Şenol Turan, bir sonbahar günü açtı gözlerini. Doğu Ka ra deniz’de ana sütü Türkçeyi, Mektebi Sultani’de Fransız
ca ve Osmanlıcayı, University of Central Florida’da İngilizce
yi öğrendi. Hiçbiri yetmemiş olacak ki, Anadolu’da, tatlı bir dil arayışıyla mülki idare amirliği yapmaktadır. Meryem’in, hem oğlu hem babasıdır.
Alaturka Münzevi
ALATURKA MÜNZEVİ
Ya zan: Şenol Turan
Ya yın hak la rı: © Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.
Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz.
1. baskı / Mayıs 2016 / ISBN 978-605-09-3467-0 Sertifika no: 11940
Kapak görseli: © Levni (Sazendeler) Çizimler: Hatice Şentürk
Baskı: Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti.
Evren Mah. Gülbahar Cad. No: 62 / C Güneşli - Bağcılar - İSTANBUL Tel: (212) 515 49 47
Sertifika no: 11965
Doğan Eg mont Ya yın cı lık ve Ya pım cı lık Tic. A.Ş.
19 Ma yıs Cad. Gol den Pla za No. 1 Kat 10, 34360 Şiş li - İS TAN BUL Tel. (212) 373 77 00 / Faks (212) 355 83 16
www.do gan ki tap.com.tr / edi tor@do gan ki tap.com.tr / sa tis@do gan ki tap.com.tr
Alaturka Münzevi
Şenol Turan
“Bu romanda anlatılanlar, biri hariç, tamamen hayal ürünüdür.”
“Mutlu olduğun vakitlerde birdenbire hüzünleniyorsan birisini çok özlüyorsun demektir.”
Anneme...
İçindekiler
1 / Godot’yu beklerken ömrüm kış oldu ... 17
2 / Neslihan Gerede’nin portresi ... 37
3 / Kış güneşi ... 54
4 / Abrakadabra ... 73
5 / Absürd manifesto ... 92
6 / Si bemol ve fa diyez ... 115
7 / Galata’da bir münzevi ... 131
8 / Sarkaç ... 147
9 / Bekle ve gör ... 173
10 / Portakal çiçeğine ağıt ... 188
11 / Ve melankoli ... 205
Ekler ... 211
1
Godot’yu beklerken ömrüm kış oldu
‘’Zaten küçüklüğümden beri kavgalıyız şiirle. Şair olsaydım başka türlü anlatırdım. Lakin böylesi uzun bir hikâyeyi tek bir satıra sığdırmak zor! Yekten susuyorum. Diyeceğim, bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum. Ama ‘z’ harfi hariç.’’
“Kış turizmi” yazacağıma klavye sürçmüş, “kız turizmi” yaz
mışım. Kıyamet koptu. Vali aramış, belediye reisi aramış, yet
memiş vekil devreye girmiş. Rıfat denen köpoğlusu geğire ge
ğire, “Kovuldun!” dediği vakit az kalsın ikinci cinayetimi işle
yecektim.
Doğrudan bana ulaşan yok. Dünya yansa hiyerarşik duru
şumuza halel gelmez. Böyledir bu iş. Vekil patronu, patron yazı işlerinden sorumlu Rıfat denen o hergeleyi, o bastıbacak hıyarağası da beni. Haliyle küfür merasimi de bu silsileyi ta
kip ediyor. Vekil patrona basmış fırçayı.
“Nasıl iş yapıyorsunuz siz? Böyle olur mu!? Pezevenk mi
yiz biz?!”
Bana gelinceye kadar dozu epey katmerlenmiş olacak, Rı
fat denen hıyar, “Lan pezevenk” diye başladı söze. Gazete
nin yayın ilkelerinden dem vurdu. Şehrin kanaat önderlerine açıktan bir güzelleme yaptı.
Dışarda kar, tipi, fırtına. İçerde de durum pek farklı değil.
“Lan” diyor; çıt yok.
“Ulan” diyor; çıt yok.
“Eşşoğlu” diyor; çıt yok.
“Köpoğlu” diyor, gene çıt yok.
18
Nasıl olsun? Bu karda kıyamette yeni bir iş bulmak ne
redeyse imkânsız. Haliyle başım önümde dinliyorum. Edi
tör bozuntusu Rıfat’ın yamağı Arif de buldu ya fırsatı, ateşe odunu verdikçe veriyor. Gözlerini belertmiş, “Böylesine kor
kunç bir hata gazetemiz tarihinde olmuş değil, hâlâ inanamı
yorum” diyor. Sanırsın The New York Times başeditörü. Rı
fat hız kesip de azıcık soluklanayım dese müsaade ettiği yok.
