• Sonuç bulunamadı

KALKINMA STRATEJİLERİ EKSENİNDE LATİN AMERİKA VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "KALKINMA STRATEJİLERİ EKSENİNDE LATİN AMERİKA VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI"

Copied!
93
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

MALİYE (KAMU EKONOMİSİ) ANABİLİM DALI

KALKINMA STRATEJİLERİ EKSENİNDE LATİN AMERİKA VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI

Yüksek Lisans Tezi

Pınar KIROĞLU

Ankara-2020

(2)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

MALİYE (KAMU EKONOMİSİ) ANABİLİM DALI

KALKINMA STRATEJİLERİ EKSENİNDE LATİN AMERİKA VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI

Yüksek Lisans Tezi

Pınar KIROĞLU

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Serdal BAHÇE

Ankara-2020

(3)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

MALİYE (KAMU EKONOMİSİ) ANABİLİM DALI

KALKINMA STRATEJİLERİ EKSENİNDE LATİN AMERİKA VE TÜRKİYE KARŞILAŞTIRMASI

Pınar KIROĞLU

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı : Prof. Dr. Serdal Bahçe

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

1) Prof. Dr. Serdal BAHÇE ...

2) Prof. Dr. Hakkı Hakan YILMAZ ...

3) Dr. Öğretim Üyesi Zeynep AĞDEMİR ...

Tez Savunması Tarihi: 24.08.2020

(4)

T.C

ANKARA ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne,

Prof. Dr. Serdal BAHÇE danışmanlığında hazırladığım “Kalkınma Stratejileri Ekseninde Latin Amerika ve Türkiye Karşılaştırması (Ankara, 2020)” adlı yüksek lisans tezimdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu, başka kaynaklardan aldığım bilgileri metinde ve kaynakçada eksiksiz olarak gösterdiğimi, çalışma sürecinde bilimsel araştırma ve etik kurallarına uyun olarak davrandığımı ve aksinin ortaya çıkması durumunda her türlü yasal sonucu kabul edeceğimi beyan ederim.

Tarih:

Adı Soyadı ve İmza

(5)

i

ÖNSÖZ

Kalkınma konusu 1930’larda çok çalışılmış bir konu olmakta birlikte, son dönemlerde göz ardı edilmiştir. Ancak eşitsizliğin korkunç boyutlara ulaştığı, hala temiz suya erişimi bulunmayan insanların olduğu bir dünyada üzerinde durulması gereken en önemli konulardan biridir. Bu tezi yazdığım uzun süreç boyunca yardımlarını esirgemeyen;

değerli hocam Prof. Dr. Serdal BAHÇE’ ye, benim gibi zorlu bir tez yazma süreci geçiren arkadaşlarım Belgin KELEŞ ve Özge BOZKURT’a destekleri için, tüm yaşamım boyunca beni destekleyen aileme teşekkür ederim.

(6)

ii

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ………...i

İÇİNDEKİLER………...……….……..ii

TABLOLAR LİSTESİ………..……...v

ŞEKİLLER LİSTESİ………...vi

KISALTMALAR……….………..…...vii

GİRİŞ………...…...1

BİRİNCİ BÖLÜM- Kalkınma İktisadi ve Gelişimi 1.1. Büyüme ve Kalkınma………...….3

1.2. Kalkınma İktisadinin Yükselişi, Gelişimi ve Düşüşü………...……5

1.3. Kalkınma Teorilerinin Gelişimi……….8

1.3.1. Geleneksel İktisada Dayalı Kalkınma Teorileri………..8

1.3.2. Rostow’un Kalkınma Teorisi………..…10

1.3.3. Dengeli Kalkınma Teorileri………12

1.3.4. Dengesiz Kalkınma Teorileri………..…………13

(7)

iii

1.3.5. Yapısal Değişim Teorileri ... 14

1.3.6. Uluslararası Bağımlılık Teorileri ... 19

1.3.7. Neoliberal Serbest Piyasa Teorileri ... 22

İKİNCİ BÖLÜM- Sanayileşme Stratejileri 2.1.İthal İkameci Sanayileşme Modeli ... …23

2.1.1. İthal İkame Sanayileşme Stratejisi Yönelme Nedenleri………....24

2.1.2. İthal İkameci Sanayileşme Stratejisinin Aşamaları... 26

2.1.3. İthal İkame Stratejisinin Araçları ... 27

2.1.3.1. Maliye Politikası……….……… ……27

2.1.3.2. Dış Ticaret ve Kur Politikaları………....31

2.1.3.3. Para Politikası……….…32

2.1.4. İthal İkame Sanayileşme Stratejisine Yönelik Eleştiriler... 33

2.2. İhracata Dönük Sanayileşme Modeli ... 35

2.2.1. İhracata Dönük Sanayileşme Stratejisi Araçları ... 37

(8)

iv

2.2.1.1.MaliyePolitikası ... 37

2.2.1.2. Para Politikası ... 40

2.2.1.3. Dış Ticaret ve Kur Politikaları ... 40

2.2.2. İhracata Dönük Sanayileşme Stratejisi Modeli Eleştirilei………. …...41

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM -Latin Amerika ve Türkiyede Sanayileşme Stratejileri 3.1. Latin Amerika ve Türkiye’de Sanayileşme Deneyimine Genel Bakış ... 43

3.2. Latin Amerika ve Türkiye’de İthal İkameci Dönem………..………...47

3.3. Latin Amerika ve Türkiye’de İhracat Dayalı Sanayileşmeye Geçiş Dönemi…...64

SONUÇ………....70

KAYNAKÇA……….…….73

ÖZET………..………….81

ABSTRACT………..…………..82

(9)

v

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo 1.1: Ülkelere Göre Tahmini İlköğretim Okullaşma Oranları ………6

Tablo 1.2: Kalkınma Teorisi Tipleri……….8

Tablo 1.3: Keynesyen Teorinin Temel Varsayımları ve Büyüme Faktörleri………...9

Tablo 1.4: Rostow’a göre Ülkelerin Take-off Dönemi………...………11

Tablo 1.5: İngiltere’de Gelir Eşitsizliği……….…………..16

Tablo 2.1: Kamu Harcamalarının GSYİH içindeki payı (%)………...……..28

Tablo 2.2: Kamu Finansmanı GSYİH içindeki payı (%)……….……….……...……..38

Tablo 2.3: Toplam Vergi Gelirlerinin GSYİH İçindeki yeri (%)………...………39

Tablo 3.1: Türkiye ve Latin Amerika’da Kişi Başı GSYİH………45

Tablo 3.2: İhracattaki Fiyat ve miktar Değişiklikleri, İhracat Hacmi, İhracatın Satın Alma Gücü………47

Tablo 3.3: 1932-1939 Arasında İthalat- İhracat Rakamları……….48

Tablo 3.4: Dış Ticaret Değerleri………..50

Tablo 3.5: Savaş Sonrası Dönemde ortalama yıllık büyüme oranları ……….…...53

Tablo 3.6: Sekiz Latin Amerika Ülkesinde Populist Dönemler… …………...………..55

Tablo 3.7: Yıllık enflasyon oranları (1950-70)………...………56

Tablo 3.8: Belirli Göstergeler (%)………..59

Tablo 3.9: GSMH Belirlenen Hedefler ve Gerçekleşmeler (%)……….60

Tablo 3.10: İthalat/ İhracat Oranları...……….………61

Tablo 3.11: Enflasyon Oranları 1985-1990 ………...……….65

Tablo 3.12: Latin Amerika’nın 1980, 1990 ve 1998 yılları toplam dış borcu………….66

Tablo 3.13: Reel GSMH Büyüme Oranı……… …66

Tablo 3.14: 1980-89 Döneminde GSMH Sektör Payları ………...………68

Tablo 3.15: Yıllara Göre İhracat 1974-1990………..………….69

Tablo 3.16: İnsani Gelişme Endeksi………..………...…..………71

(10)

vi

ŞEKİLLER LİSTESİ

Şekil 1.1: Kuznets Eğrisi……….17 Şekil 1.2: Lewis’ın Sınırsız Emek Arzı Modeli………...18

(11)

vii

KISALTMALAR ABD: Amerika Birleşik Devletleri

AGÜ: Az gelişmiş Ülke DB: Dünya Bankası

DTÖ: Dünya Ticaret Örgütü

ECLA: Latin Amerika Ülkeleri Ekonomi komisyonu GSMH: Gayrı Safi Milli Hasıla

GSYİH: Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla IMF : Uluslararası Para Fonu

İİSS: İthal İkame Sanayileşme Stratejisi İYSS: İhracata Yönelik Sanayileşme Stratejisi UNDP: Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı

(12)

1

GİRİŞ

Sanayi devriminin yaşandığı günden bu yana sanayileşme, sanayileşmiş ülkeler ve sanayileşmemiş ülkeler arasındaki ilişkileri belirleyen en önemli unsur olmuştur. Bu nedenle, İngiltere’den sonra birçok ülke sanayileşmeyi ana amaç haline getirmiş ve buna yönelik çeşitli politikalar uygulamıştır. Azgelişmişlik olgusu ise 1929 Ekonomik bunalımına kadar İktisat biliminde göz ardı edilen bir olgu olmuş, ilk kalkınma çalışmaları Büyük Buhrandan sonra ortaya çıkmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrasında birçok az gelişmiş ülkenin (AGÜ) bağımsızlığına kavuşması ve pek çok sosyalist ülkenin ortaya çıkmış olması, kalkınma iktisadına zemin oluşturmuştur. Kalkınma iktisadının ortaya çıktığı bu dönemde egemen iktisadi yaklaşım olan Keynesyen politikalar kamu yönetiminin şekillenmesinde etkili olmuştur. Bu dönemde Keynesyen iktisat anlayış çerçevesinde merkezi planlama anlayışına dayalı olarak kalkınma planlarının ulusal düzeyde yukarıdan aşağıya dizayn edildiği ve fordist üretim sürecine uygun olarak kalkınma politikalarının belirlendiği bir süreç karşımıza çıkar. Bu çalışmanın temel amacı, Latin Amerika ve Türkiye’de yaşanan sanayileşme sürecini, benzerlik ve farklılıklara atıf yaparak, ele almaktır. Bu kapsamda merkezin çevre ve yarı çevre üzerindeki ekonomik ve siyasi politikaları yönlendirdiği ve özellikle neoliberal politikaların “yapısal uyum programları” adı altında gelişmekte olan ülkelere empoze edildiğini göstermektir. Kalkınmış ülkeler bugün bulundukları yere, önerdikleri yapısal uyum programları ile değil, bebek sanayi koruması, ihracat teşvikleri ve devlet müdahalesi ile gelmişlerdir.

