• Sonuç bulunamadı

ERGENLE YAŞAMAK Karşılıklı Güven

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "ERGENLE YAŞAMAK Karşılıklı Güven"

Copied!
15
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

ERGENLE YAŞAMAK

Karşılıklı Güven

İnsan ilişkilerinin temellerinden bir tanesi de güvendir. Karşılıklı güven oluşamadığında samimiyetin, sevginin ve saygının ortaya çıkması beklenemez.

Dolayısıyla bu etmenler, hep birbirine bağlıdır; bu bağ, sağlıklı ilişkinin oluşmasını sağlar. Özellikle aile içerisinde anne, baba ve ergen çocuklarıyla kurdukları ilişkilerin en başat olumsuz özelliklerinden biri güven eksikliğidir.

Çocukların, anne-babalarının iyi niyetini suiistimal etme alışkanlıkları genelde ebeveynlerin, çocuklarına karşı güvenme(me)leri sonucunu doğuruyor.

Ebeveynler, eğer kendilerinin sıkı bir kontrolü olmadığı takdirde çocuklarının, kendilerine ait sorumluluklarını yerine getirmeyeceğinden emin bir haldeler. Bu durumdaki sıkı kontrollerin, türü ve çeşidi her ailenin dinamiklerine göre değişiklik gösterir. Kimi ebeveynler ceza, tehdit, yasaklama ve şiddet gibi yöntemlerle kimisi ödül mekanizması ile bu sorunun üstesinden gelmeye çalışır.

Problem şu ki bu saydığımız yöntemler aslında doğru yer ve doğru zamanda destek kuvvet olarak kullanılması gereken yöntemlerdir.

Hâlihazırda karşılıklı bir güvenin vurgulanmadığı herhangi bir ilişkide, taraflarca, bu sorunların içeriğinin konuşulmasının çok da bir katkısı yoktur. Bu sadece ebeveynler açısından değerlendirilmemelidir; aynı güven eksikliğini ergen çocuklar da hissetmektedir. Bazen, ebeveynler, örneğin çocuklarının tam anlamıyla ders çalıştıkları bir gün ellerinde telefon görmelerine, o gün çocuğunun neler yaptığını öğrenmeden önyargılı bir şekilde ‘neden telefonla oynuyorsun, dersin yok mu senin’ gibi bir refleksle karşılık verebiliyor. Bunun üstüne çocuğu dinlediğinizde de, kendisi de bu yaklaşımdan oldukça rahatsız,

‘evet çalışmadığım dönemler oluyor ama çalıştığımda da bunun görülmesini istiyorum’ mesajını veriyor. Dolayısıyla güvenin karşılıklı olmasının önemi bu yüzden vurgulanmaktadır.

Verdiğimiz örnek tipik bir senaryodur; bu senaryo da ne çocuğun gerçekten bir sorumluluk yerine getirdiğinde bunun görüleceğine dair bir güveni ne de ebeveynlerin, çocuklarının kendilerinin kızmadan, seslenmeden, uyarmadan hareket geçeceğine olan bir inançları var. Bu yüzden iki taraf içinde bu durumun farkındalığının sağlanması gerekir.

Anne-baba, yetişkin olmaları hasebiyle bu farkındalığı hem kendilerinde hem çocuklarında sağlamaları açısından sorumlu olan onlardır. Ebeveynlerin, çocuklarının kendilerinin güvenini kazanmalarının aile içindeki öneminden sürekli ve ısrarla bunu gündeme getirerek bahsetmeleri elzemdir. Çocuklar özellikle ergen olanlar için söylersek anne-babalarının güvenlerinin kazanmaları gerektiğini bilmeli ve bunu önemsemek zorunda oldukları idrakine varmalıdırlar. Burada bir diğer önemli olan husus ise çocukların ‘ben ne yaparsam yapayım annem, babam bana güvenmez’ anlayışının -şayet varsa- ortadan kaldırmak, bu algıyı yıkmaktır. Çünkü bu gerçekliği yaratan ebeveynin kendisidir, dolayısıyla bu gerçeklik, çocuklarının eline sorumluluktan kaçmak

(2)

için mükemmel bir koz vermek anlamına geliyor. Dolayısıyla karşılıklı güven ilişkisinden ebeveynler olarak çocuklarımıza gösterdiğimiz davranışlarımızda onlara koz verecek hatalı davranışların neler olabileceğinin üstünde düşünmek gerekiyor.

Bu da ancak onları dinlemek, bahane olarak ortaya koyduğunu düşündüğünüz düşüncelerinin hangilerinin sizden kaynakladığını keşfetmekle olacaktır.

Çocukları dinlediğinizde sorunların çözümlerine dair birçok ipucunun onların ifadelerindeki satır aralarında olduğu görülecektir. Dolayısıyla ergen ve anne- baba arasındaki anlaşmazlıklar güven kavramı bağlamında tartışılmaya ve uzlaşma zemini oluşturulmaya başlanırsa davranışlar da ona göre şekillenecektir.

Sürekli, düzenli ve ısrarla güvenin vurgulanmasından sonraki aşamalar ise ödül ve ceza aşamalarıdır. Bu güvenin konuşulduğu zaman, her iki taraf beklentilerini ortaya döker, sınırlar belirlenir, şartlar konuşulur, taahhütler verilir. Bu sınırlara uyulduğu zaman maddi ve manevi(sosyal) ödüller veriliyor, uyulmadığında ise her aile dinamiğine göre şekillenen yüzleşme gerçekleşiyor. Bu yüzleşmenin yapıcı olması baştaki sınırların birlikte, çocukla beraber konuşarak belirlenmiş olmasında yatar. Çocuk kendisini bağlayan sözünün hesabıyla yüzleşir ve bu şekilde sorumluluğun ne demek olduğunu bu yüzleşmelerde öğrenir. Ama tek taraflı, dayatmacı, çocuğa direktifle sadece ne yapacağı söylenmekle kalırsa çocuk sorumluluklarını içselleştiremez, tek taraflı bir ilişkiye mahkûm edilen çocuk her başarısızlığında suçluluk duygusuyla dolar ve gitgide iç dünyasında, anne-babasından kopmaya başlar.

Dolayısıyla karşılıklı güvenin oluşmasında karşılıklı konuşmanın, diyaloğun ve beklentilerin ifade edilmesinin önemi göz ardı edilemezdir. Bu, çocuğun ebeveynlerini suiistimal etmesinin önüne geçmesinde –en azından oranını düşürmesinde- dikkate değer bir faktördür. Diğer taraftan anlattığımız bu yaklaşım ebeveynlerin kendilerine olan saygı ve güvenlerini artıran, çocuklarına karşı davranışlarının daha belirginleştiği güvenli bir alan oluşturan ve çocuklarını daha iyi tanımalarını sağlayacak olan bir sürecin sacayağıdır.

Ergen ve İkna

Ebeveynlerde sık sık karşılaşılan ifadelerden birisi de ‘bizim çocukluğumuzda böyle değildi, eskiden ergenlik mi vardı, bizim babamızın bir sözü yeterdi, bizde itaatsizlik etmenin düşüncesi bile belirmezdi’ gibi ifadelerdir. Dolayısıyla belli anne-babalar kendilerinin maruz kaldığı ebeveyn uygulamalarının bir benzerini kendi çocuklarına karşı uyguladıklarında hiç beklemedikleri sonuçlarla karşılaşıyorlar. Veyahut kendilerinin çocukken gösterdiği uyumlu –itaatkâr anlamında- davranışlarını çocuklarından da sağduyusal bir şekilde bekliyor ancak bu beklenti hayal kırıklığıyla sonuçlanıyor. Bu en temelde kuşak farkı olarak tanımlanır fakat bu kuşak farkının içeriğinin ve kapsamının iyi analiz edilmesi şarttır.