Vurun kahpeye misali başlıyor, “Böylesi fahiş hata...” türün
den ateşe körükle gitmeye. “Ulan it” diyorum içimden, “şu kasırga bir dinsin, biliyorum sana yapacağımı.”
Kasırganın bittiği falan yok. Rıfat, havada yumruğunu sallıyor, sandalyeleri tekmeliyor. Elinden gelse boğazıma sa
rılacak, linç edecek. Kapalı bir mekândayız ama çıkardığı ses patronun kulağına kadar gidiyor. Gazete dediğin göt kadar yer. Esnaf lokantasından bozma boktan bir yerde çalışıyoruz.
Dün gibi hatırlıyorum, Rıfat’ın masasının olduğu bölümde üç yıl önce döner kesiyorlardı.
Aklınca patrona yaranma çabaları. Mesaj veriyor ibne.
“Suçun tamamı bu deyyusta. Bak, nasıl hakkından geliyo
rum. Daha dur, fitil fitil getireceğim burnundan.”
“Ulan pezevenk” diyorum. Yine içimden tabii. “Bostan kor
kuluğu musun? Hadi ben haberi yaptım, ettim içine, ‘kış’ ye
rine ‘kız’ yazdım; sen bu gazetenin yazı işlerinden sorumlu müdürü değil misin? Senin gözünden niye kaçtı?”
Benim gibi hayatta tutunacak bir dalınız yoksa son ana kadar ağız kokusu çekmeye mahkûmsunuz. Geri vitesi
niz hep olacak. Birileri ağzına geleni söyleyecek, siz de din
leyeceksiniz. Gerçi kabahatin büyüğü bende. Büsbütün ma
sum değilim. Çok büyük bir hata yaptım, kabul ediyorum. O Allah’ın cezası “ş” yerine “z” harfi denk gelmeyeydi iyiydi. Ne olurdu “y” harfi olsaydı? Alt tarafı baskı hatası der geçilirdi.
Ama şimdi durum farklı. Koca bir şehir töhmet altında. İn
sanda biraz da şans olacak.
19
Bütün “hoşgörümle” dinledim Rıfat’ı. Yarım saat daha de
vam etti. Hem nalına hem mıhına. Diline ne gelirse artık.
Ağzı da pis pezevengin. Her şey kabulüm. Bekliyorum ki,
“Bir daha olursa...” diye başlayan bir cümle kursun. Malum, daha önce de izah etmeye çalıştım, bu karda kışta işsiz güç
süz aç sefil dolaşmak...
Namussuz herif inat etti, kurmadı o cümleyi. Belli ki tanrı
lar kurban istemiş. Elinin tersiyle okkalı bir “Siktir!” çektik
ten sonra beni vezneye yolladı. Kapalı, pis bir zarfın içinde üç beş kuruş para sıkıştırdılar elime. Veznedar bizim Hakkı. İyi çocuktur. “Takma kafana abi” dedi, “bugünler de geçer.” Sırtı
mı sıvazladı, kapıya kadar yolcu etti. Üzerime birden alatur
ka bir miskinlik çöktü. Ara sıra yoklar böyle. Son bir saat için
de işittiğim hakaretin haddi hesabı yok. Buna rağmen hiçbir şey olmamış gibi doğru Alaaddin’in kahveye gittim. Masa üze
rinde sergilediği piştovun yanında eski bir ayna vardı. Karşı
ma geçip oturdum.
Söylemesi zor, kestirmesi güç. Tuhaf bir hal içindeyim. Ga
zeteden Alaaddin’in kahveye gelinceye kadar o kısa sürede inanılmaz üşüttüm. Zangır zangır titriyorum. Öte taraftan başıma gelen şu hadise. Herifçioğlu açtı ağzını yumdu gözü
nü. Ağzına ne gelirse. Ölesiye vurdu. İtin bilmem neresine sokup sokup çıkardı.
“Gariptir” demedi.
“Yazıktır” demedi.
“Günahtır” demedi.
Öyle bir vurdu ki, vallahi helal olsun. Tuttu bir de kapının önüne koydu. Öyle bir koydu ki, ne zamandır nasıl bir ruh hali içinde olduğumu anlamaya çalışıyorum.
Sorularımız mı yabancı bize yoksa cevaplarımız mı? Bana kalırsa sorular. “Neredesin?” sualine “Ankara’dayım!” cevabı
nı vermek abes. Doğruyu konuşalım. “Hakikatte neredesin?”
“Hüzündeyim şu aralar” ya da “çıldırmaya çeyrek var!”
20
“Mutluluğun göğüs hizasındayım.”
“Öyle bir kasvet çöktü ki, yarım oldum!”
“Tam ortasındayım mutsuzluğun!”
“Uyku ile uyanıklık arasında bir yerdeyim.”