Çalışmanın amacı çerçevesinde birinci bölümde, kalkınma ve büyüme kavramlarına yer verilmiş, kalkınma teorilerinin gelişimi incelenmiştir. Ekonomik büyümeye temel oluşturan unsurlar ve kalkınma iktisadının gelişimi ele alınmıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem Kalkınma iktisadının altın çağı olarak sayılsa da büyüme kavramı tarih olarak çok daha eskilere uzanmaktadır. Teknolojik gelişme ve eğitim modern büyümenin altında yatan temel kavramlar olmakla birlikte Üçüncü Dünya ülkelerinin,

(13)

2

diğer bir tabirle, kalkınmada geç kalmış ülkelerin nasıl kalkınacağı sorusuna geleneksel kalkınma teorileri, dengeli/dengesiz kalkınma modelleri, yapısal değişim, bağımlılık, neoklasik serbest piyasa ve içsel büyüme teorilerince farklı cevaplar verilmiştir.

Temel sanayileşme stratejilerinin ele alındığı ikinci bölümde ithalata dayalı sanayileşme stratejisi ve ihracata yönelik sanayileşme stratejisi temel özellikleriyle ele alınmıştır. Bu stratejilerin uygulandığı yıllarda kamu politikaları nasıldı ve temel aldığımız ülkeler ile Avrupa ülkelerini uyguladığı politikalarla nasıl farklılaştı sorusunun cevabı verilmeye çalışılmıştır. Gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasındaki en temel fark, yatırımların gelişmiş ülkelerde transfer harcamalarına yönlendirilirken, gelişmemiş ülkelerde cari ve yatırım harcamalarının ön planda tutulmasıdır. Gelişmekte olan ülkeler, sanayileşmelerini gerçekleştirmek için bu politikaları uygularken gelişmiş ülkelerin ne durumda oldukları, kamu harcamaları vergi gelirleri gibi bilgilere yer verilmiştir. Bu bölüm sanayileşme stratejilerinin teorisinin anlatıldığı bölümdür. Yurtdışından ithal edilen malların yurt içinde üretilmesini temel alan ithal ikameci sanayileşme stratejisinde, kamu müdahalesinin meşru görüldüğü daraltıcı maliye politikaları ve koruyucu/dışa kapalı bir dış ticaret politikası uygulanmaktadır. İhracat yönelik sanayileşme stratejisinde ise uluslararası kurumların önerileri doğrultusunda para politikası daha etkin kullanılmaya başlamıştır.

Çalışmanın son bölümü olan üçüncü bölümde ise, çalışmanın kapsamını sınırlı tutmak amacıyla 5 Latin Amerika ülkesi (Brezilya, Kolombiya, Şili, Meksika, Arjantin) incelenmiştir. Bu ülkelerin seçilmesindeki en önemli neden sosyal ve ekonomik yönden Latin Amerika ülkeleri içerisinde Türkiye’ye en çok benzeyen ülkeler olmasıdır. Aynı şekilde, çalışmayı zaman açısından sınırlı tutmak için 1945-90 arası dönem incelenmiş ve tarihsel bir perspektif kullanılmıştır. Hem Türkiye hem Latin Amerika’da sınai üretimin ortaya çıkmasını tetikleyen sınıf olan sanayi burjuvazisi 20. Yüzyıl başlarında ortaya çıkmıştır. İthal ikameci politikaların uygulandığı 1945-80 arası dönemde yüksek büyüme oranları yakalanmış ancak çeşitli nedenlerle sürdürülebilir olmamıştır.

1980’lerle beraber liberal politikalar uygulanmaya başlamıştır.

(14)

3

BİRİNCİ BÖLÜM

KALKINMA İKTİSADİ VE GELİŞİMİ

Kalkınma kavramı, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde bir çok iktisatçı tarafından üzerinde çalışılan en önemli konulardan biri olmuştur. Bu dönemlerde kalkınma ve büyüme kavramları eş anlamlı olarak incelenmiş, kalkınma tanımı dar bir perspektiften yapılmıştır. Zaman içerisinde yapılan çalışmalar kalkınmanın farklı yönlerine değinmiş ve farklı bakış açıları getirmiştir.

1.1.Büyüme ve Kalkınma

Ekonomik Büyüme en temel anlamıyla “ulusal gelir düzeyindeki artışı” ifade eder.

Devletler, hangi ekonomik sistemi uygularsa uygulasın; “Hangi mallar üretilmelidir?”

“Ne kadar üretilmelidir?” “Hangi teknoloji ile üretilmelidir?” “Bölüşüm nasıl olmalıdır?” sorularını cevaplamalıdır. Ülkeler, refah ve mutluluğu sağlamak için var olan kaynakları verimli ve etkin kullanmak zorundadırlar. Üstünel’e göre ekonomik büyüme, “bir ülkenin sahip olduğu kıt kaynakların miktarını arttırarak veya onların kalitelerini iyileştirerek üretim imkânları sınırını genişletmesi veya üretim teknolojisini ve kurumsal çerçeveyi değiştirerek daha yüksek üretim düzeylerine çıkmasıdır”

(Üstünel,1988:5). Bir ekonomideki büyümenin en önemli göstergesi ‘milli gelir artışıdır’. Milli gelir büyümesi büyümenin hem hedefi hem de kıstası olarak belirlenmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomi literatürünü en çok meşgul eden kavramlardan biri “kalkınma” olmuştur. Çeşitli kalkınma modelleri, stratejileri gündeme gelmiştir.

“Kalkınma, GSMH’daki artışı ifade eden büyüme kavramından farklı olarak, uzun vadeli sosyo-kültürel bir gelişme sürecini ifade etmektedir” (Özyakışır, 2011: 47).

Todaro ve Smith’e göre kalkınma, “sürdürülebilir ekonomik büyümenin sağlanması için kıt kaynakların etkin bir şekilde dağıtılmasının yansıra ekonomik, sosyal, politik ve

(15)

4

kurumsal mekanizmaların insanların yaşam standartlarının iyileştirilmesi için organize edilmesine yönelik oldukça geniş bir alanı kapsar” (Todaro ve Smith, 1993: 27).

Kalkınma ve büyüme kavramları eş anlamlı olarak kullanılabilmektedir. Bununla beraber kalkınma kavramının zaman içerisinde büyüme kavramından farklılaştığı ve daha niteliksel sorunlara atıf yaptığı görülmektedir. Ekonomik büyümenin her zaman insan için refah getirmediğinin anlaşılmasıyla salt ekonomik anlamından sıyrılan bu kavramın, ‘insan ve çevre boyutu’ da önem kazanmıştır.

Kalkınma kavramının ortaya çıkışı kalkınma stratejilerinin de değişmesine neden olmuştur. Rakamsal büyüme üzerinde yoğunlaşan ‘geleneksel stratejilerden’, ‘çevre ve insan eksenli sürdürülebilir bir kalkınma’ anlayışına geçilmiştir. İnsani kalkınma anlayışı güçlenmiş ve bu kapsamda birçok çalışma yapılmıştır. İnsani kalkınma kavramında 4 temel bileşen vardır (UNDP, 1998: 8);

 Eşitlik; Olanaklara erişimde eşitlik

 Sürdürülebilirlik; Gelecek nesillerin günümüz insanlarıyla kalkınma için benzer seçeneklere sahip olması sorumluluğu,

 Verimlilik; İnsan kaynaklarına yatırım ve insanların maksimum potansiyellerini kullanabilecekleri makroekonomik koşulların sağlanması,

 Yetkinlik; Olanakların arttırılmasıyla bireysel kalkınma düzeyinin yukarı çekilmesidir.

Kalkınma, 1970’li yıllara kadar niceliksel ekonomik göstergelerle ölçülmeye çalışılmıştır. Ancak “eşitlik, sürdürülebilirlik, verimlilik, etkinlik” gibi kavramların herhangi bir ekonomik gösterge ile açıklanabilmesi söz konusu değildir. Kalkınma kavramını ölçmek için “sosyo-ekonomik göstergeler” kullanılmaktadır. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının gerçekleştirdiği ‘İnsani kalkınma endeksi’ en çok kullanılan göstergelerden biridir. Bu gösterge “yaşam uzunluğu, okuryazar oranı, eğitim ve yaşam düzeyi” gözetilerek hazırlanır. Bu endeksin “sağlık, eğitim ve gelir” olmak üzere 3 alt endeksi vardır. “Sağlık alt endeksinde doğumda beklenen yaşam süresi,

(16)

5

eğitim alt endeksinde ortalama okullaşma yılı ve beklenen okullaşma yılı, gelir alt endeksinde ise kişi başına gayri safi yurt içi hasıla göstergeleri” yer almaktadır. Bu raporda yer alan göstergeler 0 ve 1 arasında numaralandırılarak, ülkelerin gelişmişlik düzeylerine ulaşılmaktadır. Son olarak Aralık 2019 tarihinde güncellenen listede ülkemiz 189 ülke içerisinde 59. olmuştur (UNDP, 2019: 22).

