23 NİSAN 1988
D M YAZ
ABDULHAK ŞINASI’NIN ANILARINA GÜVENİRSENİZ, YALISINDA
HER ŞEY DÜZENLİ, UYUMLUDUR... AMA İNSAN YALANA, DÜŞE,
YAZIYA DA SIĞINABİLİR... TIPKI YAZARIMIZIN YAPTIĞI GİBİ...
Ay ışığında bir raya...
B o ğaziçi’nde
son yalılar,
birdenbire
bahara
durmuş
ağaçlar da
olm asa
hayata
ilişkin bir
canlılık
taşım ayacak.
Harap bir
bahçede, her
ilkyaz bu
ağaç bahara
durur... Bazı
yalılar,
eklektik
m im arilerine
rağm en,
dünden
bugüne
hülyalı bir
şeyler
fısıldar.
E BİR YALNIZLIKTIR
IYazar yine de İstanbul konusun
da rüya gördüğünü dolaylı yol
dan itiraf edecek ve musiki din
lemeyi nihayet rüya görmeye
benzetecektir
ÜŞEN Eşref Bey bir kez de Abdülhak Şinasi’lerin yalısı
na gitmiştir. Bu yalı hem
Tevfik Fikret’e, hem de şair Nigâr Hanım’a komşudur.
Zaten Abdülhak Şinasi’yle kardeşi Selim Nüzhet, Fik
ret’ten özel ders almışlardır. Ruşen Eşrefe gelince, “Boğaziçi Yakından”
kitabında, söz konusu yalıyı ve yalıdaki ha yatı öve öve göklere çıkartır.
Zaten “Boğaziçi Yakından” için bütün ya lılar, korular, deniz ve bahçeler hülyalıdır. O bahçelerde insan bir rüyayı yaşar: “Ve hafif
döşeli geniş odanızın kapısını biraz sonra biri aralıyor; o bahçelerden size kucak dolusu he diye getiriyor: Erguvanlar, zambaklar, hanı- melleri; daha sonra da güller, karanfiller; bu sabah da bunların renk renk kıvnmlan arasın da dik yapraklarının pırıltısı içinde tepeleme dolgun manolyalar, o beyaz alevler!.. Sonra da hortansiya demetleri; ta lüle lüle krizan temlere kadar mevsimlerin yürüyüşünü bildi ren koku ve renk kervanı...”
Biz Boğaziçi bahçelerindeki bütün bu çi çekler için bir “Geçmiş ola!” konduralım ve
Abdülhak Şinasi ailesinin yalısına geri döne
lim.
Taşlık loş ve sessizdir. Duvarlar, özellik le bu odanın duvarları siyah raflı kitaplıkla do nanmıştır. Kitaplar siyah raflar arasında ren- gârenktir. Odamız serin, güzel kokuludur. Ru
şen Eşref dinlendiğini, içinin huzurla doldu
ğunu, bütün heyecanlarının yatıştığını hisse der.
Handiyse baygın bir dalgınlığa kapılıp git miştir. O baygın dalgınlık küçük çapta bir re zalete yol açacaktır “Sofrada, billur tabaktan
bir zeytin alırken onu kar gibi beyaz, lavanta çiçeği kokulu ve üzeri İpek çilekler İşlemeli örtüye düşürdüm.”
ÖNCE BOĞAZİÇİ
Abdülhak Şlnasl’nin anılarına güvenirse
niz, yalıda her şey düzenli, uyumludur. Birin ci katta aşçı, uşak, kayıkçı odaları; ikinci katta kardeşiyle Abdülhak Şlnasl’ nin odaları, ye mek salonu, hizmetçilerin bölümü; üstte de niz görür üç oda daha... O günleri “Boğaziçi
Mehtapları” yazarının ölümünden sonra ana
cak olan Yakup Kadri, oyunbozanlık edip, acı hakikati söyler. Abdülhak Şinasi ailesinin an lata anlata bitirilemeyen yalıları, göçmek üze re olan kararık bir evdir. Eşya köhnemiştir. Halayıklar da iki yaşlı kızkurusudur. Ailenin gelir durumu enikonu bozuk, anneyle baba nın arası iyice açık, yalıdaki yaşam adama kıllı huzursuz... Abdülhak Şinasi arkadaşları na durumu bambaşka gösterebilmek uğruna diller döküyor.
Ama insan yalana, düşe, yazıya çiziye sı ğınabilir. Abdülhak Şlnasl’nln gördüğü İstan bul, ay ışığında bir rüyadır.
İstanbul’u mazide bir cennet, bir rüya bel desi olarak dile getiren bu içli eser, yazarın olgunluk döneminde kaleme alınmıştır.
Abdülhak Şinasl’nin toplu eseri Boğaziçi-
Çamlıca-Büyükada üçgenini kendine mekân seçrrftştir. Boğaziçi başköşededir her zaman. Söz gelimi “Boğaziçi Mehtaplarında ondo- kuzuncu yüzyıl sonundan başlanarak yitik Bo ğaziçi yansıtılır. “ Boğaziçi Yalıları” geçmiş te kalan yalı uygarlığından törel sahneler iş ler. Ne var ki yazar, hatıraların bulanık görü nümlerine sığınıp, kuru gerçeklerden kaçın mış, düşsel bir coğrafyanın sözcüsü olmuş tur.
