzik ve türküler de ya ağıt şeklinde veya başlanıldığı şe kilde neşeli cereyan eder.
—
ÇUKUROVA
BOZLAĞI
Söz ve ses Niğde'de Eskigümüş köyünden
Mustafa Özçan'dan derlenmiştir.
B
U türkü, Niğde yaylalarından Adana ovalarına kadar uza nan geniş bir bölgede halkın, hususiyle Toros vâdilerinde mevsimlere göre yer değiştiren Aşiret halkının seve seve söylediği bir uzun hava, us. ve tempolara sığdıramadığı bir ezgi nevidir. Dün, o uzun kervan yolları bu bozlakla kısaltılır, yol boyunca sıralanan hanlarda yorgunluklar bununla giderilirdi. Du rum bugün de böyledir. Bazan yanık nefesli bir kaval veya boğuk sesli bir kemene (Yürükler Heğit de derler, bildiğimiz fasıl kemençe- sine benziyen halk sazı) bu bozlağın en yakın ve ona en içten bağlı arkadaş sazıdır.Bu halk türküsünün söyleniş özelliği, olduğu gibi, dillendirilmiş, ses dalgalanışlarmm gerektirdiği azla heceler parantez içine alınmış tır:
Hahey.. Havayıdır (da) deli gönül havayı (yey)
Alıcı kuşu (1) (da) yünsek (2) yapar yuvayı (yey ye) Hahey.. Türkmen kızı (da) katarlamış Mayayı (3) (yey)
Mayalar önünde (de) salınıp gide., (ye yer) r (Bir geli (yi) n ney leyi (yi) m)
Hahey,, Yörü gözel (4) (de) yöıü yolundan kalma (yay) Yüzüne güleni (de) dost olur sanma (yay ya) Hahey.. Ölümden korkup ta (yey) sen geri durma (yay)
Yiğidin alnına (da) yazılan geli (yi) r [Vay geli (yi) r neyleyi (yi) m]
Hahey.. Düşme Felek (te) düşme benim peşime (yey) Ağnstos’ta kar (da) yağdırdın başıma (yay ya) Hahey.. Karşılamaz (da) Mevlâm senin işine (yey)
Yolcuya yolunda da) eyler bu geli (yi yi)
n
[Vay geli (yi) n neyleyi (yi) m](X) Alıcı knu — Atmses, (?) Sitesek — Yttkmk. (3) Moya — Di»i der«. Yü rü «6s*l — Tkrfl rCerf,
l ... >
ÖNASYA'NIN SANAT ZlRVESÎ
Osmanlı Mimarlığının Sinan B erri
T
ttrkler, göçebe sanatına karşı f Orta Asyada ge lişen iki büyük lehir sanatı yarattılar: To- palar sanatı ve Uygurlarsanatı. Önasya’da yarattıkları Sel çuklular sanatının ardından ge len « Anadolu Beylikleri sana tı » aslında, Batıdaki Türk sanat zirvesi «OsmanlIlar sanatıma götü ren tarih yoludur. 1325 den 1480 e ka dar süren devreyi, bir çok sanat tarihçileri «OsmanlI devri Türk sana tı» nın ilk safhası veya «Bursa» saf hası olarak adlandırırlar. OsmanlI imparatorluğunun kurulmasına ka dar Önasya’da sürüp giden hayat, gerçekte, Türk Beylikleri» devrinin devamıdır. Buralarda büyük siyasî Türk birliğini kuran Fâtih, Türk gü zel sanatları için de yeni bir devrin açılmasına imkân vermiştir. Bu iti
barladır ki:
1480 - 1702 tarihleri arasındaki safhayı klâsik devir veya gelişme, yükselme devri;
1702 - 1882 tarihleri arasındaki safhayı Türk Barok devri;
1826 - 1908 tarihleri arasındaki safhayı Çökme devri;
1908 den bugüne kadar ki zama nı «Archaisant — Eskiye özenme» devri olarak vasıflandırmak doğru olur kanaatindeyim.
Dünya içinde bir taraftan Müslü manlığın, bir taraftan Türklüğün şampiyonu olarak yer aln Osmnlı İmparatorluğunun klâsik çağındaki güzel sanatları; bir durulma, bir di siplin ve birbiri ardından yaratma devri yaşamıştır.
Selçuklular ve beylikler devrinde devam eden motifler hereümercinin tasfiyesi, klâsik çağda kesin olarak bitmiştir. Orta Asya’nın filiz - kıv rım motifine Ege’nin palmet motifini katmak suretile Strzygov/sky’nin «Tür kesk» dediklerinin rumî adı ile du rulup yerleşmesi bu devirdedir. Kü çük güllor, çiçekler, yapraklar, pal- metcikler ve çatal filizlerinin - kâh Çin bulutu, kâh stilize ejder denen Orta Asya elemanı - keskin, ince kıv rımlarla birleşmesinden doğan hatâ yîlor’in yerleşmesi bu devirdedir.
Cümle kapıları yine bir zafer takı gibidir; fakat motifler mahşeri du rulmuş, hendesi çerçeveler
miiteca-★ Remzi Oğuz Arık ic
OsmanlI mimarlığım dört safhaya olsun bölüp yük selme ve çökme sebeplerini incelemeden bugünün
mimarlığım yaratmaya geçilemez.
_____________________________________
- Jnis, zarif, ağırbaşlı hendesî süsleri nizam içine almıştır, Tenazursuzluk, nisbetsizlik, tecanüzsüzlük gibi, gü zel unsurunu sakatlıyan ihmaller ar tık görülmez. Abidelerin şekillerinde umumî tenazura çok bağlı kalınmak tadır, amma süsleme meselelerinde gözü bıktıran (bitevilik — monoto nie) den kaçınılır ve serbest çalışılır.