Tolunay ve Akyol’a göre kalkınmayı belirleyen temel nitelikler aşağıda sıralanmıştır (Tolunay ve Akyol, 2006: 119-120);

 “Ülke kaynaklarının toplumsal yapının koşullarına uygun biçimde kullanılmasını sağlayacak uzun dönemli bir ekonomik politikanın saptanması ve bunun uygulamaya geçirilmesi,

 Üretim yapılan sektörlerde verimliliğin yükselmeye başlaması,

 Altyapı yatırımlarının diğer sektörlerin gelişmesine olanak sağlayacak biçimde gelişmesi,

 Ulusal gelir dağılımında adil bir gelir dağılımına gidilmesi,

 Beslenme sorununun sağlıklı beslenme koşullarına uygun biçimde düzenlenmesi,

 Eğitim sorununun geleneksel eğitim düzeyinden, ülkenin uzun dönemli insan gücü ihtiyacına cevap verecek biçimde teknolojik bilgiyi de kapsayan bir düzeye çıkarılması,

 Kişilerin sağlık, konut gibi sorunlarının belirli ölçülerde çözümlenmesi,

 Kişilerin değişen teknoloji ve kültür aşamalarını kavrayarak, ulusal çıkarlarla kişisel çıkarların bağdaştırılabileceği bir dünya görüşüne ulaştırılmasıdır”.

1.2.Kalkınma İktisadinin Yükselişi, Gelişimi ve Düşüşü

Kalkınma iktisadı altın çağını İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda yaşamasına rağmen, büyüme kavramı tarih olarak daha eskilere uzanmaktadır. 1870’lerde İngiltere ve ilk takipçilerince başlatılan modern büyümeye, sonraları birçok Avrupa ülkesi, Kuzey

(17)

6

Amerika ve Avustralya katılmıştır. Kuznets “1870-1913 dönemi için toplam üretimde yılda yaklaşık %3’lük, kişi başına üretimde ise yılda yaklaşık %2’lik bir medyan büyümeye ulaşıldığını belirtmektedir” (Reynolds, 2015: 3). Politik, siyasal ve toplumsal yaşamda birçok değişmenin yaşandığı bu yüzyılda, teknolojik gelişme modern büyümenin altında yatan temel sebeptir. Sanayi Devrimi, uluslararası ticaretteki maliyetlerin azalmasına ve bu da ihracatın hızla artmasına neden olmuştur. Aynı zamanda teknoloji, sahip olanlara askeri üstünlük sağlamasıyla yaygın benimseme yönünde baskı yaratmıştır. Japonya gibi düşük üretkenlik düzeyine sahip ülkelerde hükümetler için teknolojik modernleşme programları başlatılmasına olanak sağlamıştır.

(Easterlin, 2015: 88) Böylece Japonya 1850’lerde büyümesini sağlayabilmiştir.

Tablo 1.1: Ülkelere Göre Tahmini İlköğretim Okullaşma Oranları (10.000 Nüfus Başına)

Ülke 1830 1850 1870 1890 1910 1920

ABD 1500 1800 1702 1985 1828 -

İngiltere 900 1045 - 1261 1648 -

SSCB - - 98 231 395 417

Arjantin 709 944 1356

Meksika 487 563 456

Brezilya - - 119 218 271 455

Japonya - - - 772 1240 1508

Türkiye - - - - - 201

Çin - - - - - 115

İran 3 6 0

Kaynak: Easterlin, 2015, s:89.

Yukarıdaki tablodan anlaşılacağı gibi Avrupa ve Amerika gibi kalkınmaya liderlik eden ülkelerde 1830’lardan itibaren eğitimin önemi anlaşılmış olduğundan, okullaşma oranları yüksektir. Özellikle kitle eğitimindeki ilerlemeler, ‘modern ekonomik büyümeye’ elverişli yapılar yaratmıştır. Japonya’nın, 1850’lerde başlayan ekonomik modernleşmesini desteklemek için, 1890’lardan itibaren eğitime verdiği önem yıldan yıla artış göstermiştir.

(18)

7

Tabloda dikkat çeken ilk husus Türkiye, İran, Çin gibi mutlak monarşilerle yönetilen ülkelerde okullaşma oranlarının düşük olmasıdır. Bu ülkelerde yaşanan siyasal iktidar kayması ile yani monarşi yönetimlerinin son bulmasıyla eğitime verilen önem artmaya başlamıştır. Türkiye’de ve Çin’de 1920’lere kadar eğitim düzeyi düşük kalmıştır Aynı şekilde Arjantin, Meksika ve Brezilya’da kitle eğitimi 1880 sonrasında artmaya başlamıştır. Bu coğrafyada kitle eğitiminin önündeki en büyük engel ise kilise olmuştur.

Nitekim kiliseden devlete yaşanan “iktidar kayması” ile kitle eğitimine verilen önem artmıştır (Easterlin, 2015: 80-82). Kalkınmanın en önemli koşullarından biri olan

“emek” ve “sermaye” faktörünü harekete geçirmek, girişimci yaratmak için eğitimin önemli olduğu anlaşılmıştır.

1929 Ekonomik Bunalımı sonucu ortaya çıkan işsizlik ile İkinci Dünya Savaşı sonrası ülkeler arasındaki gelir farklılıklarının artması ekonomi alanında bir takım değişiklikleri beraberinde getirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığına yeni kavuşan ülkeler ve sömürgeciliğin sona ermesiyle ortaya çıkan belirsizlik ortamında, iki kutuplu bir dünyada yeni bağımsız devletlerin hangi kutupta yer alacağı gibi pratik sorunlara çözüm bulmak amacıyla kalkınma iktisadi bir alt disiplin olarak doğmuştur. Jagdish N.

Bhagwati “Disiplin, doğrudan politik kaygılarımızın sonucu olarak ortaya çıktı” der (Başkaya, 1994: 42). Planlama ve devlet müdahalesinden yararlanarak hızlı bir sermaye birikimi elde ederek sanayileşmek temel hedeftir.

Kalkınma ve büyümenin aynı meseleler olarak görüldüğü 1950’li yıllarda, aynı zamanda kalkınmanın ekonomik bir sorun olduğu konusunda görüş birliği vardır. Bu nedenle, iç tasarruflar ve yatırımlar artırılarak devlet müdahalesi ve uluslararası kuruluşların da yardımıyla azgelişmişlik ortadan kaldırılabilirdi. Geleneksel iktisat pratik sorunlara cevap veremediğinden bu dönemde birçok kalkınma teorisi ortaya çıktı. Bu dönemde Türkiye, Brezilya, Kolombiya, Venezuela, Meksika, Kenya, Nijerya, ve Fildişi Sahili hızla bir şekilde büyümüştür. 1970’lerin sonuna gelindiğinde ise büyüme oranları hızla düşmeye başlayacaktır.

(19)

8 1.3.Kalkınma Teorilerinin Gelişimi

1.3.1. Geleneksel İktisada Dayalı Kalkınma Teorileri

Hirshman, “gelişme iktisadının iki temel yaklaşımdan yola çıktığını söyler: tek iktisat anlayışının reddi ve merkez ile çevre ülkeler arasında karşılıklı çıkar bulunduğu savının kabulü.”

Tablo 1.2: Kalkınma Teorisi Tipleri

Tek İktisat Yaklaşımı

Karşılıklı Çıkar iddiası

Kabul Red

Kabul Ortodoks İktisat Kalkınma İktisadı

Red Marx Yeni Marksist Teoriler

Kaynak: Hirschman, 2015, s:25

Tek iktisat anlayışı, gelişmiş ülkeler üzerine yapılmış ekonomik analizlerin gelişmekte olan ülkeler için geçerli olmayacağını savunurken, karşılıklı çıkar savı, iki ülke grubu arasındaki ekonomik ilişkilerin her iki tarafa da kazanç sağlayacağını söyler. Ana akım iktisat, tek iktisat ve karşılıklı çıkar iddialarını benimser. Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” kitabının ana teması ekonomik kalkınmadır. Ona göre büyümenin ana unsuru dış ticarettir. Adam Smith’e göre “ulusların zenginliği fiziksel sermayenin birikmesine, teknolojik gelişmeye, işbölümü ve uzmanlaşmaya bağlıdır”.

Marx, karşılıklı çıkar savını reddederken tek iktisat anlayışını kabul eder. “Das Kapital”de geçen “Sanayi açısından en gelişmiş ülke sanayi merdiveninde peşinden gelenlere sadece kendi geleceğinin bir imgesini sunar” ifadesi, Marx’ın gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin hareket yasalarının benzer olduğunu düşündüğü ve tek iktisat anlayışını kabul ettiği anlamına gelir. Marx’ın aksine Neo Marksist kuramlar “gelişmiş

(20)

9

ve gelişmekte olan ülkelerin benzer yapılara sahip olmadığının ve aynı yolu izleyemeyeceklerini söyler ve her iki anlayışı da reddeder” (Hirschman, 2015: 65).

Klasik ekonominin temel varsayımlarının eleştirilmeye başlandığı bu dönemde, Keynes

‘devlet müdahalesinin gerekli olduğunu, para ve maliye politikalarının kullanılarak talep üzerinde düzenleme yapılması gerektiğini’ dile getirir.

Keynesyen talep yanlı modelde, büyümenin temel faktörleri; ‘tüketicinin geliri, tasarruflar, yatırımlar ve hükümet harcamalarıdır. Bu faktörler, “toplam tüketim ve yatırım harcamasını” yani “ekonomik büyümeyi” etkilemektedir.

