• Sonuç bulunamadı

16. yy gazellerinde sevgilide yanak, hâl ve hatt unsurlarının ele alınışı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "16. yy gazellerinde sevgilide yanak, hâl ve hatt unsurlarının ele alınışı"

Copied!
257
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

16. YÜZYIL GAZELLERİNDE SEVGİLİDE YANAK, HÂL VE HATT UNSURLARININ ELE ALINIŞI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HAZIRLAYAN Aynur KÖSE

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Kâmil AKARSU

Ankara-2013

(2)
(3)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ESKİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

16. YÜZYIL GAZELLERİNDE SEVGİLİDE YANAK, HÂL VE HATT UNSURLARININ ELE ALINIŞI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

HAZIRLAYAN Aynur KÖSE

DANIŞMAN

Yrd. Doç. Dr. Kâmil AKARSU

Ankara-2013

(4)
(5)

Unsurlarının Ele Alınışı; Yüksek Lisans Tezi; Ankara; 2013 Çalışmamız; önsöz, giriş ve bir bölümden oluşmaktadır.

Önsözde çalışmanın konusu, çakışmada takip edilecek yöntem ve teknikler gibi hususlara değinilmiştir.

Giriş bölümünde 16. yüzyılın bir panoraması çizilmiş, böylelikle edebiyatın geliştiği zemin ve zamanın zihnimizde daha kolay bir biçimde şekillenmesi sağlanmıştır. Ayrıca devrin yöneticilerinin ilme, âlime; edebiyata ve bilhassa da şâire ve şiire verdikleri ehemmiyet bir kez daha hatırlanmıştır.

Tezimizin esas bölümünde ilgili güzellik unsurlarına ve bu unsurların nasıl ele alındıklarına değinilmiştir. Bu unsurlara yönelik tasavvurlar yirmi beş dîvân taranarak belirlenmiştir. Elde edilen beyitlerdeki söz konusu unsurlar renk, şekil vb. özellikleri dikkate alınarak gruplandırılmıştır. Adı geçen güzellik unsurlarından, yapılan tasnif sonucuna göre şâirlerce en fazla kullanılanın yanak olduğu görülmüştür. Yanağı hatt ve hâl ( ben ) takip etmiştir.

Çalışmamızda yanak, hâl ve hatta yönelik tasavvurlar toplu bir biçimde ortaya konmuş, şâirlerin gazellerindeki bu unsurlara ilişkin beyit sayıları sonuç bölümündeki tablo ve şemada gösterilmiştir.

Anahtar Sözcükler 1.Gazel 2. Sevgili 3. Yanak 4. Hatt

5. Hâl ( Ben )

(6)

ABSTRACT

KÖSE, Aynur; Analysis of Cheek, Mole and Facial Hair on Beloved in the 16th Century Lyric Poems; Master Dissertation; Ankara; 2013

Our study titled chapters are preface, introductory and main chapter.

In the preface chapter the panorama of 16th century is created, which enabled us to easily visualize the conditions and era of development of literature. Moreover the importance that the rulers of the time gavetoscience, scientist; literature and particularly to poet and poem is reiterated once again.

The main chapter deals with above mentioned subjects of beauty and how they were used in poems. Descriptions on these subjects are made through searching twenty five dîvân works. Above mentioned subjects in these verses are categorised according to their colour, shape etc. According to these classification cheek is found out to be them ostused subject of beauty by poets. Facial hair and mole follow cheek.

In our study, descriptions of cheek, mole and facial hair are presented as a whole and the number of verses on these subjects that poets used in their lyric poems is indicated in the chart and diagram in the conclusion chapter.