(3)

Öncelikle 21.yüzyıl dünyasının getirdiği teknolojik gelişme ve ülkemizde ki maddi-manevi tüketim seçeneklerinin artmasıyla tüketim alışkanları da artarak çeşitlendi. Bu durum ergenlik dönemindeki neslin tamamen kucağında bulduğu ve içine doğduğu bir gerçekliktir. Bu gerçekliğin doğurduğu birçok neticeler var ki bizim odak noktaya getireceğimiz hususlar da burası olacaktır. Bu neticeler kendilerini toplumsal rollerin, ebeveyn ve ergen rollerinin şekillenmesinde ve bu rollerin davranışlarının, kullandığı kelimelerinin, duygu tanımlarının, hayatın kendisine ve ilişkilere dair kavramlarının değişimi ve dönüşümünde gösterir.

Bu yüzden konuyu bağlayacak olursak bu dönem ergenlerinin kendi anne- babalarından çok daha fazla maruz kaldıkları uyaranlar mevcuttur. Ebeveynler kendi çocukluklarında her türlü bilgiye ulaşma imkânı, farklı nitelikte ve nicelikte ilişkilere şahit olma, hayatın gerçeklerini bire bir tecrübe etme durumu, teknolojiyle birlikte farklı dünyalardan haberdar olma açısından kendi çocuklarından ayrışırlar. Yeni nesil çocuklar çok fazla uyaranla büyüyor ve çok daha fazla görsel ve yazılı bilgiye, tecrübeye maruz kalıyor. Ne yazık ki bu maruz kalındığını iddia ettiğimiz bilgi ve tecrübenin çoğu tüketim davranışlarını şekillendiren, özendiren ve tüketim alışkanlıklarını pekiştiren unsurlardır. Daha kabaca ve somutlaştırarak söylemek gerekirse bir ergen okulundayken derse girmesi, dersi dinlemesi ve derste not tutması bir seçenektir. Aynı zamanda cebindeki ‘cep telefonundan oyun oynaması, takip ettiği bir dizinin bir sonraki bölümünü izlemesi, dışarı çıkıp eğlence alanlarına (sinema, bowling vb.) gitmesi, acıktığında şık koltuklarla her türlü lezzetine uygun yemek yemeye karar vermesi, sosyal medya kim ne paylaşmış, kim beni ne kadar beğendi acaba diye telefona yönelmesi’ de o an için bir seçenektir. Burada, belki, dramatize ettiğimiz bu örnek aslında bu dönem ergenlerin bir gerçeğidir.

Dolayısıyla ergenler için irade kullanımının ve haz erteleme öğretimi çok daha can alıcı hale gelir. Çünkü ergenlerin bu bahsettiğimiz dış uyaranlara maruz kalma ve bunları öğrendiği sürecin hızına, kişiliklerinin ve karakterlerinin oluşma -olgunlaşma- hızı yetişemiyor. Bu yüzden ergen, şahit olduğu her neyse onun iyi mi kötü mü, güvenilir mi tehlikeli mi, yararlı mı faydasız mı, zorunlu mu gereksiz mi, ailesine uygun mu değil mi olduğunu değerlendirecek zihinsel gelişimi daha yavaş ilerliyor. Bu da bizim çocuk üzerindeki kontrolümüzü zorlaştırıyor. Çocuğun kendi zihinsel ve ahlaki gelişimine odaklanılmasını engelleyecek, kendisine keyif verecek ve bu keyifle, sahip olduğu sorumluluklarını ona unutturacak, dolayısıyla zamanını öldürecek, çok fazla meşguliyet alanı var. Bir de buna bu dönem ergenlerinin, aileleri tarafından maddi anlamda büyük çoğunluğunun desteklendiğini, bu meşguliyet alanına harcanan para konusunda da sıkıntı çekmediklerini de düşünürsek, bu dönem ergenlerin neden bu kadar irade ve haz ertelemesi sorunu yaşadığını daha iyi kavrarız.

Bu meşguliyet alanları her şeyi önlerine hazır bir şekilde sunuyor; internet hazır cevapla dolu ve aslında yenidünya, insanı hazırcılığa alıştıran da bir içerik sunuyor. Bu da gayret, emek, sabır, bekleme, erteleme gibi eylemlerle aralarında bir mesafe yaratıyor. Bu dönem çocukları da bu mesafeyle büyüdükleri için ‘bir

(4)

işi mecbur kalmak’ ile ‘yaparsam benim için iyi olur’ arasındaki pozisyon farkının kurbanı oluyorlar.

Bu son cümle konuyu başka bir noktaya getirebilmemiz için bir ön ayak olmasını istersek bu dönem ergenler kendilerini herhangi temel bir sorum

luluğu yerine getirmek konusunda kendisini mecbur hissetmiyor. Bunun anne- baba tutumuyla doğrudan bir ilişkisi var. Kendi anne-babalarıyla olan yaşantılarındaki eksiklikleri ve kendi hayatlarındaki gerçekleştiremedikleri düşleri kendi çocukları üzerinden gerçekleştirmeye çalışan ebeveynlerin genellikle çocuklarına karşı ya çok müdahaleci, kısıtlayıcı, mükemmeliyetçi ya da çok korumacı, kapsayıcı, serbest oluyorlar. Bizim vurgu noktamız, daha çok korumacı anlayışta olan anne-baba tutumuna olacaktır. Bu ebeveynler çocuklarına genelde çok iyi bakar, hiçbir şeylerini eksik etmezler. Özellikle annelerimiz ‘bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmesinler’ düşüncesiyle ev içinde çocuklarının hizmetçileri olurlar. Çocuklar bu durumlarda kendilerinin neyi yapıp yapmadıklarından çok annelerinin neyi yapıp yapmadıklarını takip ederken bulurlar kendilerini. Çünkü anneler hiçbir şeyi eksik bırakmazlar ve bunu çocuklarına alıştırırlar. Bu alışkanlık çocuğun kendi başına kalma, bir yere gitme, karar verme, sorumluluk alma, hesap verme, plan yapma, seçimde bulunma, tahammül etme, sabretme, eleştiriye katlanma, özür dileme, mahcup olma, utanma gibi bilişsel ve ahlaki içerikli duygu ve eylemlerin gelişeme(me)sine neden olur.

İnsanoğlu konfor alanı genişlediğinde, hayatının düzenine dair herhangi bir tehdit hissetmediğinde, rahat olduğunda, öğrenmeye, mücadele etmeye, çabalamaya yatkınlığı azalıyor. Dolayısıyla konfor alanının bozulması, çocuğun biraz zorluklarla sınanması, hatta yeri geldiğinde bunun bilinçli olarak yapılması önerilir. Yazları çocuklarını çeşitli dükkân işlerinde çalıştıran ebeveynlerin bu konudaki amacı, maddi herhangi bir kaygı ile değil çocuğun gerçek hayatın zorluğunu deneyimlemesidir.