Tablo 1.3: Keynesyen Teorinin Temel Varsayımları ve Büyüme Faktörleri

Temel Varsayımlar Büyüme Faktörleri

Fiyatlar katıdır Piyasalar etkinsizdir Talep kendi arzını yaratır

Efektif Talep Gelirin Bölüşümü

Tasarruflar Yatırımlar Hükümet Harcamaları Piyasada devlet müdahalesi Kaynak: Çiçek, 2013, s: 9.

Keynes, klasiklerin aksine piyasalarda eksik istihdam olduğu varsayımından hareket eder ve ‘gönüllü işsizlik’ kavramına yer verir. Keynes’e göre “emek talebini, mal piyasasındaki nihai mal talebi” belirlemektedir. Emek talebinin az olduğu durumlarda, emek tasarruf eden teknolojik ilerlemelerden toplum yarar sağlayamaz çünkü bu değişiklikler gelirin tüketim eğilimi yüksek kesimden tüketim eğilimi düşük kesime transferine neden olur. Bu noktada devlet, “ülkedeki toplam harcama düzeyinin, tam istihdam üretim düzeyine denk olmasını” sağlamalıdır. Eğer “toplam harcamalar tam istihdam üretim düzeyinden büyükse devlet harcamaları azaltıp vergileri arttırmalı, düşükse harcamaları arttırıp vergileri azaltmalıdır” (Göker, 2014: 103-106).

(21)

10

1.3.2. Rostow’un Kalkınma Teorisi

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde kalkınma tarihsel bir süreç olarak görülmekteydi.

Kalkınabilmek için kalkınmış ülkelerin takip ettiği tarihsel süreci takip etmek, bir anlamda gelişmiş ülkelerin kurumlarını, yasalarını ve kültürünü taklit etmek gerektiği inancı hâkimdir. Tüm kalkınmış toplumlar belirli aşamalardan geçmiştir. Bu teorinin en önemli temsilcisi Walt W. Rostow’dur. 1960 yılında yazdığı “İktisadi Gelişmenin Evreleri” kitabında Batı Avrupa’daki ülkelerin gelişme süreçlerini incelemiştir. Ona göre, “az gelişmişlik içsel nedenlerden kaynaklanmaktadır. Kalkınma, sosyal, siyasi kurumların, kültürün, teknolojik modernizasyondaki dönüşümünü gerektirir” (Çiçek, 2013: 18).

Rostow geleneksel toplumdan modern topluma geçişte 5 aşama olduğunu söyler. Ona göre, eğer az gelişmiş ülkeler bu aşamaları takip ederse kalkınabilirler. “Bu aşamalar aşağıda sıralanmıştır;

 Geleneksel toplum aşaması; Rostow’un üzerinde an az durduğu aşamadır. Bu aşamada ülkede tarım sektörü ağırlıklıdır. Teknoloji ve tasarruflar düşük, iş bölümü sınırlıdır. Rostow bu aşamaya örnek olarak Çin Hanedanlıkları, Ortadoğu, Akdeniz medeniyetleri ve Ortaçağ Avrupa’sını gösterir (Rostow, 1970: 4).

 Hazırlık Aşaması; Nüfusun % 75 veya daha fazlası tarım sektöründe yer alırken, sanayinin gelişmeye başlaması ile bu nüfusun sanayiye ve hizmetler sektörüne doğru kaymaya başlaması hazırlık aşamasının en önemli göstergesidir.

Ekonominin gerek içerde gerek dışarda yeni pazarlara açılması ve dinamizm kazanması ile açık ekonomi uygulamaları görülür. Tarımın öneminin azalmaya başlaması ile geleneksel toplumun hâkim sınıfı olan büyük toprak sahiplerinin fazla kazancını sanayi sektörüne aktarması ve yine bu paralelde insanlar bağlı oldukları sınıflara göre değil, gittikçe ihtisaslaşan bir takım işleri yapabilme

(22)

11

kabiliyetine göre değerlendirilmesi hazırlık aşamasında gerçekleşir. Avrupa’da 17. yüzyılın sonunda ve 18. yüzyılın başındaki sürece hazırlık şartlarını belirli bir şekilde gerçekleştirdiğini söyler.

 Ekonomik Kalkış Aşaması (Take-off); Bu aşamada kalkış için 3 temel şart vardır. Bu şartlar aşağıdaki gibi sıralanmıştır (Rostow, 1970: 57);

1. Üretken yatırımlardaki artış %5 veya %10’dan az ya da milli gelirden fazladır.

2. Yüksek büyüme oranlı bir veya daha çok sanayi sektörünün gelişimi ve dinamik bir girişimcilik söz konusudur.

3. Büyümeyi ilerleten siyasi, sosyal ve kurumsal bir çerçevenin varlığı veya hızlı oluşumu esastır.

Bu süreç 20-30 yıllık bir zaman almıştır. Rostow, bu süreyi gelişmiş ülkelerin bu aşamaya ne zaman başlayıp, bitirdiklerini hesaplayarak bulmuştur.

Tablo 1.4: Rostow’a göre Ülkelerin Take-off Dönemi

ÜLKE DÖNEM

İngiltere 1780’ler

ABD 1840’lar

Fransa 1830’lar

Almanya 1850’ler

Rusya 1890’lar

Japonya 1880’ler

Çin 1950’ler

Türkiye 1930’lar

Meksika 1940’lar

Kaynak: Rostow, 1970, s:55.

 Olgunluk aşaması; Bu aşamanın en önemli özelliği, sanayi sektörünün ön planda olmasıdır. Sanayinin çeşitlendiği bu dönemde, özellikle imalat sanayi önem kazanmıştır. Ara ve yatırım malları da üretilmeye başlanmıştır. Bütün sektörlerde modern teknoloji kullanılmakta ve milli gelirin %10- %20 ‘sı sürekli

(23)

12

yatırımlarda kullanılmaktadır. Bu aşama kalkış aşamasından 60 yıl sonra başlamaktadır (Rostow, 1970: 78).

 Kitlesel Tüketim Aşaması; Bu aşamada refah artışı önem kazanmaya başlamıştır.

Sosyal refah ve sosyal güvenlik ön plana çıkmıştır. Rostow, ABD’de Henry Ford tarafından gerçekleştirilen seri üretim uygulamalarını kitlesel tüketime geçiş aşaması olarak göstermektedir” (Rostow, 1970: 90).

Rostow iktisadi gelişmenin aşamalarını incelemiş, ülkelerin birbirine olan benzerliklerini saptamıştır, ama her ülkenin kendine özgü gelişme olanağı olduğunu da ifade etmiştir.

Bu teorinin asıl amacı, Marx’ın toplumların evrimine ilişkin tezlerini çürütmek öte yandan da piyasa ekonomisine, Batı burjuvazisine ve dış yardımlara destek sağlamaktır (Başkaya, 1994: 65). Tüm azgelişmiş ülkeler bugünün gelişmiş ülkelerinin geçtiği aşamalardan geçerse, kalkınabileceklerdir. Ancak, toplumsal ve ekonomik koşullar aynı değildir, gelişmiş ülkeler hiçbir zaman azgelişmiş olmamıştır. Rostow’un kalkınma teorisi Sovyetler Birliği’nin merkezi planlama modelinin başarısız olmasından sonra gözden düşmüştür.

1.3.3. Dengeli Kalkınma Teorileri

Dengeli kalkınma modellerinin en önemli örneği Rosenstein-Rodan’ın ‘büyük itiş’

teorisidir. Ona göre; “yetersiz piyasa talebinden dolayı, emek gücü ve diğer kaynaklar tek bir sektörde kullanılmamalı aynı anda birçok alanda büyük bir sanayi hamlesi gerçekleştirerek yatırımlara başlanmalıdır.” Gelişme sürecinin başlangıcı öncesinde, gelişmekte olan ülkelerde tasarruf/GSMH ve yatırım/GSMH oranlarının düşüklüğü, bu ülkeleri az- çok durağan bir yoksulluk dengesinde tutar. Bu açmazın üstesinden gelebilmek ve yoksulluk döngüsünü kırabilmek için tasarruf ve yatırım oranlarını arttıran bir sıçrama, yani bir “büyük itiş” gerekecektir” (Türel, 2017: 203). Büyüme devletin birçok sanayi alanında eşit bir politika izleyerek aktif rol oynamasıyla gerçekleşecektir. Emek ve sermaye farklı sanayi kollarına eşit dağıtılmalıdır.

(24)

13

Rosensteın- Rodan’ın bu teorisine Nurkse ‘fakirliğin kısır döngüsü kuramı’ ile katkı sağlamıştır. “Kişi başına düşük gelir, düşük verimlilik demektir; düşük verimlilik, kişi başına sermaye kullanımının yetersizliği ile ilgilidir; sermaye yetersizliği, tasarruf kapasitesinin küçüklüğünden oluşur; kişi başına düşük reel gelir de, düşük tasarruf kapasitesini açıkladığına göre, bu toplumlar, tasarruf kapasitesi açısından, içinden çıkılmaz bir kısır döngüdedir”(Kazgan, 1993: 265). Basit bir tabirle Nurkse’e göre, az gelişmişliğin temel nedeni yoksulluktur.

1.3.4. Dengesiz Kalkınma Teorileri

Hirschman’a göre, “birden fazla sektöre destek vermek sektörler arası ilişkileri arttırarak diğer sektörlerin de gelişmesine yol açar”. Ona göre, dengesiz büyümenin yarattığı kıtlık veya bolluklar, iktisadi karar birimlerini önlem almaya yöneltecek ve bu tepkiler sektörel ileri ve geri bağlantı etkileriyle diğer faaliyet alanlarına taşınacaktır (Türel, 2017: 204). Hirschman’a göre, “yoksul ülkeler içerde gerekli tasarruf miktarını yaratamadıklarına göre, hedefe ancak gelişmiş ülkelerden önemli miktarda mali yardım alarak ulaşabilirler” (Hirschman, 2015: 42).