Bütün mimarî neviler için ana hat ları içinde şekiller, plânlar belli ol muştur. Bir medreseyi bir cami, bir türbeyi bir sebil, bir imarethaneyi bir bimarhane ile karıştıramazsınız. Buralardaki süsleme prensipleri de nizama girmiştir. Bir caminin cümle kapışma bir hanın kapısındaki yazı lan, motifleri koymak mümkün olma dığı gibi, her yerdeki motifler de kendi repertuvarı içinde serbest ola bilir. Bir «İnce Minareli» nin, bir Ulu Cami’nin (Divrikteki) kapıla rındaki lâübali motifler hâzinesini, bu devirde bir camiye, bir medreseye serpiştiremezsiniz. İslâm Ortodokslu ğu hiç olmazsa halka ait, halk için yapılan sanatlarda kesin bir riayet görmektedir. Mimarlıkta ancak hen desî, nebatî süslerle yazının kulla nılması yer almıştır. Bu itibarla da insan, hayvan tasvirlerine artık yer verilmemektedir. Renkli taş ve mer merlerin kullanılmasile ince bir po- lychromie’ye riayet edilmektedir. Bir camide hünkâr mahfelinin yeri bel lidir ve mihrapta, minberde kullanı lacak süslerde aksama olması imkân sızdır. Bu devirde camilerin dış av lu, iç avlu, son cemaat yeri, sahn, yan sofalar ve mihrap gibi bölümleri tesbit olunmuştur.
Fakat bu devir, ayni zamanda, bü tün sanat kollarında, yalnız tekniğin üstünlüğünün değil, duraksız bir ya ratmanın çağıdır. En büyük, üniver sel ölçüde ustalar (Kemalettin, Hay rettin, Sinan, Davut Ağa, Mehmet A- ğa) mimarlığın her kolunda insanlı ğa örnek olacak eserler vermişler dir. Üniversel olmak bakımından bir Sinan’la bir Michel - Ange’ı yanyana getirenler aldanmıyorlar.
İki yahut dört yarım kubbeye
ve-*“ N ya, dört, geniş kemere ve dört, altı, sekiz fil ayağına (pilier) dayanan, dört köşe plânlı, tek merkezî kubbe sistemi bu devirde en yük sek noktalarını bulmuştur (Bayezit, Süleymaniye, Yenicami, Şehzade camii, Selimiye, Sultanah met). Büyük camilerin mutlaka tür be, medrese, imaret, şadırvan gibi tamamlayıcı tesislerle bir heyeti mec mua ahengi kazanmasını bu devre borluyuz. (Süleymaniye, Edirnede Se limiye gibi). Cami ile avlunun ayni ölçüde birer dört köşe mey dana getirmesine dikkat edilerek ahenk ve disiplinin son derece ye varmasını veya devrilmiş (T) plânında eserlerin en güzellerini bu devreye borçluyuz. Herat’ta, Te- mür’ün mimarları nasıl taklitsiz bir surette kubbe «vertical — dikine» mesnet işini halledebilmişse; bu dev rin Türk mimarları için de böyle ol muştur. Gerek Selçuklular, gerek
Beylikler zamanında; antik yapılar dan kalan sütunlar ve başlıklar ko nulmasını bu devir âdeta yasak et miştir. Türk başlıkları, sütunları ve fil ayakları bu devirde en güzel şe killerini almıştır. Selçuk büyükleri nin mumyalarını barındıran, loş ve içerisi süssüz üstüvane gövdeli, kün- betli türbeler ortadan çekilmiştir. Plânı dört veya çok köşeli göv deyi daima kubbe örtmektedir. Ufak hücre yerine büyük, bölmeli ve ba- zan revaklı bir yapı geçmiştir. Süs
ler dışarıda değil içeridedir. Ve Türk çiniciliğinin şaheserleri bura larda kullanılmış olduğu gibi mih rap olarak da, bazan, en muhteşem taş işçiliğini burada bulmaktayız. Ay dınlık meselesi çift katlı pencereler le halledilmiştir.
Önasya’da, Selçukluların bir va- kıtlar gerçekleştirdiği «Türk sulhü» nü, daha geniş sahalarda ve devamlı olarak yeniden kuran OsmanlI Türk-leri; ticaret yollarına da yeni bir ge lişme vermişlerdi. Bu yolların üstün de kurulan şehirler büyük ürbanizm hareketini yaratmıştı. Bu arada han, bedesten, tâbhane tiplerinin, eski ker vansarayların en muhteşemini arat- mıyacak bir nizamda doğduğunu gör
mekteyiz. (Erzurum’da Rüstem Paşa Hanı, Ankara’da Kurşunlu Han ve Mahmut Paşa Bedesteni, Sulu Han T $ A .D lR 7 J ilf, « M İ Y I S 1 8 4 »
KİTAPLARIN AYNASINDAN »
Hu da ini Türk H ikâyeciliği ?
