• Sonuç bulunamadı

ŞADI RVAN HAFTALIK SANAT MECMUASI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "ŞADI RVAN HAFTALIK SANAT MECMUASI"

Copied!
20
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

5*

¡YİYE • G Ü ZELE ♦ DOĞRUYA

ŞADI RVAN

HAFTALIK SANAT MECMUASI

Ç ık a ra n : BEHÇET KEM AL Ç A Ğ LA R

(2)

ŞADIRVAN

Haftalık Sanat Mecmuası

İm tiyaz sahibi ve yazı işlerini fiilen id a re e d e n :

B. K. Çağlar

— Vatan Neşriyatı —

İd a re y e ri: Caiialotflu Molla F e n a rî SolıaU No. 30 - 32 —1 VATAN M A TB A A SI

Telefon : 24207

ABONE ŞERAİTİ

Seneliği 1500 Kuruş

Altı aylığı 750

bit NÜSHANIN KAPAĞI :

B eyazıt cam im in ş a d ırv a n a v lu su n d a n b ir g ö rü n ü ş. Y ık ılırsa b ir m ilyon lira y a bile te k ­ r a r yarlılam ıyacafrı salâlliy etlilerce söylenen hu eser, m u h te lif a s ır la rd a ta m ir g ö rm ü ştü r. 45 0 sen elik tir. Cami, um u m î heyetile M im ar H a y re d d in in e serid ir.

DİKKAT:

İçeride kullandığımız motifler, Fa­ tih devri saray nakışhanesinde Ana­ dolulu nakkaşlar tarafından kitap ara­ sı süslemeleri olarak yapılmıştır. Asa­ larından Muallâ Şeren tarafından kop­ ya edilmiştir.

İÇİNDEKİ

r

Millet ve D estan ... JTUmi Z iy a İ l k e nYAZILARDAN BİRKAÇI ^ 1 Klır A h m et M u h ip D ranan

F u zu li A k k o y n n ln m u d u r! .4. S- L e v en t 11,1 K a ra Yaz, ... K flAtun Cem G üney H am le B ir Z a r u r e t t i r ... 4 . A. H avyan K ıym et H ü k ü m le ri ... H. Ağaaölu B ed ri R ah m in in S e r g i s i ... -lf* 'S- O nat Güzel S a n a tla r T a rih i ... R . O ğ u ıa rik M im arlık  lom inde ... D r- S- t'n v e r Ş a d ırv a n ... 0*maıv A.IOIA Y asadığım Ş eh ir ... -t- K tm k ü r r k

Ş e h irler ve İn s a n la r ... R- B ily in e r B in B irin c i Gere ... D- Rrdoöan İlk M esele: E ser ... .Sınan K ° rl' Ş İ İR L E R ve HAN A l H A B E R L E R İ

GELECEK SAYILARDA:

Yahya Kemal Bey atlı — Yakup Kadri Karaosmanoğlu — Ahmet Kutsi Teeer — Kâzım Nami Du­ ru — Ahmet Adnan Saygun — Hikmet Dizdaroğlu — İbrahim Zeki Burdurlu — Halil Soyuer

____________________________ >

D izildiği Y e r : V atan M atbaası B a sıld ığ ı Y e r : İsm a il A k g iin M atbaası

Bu m ühim eserin birinci ve ikinci ciltleri çıkm ıştır. Bütün kitap çılard an ve V A T A N M atbaasın dan isteyiniz.

(3)

CİLT: 1; SAYI: i

ADIRVAN

HAFTALIK SANAT MECMUASI

1 NİSAN, 194!)

• •

İV İ Ç İ M Ç I K I Y O R U Z ?

S

ERVETİFÜNUN’dan, Meemua’dan, Hayat’tanberi bütün memle- Dergâh’tan, Yeni kete yayılıp tutunabilmiş bir sanat mec­ muasının hasretini çekiyoruz. Bir mecmua ki: Koyduğu kıymet hükümlerde, tanıttığı değerlerle, söyletip yazdırdığı ustalarla Türk aydınının sanat te­ lâkkilerini bir arada meydana koymuş olsun, Türk sa- natini geçmişi ve geleceği ile tanıtsın, Türk halkına sanatı sevdirsin, kendini yalnız sanat bakımından arat­ sın..

Ara sıra, çok güzel niyetlerle, mükemmel program­ larla neşrine başlanan böyle dergiler olmadı değil.. Fa­ kat dağıtma ve basma işlerinin düzensizliği yüzünden gerektiği kadar yayılıp tutunanı olmadı. Kendini tanı­ tıp sanatsevenleri etrafına toplamak için gereken za­ mana dayanacak kadar sermayeleri yoktu, yahut bunu yalnız bu uğurda harcamaya yanaşmadılar; başka cazi­ beler bularak tutunmak isteyenler, maksadı kaybetti­ ler.

Geniş bir sermaye ile kurulup yetkili ve tecrübeli bir idareye, düzgün ve şümullü bir tevzi teşkilâtına da­ yanan Vatan miiessesesine teşekkür ederiz: Bize - sanat eserleri üzerinde düşünüp dinlenmek, inceleyip zevk almak ihtiyacını karşılayacak, gerekirse bu ihtiyacı ya­ ratıp besleyecek - bir derki çıkarmak imkânını verdi; bütün bizden önceki güzel niyetlerin yollarını kesen ve isteklerini yarıda bırakan engelleri baştan kaldır­ mış oldu.

Sanattan başka hiçbir cazibemiz olmıyacak. Çekici olmak gayretile politikaya sapmayı, mizaha kaymayı, sinemanın açık saçık resimlerinden faydalanmayı filân reddetmiş bulunuyoruz. Her aile reisi, dergimizi, yüzü hiç kızarmadan, belki göğsü kabararak, çocuğuna ve karısına götürebilecektir.

Her Türk aydını, Türk sanatının nasıl geliştiğini, hangi durakta olduğunu merak eden bir yabancıya işte bu sıralarda sanatimizin aynası diye mecmuamızı uza­ tabilecektir.

Hiçbir dar görüşe, hiçbir sabit fikre saplanmıyaca- ğiz. Gerçekten Türk s.anatına bir şey katmakta olan, bu milletin gerçek sanat kabiliyetinden haber veren, çıkar yola yönelmiş görünen, yahut iyi niyetler ve müjdeli kabiliyetlerle aranmak yolunda olan her sanat eserine sâyfaarımız açıktır.

Çok defa, tembel ve nazlı, beylik şeyler geveleyen meşhur imzaların değil; gerçek değerler ortaya atan, sanat yollarına ışık tutan otoritelerin, ustaların, istidat­ ların, yaş kaydı gözetmeksizin, emrindeyiz.

Meselâ: Türk tiyatrosunun geçirdiği buhranlarla kavuştuğu gelişmelerden tutun da; Türk resminin Uşak halısındaki tecellisinden Uygur sanatindeki köklerine kadar her sanat meselemizden sanat endişesi başta

-milletini canla başla sevip işin ilmini esasından bilen­ leri konuşturmaya çalışacağız.

Sayfalarımızda tenkidin büyük yeri olacaktır. Bü­ yükten maksadımız, uzun demek değildir; esaslı demek­ tir; hatır - gönül kaydından uzak, ilim ölçülerine daya> nan demektir.

Orta iki sayfamız, hemen her nüshada bir «Yurt Güzellemesi» ne ayrılmış olacaktır: Yurdumuzun bilin­ meyen köşelerinin manzarasından, folklorundan, insa­ nından, güzelliklerinden ve yüceliklerinden izler taşı­ yacak olan bu yazılarla yurdu sanat gözile köşe köşe gezmiş olacağız.

Sayfalarımız, mihrap kenarlarındaki çiniler veya eski evsaplaı-dak- işlemeler gibi - aruz yazan üstadlar- dan serbest yazan ustalara kadar - en değerli şairlerin ve en vaadli gençlerin şiirlerde, her zaman süslenmiş olacaktır.

Hemen her sayımızda dünya sanatinin nereye git­ tiğini - ya oralarda atölyelerde staj yapmaktan tiyat­ ro okumaya kadar sanat işlerde meşgul arkadaşların yazıları sayesinde yahut çeşitli dillerde çıkan sanal mecmualarını getirtip tarayarak - gözönüne koymak ka­ rarındayız.

Zaman zaman, mütefekkirlerimizin, münekkitleri­ mizin, sanat ustalarımızın, sanat görüşlerini, projeleri­ ni, ümitlerini, ya hasbıhaller, ya mülâkatlar, ya mek­ tuplar halinde bu sayfalara aksettireceğiz.

Bazan «bir büyük dâhi», bazaıı «bir rasgele nâzım» deyip geçilen, bir türlü doğru bir kıymet hükmüne bağlanamıyan sanat şahsiyetlerimizi, bir yandan müba­ lâğacıların, bir yandan şımarıkların elinden kurtarmak istiyoruz: Onlara Türk sanat ve tefekküründeki hakiki yerini verecek kıstasları bulmak için salahiyetlilerle bilgililerin gayret ve himmetlerini harekete getirmek baş isteğimizdir.

Kısacası, sayfalarımızda, sanat meselelerimiz, ken­ dilerine yaraşır güzellik, çekicilik ve canlılıkla yaşayıp sesleneceklerdir.

Sular, türlü tabakalardan, türlü kaynaklardan sü­ zülüp gelirler; bir suterazisi alır, onları istenen sevi­ yeye çıkarır, gerekirse süzülmesine yardım eder, sonra musluklara dağıtır; böylece bir şadırvan meydana gel­

miş olur. Her çeşmesinden ruhu serinleten bir su akar. İlk zamanlar damlasa da zararı yok. Bir kere Şadırvan kurulsun, himmet ve kıymet sahipleri sağ olsunlar, suyu her çeşmeden dupduru, gürül gürül akıtmak kısmet olur.

İşte hayalimizde bu remzi canlandırarak Şadırvan adı­ nı aldık. Yazıcılarımıza şükran, okuyucularımıza selâm: her ikisinin de çoğalması için şuurlu gayretler ve can dan dilekler...