Bu Boğaziçi eski gravürlerdeki görünü müyle özdeş gibidir. Bir defa Venedik’i anım satır. Aynı zamanda Venedik’ten bambaşka, bize özgü bir doğa eşlik eder Boğaziçi’ne; in san eliyle biçimlendirilmiş bir doğa:
“Mezarlıklarda da dindar ve ulvi serviler vardı. Bunlar, sanki hiçbir adiliği görmemek için, hep göğe ve yüksekliklere bakar gibiy diler. Bazen de güya bir manevi teessürle baş larını bir tarafa eğerlerdi. Mezarların ayak uç larındaki taşlarda da bu hisli servilerin baş larının yine aynı teessürle bir tarafa eğilmiş olduklannı görürdük. Eski Boğaziçi mezarlık- lannda daha çok servi vardı. Bu servilerin bir kısmını insanlar kesince bunlar kendiliklerin den dağılmışlar, ölmüş gitmişler gibi, mezar- lıklann da uhreviyetleri azaldı. Mesela, Rume- -llhisarı’nda, Anadolu sahilinde birçok yerler de, Göksü Deresi’nde, Kanlıca yolunda öyle eski mezarlıklar vardı ki, bunların ruhlar da ha hâlâ canlı gibi, geceleri hâlâ sönmemiş mumları kendi kendilerine yanmış gibi görü nürdü.”
Kuru, yavan gerçekle yüz yüze gelmek is temeyen yazar, ölümde şiirler aranır. Ölüm le ödeşmesi, bir anlamda, daha yaşarken, ço cukluğunu, ilk gençliğini, delikanlılığını ve bütün bu dönemlerin İstanbul’unu belleğini silememişken çehresi tamamıyla değişik bir kentle karşılaşmasındandır. Öte yandan Ab
dülhak Şinasi, kendi tarihçesinin başlangıç
dönemlerinde bile yıkık, tenha, kimsesiz bir Boğaziçi’nde yaşadığının bilincindedir.
Daha o zamanlar eski kasrlar, varlıklı ya lılar, korular ortasında saklanmış köşkler ha rabeye dönüşmüştür. Hepsi çöken İmparator luğu, imparatorluğun son yüzyılındaki karma uygarlığı simgeler. Daha o zamanlar eşsiz çi çeklerin limonlukları kırık camlı, kameriyeler kurumuş leylak İskeletiyle çevrili, geniş bah çeler enikonu bakımsızdır. Vahşi bir görünüm göze çarpar.
Daha o zamanlar sanki kimse, doğrudan doğruya bu kentin kişileri İstanbul’u sevme mektedir. Abdülhak Şinasi yazmaktan, beze mekten başka çare bulamaz.
Bu aşamada İstanbul konusunda rüya gördüğünü de dolaylı yoldan itiraf edecektir.
“Boğaziçi Mehtaplarının baş kahramanı mu
sikidir ve Abdülhak Şinasi musiki dinlemeyi nihayet rüya görmeye benzetir_________
SÖNMÜŞ YILDIZLAR
Çalgı sesleriyle kurulacak gönül bağı, tıp kı rüyalarımızda olduğu gibi, anılarımızı, da hası yaşamamış olduğumuz hayatların
anıla-Geçmiş zamanı hasretle anan Abdülhak
Şinasi Hisar, edebiyatımızın en büyük
imzalarından biriyd i Alabildiğine duyarlı Türkçesi yeni kuşaklarca pek benimsen- mediğinden, Hisar da, yitird iğ i İstanbul g ib i handiyse silinip unutuldu.
rını da dile getirerek bize yepyeni manzara lara, hislere, fikirlere, hem de göz açıp kapa yana götürecektir. Kaybettiklerimize kavuşu ruz, bizi terk etmiş olanlar bize geri dönerler.
Abdülhak Şinasi kendi maddi kalıbımızdan
kurtulup sonsuz bir uçuculukla “manevi bir
takım mefhumlara karıştığımızı” söyler.
Musiki fasılları elbette ay ışıklı geceler dedir. Kimi zaman da sularda ufak, kesik ışık parçaları menevişlenir, ay ışığıyla yarışır. Sa yısız küçük dalgalanış, kesik çırpınış yazarı ışıktan ve altından mini mini yelpazelerin bo yuna açılıp kapandığı izlenime çeker.
Gerçekliğe geri dönüldüğünde musikiden en küçük bir belirti kalmaz. Güzelliğin silin mesine katlanmamak, yazarı sonsuzluk var sayımlarına alıp götürür. “Nasıl kİ nice sön
müş yıldızlann aydınlıktan devam etmektedir, o gözler de bugün kapanmıştır, fakat saldık ları bakışları hâlâ devam ediyor; o ağızlar bu gün susmuştur ve o aletler de bugün kırılmış- tır, fakat saldıkları sesler ve besteler zaman’ dediğimiz mesafelerin hayatına benzeyen bir varlığın başka bir noktasında muhakkak de vam etmektedir.”