Key Words

1.Lyric Poem 2. Beloved 3. Cheek 4. Facial Hair 5. Mole

(7)

ÖNSÖZ

Dîvân şiiri, temelini İslamî kültürden alan sağlam bir gelenek üzerine oturur. Asırlara meydan okuyabilmesi bu temelin ne kadar sağlam olduğunun açık bir göstergesidir. Temelini bu esaslardan alarak yazılan şiirler, ne kadar farklı konuları ele alıp işleseler de amaç anlatılmak isteneni en güzel ve en ince tavsîflerle anlatabilmektir. Söz konusu olan sevgili, âşık ve rakip üçlüsü ile alakalı âşıkâne yazılmış şiirlerse bu daha da büyük bir ehemmiyet kazanır.

Bu üçgenin merkezini sevgili oluşturur ve ona ait güzellik unsurları ön plana çıkartılarak beyitlerde yerini alır.

Bu çalışmamızın konusunu da üçgenin merkezindeki sevgiliye ait güzellik unsurlarından yanak, hâl ve hatt oluşturmaktadır. Sevgilinin güzelliğinin büyük bölümünü dîdâr olarak da adlandırılan yüz oluşturmaktadır. Çünkü yüz; kaş, göz, dudak, yanak vs. unsurlara sahiptir. Bu nedenle sevgilinin bâg-ı hüsn olarak vasıflandırılan yüzü adeta bir güzellik meydanı veya hırmeni gibidir.

Yanak, hâl ve hatt; yüzde bulunmalarının yanısıra birbiri ile ilgili güzellik unsurları olmalarından dolayı bu unsurlar ve özellikleri üzerinde durulmuştur.

Bu unsurlarla ilgili çok sayıda beyit bulunacağı için sadece gazeller konumuz açısından taranmıştır.

Çalışmamızda sadece 16. yüzyıl dîvânlarında yanak, hâl ve hâtt unsurlarının nasıl ele alındığını araştırdık. 16. yüzyıl dîvânlarından yirmi beş tanesi üzerinde bu incelememizi yaptık. Dîvân seçiminde Latin harflerine çevrilerek yirmi biri basılmış, dördü de Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans veya doktora çalışması olarak yapılmış ancak henüz basılmamış çalışmalardan istifade ettik. Böylelikle çalışmada örnek çeşitliliğinin artırılmasını sağlamaya çalıştık.

Tezimiz önsöz, giriş ve bir bölümden oluşmaktadır. Önsözde çalışmanın konusu, çalışmada izlenecek yöntem ve teknikler gibi hususlar

(8)

vurgulanmıştır. Girişte dîvân edebiyatı ve genel özelliklerine, yapılan alıntılarla değinilmiştir. Bununla birlikte dîvân edebiyatında sanat telakkisi, benzetme ve özellikle vech-i şebehe de değinilmiştir. Ayrıca dîvân şiirinde aşk ve aşkla ilgili olarak sevgili-âşık-rakib ve özellikleri anahatları ile vurgulanmıştır. Böylelikle tezimizin konusu ile ilgili bir önhazırlıkta bulunulmuştur. Yine bu bölümde 16. yüzyıl Osmanlı tarihi ve edebiyatına genel de olsa bir bakış atfedilmiştir. Zira 16. asırda edebiyatın genel seyrinin, tarihsel hadiselerin -en azından ana hatlarıyla- bilinmesiyle daha iyi kavranabileceği düşünülmüştür.

Çalışmanın birinci bölümü başta söz konusu ettiğimiz güzellik unsurlarına ayrılmıştır. Tezimizin bu esas bölümünde alt başlıklar oluşturulurken mevcut dîvân tahlillerinden, ayrıca doktora çalışması olarak Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Hüseyin Gönel tarafından hazırlanan “15 ve 16. yy Dîvânlarında Sevgili Tipolojisi” adlı çalışmadan istifade edilmiştir.

Alıntı yapılan beyitlerin hangi şâire ait olduğu, metin içerisinde beytin altında, gazel ve beyit numarasıyla belirtilmiş; ayrıca dipnot olarak gösterilmemiştir.