ŞADIRVAN

(4)

H a m le , H a y a tın d a Z a r u r e tid ir . S a n a tın d a

999

A. Adnan Sayguıı •

IŞIN karlı ve soğuk gün­ lerinde karışık bir mu­ ammayı andıran kupku­ ru bir dal ve budak yı­ ğını, güntin ilk davetine koşuyor. Kökler, katı toprağı kavramış sömürü­ yorlar ve gövde, hayat suyunu dalla­ ra ulaştırıyor. Bir gün önceki kuru dal ve budak şişiyor; tomurcuk, çi­ çek ve yaprak birbirini kovalıyor. Ar­ tık top yeşilliklerin zamanı gelmiştir. Ağaçlar, baharı, hayatı kutlamak ü- zereler. Bu, bir hamle, hayat hamle­ sidir. Ve ılık gün hamleyi genişleti­ yor; sıcak bir yaz gününde yaprak­ lar arasına gizlenmiş parlak renkli meyvaya erişeceğiz.

İkinci baharın soğuk ülkelere açı­ lan kapısında ağaç, solgun yaprakla­ rını dökerken yerde çürüyen meyva- nın parlak rengi artık bir hayaldir. Fakat burada ölüm yok.. Gelecek ba­ har, gelecek hamleyi müjdeleyecek ve o meyvanın çekirdeği, yeni bir haya­ tın özü olacaktır.

Göğü kaplayan kara bulutlar da yağmuru yağdırmak için birikmiyor­ lar mı? Olgun bir meyva gjbi yere düşen taneler yarının hayatını bağır­ larında taşıyorlar.

llamle hayatın kendisidir ve tıpkı denizlerin dalgaları gibi bir hamlenin ardından yeni bir hamle gelmek ge­ rektir.

İnsan, doğar, büyür, evlât sahibi olur ve ölür. Çocuk da, yağmur da,

meyva da hayatın timsalleridir ve

hamle olmıyan yerde ölüm mukadder­ dir.

Her cephesile sanat da bu kanunun hükmü altındadır ve «Klâsik mektep», «Polifoııik mektep» veya «Romantik mektep», gelişen hamlelere insan oğ­ lunun verdiği adlardan başka bir şey değildir.

Bundan iki bin beş yüz yıl önce, Dorya Yunanlıları, musiki hamleleri­

ni Frikya ve Lidya makamları ile

berkitmişlerdi. Hıristiyan kilisesi bin dokuz yüz yıl önce doğduğu zaman, İsrail oğullarının dininden pek ayrı- lamıyordu. Bu yüzden İlâhilerin bir çoğu, yeni dinin de İlâhisi oldu. İsa’­ nın dini yayıldıkça Lidya havaları da

sıcak iklimlerden gelen nağmelerde yeni bir nayat nefesi buluyordu. Bin yıl bu yeni hamlenin gelişmesile geç­ ti. Artık yeni aramaların zamanı gel­ mişti. Kilise dışı musikisinde ve.halk oyunlarında kullanılan basit sazlarda ifadesini bulan «çok ses» imkânları, yenilik ihtiyacını duyanların başvur­ dukları kaynak oldu. Bu çağ musiki­ ye «çok sesli yazı» ufuklarını açmış ve beş yüz yıl süren aramaların bize hediyesi olan «polifonik musiki» nin semasında, Josquin, Palestrina ve Vi­ toria, nurdan üç yıldız gibi doğmuş­ lardır.

On Altıncı asrın sonları yeni ara­ maların izlerini taşır. Beş yüz yıllık hamle olgunlaşmış, meyvasmı vermiş ve artık yeni bir hamle ile berkitil- mesi zamanı gelmiştir. Öyleyse yine halka, yani kendi içimize, kendi ben­ liğimize dönmek lâzım.

On Yedinci asırda bir taraftan Po­ lifonik Mektep’in «Kontrapunt» yazı­ sına karşı «Armoni» çıkarken, kötü halk türküleri olan «Madrigal» sanat eseri kılığına giren oyun havalarına, «Süite» e, «Senfoni» ye yolu açıyor.

0-Bu sayfamız, musikimizin dâ­ valarına ayrılmış bulunmaktadır. Türk musikisi bahsinde şimdi­ ye kadar, çok defa, uluorta ileri sürülmüş iddiaları, yetkililerin bir müsbet neticeye bağlamasını istiyoruz. Türk musikisi, geçmi­ şine ve kaynaklarına lâyık bir ihtişamla nasıl yaratılıp gelişe­ cektir? Bu sayfalgrı takip eden­ ler bu girift sualin bir uçtan ol­ sun cevabını bulacaklardır, sa­ nırız. Bu bahiste sözü olanların konuşacağı yeri işte biz hazırla­ dık; söylemek ve yazmak da on­ lardan.. Şimdiden müjdeleyelim ki, bu sayfalarda sık sık Ahmet Adnan Saygun’un salahiyetli ya­ zıları yer alacaktır. İşte Garp musikisi ile birlikte bizim mu­ sikimizin seyrini ve kaderini çi­ zen, eskime bilmez bir yazısı.

İP - ı

perayı, senfonik poemi hazırlıyor. Ve nihayet günün birinde Bach ve Ha- endel gibi ön klâsikler, üç yüz yıllık didinmenin yeni meyvalarını veriyor­ lar. Bunlardan sonra gelen Haydn, Mozart ve Beethoven medrigal ham­ lesini dolduran üç büyüktür.

Musikinin klâsik mektebi burada bitiyor.

Yeni hamle zamşnı gelmiştir. On Dokuzuncu asırda Glinka’yı, Korsa- kof’u, hattâ Liszt’i halk musikisine eğilmiş buluyoruz. Yıllar birbirini ko­ valadıkça benliğimizi daha iyi kavra­ mak lüzumu duyuluyor ve musikiciler köy köy dolaşarak, türkü toplamağa başlıyorlar. Yeni hamle bir asırdan beri gelişmektedir. Bir çok öncüleri ve başarılı kovalayıeıları var.

s Bu, garp musikisinin hikâyesidir. Ya Türk musikisi? Onun da ayni yol­ dan yürümemesi mümkün mü? İşte bir Türk musikisi ki bundan yüz yıl­ larca evvel, tıpkı hıristiyanlığm ilk çağlarındaki gibi, kendini türlü tesir­ lere açmış ve bunların hepsinden bir hamur yaparak üstüne kendi damga­ sını vurmuştur; Itrî’nin ve İsmail De- de’nin eserlerinde, hamlenin olgunlu­ ğunu buluyoruz. Bir asır önce İsmail Dede, yeni bir hamle ihtiyacım hisse­ diyor; Türk sanat âleminde çöküntü­ ler başlamıştır. Mehterin yerini ban­ donun alması, fasıl takımının orkes­ traya doğru yönelmesi yeni duyuşla­ rın zarureti değil de nedir? Hamle, bir asırdır gelişmekte.

İsmail Zühtü ve ondan sonra gelen­ ler, halkın duyuşunda ve sesinde ken­ di duyuşlarını ve seslerini bulmaya çalışıyorlar. Beri tarafta da bu lüzu­ mu duymıyanların elinde eski devir­ lerin ihtişamlı sanati, Zekâi Dede’den sonra, ölüme mahkûm, sürükleniyor. Bu, tabiidir; çünkü sanat eseri ileriye uzanmış bir meşaledir ve sanat adamı yarınki hayatı sezen ve sihirli ayna­ sında aksettiren bir sihirbazdır.

Hayat şartlarının, telâkkilerin de­ ğişmesi, sanatin de ifade tarzının de­ ğişmesini gerektirir; sanat bir hayat tezahürüdür. Hayat da bir hamle sil­ silesinden başka bir şey midir?

(5)

M İ M A R L I K Â L E M İN D E

liıı say fa, san lı b ir geçm işe sah ip ıııim arJıg ım ı/ın yeni h a y at ş a r tla rın a ve m ed en iy et te sirle rin e göre tu tm a sı gereken yolu elbirliğile a ra ş tırm a k için yetk ililerin b irb irin e zıd d a olsa h a y ırlı olacak d ü şü n celerin e, İd d ia la rın a ve ö rn e k le r h a k k ın d a izah ların a lıasred ilecektir. İki h a fta d a b ir de heykel t r a slıg fin u d a n hab erler, d ü şü n ce le r a k se ttirm e k im k â n ın ı b u lu rsa k sevineceğiz. Hu sa y fa ­ la rd a E m in O n a t’ın , Sedat Ç etin tas’m. N u s r e t S onat ın y a zıların a ra s tlıy a c a im ız ı ş im d id e n m ü jdeleyebiliriz.)

«SU ŞIRILTISI OLMIYAN TÜRK EVİ Mİ OLUR?»

E

M

SKİ Türkte ev vatanla bir kutsallıktadır. İzdiva­ ca «kadınlanmak» değil «evlenmek» diyoruz. Es­ ki Türk, o kadar candan bağlandığı evine, rüzgârı, güneşi hesaba kata­ rak öyle çeşitlilik vermiştir ki bazı evlerde mevsime göre «yaz odası» n- dan «kış odası» na göç edildiği olur. Her zaman yoksulluğun ezdiği fakiı tabaka vardır; ne yaptığını bilmiyen ve her mevsimi bir başka yerde göçe­ be geçiren kökünden kopmuş tabaka­ yı da hesaba katmayalım. Asıl çoklu­ ğu, orta refahta ve güzel an’anelere her zaman bağlı kalmış büyük kısmı

gözönünde tutmak suretile asıl hakikate varabiliriz.

19 uncu asırda Türk ev mimarisini de berbat etmiş

olan Kokodo zevksizliği, çok şükür, tesirini Aııadoluda daha geç göstermiştir. İzmitte, Kütalıyada, Merzifonda 16 - 17 nci asır İstanbul evlerinin süslemelerile yerli bir zarafet kazanmış yapıları yer yer ayakta bulup sevinmi­ şimdir. Ne yazık ki şimdi eski bedii hislerimizdcn kopu­ yoruz. Evlerde artık ferahlık ve güzellik kalmadı. Sofra­ yı bırakıp sefertasından ayaküstü yemek yer gibiyiz: Ev zevkinden apartıman mecburiyetine geçtik. Çocuklarımız, toprak muhabbetinden mahrumlar. Yalınayak toprağa basmaz oldular: toprağa değil saksıya dikilmiş fidanlara benziyorlar..

Bir millet bediî hislerile vardır. Bir millet çocuğu, o bediî hislerin kuvvetile o bediî hislerin kaynağı olan memleketini sever, bu aşk onu gerekince bu uğurda ölü­ me de götürebilir..