Düşlerdeki Boğaziçi’nin göçüşüne bu ma tem Çamlıca ve Büyükada için de geçerlidir.
“Geçmiş Zaman Köşklerf’nde anlatılmış me
kânlar, betimlenmiş doğa gelecekte bir rüya olarak bile karşımıza çıkmaz. Sözgelimi sarı saç karyolalar, sedefli ve oymalı siyah takım lar, mermer masalar, büyük aynalar köşkler den el ayak çeker. Sözgelimi Büyükada’da- kl tabiat, bütün çiçekleri açmış bir bahçe, bü tün ağaçlar, güzel bir çam ormanı, çam ko rularıyla çevrili yollar hep kaybolmaktadır ve sanki “mavi, sessiz bir deniz” kurumaktadır. Tıpkı Çamlıca’nın daima kabaran, taşan ye şil bir deniz, eşsiz bir İlkyaz görüntüsüyken sararmaya yüz tutması gibi...
Bu kez yeniden geçmişin anılarına sığın mak gerekir. Büyükada’da Mösyö Rallys’in köşkü ElhamraSarayı’nın küçük bir taklitidir ve kışın soğuğunda üşümesin diye üstüne muşambadan bir kılıf geçirilmektedir. Yârısı Fransızca, yarısı İngilizce olarak çıkan gün delik Levant Herald gazetesi sahibi Doktor
Mizzi’nln Büyükada'daki köşkü elbette upu
zun kulelidir ve Doktor Mlzzi, güya kuleye çı kıp gazeteci merakıyla ufukları gözlemekte dir. Tdare-i Mahsusa Müdürü John Paşa da
Mlzzi’den geri kalmaz, köşkünü dört kuleyle
donatıp, bu köşke cibinlikll bir karyola izle nimi verdidir. Paris Büyükelçisi Ziya Paşa’nın köşkü fıstıki renktedir...
Bizim bugün gördüğümüz Büyükada kış uykusundan henüz yeni sıyrılıyordu. Her yıl anılardaki ya da çocukluğumuzdaki Büyük- ada’dan biraz daha uzaklaştığımızı şaşırarak gördük. Hummalı bir faaliyet Büyükada’yı köşklerin, bahçelerin, çamlıkların beldesi ol maktan hızla çıkarmıştı, inşaat mezarlıkların dan geçtik. Hangi yöntemler sonucu sağlan dığı bellisiz izinler Büyükada’yı bir apartman ormanına çevirmek üzere. Yeni yapılar yalnız doğayı mahvetmekle kalmıyor, çok sayıda in sanın adadan yararlanması adı altında bu yö reyi bir cehenneme dönüştürüyor. Köşksüz- ler çulsuzların, yani bizim gibilerin günübir lik ada safalarını da imkânsız hale getiriyor.
ABDÜLHAK ŞİNASİ, BAŞKENTTE
Abdülhak Şinasi Boğaziçi-Çamlıca-
Büyükada üçgenindeki serüvenini, bir gün, yeni başkent Ankara’da noktalar. O, İstanbul’ un yalnızlıktan başka şey olmadığını asıl bu rada, Ankara’nın dar ufkunda fark edecektir.
O günlerin tanığı Yaşar Nabi Bey’dir. Ya
şar Nabi, üstadı ikide birde Karpiç’te görür.
Herkesin ödü kopmaktadır üstattan; bütün mutsuz insanlar gibi geçimsiz, huysuz bir ih tiyar olup çıkmıştır. Abdülhak Şinasi, handiy se “yeni zamanlar” ı tahlil etmek İstercesine, önüne getirilen tabakları, bardakları iyice mu ayeneden geçirir, çok kez değiştirtir, yeni ge lenleri peçetesiyle silmekten geri kalmaz. Kendisine getirilen her şeyin mikroplu oldu ğu kanısındadır.
Zaten artık her şeyden şüphelenmektedir. Eve getirttiği berberin makasını, tarağını, us turasını kullandırtmaz; özel makasını, tarağı nı, az önce açtığı paketten çıkardığı tıraş bı çağını verir. Boyuna söylenir. Taksilerde sü rücülerle kavga çıkartır; arabanın içi pis mi, temiz mi, kokuyor mu diye uzun uzadıya araş tırır. Bunlar İstanbul rüyası görmüş bir dino zorun can çekişme iniltileri, homurtularıdır besbelli. Bir süre sonra dinozor, İstanbul’da tek başına ölür. Bu kadarla da kalmaz; geçen zaman eserini unutturur, kitaplarının yeni ba sımları okuyucu bulamaz, adı anılmaz, değeri kavranamaz, her şey sona erer.
Zira İstanbul kentinin rüyasını görmek is teyen de kalmamıştır.
* n g îifl u
* r EKff :
ÜNLÜLER
Kışıseı Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi