TANIVALM
Harfini* benzersizliği
Yasan:
İsmail
Hafnb Sevük
Yüksekliği 1300 ü bulan Masus dağı nın kıble tarafındaki yamacına, bir lev ha gibi asılı denecek kadar, dik'bir me yille yaslanmış beldeyi; batıda Diyar-< bakır kapısile başlayıp doğuda Savur1 kapısile bitiren anacadde altlı ve üstlü, iki kısma ayırırken; başı ve sonu iki ka pı adı taşımasına, rağmen kapılardan eser olmayışına şaşacağın sırada, ta tepe deki iç kalenin yaptığı hafıza yardımile, eskiden buraların dış kale surlarile çev rili olduğunu hatırlayınca anlıyorsun ki o kapıların kendileri gitmiş ve şimdi sa dece isimleri yadigâr kalmıştır.
Tertemiz anacaddenin boydan boya iki tarafı hep iki üç katlı, hep kârgir, çoğu k a v ili kemerlerinin, sünger bün yeli taştaki yumuşaklık sayesinde, Ko layca işlenmiş süslerini gösteren evler ve binalarla dizili. Yeri dar beldenim tek genişliği olan «Cumhuriyet Meyda nı» m geçince sağlı sollu dükkânlar, ev ler, otellerden başka, Halkevi, Belediye, Hükümet konağı gibi diğerlerinden daha gösterişli yapılarile öğünen bu anacadde hoşa gitmekle beraber insanı ondan daha ziyade beldenin toptan görünüşü sarı yor:
Belkemiği rolündeki anacaddenin üst ve alt kısımlarına dikilen asıl belde... Biliyorum ve geze geze gördüm, oranın iç sokakları iğri büğrü, ve çok yerde merdiven merdivendir, oradaki «Aşağı Çarşı» medrese oyuklarını, yahud mağa ra inlerini andıran dükkâncıklarile yal nız eskiden kalma değil, malların yeni leri hep anacaddedeki şatafatlıca dük kânlara gittiği için buraya eşyaların bi le pörsük pörsük cesedleri kalmıştır;) fakat bütün bunlardan ne çıkar; belde-’ nin evleri amfi amfi, tabaka tabaka, alt- takinin damı üsttekinin kaidesi gibi sı ralanarak, hiç bir ev hiç bir evin man zarasına engel olmadan, hepsi hem kendi hürriyetine sahib/hem başkasının hür riyetine saygılı; hepsi kendini göstere göstere ve istediğini göre göre öyle bir tavır almışlar kl onlara toptan baktığın zaman Mardini bir belde değil, dağ ya macının görünmez çengellerine asılı, gergin bir tablo sanıyorsun.
Şehir o kadar dik ki aşağıda «Timur- lenk tepeleri» denen, iri gövdeli, bakır renkli, hörgüçleri fırlak, edaları haşin büyük kabartıları, birer tepeden ziyade, sanki şehir aşağı kaymasın diye, tabiatın eliyle konmuş dev endamlı payandalar sandım. Ve gene dikkat ettim ki bu bel dede, kadın erkek, hemen hiç şişman jfok gibi. Mardinde yerin sathı değil sa dece irtifaı olduğu için, inip çıkmaktan, Mardinlilerde göbeğe imkân kalmamış demek.
Hep kârgir, hep beyaz, hep amfi amfi ve güleryiizlü evlerin aynı zamanda hep iki üç katlı oluşları da yerden kazana madıklarını irtifadan kazanmak için ola cak. Fakat işte Vaii konağına giriyoruz. Burası eskiden kalma bir Mardin evi. Dıştan saray gösterişli bir endam, büyük kapıdan girilince heybetli holler, mira ca çıkılacak gibi yüksek merdivenler, insanın sesini tepeden tepeye aksettirir-, cesine beş gramlık öksürüğü beş kilolu ğa çıkaran geniş boşluklar. Fakat bu koskoca binada sadece dört oda var. Demek buranın yapı ustaları irtica fet hini biliyorlar da mekân fethini bilmi yorlar.