Ah, kendisi geniş ve ferah, bahçesi büyük ve havuz­ lu eski Türk evleri nerdesiniz? Eskiden içinde su şırıltısı olmayan Türk evi olmazdı; içinden çiçek kokusu taşma­ yan ev bahçesi olmadığı gibi.. «Harem» i korkunç bir zin­ dan gibi havadan ve şevkten mahrum tavsif edenler, ca­ hil Garp demagoglarıdır.. Eski Türk evleri, Anadolu in­ sanı gibidir: Dışından sade, gösterişsiz, kavruk fakat İçi bir ayrı dünya, bir güzellikler ve huzurlar âlemi.. Dıştan göze batmayı doğru bulmayan, hasedi üzerine çekmek istemeyen ev...

Eski Türk evinin muhakkak itinalı bir odası vardı; fakat, bu, yeni evlerimizde olduğu gibi, yalnız muayyen saatlerde ve günlerde açılıp başka zamanlarda kapısı ki­ litli misafir odaları cinsinden değil; evin en ferah, en zevkli odası, gündelik odasıydı; ailenin oturma odasıydı..

Hele o sedirlerin rahatlığı.. Halbuki şimdi, oturma iskemlede, dinlenme iskemlede, yazma iskemlede, yemek iskemlede. Hanı Garpta âdettir deselerdi uyumayı da is­ kemlede deneyecektik! Ev, insana ve eşyaya yer bulmak için değil midir? İşte, yeni evde her şey ortadadır. Ne yüklük, ne göz, ne raf.. Halbuki eski evde her şeyiıı bir

--N

im a rh ğ ım ızın n ereye g itti­ ğ in i m im a rla rım ız d ü şü n ü p y a za d u rsu n la r. O nların Ş a d ır v a n ’ı süsleyecek olan değerli ya zıla rım b ekler­ k e n ; biz, D o kto r S ü h e yl V n v c r ’in gerenlerde. T e k n ik Ü n iv ersi­ te ’de verm iş olduğu bir k o n fe ra n sın n o t­ la n ın y a yın la ya ra k T ü r k m im a r la r ım . es­ k i T ü r k evi ü zerin d e d ü şü n m e y e davet etm iş b u lu n u y o ru z ; k o n fe ra n sta tu ttu ğ u ­ m uz b u n o tla rın eksikliğ i olursa m u h te ­ rem d o kto rd a n peşin ö zü r diteriz, aynı k o n u ya d ö n m ek iy in bu sa yfaların her zam an em rinde olduğunu İtlidir inekle de zev k duyarız.

. J

yeri, gözden kaybolup tahripten

muhafaza olunma yeri vardı... Edirneden Merzifon« kadar nere­ de eski evleri incelemeye çıkarsanız size gösterdiklerile kanaat etmeyiniz, dıştan içine girilenfîyecek kadar ha­ rap, hattâ korkunç görünenlerin ka­ pısından daldınız mı en güzel ve us­ talıklı tavan veya duvar süsleri kırın­ tılarına rastgelmek ihtimaliniz çok­ tur. İnsana saksıda çiçeği aratmaya­ cak kadar tahtada renk baharı. Yer­ deki antika halıdan daha , renkli ve cazibeli yağlıboya tavan süslemesi... bütün bunlarda, evlerin süslemesin­ den iç tertibatına, bacaların yerleşti­ rilmesinden yüklüklerin tertiplenmesine kadaı her şey­ de mimarlığımızın notaları var; bunları toplayıp yeni ini malinin sentezini, senfonisini yaratabilmek iınkâııı elini­ zin altında demektir. Türk iklimine, Türk tabiatine, Türk hayatına rahat bir ayakkabı kadar uygun eski evlerden yeni hayatın icaplarına o derece uyacak, fakat eski ile ba­ ğını, yerliliğini, asilliğini kaybetmiyecek bir Türk evi tipi

meydana çıkarılamaz mı? Eski halk havalarını, yeni

garplı teknikten faydalanıp armonize eden musikişinas­ larımız gibi acaba mimarlarımız da tr Anadolu evlerinin köşe ■ bucağında kalmış notaları toplayıp stilize edemez­ ler mi?

Bir gerçek Türk evi tipini mütehassıslarının hazırla­ masına yarıvacak bütün malzemeler, uzun emeklerin mahsulü olarak, bende toplanmış duruyor. Onları mimar­ larımızın emrinde bulundurduğumu söylemek için asıl bu konuşmayı yapmak istedim. Maziye dönmek değil, ınâziden hız almak; atletin hız almak için bir an gerile- yişi gibi.. Mâzimizdc başka milletlerin kendine mal ede ede bitiremedikleri malzeme hâzinesi vardır...

I Yalnız süs bakımından, motif bakımından değil; her

bakımdan, o eski oturmuş ve yerleşmiş ev tipinden alaca­ ğımız dersler yok mudur. O yerin sıcağına- soğuğuna, karına, yağmuruna göre çatıya ve saçağa verilen şe­ kilde, pencerelere verilen buutlarda yalnız o devrili zevki değil, devirler üstü iklim şartlarının bir zarureti tesirini göstermiş değil midir?

Başka memleketlerde yerli zevkin, mahallî anane­ nin ve iklim hususiyetlerinin icabı olarak gelişip tutun­ muş mimari tarzlarını aynen bizim memlekete tatbik et­ menin, esasta ve süslemede Erzurunıla İstanbulu ayır­ mamanın neticesi olarak; işte, bugünkü kibrit kutusu binalarla karşılaşmış bulunuyoruz.

Yeni Ankaranm, yeni Erzurumun, yeni Erzincanın evleri arasında dolaşırken, insan. Türkiyede olduğunu, hattâ küçük Asya ikliminde bulunduğunu bir türlü kabul edemez; sokak aralarından birinde bir eski ve yerli mi­ marî kalıntısı gözüne ilişince; «oh! Çok şükür, Türkiye­ de imişim» der. I

(6)

GÜZEL SANATLAR^.

tvO/U

T V R K

S M i m i V K Ö K L E R İ

İ

- N S A N L I -G I n medeni­ yet t a r i h i «Türk» adı al­ tında bir soy ve bir siyasî topluluk tanıdığı zamandan-

beri Türklerin ' «Güzel Sanatlar» m her kolunu tanıdıklarını tesbit edebi­ liyoruz.

Bizim burada üstünde duracağımız kollar, plâstik güzel sanatlarla, Türk­ lerin elinde gerçekten güzel sanat se­ viyesine yükselmiş bulunan «el sanat­ ları veya küçük sanatlardır. Mimarlık, heykeltraşlık, resim (peinture) kolla­ rını içinde toplayan büyük sanatları­

mızın yanında; oymacılık (bütün

cinsleri ve neticeleriyle birlikte),

dokumacılık (halılardan, kilimler­

den en küçük heybeye, çadır mal­

zemesine kadar), işlemecilik (bir

başörtüsünden bir kumaş sadak üstün­ deki işlere kadar), deri işçiliği (sa­ raçlık işlerinden silâhlığa kadjır), si- lâhçılık (çakmaklı tüfekten, murassâ kılıçlara ve barutluklara kadar), cilt­ çilik, yazı gibi el sanatları, Türklerin günlük, basit ihtiyaçlar üstünde, gü­ zel sanat seviyesine yükselttikleri iş­ lerdir.

Türklerin, bilhassa bu iki grup sa­ natta, dünyaya verdiği şeyler, kırk, elli yıl öncesine kadar hemen kimse tarafından kabul edilmemiş; bilim a- lanında söylenmemişti. Hareket nok­ tası belki tamamiyle politik ve eko­ nomik çarpışmalar olan Orta Asya ve Uzakdoğu gezileri, araştırmaları, ka­ zıları, Türkoloji çalışmalarını, bir­ denbire, tereddüt ve hayal âlemin­ den çıkardı. , (Arabesk) kelimesine karşı (Türk'esk) tâbirini ileri süren, inkılâpçı bir sanat tarihçisi olan J.

Strzgovvsky; Türk sanatını klâsik

sanat tarihlerine sokan H. Glück; Türk mimarlığının corpus’unu zevkle, salâhiyetle hazırlayan A. Gabriel; bütün tarihçi otoritesini Türk reali­ tesi üstünde kullanan R. Rousset; çok elverişsiz şartlar içinde yaptığı a- raştırmalar ve geniş yayımlarla insan­ lığı Eurasia sanat ve arkeolojisine ı- sındıran A. M. Tallgren; Macarla­ rın öğünülecek hattâ eşsiz Türkoloji çalışmalarında, arkeoloji ve sanat ba­ kımından birer yıldız olan Andreas

• Prof. Remzi Oğuzarık • _

Alföldi, Nandor Fettich, J. Nemeth, I. Raşony, hâlâ büyük kalan Rus klâsik arkeologu M. 1. Rostovtseff’in aç­ tığı sanat tetkiki yolunu, geniş ve ta­ nınmış bir bilim geleneği mertebesi­ ne eriştiren (pionnier) lerdir. Onla­ rın emeğini minnetle selâmlıyalım.

Kazılara, maddî kültür belgelerine dayanan ve hemen hemen medenî in­ sanlığın toptan elele vermesiyle ger­ çekleşen bu elli senelik çalışmalar; Türk güzel sanatlarını bütün genişliği ve özelliği ile ortaya koymuş bulunu­ yor. Vaktiyle Yunan arkaik (arehaîc) sanatının veyahut Roman sanatının ortaya çıkarılmasiyle duyulan heyeca­ nı; şimdi medenî insanlık, Türk güzel sanatlarının tarihteki yerine

konmasi-Bu Kara Yazıyı Kendim

Yazmadım

Ne bir dal, ne bir yaprak; ye­ ri, yurdu bir avuç toprak.. Kim der ki o burada yatıyor? Ölümün gözleri kör olsun!

Nolaydı yavrum nolaydı; vâ­ dem senden önce dolaydı, şu yat­ tığın toprak ben olaydım; Allahın dağında üşütür müydiim seni?

Ehhh... Öyle olmadı, böyle o- laydı; anan bir taş olaydı; baban bir kara yazı; gelip geçen oku­ mazsa, kurtlar, kuşlar okurdu...

O bir yavru kuştu, dalıma kon­ muştu; gece demez, gündüz de­ mez, şakıyıp öterdi. Sesinin baha­ rından yarınlar tomurcuklanır, yaylalar uyanırdı içimde...

Sonra ne oldu, nasıl oldu; kah­ pe felek kartal oldu, kanat vurdu dalıma! Dalım kırıldı geldi; ku­ şum gitti, gelmedi.