Alnına mavzer dayanmış bir adamın nerde olduğunun ne önemi var? Belli ki arafta. Yaşamla ölüm arasında. Adı her neyse artık oranın.
Ben şu an hayret’teyim. İki oda bir salon. Kutu gibi. Hafa
kanlar basıyor tepeden. Isı yalıtımı iyi yapılmamış koca bir apartman. En üst kattayım ama güneş aldığımız yok. Hay
ret! Hayret işte!
Cemil Cengiz’i aradım. En kral arkadaşım. Dostum, karde
şim. Hayatta beni onun kadar anlayan kimse yok. Hayatta bana onun kadar değer veren kimse yok. Bütün sırlarımı bi
lir. Aklımdan geçenleri okur. Uzun uzun anlatmak isterdim ama zaten anlatacağım. Yanında sesli sesli yellenebildiğim tek insan.
O gelinceye kadar iki bardak demli çay içtim. Yaklaşık on beş senedir şeker kullanmadığım için çayın tadını daha iyi alıyorum. Bu mütevazı değişimin hayata dair mühim bir ge
lişme olmadığını itiraf etmeliyim. Bu yaşıma dek zaten haya
tın tadını alamamıştım. Şekere karşı doğuştan gelen asil bir duruşum var.
Yıllardır mahallenin ihtiyar delikanlılarını ağırlayan Ala
addin, bugün yine hınca hınç doluydu. Dışarıda lapa lapa ya
ğan kara inat içeride sıcacık bir atmosfer hâkimdi. Hemen her masa başında koyu bir muhabbet. Kimi nargilesini içer
ken kimi de gazetesini okuyor. Nerden baksanız yaklaşık yüz kişiyiz. Bugün için bir muhasebe yapacak olursak kişi başı or
talama dört saatten kabaca dört yüz saat eder. Yetişkin bir in
sanın, hafta sonu tatilleriyle birlikte ömrünün bir ayına denk geliyor. Dünyanın yedi günde vücuda geldiği söylenir. Bunu düşündüğünüz vakit, zamanı öğüten tuhaf bir yer burası.
21
Bilhassa emekli büyüklerimizin, ömürlerinin son deminde emeklediği bir nevi toplama kampı. Alaaddin halinden mem
nun. Çay ocağının arkasında harıl harıl para sayıyor. Bir de çırak bulmuş. Ateş gibi kerata. Boyu kadar tepsiyle masala
rın arasında mekik dokuyor.
Emekli büyüklerim ne yapsın! Emek verdiği iş hayatından sonra evden de kovulmuş. Memleketin kanayan yarasıdır.
Yıllarca aynı yastığa baş koy, yengelerin vetosuna karşı ko
yama! Ah Francis Fukuyama! “Tarihin Sonu” nedir? Asıl tra
jedi, emekli İhsan Amca ile ev hanımı Şükran Teyze’nin so
nu. Getirsene şu mevzuya esaslı bir çözüm önerisi.
Esasında danışıklı dövüş. Aile saadetinin selameti bu stra
teji üzerine kurulu. İhsan Amca ile Şükran Teyze’yi yaş ke
male erdikten sonra bir arada tutamazsın. Gorbaçov usu
lü perestroyka (yeniden yapılanma) şart! Tazelenme yoksa huzur da yok. Tam bu aşamada Alaaddin ve kahvesi giriyor kadraja. Bakmayın siz, kazandığı her kuruş anasının ak sü
tü gibi helal. Böyle bir kamu hizmeti dünyada yok. Sosyoloji bu konuya eğilmez. Lakin benim iki çift sözüm var.
Derler ki, adamın birisi karısını kaybetmiş. Konu komşu toplanmış başına. Adam, “Beni bırakıp da nerelere gittin!?”
diye feryat figan ediyor. Bir taraftan göz ucuyla ahaliyi süzer
ken bir taraftan da, “Ah kadersiz başım!” diye inim inim inli
yormuş. Vakit gelmiş, hatun kişiyi koymuşlar tabuta. Eş dost, akrabadan dört kişi omuz vermiş. “Bırakmam!” diyor bizim
ki. Asılmış tabuta. Yaka paça tutup bir köşeye çekmişler. “Ge
lin olduğun evden böyle mi çıkacaktın?” diye feveran ederken kadına ayan oluvermiş. Hikâye bu ya, tabutun baş kısmı ka
pının kirişlerine değer değmez dile gelmiş hatun. Kocası dahil şaşkın bakışlar arasında gitmiş sarılmış kocasına. Gel zaman git zaman ikinci kez hak vaki olmuş. Yine benzer bir mera
sim. Ağlamalar, sızlamalar. “Bırakmam, beni de götürün, oca
ğım söndü a dostlar!” Neyse efendim uzatmayalım, tabut yola
22
çıkacak. Dört delikanlı tutmuş bir başından. Tam kapıdan çı
kacakları sırada bizimkinin sesi duyulmuş:
“Aman dostlar, kirişlere dikkat edelim...”