Buraya kadar çocuğun iradesinin neden zayıf olabileceğinin belli sebeplerine değinmeye çalıştık. Tabi ki burada eksik bıraktığımız hususlar olacaktır. Sonuç olarak çocuğun iradesine sahip çıkmasına, farkındalığının artmasına, özellikle ahlaki ve duygusal gelişimine yardımcı olmanın yolu çocukla –ergenle- kuracağımız karşılıklı diyalog ve iletişimden geçiyor. Bu dönemin ergenlerini problem olarak gördüğümüz alanlara dair hususlar konusunda onları ikna etmek gerekiyor. Tecrübelere dayanarak söyleyebiliriz ki, henüz olgunlaşamamış ancak kendisine olan güveni tavan yapmış, birçok şeyi yapabileceğine ve bildiklerine olan sanal inançları nedeniyle birçok ergenin herhangi bir konuda mutlaka bir hazır cevabı, düşüncesi ve bahanesi vardır. Bunun, ‘ben’ vurgusunun özellikle işlendiği dönemde, ‘özgür birey’ düşüncesinin köpürtüldüğü, gösterişin, simgelerin ve bunlar için başkaldırmanın ödüllendirildiği bir ortamda, bunun, bu şekilde gerçekleşmesi doğaldır. Bu ortam, ergenlerin kesin ve net cevaplılığını, her şeye bir açıklama yapan ve her şey için bir açıklama bekleyen özelliklerini pekiştiren bir nitelik taşıyor. Dolayısıyla onlara kendi

(5)

sorumluluklarını da onların hep beklediği gibi, dayatmacı, emredici bir dille değil de kararlı, tutarlı ve mantıklı açıklamalarla hatırlatılması daha büyük önem taşır. Tartışmalar hep iki tarafın rolleri, hakları, beklentileri ve sorumlulukları bağlamında şekillenmelidir.

Çocuk anne-babasından nelerin istenebileceğini, nelerin istenemeyeceğini ancak konuşarak öğrenebilir. Karşılıklı taleplerin dile getirilmesinin bu yüzden önemi vardır; talepler dile getirilebildiği zaman sınırlar da bu talepler üzerinden şekillenebilecektir. Örneğin bir lise öğrencisinin annesinin okula gelmesini isteme(me)si, kabul edilebilecek bir talep değildir, çünkü bu onun sorumluluk sınırları dâhilinde karar verebileceği bir durum değildir. Fakat şöyle bir senaryoda, çocuk öğretmeniyle yaşadığı bir sorunu eğer kendisi konuşarak çözmek niyetindeyse ve anne-babasından bu konuyu kendisine bırakmalarını istiyorsa bu ebeveynleri tarafından kabul edilebilir bir istektir. Buradaki anne- babanın sorumluluk alanı sadece sürecin takibi noktasındaki yerdir.

Dolayısıyla ergenlerle yaşanan her kriz, aslında bir sonraki aşamaya geçişin anahtarıdır. Bu yüzden krizler bir fırsat olarak görülür; ergenin sınırlarını öğrenmesine ve sorumluluk alanına ikna olmasına kapı açar. Bu diğer taraftan ebeveynin psikolojisi açısından da bir önemi vardır. Krizlerin üstesinden gelebildikçe kendilerine olan güven ve saygıları artar ve bu, çocuğa da olumlu yansıyacaktır. Çocuğun anne-babasıyla olan özdeşleşmesi, onlarla olan bağı kuvvetlendirecek, özellikle çocuğun ahlaki ve duygusal gelişimi hız kazanacaktır.

Eğer ebeveynler bu noktalara dikkat ettikleri takdirde çocuğu ikna etmek nispeten kolaylaşacaktır. Tabi ki bu ikna süreci tek bir konuşmayla gerçekleşecek bir şey asla değildir. Çocuğu ikna etmenin bir süreç olduğu ve bu sürecin, kararlılıkla sürdürülmesi elzemdir. Ergenin ikna olduğunu göremeseniz de, bu onda herhangi bir değişikliğin olmadığı anlamına gelmez. Gerçekler kendisinin hoşuna gitmez, daha çok zoruna gider, huysuzlanır, eylemsizlik kararı alabilir, konuşmayabilir, ama son tahlilde size söylemese de –ki bu çocuğun mizacına göre değişir, daha gururlu bir yapısı varsa böyle olur- kendi için ‘bunun böyle olması gerekiyor galiba, kaçışım yok’u kabul edecektir. Diğer türlü bu ikna sürecini çocukla sonuç alınsın, alınmasın fark etmeksizin, yaşanılmadığında çocuk kaçıyor, çocukla olan bağ zayıflıyor. Dolayısıyla bu sürecin destekleyici unsurları olan okul öğretmenleri ve rehberlik servisi ile olan işbirliğinin önemi ayrıca vurgulanmalıdır.

Çocuğun Kim?

Çocukla olan iletişimde çocuğun mizacının nasıl bir yapısının olduğu, karakterinin ne yönde belirginleşmeye başladığı tespit edebilmek çok önemlidir.

Çünkü anne-baba rolüne ait kalıp davranış ve tavırlar her çocuğun mizacına uygun olmayabiliyor. Genelde ebeveynler tüm çocuklarına tabiri caizse aynı tarifeyi uygularlar. Hâlbuki bir ailenin içindeki çocuklar farklı bir anne-baba

(6)

profiline ihtiyaç hissedebilir. Genelde ‘abisinde böyle sorunlarımız olmadı, kardeşini hiç kontrol edemiyoruz, bizi dinlemiyor, çok dik başlı’ vb. gibi ifadelere rastlamak hiç de zor değildir.

Bazı çocuklar uysal, dışadönük, ilişkiselliği yüksek, duygusal zekası önde özellikler gösterir, bu çocuklarda inatçılık, asilik, dik kafalılık görülmez, ancak aşırı depresif, ilişkilerde fazlasıyla hassas, şımarmaya yatkın, tutarsız duygu durumları da görülüyor. Bazı çocuklarda, içedönük, sadece mecbur kaldığından konuşan, odasına çekilip yalnız kalmayı her defasından tercih eden veya bu özelliklerle birlikte eşlik eden aşırı şüpheci, tedirgin, kaygılı, korkuları olan, özgüveni ne kadar başarılı olursa olsun oturmamış nitelikte kişilikler görebiliyor.

Bu kabaca saydığımız, birbirine geçişkenlikte sağlayabilen kişilik ve karakter özellikleri belli bir mizacın üstüne, çevrenin etkisiyle, hayat şartlarıyla oluşmuştur. Doğuştan getirilen mizaç özelliklerinin farklılaşmasına bir de çevresel değişkenlerin çeşitliliği faktörünü koyduğunuz da tabi ki her çocuk kendine özel bir hale gelir. Dolayısıyla anne-babaların, çocuklarını tanımaları gerekiyor. Neye nasıl tepki veriyorlar? Hassas oldukları davranışlar nelerdir?

İtaatkâr mı asi mi? Gerçek düşüncelerini ne kadar dile getirebiliyor? Bu sorular çoğaltılabilir. Ancak burada temel nokta çocuğun mizacına uymayan, onu sizden uzaklaştıran, bağa zarar veren, dolayısıyla kendisinin hukukuna ve hakkına riayet edilmediğini düşündüğü herhangi bir tavrınızın veya davranışınızın olup olmadığının üstüne düşünmektir.