Keynesyen ekole sahip, Harrod ve Domar’ın birbirinden bağımsız olarak geliştirdikleri ve benzer sonuçlara ulaştıkları bir model olan Harrod- Domar modeli tam istihdama ulaşmış bir ülkede, sürekli artan bir gelirin işsizlik sorununu çözeceğini dile getirir yani milli gelirin büyümesi için tam istihdamın korunması gerektiğini ifade etmiştir.

Modelde, gerçek, doğal ve gerekli olmak üzere üç çeşit büyüme kavramı vardır (Yalman, 2010: 26).

 “Doğal büyüme oranı, çalışma gücünün daha da genişlemesinden dolayı gerçekleşen toplam üretim artışlarını açıklar. Doğal büyüme oranı teknolojik

(25)

14

değişimin varlığına, işgücünün artmasına ve hane halkı ve firmaların tasarruf ve yatırım davranışlarına bağlıdır.

 Gerekli büyüme oranı, daha çok ekonomik faaliyetlerin sonucuna göre yatırım planlaması yapan girişimciler açısından önemli olan çıktılardaki büyüme oranıdır.

 Gerekli büyüme oranı ise toplam çıktılardaki fiili değişimi vermektedir.”

Model, en temelde ekonomik büyümeyi sermayenin verimliliği ve tasarrufların seviyesi ile açıklar. Aşağıdaki denklemde de görüleceği üzere, model bir ekonominin büyüme oranını (∆Y/Y ), “tasarruf oranı” (s) ve “sermaye hasıla katsayısına”(v) bağlar.

∆Y/Y = S/V

Modelde ekonomik kalkınma ve büyüme aynı gösterilmekte, az gelişmiş ülkelerin ekonomik kalkınma ve büyüme için dışarıdan borç bulmalarının zorunlu olduğu ifade edilmektedir. Oysa kalkınma ve büyüme aynı şey değildir ve ülkelerin borçlanması uzun vadede daha yapısal sorunlara yol açmaktadır.

1.3.5 Yapısal Değişim Teorileri

Yapısal değişim modelleri, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerdeki yapısal dönüşümlere odaklanmıştır. Az gelişmişliğin nedeni, bu ülkelerde ‘geleneksel sektörlerin hâkim olması ve az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere olan bağımlılığıdır’.

Yapısalcılara göre geleneksel ekonomiden modern ekonomiye geçebilmek için şu alanlarda dönüşüm gerekmektedir (Çiçek, 2013: 21);

 Tüketici talebinin kompozisyonu

 Uluslararası ticaret

 Kaynakların kullanımı

(26)

15

 Üretim

 Şehirleşme gibi sosyoekonomik faktörler

 Nüfusun büyüklüğü ve dağılımı

Clark 1940 yılında yazdığı “İktisadi gelişmenin şartları” kitabında ekonomik gelişme ve işgücünün sektörler arasındaki değişmeleri incelemiştir. Ekonomideki üretim faaliyetlerini, daha ayrıntılı inceleyebilmek için üç ana gruba bölmüştür1. “Birincil üretim faaliyetleri, tarım, avcılık, balıkçılık hatta bazı hallerde madencilik sektörüdür.

Bu sektörün önemi, doğal kaynakların kısa zamanda kıymetlendirilmesidir. Bu sektörü ikincil üretim faaliyetlerinden ayıran en önemli fark ise doğal kaynakların oldukları yere sıkı sıkıya bağlı oluşu ve iktisadi faaliyetlerin yavaş bir tempoda icra edilmesidir. Bu sektörde azalan verimler yasası karşımıza çıkmaktadır. İkincil üretim faaliyetleri inşaat ve imalat iken, üçüncü üretim faaliyetleri hizmet sektörüdür. İkinci üretim faaliyetleri yüksek derecede bir organizasyona ihtiyaç duyar ve artan verimler yasasına tabidir.

Üçüncü grupta ise profesyonel hizmetler, şahsi hizmetler, ticaret ve maliye yer almaktadır” (Ekin, 2008: 110).

Clark’a göre, toplumların ekonomik yapısı ‘birincil üretim faaliyetlerinden, ikincil üretim faaliyetlerine, oradan da üçüncül üretim faaliyetlerine’ doğru evrilmektedir.

“Azgelişmiş ülkeler kaynaklarını daha çok birincil üretim faaliyetlerine tahsis ederken, gelişmiş ülkeler ikincil faaliyetlere, son aşamada bulunan olgun gelişmiş ülkeler ise üçüncül faaliyetlere tahsis etmektedir” (Dolun ve Atik, 2016 :5).

Bunun yanında, istihdam olanakları tarım sektöründe azalırken, diğer iki sektörde artma eğilimi göstermektedir. “Ülke içinde gelir arttıkça gelirden gıdaya ayrılan pay azalmakta bu nedenle birincil sektörün de milli gelir içindeki payı azalmaktadır. Ayrıca ücretler

1 Bu sınıflandırmalar değişik çalışmalarda farklı isimlerle kullanılmıştır. Nusret EKİN, ziraat, imalat ve hizmet tabirlerini kullanırken, son dönemlerde yapılan çalışmalarda üretim faaliyetleri tabiri kullanılmaktadır.

(27)

16

tarım sektörüne göre daha hızlı arttığı için sektörlerin milli gelir içindeki payı değişmektedir” (Ekin, 2003: 111-112).

Clark’ın bu çalışmaları Kuznets’ın 1955 yılında yaptığı çalışma ile güçlendirilmiştir.

Kuznets, bu çalışmada “gelir dağılımı ile ekonomik büyüme arasında bir ilişki olduğunu ileri sürer, gelir düzeyi arttıkça eşitsizlik önce artmakta sonra ise azalmaktadır” der.

Tablo 1.5: İngiltere’de Gelir Eşitsizliği

YIL %10’nun payı GDP

1823 47.51 0.400

1830 49.95 0.451

1871 62.29 0.627

1891 57.50 0.550

1901 47.41 0.443

1911 36.43 0.328

1915 36.46 0.333

Kaynak: Acemoğlu ve Robınson, 2002, s: 186,187.

Tablo 1.5’de İngiltere’de yıllara göre nüfusun %10’unun aldığı pay ve Gayri safi yurt içi hasıla (GDP) oranları gösterilmiştir. 19. Yüzyılın ilk yarısında eşitsizlik artmakta, ikinci yarısında ise azalmaya başlamaktadır. 1891 bir dönüm noktası olmuştur. Eşitsizliğin önce artması, sonra azalması durumu “ters U savı” iken, “gelir eşitsizliği” ve “kişi başına gelir” arasındaki ilişki “Kuznets eğrisi” olarak adlandırılmaktadır.

(28)

17 Şekil 1.1: Kuznets Eğrisi

Eşitsizlik trendinin, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) de benzer şekilde ortaya çıktığı görülmektedir. ABD’de genel görüş Kuznets eğrisinin en tepe noktasına 1930’larda gelindiğine ilişkindir. Acemoğlu ve Robınson tarafından yapılan araştırmaya göre ‘Fransa, Almanya ve İsveç’te de Kuznets eğrisi ile tutarlı çalışmalar yapılmış olup, Norveç gibi ülkelerde eşitsizlik aynı seyri göstermemektedir’ (Acemoğlu ve Robınson, 2002: 56).

Kuznets, çalışmasını “bu çalışmanın %95’inin spekülasyon ve hüsnükuruntu olduğunu, ancak %5’inin veriye dayandığını” ifade ederek sonlandırıyor. Piketty, Kuznets’in eşitsizliğin azalmasına dair gözlemlerinin, tarihin belirli bir dönemini yansıttığını

“Büyük Buhran” ve “2. Dünya Savaşı”nın Kuznets’i yanılttığını dile getirmiştir (Pıketty, 2014: 16).

Dualist kuramlar içerisinde en çok atıf yapılan kişi Artur Lewis’tır. “1954 yılında yayınlanan ‘Sınırsız Emek Arzı ile Kalkınma’ teorisinde ikili yapı kuramından ve dualiteden söz eden Lewis, modelinde sanayi sektörü ve tarım sektörü şeklinde ikili bir yapıya yer verir (Gönel, 2016: 91);

(29)

18

 Sanayi, ekonominin sermayeyi yeniden üreten, bunun için girişimciye pay veren ve kâr amacıyla ücretli emek istihdam eden sektörü olarak tanımlanır. Sanayi sektörünün üretim alanı, imalat sanayi, tarımsal sanayide kullanılan kahve, kakao, kauçuk vb. bitkilerin geniş ölçüde yetiştirildiği işletmeler ve madenlerdir.

Modelde sektörün kamu veya özel olması fark etmez, emeği kiralayabilen ve bu emeğin ürettiğini kâr amaçlı satabilen sektör sanayi sektörü olarak tanımlanmıştır.

 Tarım sektörü ise, ekonominin sermayeyi yeniden üretemeyen ve kâr amacıyla emeği kiralamayan sektörüdür. Bu sektör, geleneksel, kimi zaman geçimlik veya 'kendi kendini istihdam eden' sektör olarak adlandırılır. Kurumsal yapılanmalar sonucunda, kırsal kesimde ailedeki herkes, içlerinden bazılarının marjinal verimi ortalama verimin altında kalsa bile, tarımsal işletmenin ortalama üretimini tüketir.”