Eflâtun Cem GÜNEY

le duymaktadır. «İslâm sa­ natı» tâbiri içine, her türlü şahsiyetten uzak olarak, ha­

zan lütfen sokulan Türk

sanatı; insanlığın sanat tari­ hi içindeki yerini, şimdi müstakil çehresiyle almış bulunmak­ tadır.

Peçili Denizinden Akdenize kadar uzanan genişliği, en az, 3000 yılı dolduran Türklerin sanatını şimdi iki büyük grup halinde ele almak uygun görülüyor:

A — İslâmdan önceki Türk güzel sanatları,

B — İslâmdan sonraki Türk güzel sanatları.

Birinci grupun yayılma alanı, daha çok, Uzak-Doğu, Orta Asya ve Eura- sia’dır. İkinci grupun - Orta ve Gü­ ney Asyada bıraktığı^ son derece bol, güzel, tipik belgelere rağmen - klâ­ sik çehresini alıncaya! kadar tec­

rübelerini âbidelegtirdiği alanlar,

daha çok, Önasya ve Yakın Doğuda, Akdeniz kıyılarındadır.

Paganist olsun, tek tanrıya inansın,

eski büyük dinler, bütün insanlığa

ait bir tanrıyı veya tanrılar kudretini inananlarile ibadetlerinin temeli ya­ panlardır. İnsanlıkta büyük sanatlara ancak bu türlü dinler can vermiştir. Büyük yani evrensel dinler olma­ dığı zaman mabet de yoktur, heykel de yoktur. Ancak küçük idoller (putlar) elde taşman mihraplar ve kü­ çük yahut süsleyici - décoratif - sa­ natlar vardır.

Türklerin Müslüman olmadan önce­ ki - bilhassa Selçukların Müslüman devletler halinde, Önasva’da yerleş­ mesinden önceki devirlerde, göçebe­ liğin devamı, yalnız coğrafyadan ileri gelmemiştir; onların evrensel bir dine girmemelerinin bunda büyük his­ sesi vardır. Göçebeliklerinin yarattı­ ğı sanat daima (décoratif) kalmıştır. Bu yüzden de; bilhassa (Budhisme) ve

(Manichéisme) dinlerine girinceye

kadarki sanatlarına göçebeliğin dam­ gası vurulmuştur.

İslâmdan önce sanatımız için bazı yazılı röper noktalarımız var. Çin­ li Hsüan - Tsang’m seyahati (M. S. 629) ve Orhun yazılarının (M.S 732

-«Vaktiyle Yunan arkaik sahafının ortaya çıkarılma ı siyle duyulan heyecanı, şimdi medenî insanlık, Türk

Güzel Sanatlarının tarihteki yerine koıımasile duymaktadır.»

(7)

34), Batı ve Doğu Tokyolarının sana­ tını, seviyelerini aksettirir. Bu devir sanatımız için sadece sanat ve arkeolo­ ji eserlerinden meydana gelen röper noktaları daha eskidir. Uzak Doğuda; Kuzey Çin’deki - Topa (Çincesi Vei) Türklerinin Budizm dini ve sanatı için yaptıkları büyük gayretin izleri ilk misaldir. Büyük dinlerden birine gi­ riş, onları, mabuda ve mabede götür­ müştür. Topalar’ın mağara - mabetle­ rini hatırlıyalım. Şehirlerde Çinlile- şen sivil sanatın aksine,, bu mağara - mabetlerdeki dinî sanat, Türklerin çadır medeniyetinden gelen motiflerle karakterlenir. M S. V inci yüzyılın bu fresklerini, ileriye tesir bakımından unutmıyalım.

(P. Pelliot’nuıı verdiği malûmata göre (Thun-Huang) bu Türklerin sa­ rayında prensler, Budist sanatının an- tropomorfik bütün hususiyetlerini öğ­ renmeye mecburdular Takriben 1200 sene sonra, III üncü Sultan Ahmed’in, çeşmelerinin plânını çizdiğini hatırlı­ yoruz. Güzel sanatlardan bir veya bir­ kaçını bilmek bu soyun karakteristiği midir, acaba?). Topa Türklerine ait bu eserler, göçebe sanatının doğuda yer yer durulup yerleşmesine ilk işa­ rettir de. Mezarlarda küçük ve çok zarif heykelcikler bulunmuştur ki bun­ lar mabet, mabut, plâstik anlayışında varılan seviyeleri gösterir.

Doğu Asya’daki Uygur Türklerinin devlet ve sanatlarını, İslâmdan önceki sanatımız için, ikinci röper noktası olarak alıyorum. Sulak, rahat illerde­ ki medeniyetlere göre pek kısa süren bir zaman içinde (M.S. VIII inci yüz­ yıldan IX uncu yüzyıla kadar), mer­

kezleri olan Hoço’da, şimdi bütün

dünyada ün salmış olan sanat eserleri bıraktılar. Bunlarda Buda’nm ve Çinin tesirlerini, kendi soylarının karak­ teriyle mezcederek mağara - mabetler­ de unutulmaz freskler yarattılar (Cho-

tıcho: A. Voıı Lecoo)

Uygurlar’ın sanat geleneği bir dere­ cededir ki, batı illerini fetheden soy­ daşları; freskler, minyatürler için he­ men daima onlara başvurmuş, onlar­ dan sanatkâr getirtmişlerdir. Daha IX uncu yüzyılın, Samerra’daki, sa­ rayların duvar resimlerinde; XII nci, XIII üncü yüzyıla ait fayans kapların üzerinde sıra halinde gördüğümüz renkli kadın, erkek şekilleri onların- dır. Anadoluda minyatürlerde mozayik tekniği ile işlenmiş çinilerde yahut Niğdenin Alâattin Camisi, Kayseri’de- ki Karatay hanı cümle kapılarında, Sivas’ta Gök Medresenin cümle kapı­ sında - aynı XIII üncü yüzyılda - bul­ duğumuz kadın ve erkek tasvirleri, ka­ bartmaları Uygur sanatkârlarınındır.

Ş A D I R V A N . 1 N İSA JS HİS

( ---Eski Y azm a N ü sh alar A ra sın d a :

F u zu lî5 A k k o y u n lu m u d u r?

• Agâh Sırrı Levend •

Eski yazma mecmualar, sahibinin zevkine göre tertiplenmiş birer

antoloji olmakla beraber, edebiyat tarihi bakımından çok önemlidirler. Bazı kere, divanını ele geçiremediğimiz bir şairin gazellerine, yahut ara­ dığımız halde bulamadığımız değerli bir esere, bazı kere de, eski şairle­ rin hayat ve eserlerine ait tezkirelerin kaydetmediği bilgilere bu mec­ mualarda rastlamak mümkündür. Kitaplıklarımızda sayısı on binleri ge­ çen bu mecmualar dikkatle tarandığı takdirde, şimdiye kadar varlığın­ dan habersiz bulunduğumuz bir çok değerli eserlerin elimize geçeceğine şüphe yoktur.

Hele bu mecmualar, yazı sanatı bakımından devrinde ün kazanmış kim­ selere ait olursa, değeri şüphesiz daha çok artar. Meselâ Müstakimzade’- niıı veya Fasih Ahmet Dede’nin kendi elyazılarile meydana getirdikleri mecmuaların her sayfası nefis birer tablo değerinde olmakla beraber, bunlar ayni zamanda birer fikir ve sanat adamı oldukları için, mecmua­ ları, topladığı bilgi bakımından da zengin ve özlüdür.

Fasih Ahmet Dede (Ö. 1699) ye ait bende bulunan bir mecmuanın muhteviyatı ile bu mecmuada rastladığım bir fıkrayı edebiyat âlemine arzediyorum:

1 — Dede’nin farsça divanı.

2 — Dede’nin çağdaşı bulunan şairlere ait bir çok manzumeler. 3 — Süruri’nin muamma çözmeleri.

4 — Türk ve Fars şairlerine ait fıkralar. 5 — Ünlü Fars şairlerinin seçme şiirleri. 6 — Tarihî hikâyeler.

7 — Hazine kâtibi Ali’nin Mehmet IV devrine ait yedi yıllık tarihçesi. 8 — Terceme-i Biberiyye. (Biberiyye denilen bitkinin faydaları hakkın­

da bir risale), ı

9, — Dede’nin türkçe şiirleri.

10 — Bazı garip fetvalar. ^

11 — Alfabetik sıra ile türkçe darbımeseller ve işitilmemiş bazı ata sözleri.

12 — Bazı farsça kelimelerin türkçe karşılığı.

13 — Yavuz Selim ile İbni Kemal arasında geçen bir konuşma. (Deli Lûtfi hakkında).

14 — Falnâme (Avuç falına dair)

15 — Musikici Hâfız Post’un, hocası Osman Efendi’ye gönderdiği mi­ zahî tezkire.

16 — Mutâyebat.. 17 — Mizahî hikâyeler.

18 — Musikici Kadri Çelebi’nin ölü nü hakkında bir kıt’a. 19 — Ünlü şairlerin manzum ölüm tarihleri.

20 — Fuzuli’nin Akkoyunlu aşiretine mensup olduğuna dair Nidâyî’nin

' bir fıkrası.

21 — Tanburî Derviş hakkında İzzî’nin vefat tarihi. 22 — Birçok faydalı yazılar.

Bunların içinden nakledeceğim fıkra Nidâyî Çelebi’ye aittir:

■Fakir Bağdad’a vardığım sene fevt oldu. Evlâtlarından Fâzıl Çele­ bi ile ziyade sohbet ve dostluk ittik. Mevlâna Akkoyunlu Türkmânından imiş. Bağdad’da neşvü nemâ bulmuş bir ârif can idi. Sâhibderundan çok kimesne ile görüşmüş ve her fenne dahi itmişti. — Nidâyî Çelebi»

Fasih Ahmet Dede, bu fıkrayı başka bir mecmu;:dan, yahut Selifn II devri tabiplerinden olan Nidâyî Çelebi’nin bir eserinden almış ol­ malıdır.