Bu düşünme gerekliliğini vurguluyor olmakla, çocuklar ile anne-baba ilişkisini çok idealize etmiş olmadığımızı söyleyebilirim. Ancak bunun üstünde durmanın kolay bir faaliyet olmadığına katılıyoruz. Çocuklar gibi ebeveynlerde kolaycılığı seçebiliyoruz. Bu mevzunun eğitimle doğrudan bir ilişkisi var gibi gözükse de, burada anlattığımız birçok hususun, samimi olan ve kendisine güvenen ortalama bir anne-babanın kendi çocukları üzerinde deneme-yanılma yöntemleri ile keşfedebileceği görülecektir. Sadece keşfetmekle kalmayarak çevre ailelerden de örnekleri, karşılaştırmalı olarak kendi çocuklarına uyarlayan aileler, bu konuda gayret gösterdikçe, çocukluğun ve hayatın kendisine dair birçok önemli detayı bizzat deneyimleyerek öğrenir ve bunu çevresine tekrardan paylaşır.

Bunun için eğitimli olmaktan önce niyet, samimiyet ve kararlılık gereklidir.

Anne-baba olmak tüm o hayat koşuşturmasının içinde çocukla ilgilenebilmeyi başarabilmektir. Mevcut ekonomik hayatın çalışma şartlarının zorluğunu es geçemeyiz tabi ki, ancak niyet, samimiyet ve kararlılık oldukça, yol az veya çok alınır.

Ergenden Vazgeçmemek (

Süreç Odaklı Yaklaşım

)

Ergenle girilen, yapıcı olmasını beklediğimiz diyalogların sonuçlarını ebeveynler, doğal olarak hemen görmek ister. Ancak sürdürülen bu iletişime, sonuç odaklıdan ziyade süreç odaklı bakmak gerekiyor. Çocuklar genellikle uyarılara karşı, o an için çok ikna edici bir biçimde, ne yapması gerektiğini anladıklarını veya tekrarının olmayacağı yönünde geri bildirim veriyor ancak bu

(7)

çoğu zaman hayal kırıklığıyla neticeleniyor. Öyle zamanlar oluyor ki sanki gerçekleştirilen olumsuz davranışla ilgili öncesinde hiç konuşulmamış gibi bir tavırda olabiliyor çocuklar. Dolayısıyla ergen iletişiminde birkaç konuşmayla davranışların kökten değiştirilmesi, istenen davranışın ortaya çıkarılması, istenmeyen davranışın sona erdirilmesi beklenmemelidir.

Lise dönemindeki ergenlerin fiziksel büyümesinin yanında duygusal ve ahlaki büyümesinin, birlikte ilerlediği için, davranış ve tavırları 6 aylık periyotlarda - bir ömrün içinde sadece bu dönemde yaşanacak olan periyotlar- çok değişkenlik gösterebiliyor. Çocuk, hayata, insan ilişkilerine, duygularına, isteklerine dair keşfedilmeyi bekleyen tüm gerçeklikleri, özellikle okul hayatıyla birlikte ilk kez, deneyimleyerek öğreniyor. Dış dünya, bu noktada ucu açık bir keşfediş arenasıdır; bu yüzden çocuğun ayağının yere basması, sırtını dayayıp önünü görebilmesi daha bir önem kazanır ki bu da ailenin sorumluluğunu artırır.

Dolayısıyla çocuğun tutarsız, değişken ve çelişkili tutum ve davranışları, ergenlik dönemi, mizaç ve ebeveyn yaklaşımı gibi çeşitli nedenlere bağlanır. Bu nedenlerin üzerine düşünmeden çocuğa karşı gerçekleştirilen her türlü yaptırım, gayri ihtiyari sonuç odaklı olacaktır; bunun hemen kalıcı davranışa dönüşmesi beklenir. Ancak, davranış öğrenmenin, bir süreç olduğu atlanır; doğru davranış öğretiminin bol tekrar, kararlılık, yaptırım mekanizması ve zaman isteyen bir süreç olduğu bilinmez. Dolayısıyla olumsuz davranışların düzeltilmesi için gösterilen hiçbir çaba, sonuç alınamadığı için boşuna gösterilmiş bir çaba olarak değerlendirilemez. Ebeveynlerin “boşuna uğraştım, işe yaramıyor, vazgeçiremiyorum, dersin başına oturtturamıyorum” gibi serzenişleri aslında sürecin bir parçasıdır.

Ergen olan çocuğun bu dönemde kendine olan güveni tavan yapar, her şeyi bir şekilde yapabileceğine, bir şekilde üstesinden gelebileceğine dair yanılsama içindedir. Bu durum ilişkilerine bakış açısını ve sorumluluklarına karşı tutunduğu tavrı haliyle etkiliyor. Dolayısıyla çocuklar birçok konuda ebeveynlerinin, öğretmenlerinin veya başka yakın olduğu büyüklerinin nasihatlerine, uyarılarına ve rehberliklerine daha umursamaz oluyor, onları ciddiye alma konusunda zaaf gösteriyor. Tabi ki çocuğun bu umursamazlığı ve ciddiyetsizliği sorun olarak ayrıca ele alınmalıdır ancak buradaki vurgumuz, bu umursamazlık ve ciddiyetsizliğe rağmen ebeveynler olarak, çocuğun karşısında herhangi bir olay ve durumda gösterilmesi gereken tavrı tutarlı, kararlı ve tekrarlı bir şekilde sürdürebiliyor olmaktır.

Bu, ebeveynler için zor gözüken ve genelde “sabrımızda bir yere kadar ama artık dayanamıyorum, ben ümidim kestim, ne olacaksa olsun” gibi şikâyetlerle kendini gösteren meşakkatli bir süreçtir. Tabi bu bardağın taşma noktasına gelinmesinin başlıca ebeveynlerce üstlenilmesi gereken başka nedenlerini ayrıca yazacağız. Ergen olan çocuk, ebeveynleri ve çevresi tarafından yapılan tüm uyarılmaları –özellikle duygusal ve ahlaki eğitim alanı içine giren kısımları- o an içselleştirmediğini çevresine davranışlarıyla alenen gösterir. Ancak keşif zamanında olan ergen zihni doğruyu, iyiyi, kötünün hangisi olduğunu, uygun ve ayıp olanı, olmayanını, tüm bu uyarılarla ayrıştırır ve öğrenir; tümüyle

(8)

davranışlara yans(ı)tamasa da, yansıtmasa da. Dolayısıyla zaten dinlemiyor hiç diyerek peşi bırakılan ergen, bu ayrışmadan ve öğrenmeden mahrum bırakılmış olur ve bu da bir zaman sonra kendi ergen dünyasının açık hedef haline gelen, çok kolay manipüle edilebilen kurallarını oluşturmasına sebebiyet verir ki bu durum, çocuğun aileyle bağını tehlikeye atar. Bu da her türlü riskli davranışlara zemin teşkil eder.

Ergenliğinde yarı yetişkin olarak davranılan çocuk, bu dönemindeki tüm uyarıların üstünde düşünecek bir zihinsel ve duygusal olgunluğa daha iler ki yaşlarda gelecektir. Ama ebeveynlerinin bu değişmeyen dik duruşlarının devam etmesi, çocuğa kendisinin sürekli aşamadığı bir duvar olarak gözükür. Çocuk, sürekli anne-babasını denediği için, bu denemelerde anne-babasının hangi noktalarda esnek davrandığını, hangi konularda geri adım atmadığını gördüğü için, artık ailedeki üstüne düşen sorumluluklarla ve ahlaki sınırlarla yüzleşmeye başlar. İşte bu yüzleşme süreci çocuğun olgunlaşmaya başladığı dönemdir.