Gelişmemiş ülkelerde tarım sektörü hakimdir ve bu sektörde ‘marjinal verimlilik’

oldukça düşüktür. Tarım sektöründeki fazla emek arzı, sanayi sektöründe istihdam edilerek, daha verimli çalışır hale getirilmektedir (Çiçek, 2013: 22).

Şekil 1.2: “Lewis’ın Sınırsız Emek Arzı Modeli”

(30)

19

Şekil 2’de, Lewis’ın ‘sınırsız emek arzı’ modeli yer almaktadır. Modelde işçinin payı 0wbb’, kapitalistin payı ise AWb’dir. Kapitalistler aldıkları payı yatırımlarda kullanacaktır. Emeğin yeni payı 0Wdd’, kapitalistin payı CWd kadar olacaktır. Yani kapitalistin payı daha da artacaktır. Yeni yatırımların yapılmasıyla “emek başına sermaye miktarı artar bu da emeğin marjinal verimliliğinin” artması anlamına gelir. Bu aşamada kar ve sanayi sektöründeki istihdam da artar.

Bu modelde ekonomik büyümeyi etkileyen temel kısıt ‘ekonominin sermaye birikim kapasitesidir’. Lewıs’ın bu modelinde, “sermaye birikiminin, nüfus artışına eşitlendiği noktada durması gerekir, çünkü piyasada artık fazla emek kalmamıştır, sermaye birikimi emek arzına eriştiği zaman ücretler geçinme seviyesinin üzerine çıkar.” Bu durumda

“ücret artışını önlemenin” iki yolu vardır (Kandemir, 2011: 89);

 “Göçlerin teşviki (ülkeye işçi alımı), Göçmen işçilerin gelişmiş ülkeye gelmesiyle birlikte bu ülkede de ücretler düşecektir.

 Sermayenin geçinme ücreti karşılığında, bol emek bulunabilecek ülkelere ihraç edilmesidir. Birinci durum sendikaların tepkisini çekeceği için, sendikalar bu süreci engellemeye çalışacaklardır. Bu nedenle sermaye ihracatı, kapitalistler için en iyi kaçış yoludur. Sermaye ihraç edilen ülkede yabancı sermaye akımına karşın sınırsız emek arzı varsa ücretler yükselmez, fakat zamanla sermaye birikimi emek arzına erişecek ve ücretler yükselmeye başlayacaktır.”

1.3.6. Uluslararası Bağımlılık Teorileri

“Latin Amerika Kalkınma Okulu”, 1960 ve 70’lerde modernleşme kuramının eleştirisi olarak ortaya çıkan ‘bağımlılık okulu’ ve neoklasik iktisada eleştiri olarak ortaya çıkan

‘yapısalcı okuldan’ oluşur.

(31)

20

Yapısalcı okulun öncüsü Paul Prebish’tir. Prebisch, “serbest ve dış ticaretin ülkeler arasındaki farkları ortadan kaldıracağını, büyümeyi sağlayacağını savunan Ricardocu ve neoklasik ticaret kuramının hatalı olduğunu” ifade eder. Çünkü sanayi malı ihraç eden gelişmiş ülkelerin karşısında tarımsal ürün/ hammadde ihraç eden azgelişmiş ülkeler vardır. Bu ihraç ürünlerin fiyatları eşit olmadığı gibi, fiyat artışları da eşit değildir. Uzun vadede tarım mallarındaki fiyat artışı sanayi mallarının fiyat artışından daha düşük olacaktır, azgelişmiş ülke de bu açığı kapatmak için daha fazla ürün ihraç etmek zorundadır. Ancak bu dürüm sürdürülebilir olmadığı gibi dış ticaret hadleri gelişmiş ülke lehine dönecektir.

Hans Wolfang Singer, Prebisch’e benzer olarak “serbest ticaretin hammadde ve tarımsal ürün ihracatçısı olan ülkelerin yapısal olarak aleyhine işlediğini ve sanayi malları ihraç eden gelişmiş ülkelerin bu sistemden artan oranda fayda sağlayacaklarını” söylemiştir (Topal, 2009: 161).

Latin Amerika Ekonomi Komisyonu (ECLA) bağımlılık ekseninde birçok tez geliştirmiştir. Bu okulun, antiemperyalizm vurgusu oldukça baskındır. Merkez- çevre arasında eşitsiz bir ilişki vardır, bu eşitsiz ilişki uluslararası ticaret yoluyla daha da derinleşir. Çünkü azgelişmiş ülkeler dış ticarette rekabet edebilecek altyapıya sahip değildir (Topal, 2009: 117).

Latin Amerika Kalkınma Okulunun diğer kolu olan Bağımlılık okulunun temel argümanı, AGÜ’lerdeki büyümenin hem ülkedeki hâkim gruplar hem de emperyalizm tarafından engellendiğidir. Bu ülke ekonomilerini analiz edebilmek için, dünya ekonomi düzeninin niteliklerini analiz etmek ve bu düzenin “genel belirleyicilerini anlamak gerektiğini söyler (Arslan, 2006: 39). Bu modelin kendi içinde 3 önemli yaklaşımı vardır.

(32)

21

 Yeni sömürgeci kalkınma modeli; Az gelişmişliğin nedeni gelişmiş ülkelerin diğer ülkeleri sömürdüğü eşitsiz kapitalist sistemdir.

 Yanlış paradigma modeli; Az gelişmişliğin nedeni, gelişmiş ülkeler ve uluslararası kurumların, ülkelerin ekonomik, sosyal ve politik farklılıklarını gözetmeden empoze etmeye çalıştığı kurallardır.

 İkili kalkınma tezi; Ülkede çok zengin ve yoksul grupların; geleneksel ve modern sektörlerin bir arada bulunmasıdır.

“Kapitalist sistemde bir ülkenin kalkınmışlığının diğer ülkelerin geri kalmışlığına yol açtığının savunan azgelişmişliğin gelişmişliği bağlamında bağımlılık yaklaşımı”, 1950’lerde Paul Baran tarafından dile getirilmiştir. Benzer şekilde Dos Santos’a göre,

“bağımlılık, bazı ülke ekonomilerinin diğer ülke ekonomilerinin gelişmesinden etkilenmesidir. Baskın olan ülkeler kalkınmayı tek başına sağlayabilirken, diğer ülkeler baskın ülkelere bağımlı olarak gelişmektedirler. Bu gelişme bağımlı ülkeler üzerinde pozitif veya negatif etki yapabilir” (Santos, 2009: 233).

Immanuel Wallersteın’ın “Modern dünya sistemi” teorisine göre, azgelişmişliğin nedeni kapitalizmdir. Dünya ekonomik sistemi merkez, yarı çevre ve çevreden oluşmaktadır.

Merkezde yer alan devletlerin yarı çevre ve çevre devletleri sömürmesi bu devletlerin kalkınmasına engel olmakta ve artı ürünün çevreden merkeze doğru transferine yol açmaktadır.

Andre Gunder Frank’ın “metropol-uydu” teorisinde tanımlanan değişim ilişkileri ve ağı en altta uyduların kırsal bölgelerindeki küçük çiftçilerin bulunduğu üçgen şeklindedir.

Uydular ticaret yoluyla metropollere bağlanır ve uydularda yaratılan artık metropollere transfer edilir. Bunun sonucunda metropol gelişir ve kalkınırken, uydu gelişemez.

Metropol-uydu ağı hem ulusal hem de küresel ölçekte söz konusudur. Bu tür bir ilişkinin çözülmesi için sosyalist devrim gerekir.

(33)

22

Samir Amin’in “merkez-çevre” teorisinde ise, merkezde üretim “kitlesel tüketime”

yöneliktir. Merkezde, “emek sermaye” çatışmasını azaltacak “toplumsal bir anlaşma”

vardır. Çevre, merkezin ihtiyaçlarını ihracat yoluyla karşılamakta ve burada üretilen artı değer merkeze aktarılmaktadır.

1.3.7. Neo-liberal Serbest Piyasa Teorileri

Kalkınma tartışmaları 1980’lerle beraber sona ermiş, kalkınma iktisadi önemini yitirmiş borç krizleri ile kalkınma teorileri yerini ‘enflasyon ve büyüme merkezli politikalara’

bırakmıştır.

1980’lerle beraber, kalkınmanın altın çağı olarak adlandırılan 1914-1970 ara döneminden sonra dünyada küreselleşme sürecine girilmiştir. Kalkınma olgusu yerini

“istikrar” kavramına bırakmıştır.

Dış borcu bulunan azgelişmiş ülkelerin birçoğunda “büyük ve artan ödemeler dengesi ve bütçe açıkları” ortaya çıkmıştır. Borç krizleri yaşanmış ve 1980’ler “Kalkınmanın kayıp on yılına” dönüşmüştür (Thorbecke, 2016: 143). Mevcut kalkınma politikalarının bu sorunları çözmeye yetmemesi bu politikaların sorgulanmasına yol açmış ve yeni çözüm arayışlarına girişilmiştir.

“Anne Krueger, Peter Bauer, Ian Little, Bela Balassa, Julıan Sımoni, Jagdish Bhagwatı, ve Harry G. Johnson, Deepak Lal” neo-liberal kalkınma teorisinin temsilcilerdir. Neo Liberal iktisatçılar devletin ekonomiye müdahalesini reddetmekte, özel sektör öncülüğünde küresel ekonomiye eklemlenmiş ekonomilerin kalkınabileceğimi söylemektedir. Bu dönemde uluslararası ticaret ve büyüme arasındaki bağlantıya vurgu yapılmıştır. Dış ticaretini serbestleştiren Kore, Japonya, Singapur ve Hong-Kong gibi ülkelerin içe dönük strateji izleyen ülkelerden daha hızlı büyüdüğünü iddia etmektedir.

(34)

23

İKİNCİ BÖLÜM

SANAYİLEŞME STRATEJİLERİ

18. yüzyılda yaşanan "Sanayi Devrimi" ve "Fransız Devrimi" ekonomik ve siyasal yapıyı büyük ölçüde değiştirmiştir. Sanayi Devrimi, "üretim tarzını ve çalışma ilişkilerini”, Fransız Devrimi ise "siyasal yaşamı" dönüştürmüştür. 1789 Fransız Devrimi’nin getirdiği “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” gibi yeni fikirler siyasal sistemleri, üretim biçimlerini ve ekonomik yapıyı değiştirerek yeni toplumsal sınıfların doğmasına yol açmıştır. Bu değişim süreci 19. yüzyılda yaşanan Sanayi Devrimi ile ivme kazanarak devam etmiştir.

Sanayileşen ülkeler “sinai ürünlerin üreticisi ve ihracatçısı”; sanayileşemeyenlerse “sınai ürünlerin pazarı, hammadde ve yiyecek tedarikçisi” olmuşlardır. Birinci Dünya Savaşı ile sekteye uğrayan sistem İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden yapılandırılmıştır (Gülalp, 1983: 17).

1950’lere geldiğimizde ekonomik büyüme, bağımsızlığına yeni kavuşan azgelişmiş ülkelerin temel politika hedefi haline gelmiştir. Kalkınma ile sanayileşme arasında yadsınamayacak bir bağ vardır. Bugünün gelişmiş ülkeleri aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdir. Sanayileşme stratejileri, temel olarak “ithal ikameci sanayileşme stratejisi” ve

“ihracata yönelik sanayileşme stratejisi” olarak ikiye ayrılır. Kimi yazarlar bu iki stratejinin birbirinin tamamlayıcısı olduğunu ileri sürerken, kimi yazarlar birbirinden tamamen bağımsız olduğunu dile getirir. Bu bölümde her iki stratejinin tanımı, kapsamı, amaçları, araçları ve eleştiriler yer alacaktır.

2.1.İthal İkameci Sanayileşme Modeli

Sanayi Devrimi ile kurulan ekonomik düzen önce 1929 Ekonomik Bunalımı, sonrasında Birinci ve İkinci Dünya savaşları ile sekteye uğramıştır. 1945 yılında İkinci Dünya

(35)

24

Savaşı sona erdiğinde, iki kutuplu bir yapı ortaya çıkmıştır. Bir tarafta Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) öncülüğünde serbest piyasa ekonomisi uygulayan ülkeler, diğer tarafta Sovyet Rusya’nın öncülük ettiği sosyalist ekonomiler yer almaktadır.

Gelişmekte olan ülkelerin ise bu dönemdeki en temel amacı kalkınma olmuştur. Savaş sonrası bağımsızlığını kazanan devlet sayısındaki artış, kalkınma olgusunun önemini arttırmış, 1950-1970 arasındaki dönem literatüre “kalkınmanın altın çağı” olarak girmiştir. Bu dönem, ekonominin “en güçlü büyüme ve refah dönemidir”. Pamuk, bu refah döneminde “kişi başına gelirlerin ortalama artış hızının yılda %3’e yaklaştığını, Japonya, İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde kişi başına GSYİH’nın yılda ortalama %5’in üzerinde bir hızla arttığını” söyler (Pamuk, 2011: 395).

İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin gelişimi, sanayileşmiş ülkelerde “refah devleti” ve “sosyal devlet” anlayışına dayalı politikalar ile gerçekleştirilirken, azgelişmiş ülkelerde “ithal ikamesine dayalı kalkınma politikaları” uygulanmıştır. Talep cephesini esas alan Keynesçi politikalar sayesinde ‘fiyat istikrarı, büyüme, tam istihdam ve refahın’ gerçekleştirilmesinin olanaklı olduğu konusunda tam bir fikir birliği vardır. En temel anlamıyla ithal ikame, “yurtdışından ithal edilen malların yurt içinde üretilmeye başlanmasıdır”. İthal ikameci sanayileşme, içe dönük sanayileşme anlamına da gelmektedir.

2.1.1. İthal İkameci Sanayileşme Stratejisi Yönelme Nedenleri İthal ikamesinin, “doğal” ya da “uyarılmış” olmak üzere iki çeşidi vardır. Doğal ithal ikamesi sürecinde, “ithalatın yerli üretimle ikamesinin, bu yönde oluşturulmuş ve somut tercihleri içeren bir politikadan veya ekonominin diğer kesimlerine yönelik ancak dolaylı olarak bu sonuca götürecek müdahalelerden etkilenmeden ortaya çıkması söz konusudur” (Özbey, 1999: 3). İnceleyeceğimiz ithal ikame türü ise devlet eliyle, belirli politikalar uygulanarak oluşturulan dolaylı yani uyarılmış ithal ikame türüdür.

(36)

25

İthal ikamenin ortaya çıkmasının tarihsel ve ekonomik birçok sebebi vardır. İthal ikameci politikanın temellerinin merkantilist döneme kadar uzandığını söyleyebiliriz.

Bugünün kalkınmış ülkeleri kalkınmakta olduğu dönemlerde korumacı politikalar uygulamışlardır. Merkantilist politikalarla, değerli madenlerin yurtdışına çıkışı yasaklanarak ülke içinde sermaye birikimi yaratılmıştır. Sanayi Devrimini ilk yaşayan İngiltere dışında tüm Batı ve Orta Avrupa ülkeleri, ABD ve Japonya 19. yüzyılda ‘ithal ettikleri mamul malları kendileri üreterek’ sanayileşmişlerdir (Pamuk, 1984: 39). 19.

yüzyıl iktisatçısı Friedrich List, “Ulusal Siyasal İktisat Sistemi” adlı eserinde birçok ülkeyi zenginliğe götüren yoldaki en önemli unsurun ‘korumacı politikalar’ olduğunu ifade eder. Gelişmekte olan ülkelerin, devletin müdahalesi olmaksızın yeni endüstriler geliştiremeyeceğini söyler.

Ülkelerin ithal ikamesi politikasına yönelmelerinin diğer önemli bir sebebi yaşanan teknolojik gelişmelerdir ‘Taylorizm’ diye bilinen ve ilk defa Henry Ford tarafından

‘Ford otomobil fabrikalarında uygulandığı için Fordizm olarak anılan montaj hattı üzerinde seri üretim’, dönemin yenilikleridir. Yeni teknolojiler sermayenin devir hızını arttırma yoluyla kar oranlarını yükseltmişlerdir (Üstünel, 2006: 65).

Gelişmiş ülkelerin uyguladığı önlemler ve tarımsal mallara olan talebin düşmesi, bu ürünlerin fiyatlarını düşürmüş ‘dış ticaret hadlerinin’ azgelişmiş ülkeler aleyhine dönmesine neden olmuştur. Singer ve Prebisch, “az gelişmiş ülkelerin dış ticaret hadlerindeki bozulmalardan kaçınmak için yoğun dış korumacılığa dayalı sanayi stratejileri izlemelerini önermiştir” (Kazgan, 1993: 329-330). Tarımsal malların ‘fiyat ve gelir esnekliğinin düşük olması’, azgelişmiş ülkelerin ihracatlarının düşük kalmasına neden olmaktadır. Bu durum ‘ihracatın yapısının’ değişmesi gerektiğini göstermektedir (Egeli, 1997: 151).

II. Dünya Savaşı sonrasındaki en önemli gelişmelerden biri, ekonomik düzeni tesis etmek için ortaya çıkan uluslararası kurumlardır. Azgelişmiş ülkelerde uygulanan planlı

(37)

26

ekonomi bu kurumların önerileri ile belirlenmekteydi. 1944 yılında Amerika’nın Bretton Woods eyaletinde kurulan yeni ekonomik sistemin en önemli iki kurumu ‘Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankasıdır’. Bu iki kuruma göre, kalkınma için sanayileşmek gerekir bunun içinde ulusal olanaklar yetersiz kalmakta ve dış yardıma gerek duyulmaktadır. Küresel düzeyde “yardımlar” yapılırken, yerel düzeyde de “devlet müdahalesi ve planlama” gerekir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde “Keynesçi refah devleti”

politikaları temel alınırken, gelişmekte olan ülkelerde ise, “ithal ikameci politikalar”

uygulamaya konulmuştur (TMMOB, 2007: 6). Temel hedef, katma değeri yüksek ürünlerin ulusal düzeyde üretilmesiyle ithalatın azaltılmasıdır.

2.1.2. İthal İkameci Sanayileşme Stratejisinin Aşamaları

İthal İkameci Sanayileşme Stratejisi’nin ilk aşamasında ‘temel tüketim malları’ üretilir.

Bu aşamada, ‘üretime geçmek için büyük yatırımlar, büyük sermaye birikimi’ gerekmez.

Geleneksel ihracattan gelen dövizler yeterlidir (Pamuk, 1984: 43-44). Bu nedenle kolay bir aşamadır.

İlk aşamada tüketim mallarının üretilmesinin nedeni, “yurt içinde talebin yüksek olması ve gümrükler yoluyla bu ürünlerin ithalatını azaltarak yerel bir pazar oluşturmanın mümkün olmasıdır (Han ve Kaya, 2002: 262). Fakat bu durum ithalatı azaltmamıştır, çünkü tüketim mallarını üretirken ‘gerekli teknoloji, üretim malları ve bazen de hammaddeler ithal edilmiştir’(Keyder, 1983: 1065-1073).