Beyitlerin yazımında dikkati çeken belirgin hatalar dışında, kaynaktaki şekline sadık kalınmış, herhangi bir değişiklik yapılmamıştır. Bununla birlikte Arapça ve Farsça asıllarında olan uzun ünlüler, ‘ayn ve hemze işareti gösterilmiştir. Ayrıca bu unsurlarla ilgili tasavvurlarda benzerlik unsurları italik olarak düzenlenerek okumada kolaylık sağlanmıştır.

Taradığımız dîvânlarda yanak, hâl ve hatt ile ilgili çok sayıda beyit tespit ettik. Ancak binlerce beytin bu çalışmada kullanılması mümkün olmadığından çeşitlilik arz edenler tasnîf edilerek, ortak husûsiyetleri taşıyanlar arasında bir seçmeye gitmek zorunda kaldık. Tezde kullanılan beyitler de bu sebeple ve tabii olarak sayıca sınırlandırılmış oldu.

(9)

Beyitler değerlendirilirken her biri için ayrı ayrı tahlil yoluna gidilmemiştir. Bu unsurlar (yanak, hâl, hatt) üzerine kurulan hayallerde benzerlikler olabildiği için tekrarlara düşmeme konusunda tedbirli olunmuştur.

Tezimizin sonunda konumuz açısından taradığımız dîvânlardaki gazel sayıları; yanak, hâl ve hatt ile ilgili beyit sayıları tablo ve şema olarak gösterilmiştir.

Mevcut dîvân tahlillerinde ve yapılan tez çalışmalarında sevgiliye ait güzellik unsurlarından yanak, hâl ve hattın değerlendirildiğini ancak bu unsurların daha genel kapsamlı olarak ele alındığını gördük. Bizim çalışmamız bu yönüyle daha ayrıntılı oldu. Bu nedenle ilk çalışmamız olması açısından eksiklerimiz ve hatalarımız olacaktır. Bu kusurların hoş karşılanacağını ümit ediyoruz.

Bu çalışma esnasında yardımlarını esirgemeyen, her zaman desteğini, hoşgörüsünü yakınımda hissettiğim muhterem hocam Yrd. Doç. Dr. Kâmil Akarsu ’ya teşekkürlerimi bir borç bilirim.

Aynur KÖSE

(10)

İÇİNDEKİLER

ÖZET ... i

ABSTRACT ... ii

ÖNSÖZ ... iii

İÇİNDEKİLER ... iv

KISALTMALAR ... vii

GİRİŞ I. 16.ASIR OSMANLI TARİHİ VE EDEBİYATI ... 1

II. DÎVÂN ŞİİRİ ... 20

BİRİNCİ BÖLÜM SEVGİLİDE GÜZELLİK UNSURLARINDAN YANAK, HÂL VE HATT I. YANAK ... 33

A. Genel Olarak Yanak ... 33

B. Yanak İle İlgili Tasavvurlar ... 39

1. Gül, Gonca, Lâle, Karanfil, Benefşe, Yasemin, Berg ... 40

2. Cennet, Bag, Bostan, Çemen, Benefşelik, Gülşen, Lâlezâr, Bahar .. 57

3. Ay, Güneş, Sabah, Tan, Gök, Gündüz, Nûr, Ülker, Zühre, Yıldız ... 62

4. Ateş, Mum, Çerâg, Kandîl ... 71

5. Su, Deniz, Cûybâr, Mevc, Zülâl, Deryâ ... 78

(11)