Ülkemizde bu süreç, üniversite sınavına girilen dönemde başlanır, gerçek hayatın ilk basamağı olduğu için. Bu olgunlaşma ve yüzleşme gecikebilir de, ergen, ilk yetişkinliğinde belli krizler yaşayacak, hayal kırıklıkları, ilişkilerinde çıkmazlar, belirsizlikler gibi gerçek hayatın içinde üstesinden gelmesi gereken problemleri olacaktır. Bu problemlerin çoğu duygusal bir ağırlık oluşturacak kendisinde ve bunun çözümüne dair olan tüm ipuçlarını anne-babasının onun kulak arkası ettiği o öğütlerinde, uyarılarında, zorla mecbur bıraktığı yaptırımlarında, kızmalarında bulacaktır.

Anlatılan tecrübe yaşanılanın tecrübenin etkisini vermez, veremez. Hayatı tecrübe ettikçe anne-babasının sözleri daha bir anlam kazanmaya başlar, taşlar biraz daha yerine oturur, çocuk, bir gün kendisi anne-baba olduğunda bu süreç en tepe noktasına gelir. O zamana kadar kendisine tüm anlatılanları, dokunurcasına deneyimler. Gerçekler deneyimlendikçe, insan, o deneyimle yüzleşebilmek için psikolojik olarak geçmişten o olaya dair bir referans bulmaya çalışır. Eğer anne-babasından ve yakınlarından doğru ve yeterli duygusal ve ahlaki uyarımlar alamadıysa, yetişkin insan nasıl davranacağını bilemez, dolayısıyla yalnızlaşır, hayata ve kendisine karşı güven duygusu azalır, bunların eşlik ettiği nice farklı sorunlar ortaya çıkar.

Bu yüzden özellikle lise dönemini tamamıyla kapsayan 15-20 yaş dönemindeki duygusal ve ahlaki gelişiminin ıska geçilmemesi çok önemlidir. Çünkü bu dönem yetişkinliği çağrıştıran ilk anıların dönemidir ki bu anıların hafızada kalıcı olması ve bilinçaltına yerleşmesi, ilk olması hasebiyledir. Dolayısıyla çocuktan ümidi kesmek, çocuğa yapılacak en büyük kötülüktür, Ebeveynler, çocukla tartışmaktan çekinmemeli, çocuğu her daim konuşma ve diyalog zeminine çekmeli, anlatmaktan vazgeçmemeli, şeffaf ve adaletli bir şekilde dile getirilmesi gereken tüm gerçekler çocuğa ifade edilmelidir. Sabırla, fedakârlıkla ve özveriyle çocuğun üstünde durmak çocuğun her türlü maddi ihtiyaçlarını karşılamaktan çok daha önem arz eder. Gerçek anne-baba olmak biraz da bu anlattığımız süreçteki azimle ve samimiyetle eşdeğerdir.

(9)

Özelde Anne Morali

Aile kavramının içselleştirilmesinde ki başat rol aslında annenindir. Çünkü her şey en başından, annede başlar. Çocuğun aidiyet duygusunun oluşması, insanlara ve çevresine güven duymayı öğrenmesi, duyguları tanıması ve ayrımlaştırabilmesi anneyle kurulan ilişkide saklıdır. Özellikle mevcut toplumsal ekonomik düzende kadınların daha çok iş hayatına girmeleriyle annelerin çocuklarına ayırdıkları zaman azalmış bulunmaktadır. Buna ek olarak yoğun mesai yapan annelerin akşam yorgun gelmeleri ve iş stresini eve taşımaları gibi durumlarda anne olarak çocukla olan iletişim bundan haliyle etkilenmektedir. Diğer taraftan çalışmayan annelerde de ev içerisindeki sorunlar, eşiyle olan problemler, ergen çocuğuyla baş edememe hali gibi sebeplerden de bu iletişim etkilenebiliyor. Bu faktörler çok daha spesifik örneklerle çeşitlendirilebilir. Dolayısıyla bu gibi durumlardaki annenin morali, sürekli depresyonik bir hal alırsa, bu, haliyle çocuğa da yansıyacaktır.

En basitinden eve gelen bir çocuğun, annesi tarafından samimi ve içten bir tebessümle karşılanması çocuğun duygusal gelişiminde çok önemlidir. Bu, kulağa romantik ve çok da sözde gibi gelse de sürekli asık suratlı, keyifsiz ve gergin olan annenin çocuklarının empati yetenekleri gelişmiyor, sevgisizlikten kaynaklı duygu tanımı konusunda da eksik kalıyor. Çocuğun eve geldiğinde, karşılaştığı tebessümün sebebinin kendisi olduğunu hissetmesi, var olduğunu ve dolayısıyla değerli olduğunu anlamasıdır. Lakin bu tebessümün samimi ve bir görev icabıyla yapılmaması şarttır, çünkü çocuklar sevgiyi çok iyi hissettikleri gibi sevgisizliği ve ilgisizliği de çok çabuk anlar. Bu yüzden bir çocuğun kıyafetlerini yıkamak ona değerli olduğunu hissettirmek demek değildir.

Çocuğun, eve geldiğinde sadece derslerinin nasıl olduğu soruluyorsa bu ona ilgi gösterildiği anlamına da gelmez, bu, çocuğa sadece evin bir çalışanı olduğunu hissettirir. Aidiyet duygusu geliştirmesi gerekirken çocuk, ailesine yabancılaşmaya başlar. Üniversiteye gitmeyi, aileden kurtulmanın bir yolu olarak gören ergenin düştüğü durum tam bu yabancılaşmanın sonucudur.

Bu yüzden birlikte vakit geçirmemin, çocuğun aile kavramını hissetmesi ve aidiyet duygusunun gelişmesi açısından çok önem arz eder. Birlikte vakit geçirmenin, süresinden çok içeriği, nasıl şartlarda oluştuğunun önemi vardır. Bir evde birlikte vakit geçirmenin en etkili ve en kolay yolu birlikte yemek yemektir.

Evin babasının işi itibariyle her zaman kahvaltı veya akşam yemeklerine katılamadığı durumlar olsa bile evde kaç kişi olduğu fark etmeksizin birlikte yemek yeme alışkanlığının oluşturulması aile içi iletişimi çok olumlu etkiler.

Evin tüm aile bireyleri sadece Pazar günü, sabah birlikte kahvaltı yapabiliyorlarsa şayet bu onlar için özel bir gün olarak yerini alır, sadece tek bir gün, hep beraber olunabilen bir kahvaltı bile o aidiyet duygusunu fazlasıyla geliştirir. Burada annenin rolü hep birleştirici, organize edici olacağından, doğal

(10)

olarak moral açısından eve enerji katan pozisyonundaki annenin gizli liderliği, çocuğun aile kavramını içselleştirmesini, aidiyet duygusunun gelişmesini sağlayarak, annenin çocuğun iç dünyasına daha kolay ulaşması ve değer aktarımını sağlıklı bir şekilde gerçekleştirmesini sağlar.