İkinci Aşama, ‘Güney Kore, Tayvan gibi ülkelerin uyguladığı “dışa açılmak” veya “ara ve yatırım mallarının ülke içinde üretim aşamasına geçilmesi” şeklinde iki yönde olabilir. Türkiye ve Latin Amerika ülkeleri ikinci yolu uygulamıştır. Bu aşamada daha

‘sermaye yoğun ürünler’ üretilir. Bu aşamada ‘teknolojinin karmaşıklaşması’ yabancı sermayeye olan bağımlılığı arttırmakta ve döviz darboğazına neden olmaktadır.

(38)

27

2.1.3. İthal İkamesi Stratejisinin Araçları

İthal ikameci Sanayileşme Stratejisinde maliye, para, dış ticaret ve kur politikaları kullanılmıştır, ancak en çok kullanılan politika, maliye politikası olmuştur.

2.1.3.1. Maliye Politikası

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Üçüncü Dünya ülkelerinin doğuşuyla, ‘ekonomik kalkınma, sürdürülebilir kalkınma ve eşitlikçi kalkınma’ konuları gündeme gelmiştir.

Merkantilizm ve Keynes’in talep yanlı önerileri, hükümetlerin dikkatini planlamaya çekmiştir. İdeal kamu yönetiminde planlama, ‘ekonomik büyüme içerisinde, kaynakların adil, ve optimal dağıtımı için uygun bir araç’ olarak tanımlamıştır.

Keynes “Para, Faiz ve İstihdamın Genel Kuramı” kitabında, piyasaların ‘etkinsiz’

olduğunu söyler ve ‘kamu sektörünün piyasaya müdahale etmesini’ önerir. Keynesyen talep yanlı modelde, ‘ekonomik büyümenin temel unsuru yatırımlar, tasarruflar, tüketim ve kamu harcamalarıdır’. Tüketim talebi uyararak ekonomik büyümeyi sağlar. Keynes,

‘yoksul kesimlerin desteklenerek tüketimin arttırılmasını’ savunur. Kamu harcamaları ve vergilendirme Keynesyen iktisatta büyümeyi sağlamanın en önemli unsurlardır. İthal ikameci sanayileşme döneminde de kalkınmanın kamu harcaması ile sağlanacağı düşüncesi hâkimdir. İthal ikame sanayileşme stratejisi ve ihracata yönelik sanayileşme stratejisi arasındaki en temel fark “devletin rolüne” dolayısıyla kamu harcamalarına yöneliktir.

Kamu harcamaları, ‘devletin ekonomide belirlediği amaçlara ulaşmak için yaptığı harcamalardır’. Cari, yatırım ve transfer harcamalarından oluşur. 1880’lere kadar dünya düzeyinde kamu harcamaları, oran olarak “Gayrı Safi Milli Hasılaya (GSMH)” yatay seyir izlemiştir. Tarihsel olarak Birinci Dünya Savaşı ile artmaya başlayan kamu harcamaları, Rusya’da yaşanan devrim ve 1929 Ekonomik Krizi ile daha da

(39)

28

genişlemiştir. 1870’li yıllarda kamu harcamaları ortalama olarak ülkelerin GSMH’sinin yüzde 10,8 ‘ini oluştururken, 1937 yılında bu oran yüzde 23,6’ya yükselmiştir. Kamu harcamaları, II. Dünya Savaşı sonrası Keynesyen politikaların yoğun olarak uygulandığı dönemden başlayarak 1980’lere kadar hızlı bir şekilde artmıştır (Yüksel, 2011: 25).

Tablo 2.1: Kamu Harcamalarının GSYİH içindeki payı ( %)

1972 1975 1977 1979 1980

ABD 17.8 19.5 19.6 19.1 20.5

Fransa 30.0 33.6 34.1 35.5 36.5

Almanya 20.2 24.5 24.7 24.3 25.4

İngiltere 29.5 36.5 34.5 34.0 35.6

Şili 32.4 27.7 27.2 24.1 24.2

Meksika 10.1 12.5 13.0 13.2 10.9

Türkiye 14.9 14.2 15.9 18.7 18.2

Kaynak: World Bank Data, 23.01.2020.

İthal ikame sanayileşme stratejisinde maliye politikası ve büyüme arasındaki ilişkinin pozitif olduğu savunulmuştur. Ancak literatürde bu konuda görüş birliğine varılmamıştır. İlk bölümde bahsedilen neoklasik teoriye göre maliye politikaları sadece çıktı düzeyini etkilerken, uzun dönemde büyüme üzerinde herhangi bir etki etmez (Yanpar, 2007: 20). Buna karşın içsel büyüme teorileri maliye politikalarının ekonomi üzerinde olumlu etkileri olduğunu savunur.

Bu görüşe paralel olarak Tablo 2.1’de 1972-80 arasındaki tarihlerde mal ve hizmet tedarikinde devletin operasyonel faaliyetlerine yönelik kamu harcamalarının artırıldığı gözlemlenmektedir. Bu harcamalar, “çalışanların ücretlerini (ücretler ve maaşlar gibi), faiz ve sübvansiyonları, sosyal yardımları ve kira ve temettü gibi diğer giderleri” içerir.

Amerika Birleşik Devletleri, Fransa, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde kamu harcamaları artarken, aynı şekilde Meksika ve Türkiye’de de artmaktadır. Sadece Şili’de 1975 yılında başlayan düşüşle beraber kamu harcamaları giderek azalmaktadır. Bunun en önemli nedeni Şili’nin 1970’lerle beraber ithal ikameci politikayı terk etmeye başlamasıdır. İthal ikame döneminde gelişmiş ülkelerin kamu harcamalarını maliye

(40)

29

politikası olarak kullanması “refah toplumunu” genişletmek amaçlıdır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, ekonomik aktiviteyi tekrar canlandırmak için yüksek oranda harcama yapılmıştır. Nitekim bu ülkelerde yapılan harcamaların çoğunluğu transfer harcamalarıdır.

Yapılan ampirik çalışmalar, azgelişmiş ülkelerde ‘cari ve yatırım harcamaları’, gelişmiş ülkelerde ise ‘transfer harcamalarının’ ağırlıkta olduğunu göstermiştir. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gerçekleştirilen altyapı, eğitim ve araştırma-geliştirme gibi yatırımlar ekonomik büyüme üzerinde pozitif etkilere sahipken, transfer harcamalarının diğer harcamalardan yüksek olması ise “harcama-büyüme ilişkisini” negatif yönde etkilemektedir (Okta ve Susam, 2008: 151). Ancak bu harcamalar, refah toplumunun genişletilmesine katkı sağlamaktaydı.

Maliye politikasının bir diğer aracı vergilerdir. Vergi yoluyla “yatırımları teşvik etmek, üretim ve tüketimi teşvik etmek ya da kısıtlamak, ödemeler dengesini düzeltmek, tasarrufu arttırmak, ekonomik istikrarı sağlamak ve ekonomik yapıyı değiştirmek, ihracatı döviz kazandırıcı işlemleri ve yabancı sermaye girişlerini teşvik etmek, ithalatı ve döviz kaybettirici işlemleri kısıtlamak” mümkündür (Turhan, 1975: 249). İthal ikame sanayileşme stratejisinde vergilemenin iki önemli işlevi vardır. İlki özel tüketimin azaltılarak yatırımların arttırılması, ikincisi ise özel sektörden devlete kaynak aktarımını sağlamaktır. Ancak vergilerin ekonomik büyümeyi tetiklemesi ‘vergilerin hangi harcamayı finanse ettikleri ve vergi oranına’ bağlıdır. Vergileme ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkinin pozitif yönde olması “maksimum bir vergi oranının” belirlenmesine bağlıdır. Bu maksimum oranın aşılması ekonomide olumsuz sonuçlara yol açar (Demircan, 2003: 110).

Bir diğer maliye politikası aracı borçlanmadır. İç borçlanma; “hükümetin, ülke sınırları içerisindeki kişi ve kurumlara milli para cinsinden borçlanmasıdır, mili ekonomi içerisinde bir el değiştirme olmakla birlikte özellikle kullanılmayan fonların üretime

Referanslar

Benzer Belgeler

 İkinci Dünya Savaşı sonrasında hızlı bir toparlanma ve büyüme süreci yaşayan Batı Avrupa ülkeleri 1960ların başlarından itibaren Türkiye’den giderek artan

Son zamanlarda ise Urla Yarımadası’nda Yağcılar, Kuşçular, Demircili köyleri arasında kalan bölgede yapılmak istenen RES’lere karşı bir halk tepkisi

ÅXKGP GJEGÆ2MNJSKSÆ2CKCJJG ?JIÃLK?Æ1RP?RCHGQG 2?Q?PÃKÆTCÆ"GXEG !,.È!¿QN *ÄAQÄRÈÂDGHSKDQHÈ"@C È-N È KR@MB@JÈÈÇ9,Ç1 3DK ÈÈÈÈÈÈkÈ%@W ÈÈÈÈÈ XDKHY

radikal değişikliği, besin seçimlerini, beslenme alışkanlıklarını, sigara içme, alkol tüketimi ve fiziksel durağanlık, değişik bulaşıcı olmayan süreğen

Karacadağ Kalkınma Ajansı; Diyarbakır ve Şanlıurfa illerinde bölgesel düzeyde kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki iş- birliğini

Yani bu ilişki- nin ne olduğunu doğru olarak saptayabil- mek için öncelikle sanayi ile eğitimin ne olduğunu doğru olarak kavramak gerek.. Ancak ondan sonra eğitim ile sanayi

1 9BO'lı yıllarda 1980'li ve 1990'lı yıllarda Sanayi Sonrası Toplum dönemine gireceği tahmin edilen A.B.D.'de bu yeni döneme insan yetiştirme ve eğitim

Tarih boyunca sürekli savaşların hakim olduğu bir bölgede olması, Kosova ekonomisini etkilemiştir. Kosova ekonomisi en derin dönüşümünü 1999'dan sonra