★ Tahir Olgaç it
Y
İRMİ kuruşa Amerika.. Naim Tiralı yaz mış, Yeşil Giresun matbaasında basılmış. Besbedavaya koca bir kıta tanıtacağını vâ den 60 sayfalık bir hikâye kitabı. İçinde sekiz küçük parça var. Daha il sayfada son zamanlarda çoğu hikayecilerde rastladığımız büyük cadde karşımıza çıkıyor. Sonra barlar, meyhaneler, diğer haneler ve yan sokaklarla bütün bunları dolduran işsiz güçsüzler;, ava, avlanmağa çıkanlar, şöîlvet taciri pespayeler önümüze sıralanıyor. Parçalardan kitabın adını taşıyan (Pislik ve Kan) başlıklısı müstesna, diğerlerindeki vakalar hep bu yerlerde ve bu makule kimseler arasında geçiyor. Ve bize onların yeyip içmelerde yatmaları anlatılıyor. Bu anlatma bir tül arkasına a-ımsa, cem’î icaplara uyula rak yerinde cümlelerle ya pılsa idi belki bir şey demi- yecektik. Hattâ daha ziya de iyi taraflarını bulup göstermeğe çalışacaktık. A- ma bütün iyi duygu ve te miz düşüncelerimizi altüst eden, bizi insanlığımızdan ■utandıran kelimelerle dolu olmaları çileden çıkardı. Sayfaları çevirirken evvelâ şaştık, sonra kızdık ve utan dık. Nihayet: «Hayır, bun lar hikâye değil, böyle Türk hikâyecisi olamaz» diye hay kırmamak için kendimizi zor tuttuk. Hattâ bir ara göz lerimizi yummamak, kulak larımızı, burnumuzu tıka mamak için nefsimizle, ira demizle cenkleştik. Merakı mız, yazarın ne yapmak, ne yi göstermek istediğini anla maktı. Bunun için sayfalar arasında varlığımızı hiçe sa yarak, çırılçıplak dolaşanla rı, onların hayvanca birbir lerine kenetlenmelerini gör meğe, her türlü pis ifrazla- rile karışık alkol kokularını almağa katlandık. Hangi sayfayı çevirdikse karşımı za kalça ve baldır, kıllı züp pe, bacakları, «netlenm iş
vücutlar, ısırıılp koparılmış ağızlar çıktı. Nihayet anla dık ki yazarın yurdu, bir büyük cadde ile idrar ve çöp kokulu bir sürü karanlık yan sokaklardan ibaret. Dos tu, düşmanı, tanıdığı .gördüğü velhasıl bütün insanları da et, kan ve ispirto kokan başsız ve içsiz mahlûklar. Müzikleri sıçratıp hoplatan dan dunlar. Dertleri cinsî mahrumiyet.' Cümlesinin ihtiyacı alkol. Dünyasında gün, güneş yok. Yalnız gece, hep gece, Eşyaları, malûm sof ra ile yatrk. Çarşısında iki türlü dükkânlar, bir nevi ha ne açık: Bar, meyhane ve kârhane...
Bütün hâdiseler buralarda geçiyor. Tek fark’ arı; bir kısmının sokakta, diğerlerinin yatakta olmasında.
Bi rara durduk ve düşündük. Sade ve tabiî görünmek için kasden kırılıp sakatlandırılmış, kanbur kumbur ha le getirilmiş cümlelerle ne anlatılmak ,ne gösterilmek isteniyor? İçimizden bir kaçının derdi mi? Yoksa hepi mizin üzülüp ezileceği, ya hayıflanıp, ya sevineceği şey ler mi? Hayır, hiç biri değil. Ne bizim, ne ilin derdi. Ne bizden, ne başkalarından bir esinti. Sadece ve sadece tiksinti... Parçaları okurken en ziyade acınmamız lâzım gelen yerde iğreniyoruz. Meselâ, hafta tatilinde diğer arkadaşlarına fiyaka yakmak hevesile, işte o eve giden liseli çocuğun verdiği paranın tek kuruşu, yanmasın di ye geceliğine, koynuna girdiği kadını dudaklarından öp mek istediği sıra fahişenin (beni öpme, veremliyim.)
demesine üzülmüyoruz. Bi lâkis sinirleniyoruz. Çün kü ne kadının içler acısı hali, ne o toy veledin be- himî arzularile ruhî hâletl bize duyurulamıyor. Objek tifi kırık bir makine ile fo toğrafı alınmak istenmiş. Fakat yalnız kâğıt kirlen miş.
Yazarın Ahmetleri, es merleri, değmesini değil, görmesini bile istemediği niz şeyler. Ne erkeğinde baş, ne dişisinde ruh var. Hepsi belden aşağı yaşıyor. Şu halde yazar, bizlerden çok uzakta, başka bir dün yaya düşmüş ve bu yüzsüz mahlûklar arasında geçirdi ği karanlık günleri bu say falara kaydetmiş. Öyle ise bu matbuaya (hikâye kita bı) değil de (hâtıra defteri) demek daha doğru olacak. Zaten son zamanlarda bir kısım yazarların hâtıra def terlerinden sayfaları, hikâ ye diye neşretmeleri veya topluca kitap adıyla yayma ları moda oldu. İşin asıl ga rip tarafı bu zevatın hep ayni rüyayı görmesinde, ay ni cadde ve yan sokaklarda, ayni sar’a nöbetlerini geçir melerinde. Hepsi o büyük, caddede dolaşıyor, o yan sokaklara girip çıkıyor, park kanapelerinde oturuyor, sokak fenerleri altında düşü nüyor, meyhanede, umumhanede buluşarak keyif çatı yorlar.
Yazık ve ayıp efendiler.. Bu memleket sadece bü yük cadde, bu topraklarda yaşıyanlar fahişelerle serse riler dfeğil.. Burda benim Ahmedim, Kezbanım, Safinaz teyzem, Mücellâ ablam. Nesrim bacım, Ayla kızım ya'ar.
Ve Abdüllâtif dedemle Tosun emmimin her kö«ede hâtırası vardır. Havası azot, toprağı amonvak kokan so kaktan, caddeden çıkmazsanız size de, memlekete de yazık olacak...
— —
---B O Z U K
D Ü Z E N
H
aşmetli bir saltanat rüyası içinde Açılırken gökler kapısı,Yıkılır karanlıklar içine o büyilk duvar
Ve güneş . •
Her zamanki yerinden doğar azametle. •
Hangi eller düğümlemektedir sabahlan, Ve neden uyandınlır insanlar
Rüyalarından pek erken.
^Müezzinler çağırırken müminleri Göklere uzanmış minarelerden, Kuşlar hep ayni renkli dallarda Ve yollar gayesiz,
Yine ayni köşelerden dönerler şehre. Kim zorluyor ümit kapılarını, Kimler harcıyor bizleri içimizden, Gök kubbe bu muhteşem edasile
Hep ayni hava, ayni ağaçlar, ayni kuşlar üstünde. Hastalan hangi kudret kaldıracak yataklarından, Kimsesiz çoraklan kimler kucaklayacak şefkatle Ve dönmeyenlerin yerlerini kimler dolduracak. Haşmetli bir saltanat rüyası içinde
Açılıyor gökler her sabah. Güneş azametle hep ayni yerde. Fakat ümitlerimiz»
Yıkılıyor karanlıklar içine Birer, birer
Hep beraber.
Müştak Erenus s____________________________________________________ >
B
ir uçtan denize dalıp bir uçtan göğe tırmanarak; mavileşmeye meraklı sı ra dağların uzağında; Akdeiıizin ılık rüzgârlariyle ürpertili bir gün geçirdikten sonra akşam üs tü temeli deniz dibine atılmış mavi bir ehram gibi epeydenberi önümüze çıkmış olan Dana adasına yaklaşırız. Yassı toprak kıyı ile bu sivri kayalık ada arasından süzülüveren gemi, Ta- şucu iskelesine yaklaşır. Dipte bitip yüze fışkırmış iri süngerler halinde tek tek göz göz kayacıklar kıyıyı kap lamışlardır. Solda zeytin ve çamla ör tülü taşlık tepeler bir ada ile niha- yetlenerek denize inmektedirler. Sağ da bir küçük ağızla denize katışan daha doğrusu denizin karaya atlayıp kalmış bir küçük parçası halinde gö rünen Akgöl serilidir. Bir parça de nizin böyle karayla çevrilmiş ve bir uçtan denize birleşmiş haline burada Denizkulağı diyorlar. Soldaki sırtla rın ardından batmakta olan güneşin kızıllığı sulara vurmaktadır. Taşucu limanında deniz, gurup denen şarabın tiryakisidir. Akşam kızıllığını öyle I- çine sindirir ki asıl rengi budur sa nırsınız. Kara tarafından tepelerle kumsallar denizi o kadar uysal ve us talıklı çevirmişlerdir ki enginliğin ötesinde de ufkun çerçevelediği bir büyük havuzdan çıkmış gibiyiz. Sanki sırtların ötesinden ayaklarımızındi---^
Aldı Ali İzzet Özkan
Bakalım Ne Dedi
Kuzusun yitirmiş koyanlar gibi Meraklı meraklı meler gezerim Öksüz kalmış biikiik boyunlar gibi Dertliyim gözyaşı siler gezerim Bazı denizlerde bazı çaylarda Bazı enginlerde bazı koylarda Bazı şehirlerde bazı köylerde Ben canıma hacet diler gezerim Alın dağlar size bir Mecnun daha Kuşlar başımızda yuvalar yapa Çiçek küme küme kar lana lapa İçten yanar dıştan güler gezerim Kelek ile bölemedim kozumu Sivil polis gibi arar izimi
Biçare Ali İzzet dertli sazımı Ağlayı ağlayı çalar gezerim
V_______________________
BİR YURT GÜZELLEMESİ DAHA.
DENİZİN
TAŞ
U C U N D A N G Ö Ğ
bine kadar toprak altlarından sıza sı- za gelen bir yakut dere her akşam bir yarım saat kadar yer üstüne ta şarak bu kocaman havuzu asırlar son ra bugün doldurmuş bulunuyor. Sağ daki boz ve esmer sırtların, kırmızı topraklı yassı yamaçların dibinde hurma ile zeytinle benekli düz bir o- va. Ortasında uzun geniş sarı bir şe rit-halinde Göksu ırmağı. Daha ötede Delice zeytinler ve kara çamlarla kap lı sıra tepeler; düzlüğün ortasında bir büyük tümsek ve üstünde Türk men gelinlerinin başındaki tepelik gi bi yuvarlak bir sur. Kiremitli bir kış lanın başkanlığında dağa tırmanırken yığılıp kalmış yarı baygın bir kasa ba. Biraz daha yaklaşınca Göksunun gürültüsü bütün tabiatın bir uğultu su gibi bizi her şeyimizle içine alıve- rlr.
iraz daha ilerledik mi beş kemerli taş köprü nün dibine büyük tahta çarhlı değirmenin yanma varım . 50 - 100 metre genişliğinde, beş on metre derinliğinde bir su sel gibi âsî ve bulanık akıyor. Yaşlı bir adamın hâlâ çocuk ve coşkun oluşu gibi asırlardır delikanlı bir nehir. Değirmenin önünde fıkır fıkır kayna yıp duruyor. Gün battığı halde hâlâ yorulmamış, hâlâ yaramaz sular bir birinin üstünde atlayıp birdir bir oy nuyorlar. Akşamın karanlığında köp rünün dibine gelip durunca bütün ci varda esas unsur sudur sanıyoruz. Toprak, suyun kenarında bir tabii set, bir eğreti çit gibidir. Köprünün her kemeri bir ayrı zafer takıdır. Su, muzaffer, çügm ve şımarık, aynı an da bu kemerlerin beşinden de geçe bilmek için kendini parçalamaktadu-. Kemerlerin üstünden şöyle böyle se çilen sırtlar, bu deli akıncının yeni tahrip ettiği taş şehirlerin set set ka lıntıları gibi gedik gedik. Hisar bile sarı sarı taşlariyle su yalağının ça murlarından karılan kerpiçlerle ya pılmışa benziyor. Karanlık bastıkça Göksu'nun masal çağlarının devleri gibi biraz daha şekillendiğini, kaba rıp canlandığını farkediyoruz. Kıyı sındaki bahçelerden baç istemek, ke narındaki evlerden kurban seçmek âdeti olsa gerek. Notekim batı yeli
Kemal Çağlar ★
Göksu gibi atlıyarak bizi Karşılayan delikanlı bir ihtiyar. Daha biz teklif etmeden kemanı eline alır, (Oğlum mektep gördü omzuna dayıyor, ama ben bağlama gibi göğsümde çalarım), diye kemanı çocuğu gibi diz erine a- lir, bana bakıp gülümser, (Bu Köroğ- lu’ııa meraklıdır, oradan başlıyalım). der. Başlar söylemeğe:
Çamlıbeldir Köroğlu’aun arkası Yetmiş millet gelse yoktur pervası Hazır altmış batman Urum arpası YMirin atlara ben gelcnecek. Ahenk ağırlaşıp da çobanların sürü toplama havasını andırdığı zaman, se dirlerine sıkıştığımız odanın tek pen ceresinden, zeytinlik tepelerle toprak damların ağır ağır esniye esniye ova ya doğru toplanmakta olduğunu veh mederiz. Sıra Kozanoğlu havasına ge lir. Atların kişnemelerini değilse bi le tepinmelerini içine alan bir göç ve akın havası. Dinleyeni gem kabul et mez genç küheylân gibi tepinmeye sevkeden bir hava:
îreyhan diktim bağına, Geldin ergenlik çağına Aşiretten imdat olmaz Kaç kurtul Gâvurdağı'na
B
uraların bütün türküleri aşiretlerin OsmanlI za manındaki iskân, hicret, dövüş, kavga destanları nın kalıntılarıdır. Çukurova’nın ha maset şairi Ladaloğlu işte bu hava içinde yaşayıp yetişmiş bir ozandır.