Sonuç olarak ergen, hayattaki sorunların nasıl üstesinden gelineceğini, uzayan problemlere nasıl sabredileceğini, her şeye rağmen sorunların bir şekilde çözüleceğine olan inancın nasıl güçlü tutulduğunu, krizlerde bardağın dolu tarafından nasıl bakıldığını anne-babasından özellikle de annesinden deneyimler. Dolayısıyla çocuk tüm bu sayılanların önemli ve büyük bir kısmını ailesinden öğrenir, çok az bir kısmını okulundan öğrenebilir. Çünkü bunlar, hayatın kendisidir, hayat ailede başlar, bir öğretmenin göstereceği sevgisizlik ve ilgisizlik bir başka öğretmenden telafi edilebilir, ancak çocuk, annesinden yaşayacağı bir yoksunluğu bir başka anneden telafi edemez. Bir öğretmen de, bir annenin yoksunluğu telafi edemez.

Kişilik, Mizaç ve Karakter

Bir senaryo düşünelim, çocuklar oyun oynamak istiyor ancak anne-babaları onlara yemeklerinin bitmesinden sonra oynayabileceklerini, tabaklarını bitirmeleri gerektiğini söylüyor. Bunun üzerine hasretle oyun parkına bakan ama anne-babasının yanında kalan çocuk… Ya da biraz nazlandıktan sonra yemeğin bitmesiyle gelecek ödüle odaklanan çocuk… Bazı çocuklar dünyanın sonu gelmişçesine feryadı koparır. Oynanan tiyatroyu efsaneleştirmek adına kendilerini yerden yere de hiç gocunmadan vurabilirler. Bazıları açıkça anne- babasına karşı şiddete de başvurabilir. Bazıları ise hiç talimat verilmemiş gibi olduğu parka koşabilir. Bu farklılıklar, kardeşler arasında bile görülebilecek farklılıklardır. Kişilik kavramı kendisini belki ta buralardan gösteriyor olabilir mi?

Sonda söyleyeceğimizi başta ifade edecek olursak kişilik kavramı mizaç ve karakter kavramlarını kapsar. Nasıl kapsadığı mizaç ve karakter kavramları açıklanarak anlatılabilir. Öncelikle mizaç, insanın anne-babasından genetik olarak aldığı, doğuştan gelen denilen temel fiziksel ve ruhsal özelliklerdir. Bu temel, insanın kendisinin oluşturabileceği veya seçebileceği bir durum değildir.

Bir insanın içe-dönük, sessiz, çok fazla sosyal girişkenliği olmaması veya çok hareketli, sıcakkanlı, gururlu olması gibi özellikleri kendisinin tercihen kabul ettiği özellikler olamaz. Dolayısıyla mizaç, bizim ruhsallığımızın alt yapısı, zemini ve ruhsal evimizin temelidir.

Karakter (seciye veya meşrep) ise insanın mizaç (huy) özelliklerinin çizdiği sınırlarda insanın gösterdiği istemli tutum ve davranışlarıdır. Mizacın üstüne kurulan ruhsallığın üst yapısıdır. Bu istemli tutum ve davranışlar, belli amaçlar doğrultusunda ortaya çıkar, bir amacın olabilmesi irade ve tercih mekanizmasını şart koşar. Sadece insana ait bir özellik olan irade ve tercih etmek, iyi-kötü, adalet, eşitlik, dürüstlük, güven gibi ahlaki değerleri zorunlu olarak gündeme getirir. İnsanın karakteri bu ahlaki değerleri ne kadar içselleştirebildiği ile

(11)

alakalıdır. Bir insanın sözü ile davranışları arasında bir tutarsızlık varsa, bu, karakterinin zayıf olduğuna işarettir.

Kişilik ise tanımladığımız mizaç ve karakter özelliklerinin bütününü temsil eden bir kavramdır. Bu yüzdendir ki mizaç kişiliğin duygusal yönünü, karakter kişiliğin ahlaki yönünü betimler. Kişilik, insanın şahsiliğine, şahsiyetine yapılan bir atıftır. İnsan genetik ve yapısal özelliklere ve ebeveyn ilişkisinden, sosyal ortamdan öğrendiği tutum ve davranış kalıplarına sahiptir. Bu sahip olunan özellikler insanın kendisini başkalarından ayıran, kendisiyle özdeşleşmiş, sabit, tutarlı, belirgin bir özellikler olarak görülür. Böylelikle insanın şahsiyeti, bütün halinde inşa edilen bir süreci zorunlu kılar ki bunu kişiliğin oluşması olarak adlandırabiliriz.

Yetiştirme Tarzlarına Dair Kısa Notlar

Literatürde çocuğa karşı yetiştirme tarzları olarak çeşitli tanımlar mevcut, bunlardan en genelde eşitlikçi ve demokratik, aşırı koruyucu ve himayeci, aşırı baskıcı ve otoriter anne-baba tutumu olarak sınıflandırılır. Eşitlikçi ve demokratik tutum aralarında çocuğun kendisini ifade edebildiği ve gerçekleştirebildiği en ideal tutum olarak görülürken diğer iki tutumun çocuğun duygusal ve ahlaki gelişimi açısından sorun yaratacağı öngörülür. Her sosyo- kültürel seviyenin kendine has, özel şartları olması gibi her ailenin de kendine has durumları olması, hatta her anne-babanın kendine özel bir geçmişi olması, çocuğun da hikâyesini ve ona karşı alınması gereken pozisyonu etkiler.

Dolayısıyla bu, her anne-babaya ait çocuğun mizacına ve oluşan karakterine uygun anne-baba tutumunu doğurur, bu nedenle bu kalıp anne-baba tutumların şimdilik bizlere sadece yol göstermesi açısından bir önemi vardır. Bu tutumların bağlamlarına da dokunacak şekilde, olması gereken, yanlış ve eksik anne-baba tutumlarının örneklerle açıklanmaya çalışılması, pratikte karşılığının olması hasebiyle dikkate değerdir.

Anne-babaların, çocuklarına karşı tutarlı ve özellikle kararlı olmayı, diktaya varan aşırı otoriter bir anlayışla karıştırdıkları görülüyor. Çocuğa karşı dediğim dedik olunduğunda, ben ne dersem o olacak denildiğinde, herhangi bir seçenek sunulmadığında kararlı olmuş olmuyoruz. Kararlı ve tutarlı olmak önceden belirlenmiş kuralların üstünde gerçekleştirebilen bir eylemdir, bu kuralların ailecek beraberce belirlenmiş olması, çocuğu da bağlaması şarttır. Böylelikle ebeveynin bu kurallara uyulması konusunda otoriter bir refleks göstermeye kozu olacaktır. Çünkü çocuk, bu kurallarla sorumluluğunun sınırlarının ve o sınırlara riayet etmediğinin farkındadır, dolayısıyla ebeveynin katı ve otoriter tutumunun, dile getirmese de, haklı olduğunu bilincindedir. İşte burada, tutarlı ve kararlı olmakla çocuk üzerinde otorite sağlanır. Ancak çocuğun karşısına geçip, onunla hiç konuşmadan, anlaşmadan, tüm direktifleri verip, tüm yasakları ve sınırları sıralayıp, seçenek hakkı sunmadan, itiraz hakkı verme(me)yi kararlı olmak olarak değerlendirmek büyük bir hatadır.