Cemil Cengiz kapıda görünür görünmez iki demli çay söy
ledim. Aslında tavşankanı sever ama aramızda kimsenin bil
mediği küçük bir sırdır bu. Hangimiz diğerine kendi zevkini dayatmaya çalışıyorsa, onun cephesinde işler yolunda gitmi
yor demektir. Bir çeşit Murphy Kanunu. Biz henüz bir isim bulamadık.
“Hayırdır, yüzünden düşen bin parça?”
“Kovuldum!”
“Bir gün şaşırt beni, güzel bir şey söyle.”
“Daha ne olsun, özgürüm artık, esaretim bitti.”
“Geç bunları, anam babam geç bunları.”
“Aşk olsun, bu beşinci işim. Demek oluyor ki tam beş defa müjde vermişim sana. Yetmiyor mu?”
“Beş defa kara haberini aldıktan sonra müjdenin ne mana
sı var?”
“Bak bu iyiydi, bundan aliyyülâlâ Murphy Kanunu çıkar.
“Bırak dalgayı, gene n’oldu?”
Sandalyenin üzerindeki gazeteyi masaya koydum. Kolay
lık olsun diye ilgili kısmın altını çizmiştim. Çabucak okudu,
“Hımmm, bak bu çok orijinal” dedi.
“Az bile yapmışlar, ben olsam seni şehirden bile kovardım.”
“Hatasız kul olmaz, Orhan Baba.”
“Böyle hata mı olur?! Resmen hepimizi pezevenk yerine koymuşsun.”
“Bilerek yapmadım.”
“Şüphem yok. Ama bunlar dikkat isteyen işler. Hata kabul etmez.”
“Rıfat açtı ağzını yumdu gözünü. Epey zılgıt yemiş yukar
dan. Geldi bana patladı.”
“Altında senin imzan var oğlum, kime patlayacak? Al iş
23
te, ‘...Kaymak için eşsiz bir yer. Bu yıl kız turizmi konusunda oldukça iddialı. Kayak takımlarınızı şimdiden sipariş etmeyi unutmayın...’ ”
“Takım taklavat hazır olsun dedim.”
“Yine gevrekliğin üstünde. Vallahi helal olsun. Bence dua et, bu kadarla ucuz kurtulmuşsun.”
“Ya bırak allasen. Bilmiyormuş gibi. Hepsi omurgasız bun
ların. Patron olacak o hıyardan tut da Rıfat ibnesine kadar.
İktidar yalakası artistler.”
“Millet ekmeğinin peşinde oğlum, ne yapsınlar?”
“Rıfat hergelesi geçen hafta gaza gelmiş, Vali’ye atıp tuttu köşesinde. ‘Turizm turizm diyor, turizmden ne kadar anlıyor acaba?’ Yenilir yutulur laf mı bu? Madem söyledin, arkasında dur. Vali çağırıp haşlamış bunu. Bir hafta geçmedi, ‘Vali Bey turizm konusunda çok büyük bir şans’ diye yazdı. Allah bela
nı versin. Bu iki haberi yazdığın kalem gözüne girsin.”
“Realiteyi konuşuyoruz, sen ideal olanın peşindesin. Ben
den habersiz yeni bir ütopya mı kurdun?”
“Kızıyorum birader. Şimdi ben aşağılık bir gazeteci oldum bu ahlaksız büyük gazeteci, öyle mi? Yazıklar olsun.”
“Alaaddin’in kahvesinde sistem eleştirisi mi yapalım şimdi?”
“Para olsa Kız Kulesi’ne gider enfes bir Bordeaux şarabı eşliğinde orda yapardık.”
“Bak hâlâ kız diyor...”
“Kusura bakma, sana da patlıyorum ama, başka kime an
latayım derdimi? Çok doluyum. Bunları gördükçe insanlı
ğımdan tiksindim. Hayatımda ilk defa, toplu halde katletme
ye yönelik kuvvetli bir dürtü oldu içimde. Amok koşucusu gi
bi cinnet geçirmeme ramak kalmıştı. Tony Montana olmak istedim. Dişlerini sıkarak pompalı tüfekle ortalığı kan gölüne çevirdiği o meşhur sahneyi hatırlarsın. Düşünsene, Rıfat ve patron olacak o hergeleyi duvara çiviliyorum. Tatatatatata
ta. ‘Yapma!’ diye yalvarıyorlar. ‘Gazete senin, ne istersen yaz!’