Bu hükmüm, yanımdaki Mardinlinin gücüne gitmiş olacak, Mardin evi hak kında bir fikir vermek üzere, beni ş i m d i
merkez ilkokulu yapılan binaya götü rüyor. Burası eski bir zenginin konağı. A lt kattaki avluyu basık menşurlu kub belerin sütunlu holü çevrelemek isterken sağda iki kubbeli derin sayvanla, solda tek sütunun iki yarım daire çizmesinden ■ meydana gelme iki kubbeli revak ve sayvanın iki yanındaki iki odayla ka visli kemerlerdeki çerçeve taşlarının bir de etekleri gibi dantel dantel işlen mesi. Bütün bu zengin kat sadece se lâmlık dairesiymiş. İkinci katta, karşı lıklı oda dizilerini ayıran, gene menşurî müselleslerle kabartılmış, iki kubbeli uzun salon tam manasile gözü dolduru yor. Meğer asıl bina üçüncü kattayım?. Üç cepheye sıralı, toplan bakışla, bir ta rafı açık atnalı şeklinde görünen odala rın tavanları ya üstüvanı, ya dörtleme kubbeli, pencerelerin hepsi bizim cami mihrabları gibi işlenmiş, nereye baksan nakışsız bir yer yok. Ne ev, ne konak, sabiden bir saraydayız.
Demek İbni-Batûta haklıymış. Islâm medeniyetinin dünya çaplı o büyük sey yahı. 14 üncü asrın birinci yarısında, Mardinden bahsederken «Dağ eteğinde bir beldei azime olup İslâm beldelerinin en lâtifi, en bedii, ve en metinidir» der. O ki Endülüsten Hicaza. İrandan Ana- doluva, şimal Rusyadan Hindü Çine ka dar bütün İslâm âlemini dolaştı, o böyle derse Mardinin o zamanlar ne olduğu kendiliğinden anlaşılır. Herhalde o dün ya gezg'ni, benim şimdi görüp şaştığım binadan kimbilir rjaiıa nekadar mükellef- leMni görmüş olacak.
Zaten asırlarca Artukoğulları gibi imarcı bir hanedana payitahttık yapan bir belde başka ne olabilirdi? Beldenin dört yönüne serpilmiş, asırların ötesin den bakan, dört nirengi abidesi; Doğu da Şehidiye, ortada Camiikebtr, batıda , Lâtifiye. yukarıda Zincifiye, hepsi mi
narelerinin endamlarını birer şehadet
halinde uzatarak Artukoğullarınm asır- lar boyunca bu memlekete yaptıkları himmeti haykırıyorlar. Abidelerin dili rakamlardan daha beliğdir.
Fakat mamurluk ayı-ı, letafet ayrı. İbni Batutaya «İslâm beldelerinin en lâ tifi» sıfatını kullandıran sebeb Mardin den görünen manzaranın eşsiz heybeti olsa gerek. Sahi, o no ova o. Şehrin kıb le tarafile doğusu, 1200 metre aşağıda, alabildiğine, gözlerin adesesine sığmıya- cak' kadar sonsuz bir çöl ovası. Yalnız kum çölü değil, ova çölü. O kadar yük sekten o kadar sonsuzluğa bakmak, sanki:başka.bir âlemdeyim; ne ağaç, ne belde, ne ufkun bittiğini bildiren bir ¡kabartı; karanın da bir deniz kadar düz 've bir deniz kadar sonsuz olabileceğini orada gördüm. Meğer karayla denizin sonsuzlukları arasında büyük bir ay rılık varmış. Deniz nekadar sonsuz ol sa bilirsin ki sonu karadır, halbuki ka ranın böyle sonsuz oluşu, sanıyorsun ki dünya bitti.
«Ne ağaç, ne belde» dedim, meğer bu sonsuz ovada onlar an varmış. Fakat biz Mardinin yükseğinde bir uçaktaymışız gibi uzaktan baktığımız için göremiyor muşuz. Toprak damlı evlerde ovaya ya pışarak, ovayla ovalaştıkları için gö- rünmiyen köyler. Hepsini geçtim. Hari tadan bildiğim, hani Mardinin istasyonu Derbesiye, buraya 24 kilometre uzakta olan o hudud istasyonu nerede? Ne, şu burnumuzun dibindeki mi? Siyahımsı iki kabartı arasındaki gölge, evet orası, Mardinin yüksekllğile ovanın sonsuzlu ğu insanda mesafe ölçüsünü bozduğu için «demek hudud bu kadar yakınmış» diyorum. Hangi hudud? Ufuksuz deniz de hudud çizilir mi? Demek ki burada vatanın kıble yönü apaçıkmış.