(12)

Aile koca bir sistemdir ve sistem parçalardan oluşan bir bütündür, ancak bütün, parçaların toplamından daha büyüktür, dolayısıyla bir parçanın bozulması bütünde zincirleme bir etki yapar ve tüm sisteme etki eder. Ailede de çocukla iletişimde yapılacak küçük ama temel teşkil edebilecek bir hata, gelecek zamanlarda çok daha büyük problemlere yol açma riski taşır. Dolayısıyla tutarlı ve kararlı olmanın adalet kavramıyla da çok ciddi bir ilişkisi vardır. Anne-baba çatışma içeriklerine baktığımızda, çocuklar, çoğu kez kendilerine adaletli davranılmadığını dile getirir. Ergenlerin bu konuda bazı olayları abarttığı doğrudur, ancak ebeveynler anne-baba olmayı ayrıcalık olarak görerek ve bunu açıktan vurgulayarak çocukların yüksek oranda tepkilerini çekebiliyor, hatta çocuğun buna alışması ve ayak uydurması gerektiğine dair bir inancı da yanında taşıyabiliyorlar. Anne-baba rolünün tabi ki kendine özgü ayrıcalıkları vardır, ancak bu roller, ebeveynin çocuğuna aktarmakla sorumlu hissettiği ahlaki değerlerle çelişmeyecek şekilde yerine getirilmelidir. Anne-baba olmanın ayrıcalığı, evin ortak olarak benimsediği değerleri ve kuralları keyfi bir şekilde çiğnemek demek değildir. Evde, çocukların akşamları televizyon, bilgisayar veya telefon başında fazla vakit geçirilmesine müdahale ederken evin babasının saatlerce sadece eğlenme amacıyla bu araçların başından kalkmadığını, en iyi o evin çocuğu bilecektir. Çünkü çocuk, ister kendisine dair ister başkalarına dair kanaatlerinin doğruluğunu, en iyi bu kanaatleri anne-babasıyla karşılaştırarak sağlama alır. Bu yüzden evde ki anne-babanın ayrıcalığı, çocuğun kabul edeceği ve hatta saygı duymasını gerektiren, ona örnek olacak ayrıcalıklar olmalıdır.

(Örnek bul!) O ayrıcalıklar son tahlilde aile için olmalıdır. Kısaca söylediğimi yap, yaptığımı yapma anlayışı, anne-baba olmanın ayrıcalığı değildir.

Dolayısıyla ailede anne-babalar çocuklarına, kurallara uyma konusunda örnek olmuyorsa, tutarlı davranmış olmaz, adaletli davranmamış olurlar, böyle davranırken de çocuktan belli kurallara uymasını istemek çok gerçekçi değildir.

Ebeveyn, çocuğun vicdanına, adaletli olduğunu kabul ettirdiği andan itibaren ona değer aktarımını ve onun üzerinde kurmak istediği otorite çok daha kolay gerçekleştirilir. Farkında olmadan tutarsız ve baskıcı davranan anne-babalar çocuğun yanlış ahlaki-sosyal değerleri kazanmasına neden oluyor. Çocuğa en güzel örnek olmanın ve etki etmenin yolu adaletli olmaktır. Kendisine adaletli davranıldığı duygusu -yetişkinler içinde de böyledir- kişisel direnci yıkan vicdanı bir silahtır. Çünkü adaletli olunduğu zaman, yeri geldiğinde otoriter tutumun da fazlasıyla dikkat çekici, yapıcı ve eğitici sonuçları olur. Otoriter ancak adaletli bir babanın aynı zamanda göstereceği cömert ve düşünceli bir davranışının çocukta etkisi çok daha büyük olacaktır. Taviz vermeyen herkese eşit şekilde kurallara uyan bir disiplin anlayışında olan bir anne-babanın göstereceği incelik, düşüncelilik, samimiyeti, dürüstlüğü ve güveni inşa eder.

Dolayısıyla bir anne-baba için adaletli olmak en başta ailesi için geçerlidir, sonuçta aile üyelerinin de birbirlerine karşı hakları ve hukukları vardır. Çocuk bu hak ve hukuka uyma davranışını ilk ailesinde öğrenecektir. Bir ailede, birbirlerinin hukuklarına riayet etmeyen bir ortam varsa o ortamda yetişen çocuğun adalet duygusu da gelişmez. Evde yaptığı veya maruz kaldığı hukuksuzluğu imkanı olduğu takdirde dışarıda da gerçekleştirecektir.

Dolayısıyla ebeveyn, bu kararlı ve adaletli duruşuyla çocuğun düşüncesini, vicdanını ve nefsini istenen doğru davranışa ve kazanılmasını istediği ahlaki

(13)

değere mecbur bırakır. Ergen kendi içindeki arzularını, kendi doğrularını, bu anne-babasının önüne koyduğu sınırlarla karşılaştırmak ve bunun üstünde bir iç muhasebe yapmak durumunda kalır, bu mecburiyet olgunlaşmanın anahtarıdır.

Tutarlı, kararlı ve adaletli olmanın bedelini her anne-baba ödeyemeyebiliyor.

Bunun için istenilmeyen durumlarla yüzleşmek zorunda kalınır. Bu yüzleşmeyi yapmayınca alternatif davranış tarzları ortaya çıkabiliyor.

Bir ergenin sürekli anne-baba tarafından eleştirildiğine şahit olunuyor, ebeveyn çocuğunun hiçbir şeyini beğenmiyor, yaptığı herhangi bir şey inkar edilemeyecek kadar başarılı olursa şayet, bu sefer küçük bir kusur arama çabasına girer. Bu ebeveynler, çocuğu kendisiyle yarıştırır ve çocuğunun her yetersizliğinde, bunu onun yüzüne vurmaktan tatmin olur. Çünkü bu, asıl kendisinin yetersizliğinin baskılanması, kendi aşağılık kompleksinin, belki de kendi başarısızlıklarının hissettirdiği kalıcı duyguların rahatsızlığından kurtulmaya çalışması anlamına gelir. Dolayısıyla kendi çocuğunu kurban seçer.

Ancak ebeveynler, tüm bunların çok da farkında değildir. Kendisinin eleştirmesini, çocuğun annesi, babası olduğu için buna hakkı olduğunu düşünür, çocuğun yararı için böyle davrandığına dair bir inancı da olduğu için her şeyi gayet doğal olarak yorumlar.

Ergen çocuk, takdir edilmeye, beğenilmeye, kendisine değer verilmesine çok duyarlıdır. Çocuk yaptığı davranışlarının geri bildirimlerini sıkı takip eder. En basit komutları unutan çocuk, çok önceden yaşadığı sıradan bir diyaloğu unutmayıp, anne-babasının karşısına bu diyaloğu kanıt olarak sunabiliyor.

Duygunun baskın olduğu anların hafızamızda kalıcı olduğunu düşündüğümüzde, bizim için sıradan bir diyalog çocuğun dünyasında fazlaca anlam yüklü olabilir, ona verilen tepkinin, geri bildirimin duygusal sonuçlarıyla ebeveynler, yüzleşmek zorunda kalabiliyor. Kimi ebeveynler, çocuğunun takdir edilmeyi beklediğini hissettiğinde bunu özellikle çocuğundan sakınır. Genel düşünce

“şımarmasın, sonra kontrol edemiyorum, çok da bir şey yapmadı, sanki çok büyük bir iş yapmış gibi hemen rehavete kapılıyorlar” gibidir. İstenilen bir davranışı yerine getirmeyen çocuğa kızılıyor, çocuk azarlanıyor ancak yerine getirdiğinde olumlu tepki vermeksizin “zaten görevindi” yaklaşımı ya da bizzat sözüyle karşılık veriliyor. Başarısızlığı cezalandırılırken, başarısı ödüllendirilmeyen çocuk kendisini değersiz hisseder, kendisine adaletli davranılmadığını düşünür. Bu adaletsizliğe tepki olarak bilinçli bir şekilde uyumsuz ve isyankâr davranışlar sergiler. Çünkü ergen çocuk yaşadığı hayal kırıklığının üstesinden, onun acısını anne-babasından çıkartmak zorundadır.