(NOT: Gerek bendeki, gerek kitaplıklardaki mecmuaları tararken not ettiğim fıkra veya şiirler, fırsat düştükçe bu sütunlarda yayımlana­ caktır).

t______________________________________________________

)

(8)

DESTANLARDAN DAMLALAR

M İ L L E T V E D E S T A N

F

ELEĞİN kalabalık içine tek başına attığı çocuk­ lar didine didine bazan güçlü kuvvetli insanlar olurlar. Servet ve şöhret kazanırlar. Fakat kendilerine göre' bir iç dünyası yapamazlar. Başkalarının manevi ha­ yatı sırtından geçinip giderler. Bunu onlardan önce dışardan bakan bizler farkederiz, ve böylelerine kişilikten mahrum tatsız adamlar deriz. Güldük­ leri, sevindikleri zaman bu hâtırasız, silik hayatın onlara pekâlâ yettiğini, hattâ belki bu yüzden daha rahat ol­ duklarını zannederiz. Ancak, günün birinde herkesin kendileri için ne dü­ şündüklerini öğrenirlerse, bunun acı­ sını duymıyacak kadar sersem olma­ mak şartile, bu onlar için bir felâket olur.

Milletler de böyledir. Tarihin ker­ vanına katıldıkları gündenberi kendi kendilerini yoğurmaya, başka millet­ ler arasında kültürleri ve ideallerde değerli bir yer almaya çalışırlar. Bu­ nu ne kadar başarırjprsa o kadar şe­ refli bir kişilik, zengin bir manevî varlık kazanırlar. Başkalarının değer ve ideallerde ömür geçiren milletler­ se, bir müddet için bunca mal ve mülk elde etseler de, milletler arasın­ da her zaman kişilikten ve şereften mahrum kalacaklardı. Böyle milletle­ rin maymunluğu, ferdlerde olduğu gi­ bi onları rahatsız etmeyebilir. Hâtı­

ralarının yükünden kurtuldukları,

her kalıba girebildikleri için kendi­ lerini daha rahat duyabilirler. Başka milletlerin onları hor görmesine bi­ le dudak bükebilirler. Fakat tarihin büyük dönemeçlerinde bu milletler acının en büyüğü ile karşılaşmaya mahkûmdur: Büyük vak’alar üzerle­ rinden korkunç silindirini geçirir. Bu felâketten ders alıncaya kadar cemi­ yet olarak adları okunmaz olur. İde­ alsiz kaldıkları için ferd olarak da

birbirlerine düşer ve teker teker

mahvolurlar. Bir millet için en acık­ lı ve tamir edilmez hal budur. Kişi­ liklerini kaybeden ve ferdierini çürü­ yüp gitmeye bırakan böyle cemiyetle­ re toplu bir kelime ile tatlısu demek yerinde olur. Bir cemiyet tarihin bü­ tün sıkıntılarından kendini eıgeç

kur-• Prof. Hilmi Ziya Ülken kur-•

tarabilir. Fakat tatlısuluktan kurtulu- namaz, bu, çöküşün son haddidir.

Milletler kişiliklerini önce kendi hâtıralarına bağlanarak, sonra ideal yaratarak gösterirler. Ancak bu ideal­ ler imparatorlukların elinde saldırıcı, şekiller aldığı zaman başka milletleri rahatsız etmeye başlar. Onları isteye­ rek veya istemiyerek kişilikten mah­ rum bırakır. O zaman bu milletlerin kendi içlerine katlanmaları, manevi hayatlarını yeniden yaratmaya çalış­ maları kadar yerinde bir şey olamaz. Milletlerin tarih sahnesine çıkarken kpndi renkleri ve mânalarile gelmele­ rine destan yaratmaları diyoruz. İlk çağ kavimlerinin çoğu sahneye büyük, destanlarla çıktılar: Mısırlılar, Sümer- ler, Etiler, Grekler, Romalılar. Bü­ tün sanat ve fikir eserlerini, yaşayış tarzlarını, kader ve insan hakkındaki

düşüncelerini kendi destanlarından

çıkardılar. Güzellik, doğruluk ve iyi­ lik anlayışlarının, felsefelerinin, ah­ lâklarının kökünü orada buldular. Fa­ kat imparatorluklar yalnız ordularile değil, fikirlerde de saldırıcı kuvvet­ ler halini alınca, bu kavimlerden ço­ ğunun kişiliği tehlikeye düştü. Bazı­ ları bu yabancı fikir salgını içinde eri­ di. Bazılarıysa ondan faydalanarak da­ ha kuvvetle uyandı. Üniversel fikir­ lerin birleştirici kuvvetile eski dağı­ nık kavim ve kabile inançlarından silkindi; göçebelikten kurtuldu; ge­ lenek, toprak ve deyiş farklarını sil­ di. Bir yurd, bir dil ve bir ideal et­

rafında birleşti. Ortaçağ sonunda

Fransızlar, İspanyollar, İngilizler Ba­ tıda, Türkler, İranlIlar Doğuda bu su­ retle meydana çıktılar.

Milletlerin yeniden doğuşunda on­ lara kişiliklerini kazandıran en büyük kuvvet destanlardır. Destan bir fer­ din hayalinde meydana gelen bir eser değildir. Onun bütün unsurları cemi­ yetin hayalinde asırlar içinde yaratıl­ mış ve yaşamıştır. Kökleri cemiyetin en uzak zamanının mitolojisine kadar iner ve onun bütün gelişmesini göste­ rir. Kavim ve kabilelerin kaynaşma­ sından milletin doğuşunu, vatanın ku­ ruluşunu, vatan sınırlarının çizilme­ si için girişilen savaşları, yetişen kahramanlan, vatanın kendine mah­

sus duygusunu, deyişini belirtir. Des­ tan hür iradelerin çizdiği keyfî bir he­ def değildir. Böyle olduğu için vata­ nın taşı toprağı kadar gerçektir, ve onun geleceğe çevrilmiş manevî var­ lığının, bütün manevî değerlerinin kaynağını teşkil eder. Bir destanda bu vasıflar bulunduğu zaman, o cemi­ yetin zümreleri ve tabakalarını birbi­ rine bağlar. Doğusile batısı, zengini ile fakiri, bilgini ile bilgisizi arasın­ daki farkları siler, onları aynı duygu ve dilek etrafında birleştirir.

Destanın yaratıcı kudreti ferdin de­ hâsından değil, vatanın manevî varlı­ ğından gelir. Şair gözlerini ne kadar bu toprağın maddî ve manevî gerçe­ ğine, bir tâbirimizle İçtimaî şuur-altı- na çevirirse; kulağını ne kadar halkın sesine ve deyişine verirse; sanatta mücerret ve umumîden ne kadar u- zaklaşırsa, müşahhas ve şahsîye nü­ fuz ederse destan o kadar bütünlüğü ve canlılığı ile kavranmış ve sanat o kadar öz kökünü bulmuş olur. Yunan mucizesi fikir, sanat ve ahlâkın ilk defa kendiliğinden, bu kaynaktan çık­ masından ileri gelir. Lâtin edebiyatı­ nın Yunana göre kısırlığı bu kökü kaybetmesinden ve İlyada’mn takli­ dinde kalmasındandır. Lâtin kültü­ ründen doğan milletler Homeros’la Tevrat’ın o derecede baskısı altında bulunuyordu ki. Ortaçağda yeniden kişiliklerini kazanmaya çalışan Lâtin milletlerinin destan yaradışları hiçbir zaman söylediğimiz şartlara büsbütün uyamadı. Dante, Vigilius ve Ahd-ı-a- lik’den ilham aldı. Tasso «Kurtulmuş Kudüs» de - bütün edebî değerine rağ­ men - ferdî vasfı destanda kaldığı için yeni İtalyayı bir türlü aksettiremedi. Aristo «Gazaplı Orlando» da hakikate daha yakındı. İspanya, uzun müddet şövalye hikâyelerinin vecdini yaşadık­ tan ve onları iptizale düşürdükten son­ ra, bu kös dinlemişliği ile Don Quichotte’u yarattı. Bu memleket böy- lece bütün tazeliğini ve destan yarat­ ma gücünü kaybetti. Porekiz Lusiade- lerle korsanlık maceralarını canlan­ dırdı. Fransa Roland şarkısı, Table Ronde ve Chanson de Geste’de des­ tanın temellerini bulmuşken edebiya­ tın baskısından kendini kurtaramadı:

6

(9)

( --- ^

K A R

> I

Kardır y a ğ a n üstümüze geceden Y ağm urlu, k a ra n lık bir düşünceden O rm an ın uğultusile birlikte

V e dörtnala, düm düz bir m avilikte Kar ya ğ ıyo r üstümüze inceden. Sesin nerde kald ı hergünkü sesin Unutulmuş güzel şa rk ıla r için Bu kar gecesinde uzaktan, yo ld an Rüzgâr gib i, tâ eski A n ad o lu d an Sesin nerde k a ld ı? Kar içindesin. Ne sabahtır bu m avilik ne akşam U ya n d ırm ayın beni u yan am am Kaybolm uş sevdiklerim iz aşk ın a , A lla h aşk ın a , gök, deniz aşkın a Y ağ sın kar üstümüze buram buram . Buğulandıkça yüzü her a yn a n ın , Beyaz doğusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır - tek, tenha - bir kam ış: Sırf unutm ak için, unutm ak ey kış, Büyük y a ln ız lığ ın ı dünyanın .

Ahmet Muhip

D I R A N A S

^__________________________________________________________ )

Voltaire ferdî hayal gücü ne kadar büyük olursa olsun destan yaratmada güçsüz olduğuna dair boşuna misal­ ler verdi: La Pucelle ve Henriade mil­ leti aksettiremediği için unutulmaya

mahkûmdu. Romantizmde teorideki

kuvvetini iş başında gösteremedi: Hır- go’nun ve Vigny’nin destan parçaları Homeros’a ve aşırı Fransız rationa- lism’ine karşı koyacak bir destan bü­ tünlüğünü kavramaktan uzak kaldı. Küçücük İskoçyanın Ossian destanı her bakımdan bunlara üstündü.

Fakat Lâtin humanizma’sının baskı­ sından kendini kurtaran milletler asıl Kuzey Avrupa milletleri oldu. Hıris­ tiyanlığa, skolâstiğe ve hümanizm’e rağmen bir türlü köklerini kaybetmi- yen Cermen, Skandinav ve Fin mito­ lojisi 18 inci yüzyıldanberi garp sa­ natının büyük kaynakları oldu. Luther Hıristiyanlığı Cermenleştirmîşti. Gra­ tins hukuku, Klopstock Hıristiyan mi­ toslarını, Leibniz’den sonraki A i ıran düşünürleri dil ve felsefeyi Cermen- leştirdiler. Fakat asıl hareket bir halk masalı olan Faust’dan sonra başladı. Hebbel, Cermen destanının tamamı o-

lan Nibelungen’leri yazdı. Wagner

yirmiyi bulan dr-amları ve operalarile bu büyük destanı musiki, şiir ve fel­ sefe halinde sahneye koydu. Skandi- nav’lar Eddas’ları, Fin’ler Kalevala’yı, Macarlar Vladislas’ı yazdılar. İngiliz edebiyatı Canterbury masallarile da­ ha Chaucer zamanında destinim ha­ zırlamıştı. Shakespeare dramlarile,

Spencer «Peri Kraliçesi», Milton

«Kaybolmuş Cennet», Shelley ve

Byron birçok eserlerde türlü yönler­ den İngiliz destanını tamamladılar. İn­ giliz Hıristiyanlığı ile halk masalları­ nın birbirine karıştığı bu epik ve dra­ matik eserler bu edebiyatın tamamen kendine hâs dehasını yarattı.

Garp edebiyatları bütün örneklerde bize destan ve mdlet arasındaki sıkı bağlantıyı gösteriyor. Destan bir dev­ rin iğreti değeri, edebî bir çığırın ge­ lip geçen şekli değildir.

Türk milleti bu memleketi kendine yurd edindiği zaman destanını yarat­ maya başlamıştı. Bu, göçebe devirden yerli devre, ırktan millete geçişin bü­ tün vasıflarını taşıyan bir destan ola­ caktı. Oğuz destanının parçaları (me­ selâ Bay Böyrek) Anadoluya geçmiş­ ti. Bunun yanında Battal Gazi, Hazreti

Ali Cengi, Hamzaname, Şah Maran ve

daha sonra Kerem. Âşık Garip, Köroğ- lu, Tahirle Zühre destanın kahraman­ lık devrini tamamlayan bütün lirik hikâyeleri teşkil ediyordu. Fakat Os­ manlI saltanatı İslâm idealini tekrar üniverselleştirmeye kalktığı için ede­ biyat İslâm klâsiğini yeni tarzda de­

vam ettirdi. Zümre edebiyatı oldu, gözünü kulağını halka yumdu, «par­ mak hesabı ve Acem basması» diye kendi destanını inkâr etti. Onların uzun müddet, gerçekten gerilemesine ve unutulmasına sebep oldu. Bununla beraber, aydınların bu gafletine rağ­ men halkın vicdanı kendi kaynakları­ nı unutmadı. İhmale uğrayan bütün döküntülerini altı yüzyıl sakladı. İs­ lâm hamlesi hiçbir zaman bir Türk reformu şeklini alamadığı için halkın arasına yalnız Garipname, Muhamme- diye ve Mevlud’la, edebiyatm nisbeten en zayıf eserlerde girebildi. Bir Mes- siade’a, bir «Kaybolmuş Cennet» e, bir «Kurtulmuş Kudüs» e karşılık Mu- hammediye veya Mevlûd çok sönük kaldı. Türk destanı ise Hazreti Ali ve Battal’dan Kerem’e ve Alp-erenler’e kadar bütün şekillerde Oğuz destanı­ nın izlerini halk dervişliği içerisinde

devanı ettirmişti. Müşahhasın ve hal­ kın edebiyatımızda gücünü kaybettiği devirde bu destanın parçaları İçtimaî şuur-altında devam etti. İstiklâl Sa­ vaşı ve milli duygunun uyanmasından sonra gözümüzü yeniden kişiliğimize çevirmenin zamanı gelmiştir. Türk sa­ natı romantizm modasından önce ve sonra, onun yapma eserlerine bağlan­ madan, kendi köklerini aramaya çık­ mıştır ve tekrar çıkacaktır. Destan va- ratma gücü bir milletin gençliğini, saf­ lığını ve canlılığın! kaybetmediğini gösterir. Bu yaradış trajedi, dram, li­ rik şiir, hikmet ve felsefe şiiri halin­ de yeni yeni mahsullere temel olduğu zamandır ki, yalnız mısralarile değil, bütün edebi nevilerile bir milletin sa­ natı yaratılmış olur; ve bir milletin sanatı ne kadar millî ise dünyaya o kadar yeni seslerle hitap edebilir ve herkesin malı olabilir

(10)

DOLAMBAÇLI SOKAKLAR, İÇLİ İNSANLAR MEMLEKETİ

S

İ

N

O

P

• Ahmet Muhip Dıranas •

K

ORKUNÇ dalgalarla boğuşan gemicilerin,

bütün tariıh boyunca, Karadenizdeki sığı­ nağı, biricik limana bir sabah vakti gir­ di*;. Yaz ortasıydı. Son yangından arta ka­ lan dişler gibi burçları sırıtan o yıkık dökük tarihî suı u^ ve her türlü meyva ağaçlarıyla bu eski, yorgun, unu­ tulmuş kasaba n ahzun başını yarımadanın yastığına da­ yamış, daha uyuyor gibiydi. Bizi vapurdan almıya gele­ cek kayıklar bile neden sonra, isteksiz isteksiz ya­ naştılar.

Salapur kayığın içinde durgun sulara dalmış düşü­

nüyor, gaı-ipleniyordum: Eski günleri mi düşünüyor­

dum, o bahtiyar çocukluk günlerini - çünkü ben bu ka­ sabadanım - yoksa, burasının garip kaderini paylaşma­ ya mı hazırlan.yordum, bilemem. Sularda arada bir yü­ züm yalkıyordu. amma sonra bir kürek çarpışı de­ nizi bozuyor, bi ni gözlerimden siliyordu. İnsan ne de çabuk duygulanır: Çizerinde küçük yelkenliler yüzdürdü­ ğüm zamanki yüzümü gösterseydi ya bana bu sular, ya­ hut da - hey gidi tarih! - Pervane oğlu Gazi Çelebi’yi; Ce­ neviz gemilerini delip batırmak için insan gücü üstünde bir dayanı ile suyun altında yalpına yalpına, balık gibi, torpil gibi giden Sipop hükümdarı Gazi Çelebi’yi! «Ce­

sur, cenkçi, yüzücü idi. Denizin içinde uzun zaman

kalabilirdi ve bu mahareti sayesinde düşman gemile­ rini deler, batırırdı.»

Fakat sularda bezgin küreklerin yaptığı kırışıklardan başka hayal yoktu.

Ortaçağın içine düşmüşüz duygusunu veren dar, sık dönemeçli, üzerine ahşap evler kapanmış sokakları bir riiva içinde gibi yürüyüp geçiyordum. Harap bahçe du­ varlarından, çitlerden, kapı parmaklıklarından, ıtır, sar­ dunya, incir, yaban hurması ağaçları taşıyordu. Pencere kenarlarında ıtır, sardunya saksıları diziliydi. Bozuk kal­ dırım taşlarının aralarında otlar yeşermişti. Bu otlar sakin, tenha, az basılan sokakların süsüdür. Sonra, adım başında bir viranelik, bir yangın yeri; ısırganlar, kötü kokulu sarı çiçekler açan otlarla dolmuş, islerini ne yağ­ murun, ne rüzgârın, ne zamanın silebildiği ocak kalın­ tılarıyla - hayır dualı ocaklar - garip, ıssız, boynu bü­ kük, memleketimin her kasabasında, her sokağında rast­ lanan viraneler, yangın yerleri... Bu Sinop, son yarım asır içinde üç mü, dört mü büyük yangın gördü. Amma bütün bunlar bana, anlaşılması güç bir gönül rahatlığı da veriyordu. M. Ş. E. nin o harikulâde hikâyelerinden birinde anlattığı gönül rahatlığını: «Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar cehennemin tâ ortasında ya­

sıyorlar. Benim dedemin evindeki o gönül rahatlığı

neydi, onu bulamıyorum.» Yahut da şarkın kahrolası te­ vekkülü. Biz böyleyiz. Bütün bu dekor ve eşya, Diyo- jcnin «Gölge etmeyin başka ihsan istemem» diye altın­ da sere serpe uzandığı bir eski zaman güneşinde yıka­

nıyorlardı. İskender, ihtirasının kıtalara doymadığı

devirde bir güneş ve denizle yetinen bu şanlı dilencinin, korkunç sinikin Sinop’ta yaşadığını düşünmek bana bu şehir adına gurur veriyordu. Ne adam. Mağrur onun sı­ fatı bile değil. Yenilmiş Atmalıların yenen İskender'i Diyonizos tanrı diye ilân ettiklerini duyunca: «Öyleyse beni de Serapis diye çağırınız!» diyor. Serapis dediği o zamanki Sinop tanrılarının büyüğü. Çıplak gezerken giyinik, açken tok bir garip.

Misafir olacağım eve varmak için yıkık kale duvar­ ları arasından geçiyordum. Oysa ki otuz yıl önce şeh­ rin bütün surları sağlamdı. Biz çocuklar bir tarafından çıktık mı bu surların üstüne, bütün kasabanın etrafını fırdolayı dönerdik. Şimdi kala kala bir kaç burçla şehrin ortasına doğru düşen ve saat kulesi hizmetini gören Roma üslûbunda bir kale kalmış. Daha eskiden, bura­ da Rumlar varken, gece oldu mu, surun kapıları kapa­ nır, dışardakiler dışarda, içerdekiler içerde kalırmış. Canlı ve hareketli olan Rumlar, yarım adaya doğru o- lan kısımda ve kale dışmdaydılar. Kenar boyunca kah­ veleri, çalgılı gazinoları, meyhaneleri vardı. Onlar yaşa­ masını, müslümanlardan daha iyi biliyorlardı. Yaz ge­ celerinde liman gezi sandalları ve balıkçı kayıklarının meşalelerde lâle tarlasına^ benzerdi. Şarkılar, kahkaha­ lar.. Bütün o yangınlardan ve harp felâketlerinden son­ ra, hepsi bir hayal oldu. Şimdi o şarkılarla, meşalelerle, şarap testilerde, güzel balıkçı kızlarının aşklarile dolu yapımlı kıyılarda iki dalyan ve bir de su kesimi kırmızı, bordası yeşil hafif rüzgâr ve dalgacıklarla yalpalanan, resimlerdeki gibi, bir balıkçı kayığından başka bir şey görünmüyor. Rıza Nur kütüphanesi olan büyük bina da tek başına kala kalmış. Üst tarafı, koklayacak kimsesi olmıyan bir yosun kokusu...