İlini Batûtanın buraya «Islâm belde lerinin en metinidir» demesindeki sebeb de şüphesiz kale yüzündendi. Bunu bi zim sevgili Evliya Çelebiden dlnliye- lim: «Hakir, seyyahlni âlemce meşhur, pek çok kaleler görmüştür amma bu kal’iyet Mardine hiç birisi müşabih de ğildir.» Ve ilâve ediyor; «Hiç bir İnsan kuvveti bu kaleyi fethedemez.» Cihangir Timur, ki cihanda, zorla veya amanla, fethetmedik kale bırakmadı, o bile an cak, kendi adını taşıyan, şu şehir dibin deki tepeleri almış, fakat kaleyi alama mıştı.
Şimdi Masıısun üstünde görünen kale harAesi eski iç kalenin artığıdır. Mar din Palasın üst katından yukarıya doğru bakıldığı zaman, bir kaç tabaka ev dizi leri arkasından kalenin sadece alt ka yalıkları görünüyor. Ortada yapayalnız bir ihtiyarlıkla duran tek bir burç var. Demek, Timurun fethedemediği kaleyi, aşındıra aşındıra, zaman fethetmiş. Bel denin daha ilerisinden bakılınca, batıya doğru, kalenin esas gövdesinden ayrılan gemi burnu gibi bir kısım, öyle osabî asabi duruyor ki, neredeyse dağdan o- vaya atlayıverecek gibi. Bundan da belli vaktile bu kale ne yaman şeymiş.
Demin Mardin Palasın ismi geçti, bel denin hem en gösterişli yapılarından- hem tek oteli. Vakıa anacadde üzerinde daha bir çok oteller var: Yıldız, Anadolu, Cumhuriyet, İzmir... İsimleri güzel ama kendileri açayib. Bunların yapıları pen- ceresiz, küt, ve sağır duvarlardan iba ret olduğuna göre, belli, bu yapılarda
oda yok. Yalnız damlar üstünde yatak ları derlenmiş boş karyolalardan anlaşı lıyor ki bu otellerin müşterileri oralarda yatıyorlar. Dam üstünde saksağan değil dam üstünde otel. Yaz bitince dam, dam bitince otel bitti. Yani bu oteller mev simlik.
Buna bakıp ¿a Mardini fazla sıcak bir yer sanmamalı. Diyarbakırın temmuzun, dan kurtulup buraya geldiğimiz zaman kendimizi sayfiyede sandık. Beldenin iklimine de, havasına da diyecek yok. Yazın sıcaklık 35 1 asmadığı gibi kışın da nakıs 5 ten aşağı düşmezmiş. Zaten Mardinli Abdüsselârnın «ibretler anası» manasına Ümm-ül-İber isimli yazma ta. rihinde Mardin ismmin nereden geldi ği anlatılırken şöyle bir rivayet nakledil mektedir: İran şahlarından birinin Mar din ismindeki hasta oğluna derman bu- lamıyan hekimler tek çarenin şu oldu ğunu söylerler: Dört mevsimin de tam hüküm sürdüğü oir beldede yaşaması. Tahkik, tetkik; prens Mardine getirildi ve orada iyi oldu. Masalda ismin nere den geldiği kısmına inannıadmızsa beis yok, zaten masaldaki isim işi iklimdeki sağlamlığı anlatmak için ileri sürülmüş bir vesile olacak.
İklimi iyi, havası iyi, suyu... Belki o da iyi ama, koca şehirde gözüme sadece iki çeşme iliştiğine göre, burada su yok. Susuzluk zaten beldenin ağacsızlığmdan da belli. Meğer şehrin yaslandığı Masus dağının sulak kısmı arka sırta raslamış. Oranın ne kadar sulak olduğu bütün sır tın yemyeşil oluşundan anlaşılıyor. Bu hal bile Mardine ayrı bir hususiyet ver miş. Beldeye batı cihetinden ve prof i'den bakınız: Başında kırık kalenin tacı, göğsünde amfi amfi yapılarının kârgir beyazlığı, önünde uçsuz bucaksız ova, ve sırtında Masusım özene bezene işle diği yeşil maşlah... Mardin sahiden hiç bir yere benzemiyor.
İsmail Habib 5EVÜK