Çocuğun her davranışını, o davranışın hak ettiği karşılık şekliyle manipüle etmeden değerlendirilmeli ve öyle geri bildirim verilmelidir.

Çocuğa dayak atma meselesine değinecek olursak, yaptığı olumsuz davranışın akabinde şiddet görmeye alıştırılan çocuk, belli bir zaman sonra şiddeti, arzu ettiği olumsuz bir davranışın diyeti olarak algılamaya başlar. Genel şiddet ağırlıklı bir yetiştirme tarzında, konuşma, karşılıklı diyalog, anlaşma gibi ritüeller olmadığı için çocukla girilen iletişim daha çok fiziksel oluyor. Çocuğun doğru değerin öğretilmesi dayak yoluyla olduğu zaman bu genelde tek taraflı bir sözel aktarımla oluyor. Bunun şiddetin yani dayağın etkisiyle çocuğun bu sözel

(14)

aktarımı içselleştirilmesi bekleniyor. Tabi ki ahlaki olgunlaşma, vicdani ve kalbi bir iletişimin sonucunda gerçekleşebilen bir süreçtir. Bu tarz şiddet, korku ve tehdit yöntemiyle yetişen çocuklarda genelde korkak, otoriteye karşı çekingen, kendisinden istenileni fazlası ile yerine getiren, kendilerinden güçsüzlere karşı saldırgan, otoriteye yokken isyankâr ve kural tanımayan özellikler görülür. Bu yetiştirme tarzını benimsemek bir anne-baba için diğerleri gibi kolaya kaçmanın başka bir yöntemidir. Dolayısıyla ebeveynler kendilerinin bu denli bir seviyede olmadıklarını düşünebilirler, ancak yine de bir ebeveyn çocuğunun kendisine korkmadan, güvenerek kendisini ifade edip edemediğinin, kendisinden çocuğunun korkup korkmadığının üstünde düşünmelidir. Çünkü bazen ebeveynin ve çocuğun aralarındaki o ilişkiye dair algısı çok farklılaşabiliyor.

Yetiştirme tarzlarında yanlışlardan bir tanesi de annenin kendisini çocuklarına adama sendromudur. Genel de tüm hayatını çocuklarının üzerine kuran anneler, kendi hayatını pas geçerek tamamen çocuklarının hayatlarıyla var olurlar.

Üstelik bu durum, annenin yüksek fedakârlığı olarak olumlu, övgüye mazhar bir yaklaşım gibi görüldüğü de gerçektir. Böyle bir durumun çok olağanüstü, olumsuz şartlarda –anne veya babanın vefatı, boşanma, ekonomik yetersizlik gibi- gerçekten fedakârlık olarak görülür ve bu, zaten böyle olumsuz koşullarda bir mecburiyet durumu vardır. Ancak günümüz koşullarında böyle ailelerin sayısının çok çok az olduğunu söyleyebiliriz. Annenin çocuğuna kendisini adaması, çocuğun her şeyine koşturması, çocuğunun sorumluluk alanlarını da gasp ederek bunu yapması, onun sorumluluk kazanmasına yardımcı olmasından, onun belli krizlerle olgunlaşması sürecinin sancılarına çocuğuyla beraber katlanmasından ve sabretmesinden daha kolaydır. Kolay dediğimiz yaklaşım aslında dışardan çok daha meşakkatliymiş gibi gözükse de ne yazık ki annenin de sorumluluk alanını, çocuğunun hizmetçisi olmaya sınırlamış oluyor.

Dolayısıyla bu durum, annenin gerçek sorumluluğundan kaçması anlamına gelir.

Bu, her zaman bir kaçış olmayabilir de, burada annenin, kendisini yetiştirme kapasitesi de çok önemlidir. Bazı anneler kendi ailelerinden bu eleştirdiğimiz yaklaşımın ideal anne yaklaşımı olduğunu öğreniyor, yakın çevresinden de olumlama almasıyla bunu pekiştirmiş oluyor.

Bazen de bu eleştirdiğimiz durum “hiçbir şeyini eksik etmeyeyim, her ihtiyacında yanında olayım, herhangi bir durumu kafasına dert edinmesine izin vermeyeyim, çözeyim ki çocuğum başarılı olsun, derslerine kendisini versin, bizim yaşadıklarımızı yaşamasın” anlayışıyla da ortaya çıkıyor. Anne, bu gibi durumlarda çocuğunun uzantısı gibi olur. Evliliğin getirdiği sorunlar da eklenirse buna, anne duygusal açıdan da eksiğini kapatmak adına çocuğuna aşırı bağlanabilir.

Son tahlilde çocuk yetiştirmede, çocuğun kişisel hizmetinin eksiksiz yapılması, onun adına seferber edilecek parasal imkânlar, ona anne-baba olarak sıcak bir aile ortamı, doğru bir ahlak ve değer aktarımı, sağlam bir benlik ve doğru bir kimlik inşa etmesine yardımcı olmaktan daha önemli değildir. Dolayısıyla çocuğun doğru bir kişilik kazanması, anne-babanın kendisini bu kazanımı nasıl sağlayacakları konusunda yetiştirmeye niyetlerinin olmasıyla mümkündür.

(15)

Günümüzde her türlü imkâna sahip olup da hayata, çevresine ve ailesine ne vereceği konusunda hiçbir fikri olmayan gençlerin sayısı artıyor.

Bu yüzden çocukların imkândan önce özdeşleşmeye, uygun ve doğru bir modele, hedeflere ve umuda ihtiyaçları olduğunu unutmamak gerektir.

Okul Psikolojik Danışmanı Enes ÇONKUR

Referanslar

Benzer Belgeler

İlhan (2008: 315) tarafından yapılan çalışmada 8-11 yaş grubunda yer alan zihinsel engelli çocuklarda spora katılımın sosyal gelişim üzerindeki etkilerinin

• Çocuk, başka bir/birkaç çocuğun yanında aynı türden oyunu bağımsızca oynar.. • Aynı mekanda ve aynı tür oyun tercih edilmesine rağmen,

Bununla birlikte başarılı ekip çalışmalarının gerçekleştirilebilmesi için profesyonellerin lisans eğitimleri sürecinde, disiplinler arası işbirliği

Sonuç olarak; Spor yapan öğrencilerin spor yapmayan öğrencilere göre daha yüksek ahlak yargı düzeyine sahip olduğunu, spor yapan bayan öğrencilerin ise erkeklere göre

Sizin olmamı istediğiniz kişi değil, kendi istediğim kişi olmak istiyorum.’’.. Yaşadıklarını anlamak ve kendilerini dinlemek için

hazırlanması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu kanun tasarısı ile ticari iletişimin, elektronik iletişim araçlarıyla yapılan sözleşmelerin ve e-ticarete ilişkin bilgi

Lymphopenia is associated with neuropsychiatric manifestations and disease activity in paediatric systemic lupus erythematosus patients.

Aynı zamanda çocuğun yaşı da baba-çocuk etkileşiminde rol oynamakta; yaşı küçük olan çocuklar, büyük yaş- taki çocuklara göre baba cezaevinden salıverildikten