Alışkan tüfekle dağlar başında Ezraile bile karşı komam mı? ★ Behçet
arzularım gıcıklıyacak gibi ılık ılık estiği zaman, bir taraftan da Torosla- rm karlarını eritmiş olacağı için; Göksu, yatağında kıvranır, kıvranır, nihayet başı köprü kemerlerine değe cek kadar doğrulur, bahçeleri basar, evlere girermiş. Bir defasında bir bü yük badem ağacına tırmanarak kur tulmaya çabalıyan bir kızı bahçeler den kayıkla geçerek elinden zor ala bilmişler. Kıyısından biz ne kadar u- zaklaşsak, o mehtabın seyrine dalıp ne kadar sakinleşse yine geceleyin yattığımız yerin sofalarını bir kurna, uğultusiyle doldurur. Tâ geriden bir başka büyük âleme giden geniş boz bir yol gibi ğöriinse Üe uyuyan bir devin atan kalbi giib köprü yakının da kayalıklı ve oyuklu bir yerde çır pınma ve çağıltı hiç eksik olmaz.
öksu kıyısındaki her e- vin lu üstüne uzanan, sundurma denen bir te rası vardır. Sundurma nın bir köşesindeki delikten sağlam bir urganla nehre sarkıtılmış kovânın içinde su ve içki soğutulur. Asıl ışık aydan gelirse de şuraya buraya asıl mış gemici fenerleri bu alaca karan lığı benekleyiverirler. Asıl musiki Göksu'dan kopar da kıyıdan bucaktan kulağa çarpan dümbelek ve darbuka sesleri bir orkestrada arada bir duyu lan zil şıngırtıları gibi bu senfoniyi süsleyiverirler. Silifke’nin şaraplık ü- zümü meşhurdur. Karşı sırtlarda gün- i
düz vuran güneşin ısısını emip geco yayarak yakınındaki asmaların üzüm lerini bir mevsim boyunca pişirir gibi eriştiren kayalıklar vardır. Bozkır ak şamı gibi buruk tadımlı mor renkli bir şarap. Sabahleyin bir mahzenin dibinden sessiz bir asansörle ağır ağır yeryüzüne çıkar gibi güç halle uya nırsınız. Gözlerinize sabahın ilk ışık ları vurur da başınız ve göz kapakla rınız hâlâ gecededir. Silifke şarabı bu... İster misiniz, bu sabah mahmur luğunda sizi alıp Silifke’nin Göksu gibi hep hareketli, hep sesli sözlü bir köşesine: Aptallar mahallesine, plâk lara Silifke havalarını veren Hüseyin Ağa’nm evine götüreyim. Karısına (Ana bacı! Kalk bizi görmeye geldi ler). diye seslenerek çürük dişlerinin
ak saçlarının zıddına merdivenleri
8JLD1BYAM,
9
turu
diyerek Korkut Ata masallarının De ll Dumrul’undaki ataklığı gönlünde ve sanatında yaşatan bir yiğit âşık.
Belimizde kılıncımız kirmanı Da*' deler mızrağımın temreni Harsımızda devlet etmiş fermam Ferman padişahın dağlar birimdir. Yarın günü gelir kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koçyiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar birimdir. «U LP/srm ü /tarifi 2 9 *
Bu iki kıtanın da son mısraları Ata sözleri gibi aklımızda değil midir:
Ferman padişahın dağlar bizimdir. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir. İşte mazlum ve içine kapanık Ana dolu ruhu, böyle için için yanmış, ya kılmıştır.
İzin verelim AnkaralI Âşık Ömer de, buralarda Kozanoğlu’nun torunla rı arasında gezip coşmakla Dadaloğlu ağzından şu koşmayı söyleyiversin:
Dört nala gidenler dökülür kalır Ha kır atım eşkinden ha eşkinden
Azı dişleri de sökülür kalır Beyler ahkâm kuradursun köşkün
den
Alır bizi deliklere tıkarmış Zaptiyesi olsak nişan takarmış Adımızı eşkiyaya çıkarmış Ham ervahlar ne anlasın pişkinden Şahin başım gibi döner havada Bülbül gönlüm gibi öter yuvada Namımız söylenir Çukurova’da Dualar ahnz nice düşkünden Dağlar dağa vura yiğit dayana Kılıç çala bir oyan bir bu yana Yiğit bayraklara döne boyana Al al ola sevdasından aşkından Sular şaha kalkıp insan boğalar Yıldızlar kurşuna dönüp yağalar Dadaloğlu geçmem diyor ağalar Djtaya dursa yiğitliğin meşkinden.
K
eman Hüseyin Ağa’nınuçağında; Yusuf kır- natayı, Memduh dümbe leği çalıyor. Kaıa yağız bir çocuk bir deli zeybektir tutturdu. Başı arkadan ayaklarına değecek gi-nı delip yıldızları görmeğe azimli; kol ları fırtınaya tutulmuş söğüt dalları gibi çırpınıyor; dişleri ihtirastın uiı birine kilitli; havayı bir kadınmış gib sarıyor, kırmızı kırmızı parılda yan Avşar kilimine öpülecek bir du dakmış gibi tir tir titreyerek uzantılı ya uğraşıyor. Tahta döşemeli ev bu
sıtma nöbetine tutulmuş gibi. Musiki tufanının kayığındayız. Başımız dönü yor, kulaklarımız uğulduyor, arzula- r.mız bulanıyor, hep birden dağa kal kıyor gibiyiz.
Mektup saldım karadan Dağlar kalkın aradan
Hadin bu hızla, tek ayak üzenne seke seke, Ger Ali oyununa çıkım» gibi Kaletepe’ye tırmanalım. Önü müzde bütün Silifkeyi serili görece ğiz. Sağda Mukaddem sırtlan, solda Akarca tepeleri, ortada Delice zey tinlerle kaplı uzak sırtlar arasından gelip ovada geniş bir dirsek çeviren Göksu; ham ut, tut, zeytin, badem ve hurma ağaçlariyle süslü bir düzlük, ötede uçsuz bucaksız mavi bir tarla gibi deniz. Denizin Taşucundan göğün başucuna kadar her görünüşe her o- luşa yakınız. Birbirinden güzel do kuz çeşit varlık: Sıra karlı dağlar, ya bani zeytin ve çam ormanları, yüzyıl lar görmüş bir kale, çok eskiden kal ma sahrınçlar ve yıkıntılar, coşkun ve kıvrak bir nehir, hurma ve h am u t gölgelikleri, denizkulağı Akgöl, en gin Akdeniz, Türklüğün en güzel o- yunları ile türkülerini barındıran bir kasaba. Burayfc bunların nangisi için gelinmez, burada bunların
için kalınma* ki...
hangisi
r
Aldı Maraşlı
¿ İV
*
Âşık Mehmet
Bakalım Ne
ftN
Dedi?
X
Bir güzel gördü bu gönül Hiç görmedim eş üstüne Beni görür görmez kaçtı Ulaşamaz koş üstüne Billur bardak gibi bir ten İpek olur değse keten Tanrıdan istese bir beu Sokuvcrse döş üstüne Bu güzellik kılmaz karar Çağın geçerse kim sarar Her güzellik bir kul arar Seni koydum baş üstüne Âşık Mehmet ahii /avını Alnımda bedbaht yazarım Kız acep nerde mezarın Dikileyim taş üstüne V»
J
8
Dirán Şiirine Düğünün
G a z iy le B a k a b ils e k 2
T
ARİHÎ ve İktisadî âmil ler üzerinde çok durul du. Neden Türkün ede biyatı böyle 1ar, kalıpçı, şekilci ve taklitçi bir zihniyet içinde, böyle bir dil konglomera’sı içinde hapsedildi? Samimiyet niçin sıkboğaz edilerek böyle melezleştirildi? Bu hu susta işlenen etütlerin, yayılan ma kalelerin ve kitapların sayısı ve tu tarı belli değil. Biz yazılarımızda işte yukarıki soruların nedenine değil, bu edebiyatın, sanatın ışığı \ içince gö rülen realitesine temas edeceğiz. Hiç şüphe yok ki OsmanlI şairleri Dede Korkut’u tanıyorlardı. Kocasını, oğ lunu harpte koyarak dönmüş görün ce, Türk anası nasıl duru bir türkçe yapısı içinde hıçkırır, bunu bilmez değillerdi:«İki gittin bir dönersin yavrum kani Çiçeklerin kokmaz oldum yurdum
kani« Hattâ Osmanoğulları’nm ilk padişa hı Osman Gazi’nin oğluna verdiği na sihat, biliyorlardı ki kudretini yalnız yüklü bir şiir sanatından değil, biraz da kullandığı dilin türkçesindeki öz den alıyordu:
•Gönül kerestesi ile Yenişehir’de pazar yap Zulmeyleme rençperlere Her ne istersen var yap
★
Kurt olup girme sürüye Arslan ol bakma geriye Car edip «hay» de çeriye Dil geçidini hisar yap
★
Osman Ertuğrul oğlusun Oğuz Kara Han neslisin Hakkın bir Kemtcr kulusun tstanbulu al gülzar yap»
, Amma ne çıkar? Bilinen şartlarla «ilan olmuş, klâsik şiirimiz en büyük evlâtlarından Mevlânâ’yı cevherindeki bütün Türk’lüğe rağmen başka bir kültür dilinin öksesine düşürmüş, Ko ca Bâki’leri, Nef’î’leri, Fuzuli ve Ga lip DedeTeri ve Nâbi’leri melez bir dille yazmak zorunda bıraktırmıştır.
Öyleyse nasıl inceleyeceğiz? Evet nasıl? Zira bugüne kadar Divan
Ede-★ Rüştü Şardağ *
biyatını incelemek isteyenlerin gitti ği yanlış yoldan gitmemeye kesin o- larak karar verdik. Onlar, çünkü altı asrı dolduran ve hâlâ gerçek cevhe rini pırıl pırıl saklamakta olan bir edebiyatı bizim nesle ve bizden daha genç olan küçük kardeşlerimize nef ret ettirecek bir çerçeve ve plân için de sundular. Sun’î şekilcilik, kalıpçı lık, üstad tekerlemelerini taklit, İs lâmî kültür gereği olarak giren keli meleri ve Fars edebiyatı üstadlannı tekrar, hattâ benlik duygularının sar sılışı hiç şüphe yok ki bu edebiyatın kolay kolay bağışlanamıyâcak kusur larıdır. Bunu kim inkâr edebilir? Ni tekim şartlar değişip millîleşme ha reketleri dört yanı ve hürriyet fikri de aydınları sardığı zaman mahdutlu- ğuıı ve ümmetçiliğin yadigârı olan bu edebiyat, koskoca cüssesile devrilip gitti. Fakat edebiyat tarihçilerinin ve sanat tenkidcilerinin vazifeleri yal nız zaaflara tebelleş olmak mıdır? Hele bu zaaflar on kere, yüz kere ma lûm olduktan sonra, nakavt olmuş bir boksöre durmadan yapıştırırcasma ay ni hedeflere vurup durmakta ne fay da var? Bu edebiyatın hiç mi fazile ti yoktu da, cildler dolusu kitaplar onun yalnız en aşağılık tarafı olan klişeciliği, taklitçiliği ve remizciliği üzerinde durdular? «Bu edebiyat şiir de vahdete ulaşamamıştır» Peki amma biz bunun aksini isbat eden şiirler ortaya dökersek!. «Bu edebiyat sami miyetten uzaktır». Ya biz, birinci ve ikinci plânda gelen şairlerden, bekle nilmedik bir anda açan güneş gibi göz kamaştırıcı örnekler sıralarsak'. «Divan Edebiyatı taklitten kurtula mamıştır». Fakat biz örnekleri âciz mısralardan değil de payidar şiir ül kesinin kapısını zorlamış olan değer lerden alırsak!. «Bu edebiyat türkçe değil, melez bir dil içinde verimsiz kalmaya mahkûmdur». Fakat biz dilin türkçe oluşunu mücerret kelimeler den ziyade cümle çatısı, umumi inşa (construction générale) ve fonoloji (bir dilip toptan söz özelliği) ile izah ettiğimiz için bu hükmü çürütecek örnekler gösterirsek! Hattâ asırlarca önce yazılmış olduğu halde hâlis türk- çe olan mısralar değil, şiirler göste
rirsek! Yıllar ve yıllar süren metin ler üzerindeki çalışmalarımızla söy lenenleri boşa çıkaracak değerler ile ri sürersek..
Görülüyor ki ne biz gösterdiğimiz örneklerle, ne onların bu edebiyatın yalnız aşağılık taraflarını teşhir edip, mazmun bilgiçliğiyle onu sevimsizieş- tirmeye çabalamalariyle klâsik şiirin tenkidine değil, tetkikine doğru bile « yol alınamaz. Unutmayalım, her yeni devir, sanat alanına birçok yenilikler getirmiş ve pek tabiî olarak eski şart lar içinde ve eski bir tekniğin hususi yetleriyle sarılmış olan bir edebiyat çağına, okuluna veya anlayışına son vermiştir. Fakat yine unutmayalım ki son bulan ve yıkılan şey edebiyat an layışı veya mektebidir, yoksa edipler, şairler değil; sanatın yaratıcı ateşin den nasip almış olanlar değil. Fran sa’da romantizm klâsisizmi gerçi bir hamlede yere serdi. Fakat Racine’in belini kim bükebiliyor ki? Tiyatroda yıkılan şey üç vahdettir, yoksa beşe rin zaaflarını merhametle trajedile rinde ölümsüzleştiren Racine değil. Nitekim realizm ile birlikte yine garpta romantizm bir daha dirilemi- yecek şekilde helâk oldu gitti. Fakat «Sefiller» i, «Deniz İşçileri», «Nötr Dam’m Kamburu» ile Hügo ve me- lâlin en ince şairi La Martine hâlâ hey kelimsi bir ihtişam içinde yaşamakta değiller midir? Bizde de Tanzimatçı ların ve Servetifünun’cuların, hattâ onlardan sonra da şiir sahasında a- yak diremiş birçok acezenin. Divan şiirine, - ölüyü bir daha öldürmekten zevk alan intikam hastaları gibi - ağır sıklette hücumlar yaptıkları hâlâ ha- tıralarımızdadır. Fakat 1838 den bu yana kaç tane Fuzulî yetiştirebildik?
Tetkik yolunun anahtarını tesbit e- delim. Klâsik şiirimizin zaaflarım pervasızca bilip göstererek ve bu şiir anlayışının tarihe gömüldüğünü anlı» yarak yola çıkacak, fakat mâzinin ve tarihin sûrları içinde dolaşırken onun zeval bulmaz çiçeklerini de demet de met toplıyacağız. Modern garplının continuation des idées dediği, eskile rin telâhuk’u efkâr diye dilimize ak» tardığı şeye, yani «fikirlerin zincirle me akışı» na bağlı kalacağız.
ŞADIRVAN'ın Hikâyesi ı
Y A Z A L I M
«Yazalım!»
Bu »yazalım» ın önüne koyduğum nida, onun sadece bir sesleniş oldu ğunu ifade edebilir. Eğer, vapurlar da bir keman bozuntusu ile gıygıy e- derek piyasa şarkılarını yeniden bes teleyen bîçareler kadar da müzik bilgim olsaydı, şuracığa hemen bir portre çizer, bu «yazalım» in notasını da verirdim.
Bu arzuhalcinin «yazalım!» diye seslenişi o mânada ki, hani «artık başka yapacak işimiz kalmadı... Ya zalım!», «gücümüz işte buna yetiyor... Yazalım!», «emriniz baş üzere efen dim... Yazalım!», «aman siftah etme den akşam oluyor, ekmek derdinde- yiz... Yazalım!» kabilinden. Arif ola na bu kadar tarif fazladır bile; artık bu «yazalım» ın notasını siz de yazın,
Nerde olduğumuzu söylemek usul den olduğuna göre, ilk akla gelen, Yenicami avlusu! Amma değil.. Ben bu arzuhalciyi, yani istidacıyı, yani dilekçe yazanı, yani efendim Saraylı zade Mükrimin Efendi’yi, ilk defa, Sulh Hukuk mahkemelerinin önünde gördüm.
Yolun kenarına çekileceğim derken, mahkemenin duvarına o kadar yapış mış ve büzülmüş ki, bana, duvarda kurutulan mayıs dediğimiz tezekleri hatırlattı. Hem bu duvara yapışalı se neler geçmiş olacak ki, fukara ora cıkta kurumuş, cılızlamış.
Onu böylece sığır tersine benzetir ken «lâteşbih» demedim; çünkü ilk dertleşmemizde bu edebiyatı kendisi yaptı. Hâlâ ağdalı konuşuyordu: «... Tahdid-i sinne uğradık» dedi, «kavaninin sinni memurin hakkındaki hükm-ü âdilânesi mucibince...» ve bu minval üzere terkiplerle akıbetini hi- l i y e ediyordu Mükrimin efendi: «Te- min-i maişet...», «temdid-i ıstırap,..», «tezakkum!...» ve ötesi zehir zakkum!
Tahrirat kâtibi imiş vaktiyle. Niha yet hükmümüz gene kalemimize ge çer demiş, dalmış Kapalıçarşıya.. O dükkân senin, bu dükkân benim der ken aradığını bulmuş. Bu, kendisi gi- bi mütekait bir daktilo makinesi!
«Ne yapacağım cedidini?..» diyor du, «kızoğlan kız bir makineyi eskit meye zaten ömrüm kifayet eylemez!.»
Şakacı adamdı Mükrimin Efendi, «Adamdı» deyince, bu hikâyeyi onun ölümü ile bitireceğim zannolunmasın. Nerde ise kulakların çınlasın, lâfı
ma-★ Fahri Erdinç *
klneden açardı da, kırk yaşma kadar niçin evlenmediğini, sonra arkadaşla rının zoru ile bu makine misali bir kadınla nasıl başgöz edildiğini anla tırdı.
Tahrirat kâtibi bu ya? Gözlerinin feri vaktinden evvel kaçmış. Hele son zamanda, örümcekli türbe pencere lerinden farkı yoktu bu gözlerin.. Üs telik Allah yaratırken de pek özen memiş. Bunların tuzu biberi olan bir çiçek de yüzünü hamur aşma çevirip geçmiş öteye..
Ne diyordum? Bu, modeli Milâddan evvele ait olan makinenin markasını sorardık da, gülümsiyerek cevap ve rirdi:
— Hazret-i Nuh’un bu makine. H az-1 ret-i Nuh’un!
O halde, tufan’a ait zabıtları, bu makinede kimin yazdığını da öğren mek icap ederdi: ona da cevabı ha zırdı:
— Her halde tu-naklannı kesmiş bir maymun yazmıştır, derdi.
Velhasıl arkadaşlığına doyulacak adam değildi Mükrimin Efendi. Şim di her haliyle gözlerimin önünde... Sabahları, evvelâ, yaz kış hizmete el verişli şemsiyesini pencere parmak lığına takar.. Ütüsü de yoktur amma, lâciverdi ayna gibi parlayan pantolo nunun dizlerini çekip oturur rahlesi nin önüne. Onun gözlüğünü takışı bir âlemdir. Elinin titrediğinden değil; gözlüğünün ortası lehimlidir, bir sa pı da sicimdendir de ondan. Oturdu ğu sandalye, her akşam, makinenin emanet edildiği en yakın kahveden kiralanır. Bu kira ile, makineye ait ardiye ücreti, her ay bir yevmiye tu tarını alır götürür. Hoş, işin bu ta rafını, ancak arzuhalci olanlar bilir, diyeceksiniz amma, söyliyeyim, ben da Mükrimin Efendi’nin meslekdaşı- yım.
Allah bin kere razı olsun. Başı ka labalıklaştı mı, müşterinin fazlasını bana gönderir, hattâ: «Tarz-ı tahriri dokunaklıdır..» diye beni övdüğü de olurdu.
İşin fazlasında gözü yoktu onun; yoruluverirdL Tahrirat kâtipliğinde bunca yıl bunadıktan sonra, hele aklı fikri de evinde takılı iken, akşama kadar âlemin kara derdini ak kâğıt lara yazmak kolay değildi. Bazan öyle şaşkına dönerdi ki, kaç defa, yumu şak g ’yi bulamadığı için makineyi
İcat edene küfrettiğin! hatırlarını, Onun, beni kayırmasından yana» daha çok şeyler anlatabilirim. Bir de fa o, hiçbir boşanma istidasına el sür mez, dâvaeıları doğrudan doğruya bana gönderirdi.
Bir sabah perişandı. Aksilik bu ya, o gün, ben ondan daha perişandım. Çünkü, makinemi her akşam bir ah- pabımm dükkânına bırakıyordum. O gece, bizim ahpabm dükkânı ile be raber çarşının yarısı yandı. Bizim it faiye malûm, garajları yansa, kül olduktan sonra yetişirler™ Ne ise, bi» ziru makine de gitti tabiî.. İşte bu se bepten, değneği kaybolmuş körlerden daha acıklı bir halim vardı.
Tam bu olup bitenleri anlatmak için Mükrimin Efendi’nin yanma çök« tüm; baktım, sabah çayını karıştırır ken elleri titriyordu, gözleri yaşlıydı. Benim onun gözyaşını görecek halim mi vardı? Bir çırpıda anlatıverdim. Anlattım amma, Mükrimin Efendi hiç orah değildi. Neden sonra:
— Allah bilir işini, geç otur baka lım şöyle..
Diyerek yerini bana verdi. Makine sinde bir kâğıt takılıydı. Baktım «Do kuzuncu Asliye Hukuk Yargıçlığı Yüksek Makamına...» demiş bırakmış,
— Yaz! dedi, benim elim varmıyor! Ve artık o söyledi, ben yazdım: «Davacı Mükrimin Dayanır..», «Dâ vâlı...»
İşte burasında durakladım. Çünkü Mükrimin Efendi, karısından dâvacı idi. Artık ne kadar Ustelediysem, onu uzun uzun konuşturamadım. Yalnız: «Elimle yakaladım birader..» dedi, «Çok düşündüm amma, bu yaştan son ra hapishaneyi göze alamadım.. Ya*, bu işi de 16 kuruşluk pul temizlesin!»
Evet, yazdık, bitirdik . İmzaladı, Penceredeki şemsiyesini koluna tak tıktan sonra:
— Mademki başına bu kaza gelmiş, dedi, makinemi sana bırakıyorum.. Hem de helâlinden.. Yalnız dikkat it. B harfinin çubuğu eklidir, hoş kullan. Ve bastı gitti Mükrimin Efendi, Boğazım öyle düğümlenmişti ki, ve- damda ona teşekkür edemediğime hâlâ yanarım.
Şimdi kim bilir nerelerdedir? Ne olursa olsun, en güzel hâtırayı bırak tı bize.. O gün bugün müşterilerimize biz de onun edasiyle sesleniyoruz:
«Yazalım!»