İnsanları da ne kadar sessiz, güzel, asil, filosof insan lardır. Yüzleri kırışmaz. Çok az konuşur, hiç hayret et mezler. Bir kelimeyi bir, ikinci defa tekrarlamayı külfet sayarlar. Yalan bilmezler, köylerinde kan davaları o- lur amma hırsızlık edilmez. Meşhur hapishanesinde ka­ til suçundan hükümlüler yatar, hırsızlar değil. Çabuk sevmezler, hattâ ilkin soğuk davranırlar, amma bir de­ fa sevdiler mi ölene kadar bağlanırlar. İstipdat devri­ nin senelerce gönderdiği sürgünlerden merhameti, hür­ riyeti ve büyü'.; misafirperverliği öğrenmişlerdir. Son­ suz tembelliklerini, iktisadi hayatın yokluğundan, işsiz­ likten, hayat durgunluğundan gelme bir çaresiklik de ğil - tuhaftır - bir asâlet verdisi sanırsınız. Fakat hiç şüphesiz eskiden böyle değildi: Bütün kış, öbür yanda Karadeniz göklere çıkarken, liman bir yelkenli gemiler yatakhanesiydi. Baharın gelmiş olduğunu, çözülen pa­ lamarlardan, ekilen yelkenlerden, gemici şamataların­ dan anlardınız. Yüzlerce yelkenli beyaz, kıvrak martılar gibi sağa sola salınırdı. Şimdi o durgun sularda, yahut

(11)

öbür tarafta Karadenizin karanlık dalgaları arasında kalebentlerin teknesini ceviz, yelkenlerini kavak ağa­ cından yaptıkları küçük, sanatkârane, biblo yelkenliler dolaşıyor. Hele eski Mitridat devrinin, yahut Romalıla­ rın, yahut Osn:anlı imparatorluğunun bura tersanele­ rinde yapılan muhteşem kadırgaları hep birden bir se­ fere çıkmışlar; çıkış o çıkış, bir daha dönmüyorlar. Bel­ ki rüzgârlarında hâlâ sallanan mendiller, ıslak havasın­ da gözyaşları vardır. Amma onları da biz görmüyoruz.

Bir gün, yarım adanın sırtlarına doğru her iki de­ nizi görür, havadar, manzaralı bir yerde mütevazı bir türbe içinde yatan evliyadan Seyit Bilâl’i ziyarete git­ tik. Ben, karım, taze bir dul kadın, iki de çocuk. Mü­ bareği ziyaret ettik. Çeşmesinin soğuk suyundan içtik. Büyük çitlenbik ağaçları altında serinledik. Denizi, in ­ cecik boyun üzerindeki şehri, artık seyrelmiye başla­ mış zeytin ağaçlarını seyrettik. Bir aralık, genç kadı­ nın türbeden içeri bir hayal gibi süzüldüğünü gördüm. Orada yapayalnız, heybetli, lâhdin önünde, beyaz baş-' örtüsünün altında namaza durmuştu. Bir ışıktı da ağı­ yor gibiydi. Sinoptan başka hiç bir yer görmemiş, pek kısa süren bir saadetten sonra kocasını kaybetmiş bu mahzun dul, bütün o dertli Anadolu kasabalarının başı eğik insanlarının sembolü idi. Onlar sanki bu dünyada, bu asırda değil, başka bir yıldızda ve başka bir zaman­ da yaşarlar. Şüphesiz ki, Allah bizimle değil, onlarla beraberdir; onlarla, o mahzun, dul, fakir, gengöniillü Anadolu insanlarile...

Anadolu, bir çok tanrılara taptı. Sinop da öyle, Şelı rin ne zaman kurulduğu bile belli değil... Asurlardan öteye... İlk çağlarda yıldızlara taparlardı. Asurlularla birlikte gelen bu yıldız kültürünün, şehrin ismile de il­

gisi var. Ay tanrısı Sin adını bu şehre ibadetile birlik te getiren göçmenlerden bugün bir yazıt bile yok. O tanrılar, çoktan ölüp gitmişler de yerlerini nice nice başka tanrılara bırakmışlar. Yarı Mısır tanrısı Serapis gibi.. İmparatorların bile tanrılaştırıldığı olmuş.. Her ne pahasına olursa olsun, Allah yaratmak.. Nihayet, Bi- zansla, bir hıristiyanlık gelir. Kiliselere, mezar taşları­ na haç koyar, böylece de yüz yıllar süren put tapınak­ ları terkedilip kurbanlık hayvan pazarları kaldırılır. Amma ufukta hilâlin muhteşem gölgesi belirmiştir: Ar­ tık Türk bayrağı dalgalanacak; Alâeddin Camisinin sü­ lün gibi minaresinden akşam sabah ezan sesleri gelecek. Sinop’un yeni kurulan müzesinde binlerce yıllık tarihî akışın taştan anıtlarını görebilirsiniz. Amma ne çıkar?

Evet amma ne çıkar? Sinop, o güzelim orman, mey- va, liman ve tarih memleketi, bugün yorgun, yanık, ha­ rap ve fakirdir. Bu âkıbet onun uzun süren, dağdağalı, kararsız, çok defa kanlı amma her zaman medenî ve

namuslu tarihinin kaçınılmaz bir kaderi midir? Ben

Türkiyenin hiç bir * erinde bugünkü Sinoplu kadar mü­ tevekkil, sessiz ve bekliyen, her şeye rağmen bekliyen insan görmedim. Sinoplu, zaten güzel olan yüzü, tevek­ k ü lü n de kattığı bir ruh olgunluğu ile az insanda görü­ lür bir aydınlığa sinmiş, öyle bekliyor. Neyi? Hiç şüp­ hesiz vatanın güzel günlerini... Beyaz limanını gemile rin, kayıkların, vinç seslerinin, gemici şarkılarının dol­ duracağı, yıkılmış kibrit fabrikasının hâlâ ayakta duran bacasından dumanların tüteceği, balıklarının, meyvala- rının, bürümcüklerinin uzak ülkelere denk denk gön­ derileceği mesut günleri... Evet! Yoksa onda bugün öl­ müş medeniyetinin başını bekliyen bir tiirbedar hali var.

(12)

KIYMET HÜKÜMLERİ—ı

C E M İY E T İ KON UŞTURABİLM EK

• Samet

SNTABULDA mektepli bir çocukken her sabah «Çalı Kuşu»nun hazin ma­ cerasından, o gün anla­ tılacak kısmını heyecanla beklediği­ mi hatırlıyorum. «Nur Kaba» nın ih­ tiraslarını iyice kavramak için roma­ nını yatakta okuyordum. «Vurun Kah­ pe» yi bir çok yerlerinde dişlerimi gıcırdatarak, bir çok yerlerinde ağlı- yarak, sayfa sayfa ezberlemiştim. «Ak­ şam Güneşi» bende garip ve şahsıma ait düşünceler yaratmıştı. «Kalb Ağ­ rısı» hayalimde âşık olduğum ilk ka­ dın tipinin hatlarını çizdi.

Sonra diğerlerini okudum. «Pey.ımi Safa», «Sadri Ethem», «Falih Rıfkı» gençlik çağlarımın heveslerini doğur­ dular. «Sait Faik» ve «Sabahattin Ali» ile birlikte, bir zamanlar yeni roman ve hikâye neslinin birincilerinden bi­ risi olmayı tahayyül ettim. «Abdülhak Şinasi» yi çölde serin bir pınar başı gibi karşıladım. «Ahmet Hamdi Tan- pınar» ın suyunu daha berrak, daha lezzetli buldum.

t Bana dostumun oğlu diye hitap e- den «Yahya Kemal»i; ölümünden bir gün evvel tanıdığım «Ahmet Haşim»i yalnız sevdim. «Cahit Sıtkı», «Ahmet Muhip», «Kemaletlin Kami», «Ömer Bedrettin», «Necip Fâzıl», «Behçet Ke­ mal» ile sanat, cemiyet ve siyaset ü- zerinde münakaşalar yaptım. «Orhan Veli» nin karşısında bir şaşkınlığa uğ­ radım. «Fâzıl Hüsnü» de öyle satırlar buldum ki sanki onları ben yazmış­ tım.

Ve bir gün kendi kendime şu sual­ leri sordum:

Ağaoğlu «

Toprak ne verdi? Toprak ne veri­ yor? Bütün bu ağaçlar, bu dallar, bu çiçekler, bu topraktan mı gıdalandı- lar? Bu topraktan mı kuvvet ve ha­ yat aldılar? Toprağa bakarak onları, onlara bakarak toprağı anlıyabilir mi­ yiz?

15u yazıları edebî bir tenkid diye al­ mak doğru olmaz. Ben, cemiyet ile onun, sanatını vç fikrini yapmak ve temsil etmek mevkiinde olanlar ara­ sındaki ahengi araştırıyorum.

Bütün bu insanlar, cemiyetin yirmi dört saatlik hayatının her hâdisesine hâkim olan kıymet hükümlerini bu­ lup tesbit edebildiler mi?

Bu hükümler yüksek yerlerde baş­ ka, ovalarda başka, deniz kıyılarında başka olabilir. Fakat hepsinin birleş­ tiği noktalar vardır. Bu noktalan bu­ lup meydana çıkardılar mı?

Milyonlarca ferdin içinde kaynayıp bir halita haline geldiği potadan za­ man zaman yükselen başlann, yine âteşin alevleri arasında kayboldukla­ rını görüyoruz. Bazan da potanın cev­ herini bir macun gibi çekerek sttzen- ler var! Onlar bize macunu tattıra­ caklar! Acaba aldığımız tad macunun gerçek lezzeti midir? Yoksa macun, kıvamını bulmadan mı süzüldü? Süz­ geç mi bozuk?

İşte bu yazılar, bu suallerin cevap­ larını vermeğe çalışacaktır. Onlarda kendilerini isim ve eserleri ile bula­ cak olanlar, şahsî değerlerini değil, cemiyetle olan alâkalarını arayıp bul­ mak yolunda olduğumu daima gözö- nünde tutsunlar!

Ş E H İ R L E R

ve

İ N S A N L A R

Şehirlerden geçtim: mevsimler

içinde, İnsanlar gördüm: çeşit çeşit. Kaderleri beraberdi

Bu şehirlerle bu insanların, Onlar beraber hayata doğar Beraber ölüme giderdi...

.Şehirlerden geçtim: mevsimler içinde. Alışmışlardı çileye

İnsanları kadar, Boy boy, sıra sıra

Evler vardı bu şehirlerde. Kışın baca tütmez

Yazın bülbül ölmezdi Bu evlerde

İnsanlar gördüm: çeşit çeşit Kiminin babası şehit Kiminin kendi gazi, Kimi hasta yatağında. Ama sevince ölesiye sever Döğüşünce kazanmeaya Bunlar hepimizin dostu Bunlar hepimizin kardeşi...

Hep bu dostlar, bu kardeşler Fabrikaların bacasını tüttüren Çalıştıran makinaları

Asker olup sınırları bekleyen Toprağı cömert yapan dört mev­

sim. Hep bu dostlar bu kardeşler Alabildiğine hür gönülleri Ve kendileri düşüncelerimizin Başladığı noktada,

Sadece onların değişmeyen kaderi Ve onların acıları ortada...

RECEP BİLGİNER

--- . n J

f--- Yedi Hasta V a r --- :--- 1

Vşgfr ühulet Kitabevi sahibi Semih Lûtfi Erciyas, Ethem İzzet Beni- ce’nin «Beş Hasta Var» isimli romanını yeni basmıştı. Dükkânı, bu kalın kitabın yüzlercesile dolu idi; Aradan günler geçtiği halde ek­ silmek de bilmiyordu. Gelene, gidene dert yanmıya başladı; içlerinden birisi, gayet ciddi bir eda ile şu teklifte bulundu:

— Kabını yeniden bas.

Kitapçı, kendisine çıkar yol gösterilmiş gibi sevinerek: — Kaba bir resim filân koysam satılır mı dersin? Sualini sorunca öteki gülerek cevap verdi:

— Hayır, resim filân koyacak değilsin; sadece ismini düzelteceksin; «Beş Hasta* Vaf» yerine «Yedi Hasta Var» ^koyacaksın. Hastanın beşi kita­ bın içinde; bir, yazan; bir de basan; yedi eder.

• --- ıı

(13)

Bugünün Işığınd a Eskiler :

Ahmet Hamdi Tanpınar'a

Göre

Ahmet Nedim Efendi

N

EDİM’de bir bakıma göre her şey ananeden gelir. Neşesi,

humarı, istihzası, hayat karşısındaki rindane vaziyeti, pitores­ ke olan meyli, gündelik hayat ve mahallî renkler aşkı, istenirse, ve şüphesiz çok haklı olarak, kendisinden evvelki şairlerde, - Bâki’de, Yahya Efendide, Nef’i’de ve diğer On Yedinci asır şairlerinde - az çok örnekleri bulunabilecek şeylerdir. Bununla beraber bu karşılaş­ tırmalardan vazgeçip de, bu şairi kendi içinde ele alacak olursak, onda kendisinden evvel gelenlerden ve hattâ zamanındakilerden ayrılan, reali­ te ile hepsinden başka ve çok daha sıcak bir şekilde kaynaşan bir tarafın mevcut olduğunu görürüz.

Alelâde pitoreskle kâlmıyarak, yüksek resme erişmiş, lirizmine o za­ mana kadar tatmadığımız hususiyetler katmış ve zaman zaman olsa da, hayat ve tabiat karşısında eski sanat’.erimize hâs olan o çok bilgili ve he­

saplı safderunluktan sıyrılmanın yolunu bulmuştur. (O safderunluk ki

bütün orta zaman sanatkârlarında müşterek bir vasıftır.) Ancak Nedim ledir ki iç âlemini ve duygularının verimlerini kitaptan gelen modaya göre tanzim etmiş şairlerin arasından çıkarız. Bu büyük sensitif, duyduk­ larını olduğu gibi vermeyi tercih eder. Gözün, kulağın, derinin verimle­ rini mücerret tezyini bir motif olarak kullanmaz, onları yaşaı, göıür, işitir, derisinde duyar. Bize bir nevi modern ruh gibi görünmesi bu yüzdendir. Medrese şakasının ve göreneğinin dışında, çok canlı bir sen­ sualité, onun şiirini, eşine ancak bazı kadîm şairlerde veya çok yeni garp­ lılarda tesadüf edebileceğimiz bir nefes ve cazibe ile doldurur. Eski ha­ yatın şiirimize sızabilen akislerini Nedim’den evvelki şairlerde, bazan bir minyatürde, çok defa da bir halı deseninde seyreder gibi beğeniriz. Nedimde ise, birden geniş tabiate bir pencere açılmış gibi, kısa bir an için dahi olsa, yer yer büyük resmin hususiyetini veren şeylere: mesa­ feye, genişlik hissine, üç buut vehmine çıkarız. Onun bahsettiği güzel­ ler, bir derinlik ortasında ve bir zemin üzerinde, güneş ışığında kımıl­ danırlar. Gölgenin yerini, gölgesini beraberinde taşıyan mahlûk alır. O kadar ki bazı mısra vè beyitleri, zihnimize, büyük resim veya heykeltıa- şideki kardeşlerile beraber gelirler. Nedim, saati, anı, kendi ışığı ve bera­

berinde taşıdığı derunî hâletle yakalamasını bilir. __

Belli ki Nedim, hayatın, tabiatin, arzuları, hevesleri karşısında ken­ disini serbest bırakmaktan hoşlanıyordu. Ara sıra olsa bile duygularını

mazmune tercih etti. Gazellerinde, şarkılarında ve bazı kasidelerinde

kendisi yaşamayı istedi. Neşati’nin, Nali’nin - o kadar çok benzediği - Ne- dim-i Kadîmin, âdeta kendisi için hazırlamış oldukları mısraı, girift maz­ munların yükünden hafifletti, sadece ses taşıyan sihirli bir mahfaza yaptı. İstanbulu ve insanlarını keşfetti. Güzeli, sokakta, seyir ve bayram

yerinde, yani hayatın ortasında gördü... •____ _____

Muasırlarının bu şiiri ne dereceye kadar anladığını, bugün tayin et­ mek güçtür. Muhakkak olan taraf, bu şiirin dilde ve görüşte getirdiği yeniliklerden ziyade, bazı dış hususiyetlerinin dikkati çekmiş olmasıdır.

Yahya Kemal’e kadar bizde «Nedimane şiir» in mânası uçarı çapkınc lık ile mahallî zevke inhisar eder. Ve yalnız Namık Kemal, o da büsbü­ tün başka bir zaviyeden olmak şartile, onun getirdiği yeniliği hakkilo takdir etmiş olur. Yoksa/çapkınca mazmun, Nedim’den çok evvel şiiri­ mizde vardı ve mahallilik, şiirimizin İran edebiyatı karşısında bir nevi hürriyet atusu olarak mevcuttu. Nedim’in sesini, eşya ile duygularının temasa geliş tarzını, mısraa verdiği bükülüşü ve bu mısraın hafifliğini eskiler farkedemediler. On Sekizinci asrın ilk yarımında Türk şiirinin orkestrasında birdenbire uyanmış olan bu zarif ve muhteşem saz, mem­ leketteki fikir hayatı müsait olsaydı, şüphesiz bütün edebiyatımızı de­ ğiştirecekti.

.

Ş A D I K V A M

.

Anam, babam hâlâ uykusundadır Nasıl gıpta etmem müezzinlere? Yıldızlar şafağın korkusundadır, Selviden ilk ışık düşüyor yere. Tanrı âşinâdır ses âhengine Gölgesi değil mi şu süzülen nûr? Güvercinsiz kalsa şadırvan, yine Ruhuma bir sükûn bağışlar durur. Yolculuğa kuşluk vakti çıkılır, Bu ak şadırvanda yıkanır yüzler; Sular yükseldikçe düşer, yığılır Burada geceye döner gündüzler.

Melekler kadar saf, temiz ve sessiz Tek tek geliyorlar abdest almağa. Ağaçlar uykuda, dallar nefessiz Onlar da hevesli uyuklamağa. Ak sakallı, yeşil sarıklı dedem, Ellerimi yıllar var ki bıraktı. Ne testim var artık, ne kuşlara yem Bu gece şadırvan içime aktı...

OSMAN ATTİLÂ

SE SLE R

—.

Yelde yaprak hali verir gönlüme Etek şeşi, yağmur sesi, dal sesi. Dile gelmek için nedir kelime? Kanat sesi, kamış sesi, tel sesi. Bağrımıza basmıya taş yetişir. Coşmamıza bir damla yaş yetişir Gayri bize tesirsiz, boş, yetişir Altın sesi, kadeh sesi, el sesi. Elin olsun sandalyalar - sırmalar, Biiyiik yerden sahte hatır sormalar, Bir gün gelir bizi sarar sarmalar, Öksiiz sesi, yetim sesi, dul sesi. Al kanımız, ufuklara bulaşmış; Hilâl, gökten inmiş, elde dolaşmış; Sayemizde üç kıtaya ulaşmış Tanrı sesi, kılıç sesi, nal sesi. Gönül, susuz; su içemez ırmaktan. Biz bitmişisz sana uzak durmaktan,-. Kısık kısık: bitkin seni sarmaktan Keten sesi, ipek sesi, şal sesi. I Âşık Ömer! Gemin vurmuş kıyma.

Ay mı düştü, yar mı geldi suyuna? Kulağına gelil olda ooyunu Yelken sesi, 1 :rek sesi, sal sesi.

Ankaralı Âşık Ömer j

•---• 11

Referanslar

Benzer Belgeler

Fakat Curiosity’nin sönmüş bir volkanın etrafında yaptığı ölçümlerde yüksek miktarda feldspata (granit türü kayaların içinde bulunan bir mineral türü)

[r]

Kurşun kalemin ucu büyüklüğündeki bu çipler, Çin’de üretilen ve sunucuların çalışması için gerekli olan elektronik kartlara, bu kartların siparişini veren

Basın özgürlüğüyle ilgili çeşitli başkentlerde yapılan toplantılara Türk gazetecisi olarak katılan Nadir Nadi, 1950'den bu yana Uluslararası Basın

İstanbul Boğazı’nın Dolmabahçe Sarayı ile Boğaziçi Köprüsü arasındaki sahil dinde yer alan Çırağan Palace Hotel Kempinski, Türk turizminin yüz akı oldu,

Sanatçının Koşuyolu’ndaki evin­ de yer alan “ Aka Gündüz Köşesi” ilginç görüntülerle ekranlarımıza ge­ lirken, eşi Süheyla Kutbay, oğlu Hakan Kntbay, yakın

Ulu çınar altında, üzeri çıplak masada, Her tarafı dökülen Bir hasır sandalyede Elinde demli çayı Ve de nargilesiyle Bir dev şâir yaşamakta ölümsüz Yahya

Zamanın dışına çıkma, görünen varlıklardan uzaklaşma; loş aydınlıklarda yaşama-, düşlü durumlar içinde bu­ lunma; anılara bakarak onları bir daha