6. Ayna ( Mir’ât, Âyine ... 84

7. Mushaf, Âyet, Suhûf ... 87

8. Kitap, Mecmua, Cerîde, Nüsha, Sayfa, Nâme, Levh ... 90

9. Ahsen-i Takvîm, Yûsûf, Melek, Leylî, Azrâ ... 93

10.Kâbe, Kıble, Dîn, İmân, Dîn Şehri, Çâr Yâr ... 96

11. Kadeh, Bezm, Gülâb, Gülâc, Şeftâli, Nârenc ... 99

12. Hisâr, Kılıç, Kâfûr ... 101

13. Bayram ( ıyd ... 102

14. Rûm, Rûm Şâhı, Mısır, Nîl, Bagdât, Şâh ... 103

15. Genc ( hazine ), Gümüş, Fildişi, Lâ‘l, Atlas ... 105

16. Meydân, Hırmen ... 107

II. HATT ... 109

A. Genel Olarak Hatt ... 109

B. Hatt İle İlgili Tasavvurlar ... 118

1. Çemen, Sebze, Nebât ... 118

2. Abîr, Anber, Misk, Esrâr, Toz ... 121

3. Yazı ( hat ), Rakam, İrâb, Berât, Emân, Fermân, Risâle, Nüsha, Tezvîr, Nâme ... 126

4. Âyet, Mushaf, Kitap, Hâşiye, Tefsir, Atalarsözü ... 133

5. Fitne, Belâ, Keder, Sâhir, Ugrı, Yagı, Yüzkarası ... 140

6. Akşam, Gölge, Ebr, Hâle, Günah, Kâfir, Tan Karanusu ... 145

7. Asker, Celâlî, Hâdim, Reyhancı, Rûm İli Dilberi, Habeşli, Hindû, Yeniçeri ... 153

8. Duman, Pas, Buhar, Leke ... 158

(12)

9. Duvar, Kenâr, Şirâze, nakış, Yâkut, Zümrüt, Pirûze ... 161

10. Karınca, Tûtî, Karga, Tâvus, Kanat, Şebdîz ... 166

11. Ecel, Can Otu, Hızır, Çeşme-i Hayât, Zevrâk ... 172

12. Benefşe, Reyhân, Yâsemin, Yaprak, Çalı, Diken ... 176

III. BEN ( HÂL ... 183

A. Genel Olarak Ben ... 183

B. Ben İle İlgili Tasavvurlar ... 187

1. Anber, Misk, Benefşe, Karanfil, Fülfül, Öd Ağacı (Ûd ), Kan Damlası, Mürekkep, Nilüfer, Gül, Lâle ... 187

2. Karga, Meges, Pervâne, Murg, Hümâ, Melek ... 195

3. Fitne, Ayyâr, Câdû, Harâmî, Kâfir, Sâhir, Nâ-Müselmân, Ugru, Tarrâr, Zâlim, Kâtil ... 199

4. Hind, Hindû, Zengi, Habeş, Bilâl-i Habeşî, Ashâb, Kâbe, Hacı, Hacerü’l-Esved ... 203

5. Pâdişâh, Sultân, Şâh ... 210

6. Bekçi, Leşker, Beydak, Müderris, Vâiz ... 211

7. Pervîn, Yıldız, Kıvılcım ... 214

8. Dâne, Çîne, Sipend ( tohum ), Mercimek, Hâb, Habbetü’s-Sevdâ, Engür, Zeytin ... 217

9. Gözbebeği, Nokta, Dâg, Tûp ( Top ), Tesbîh, Kara ... 224

SONUÇ ... 230

KAYNAKÇA ... 238

(13)

KISALTMALAR

AKM : Atatürk Kültür Merkezi C. : Cilt

Çev. : Çeviren Dan. : Danışman Fak. : Fakültesi

GÜSBE : Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü H. : Hicrî

Hz. : Hazreti Hzr. : Hazırlayan TDK : Türk Dil Kurumu TDV : Türkiye Diyanet Vakfı TTK : Türk Tarih Kurumu Ünv. : Üniversitesi

Vb. : Ve benzeri Vs. : Vesaire yy. : Yüzyıl

(14)

A. 16. ASIR OSMANLI TARİHİ VE EDEBİYATINA GENEL BİR BAKIŞ 16. yüzyıl, Oğuz Türkleri’nin, bütün Türk tarihinde en saltanatlı çağlarını yaşadıkları bir asır olmuştur. Türk milletinin tarihte ve coğrafyada meydana getirmiş olduğu büyük ve devamlı eserlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu, bu yüzyılda yükselişinin son seviyesine ulaşmıştır.

‘‘Bu asırda, hukuka bağlılığın ve hukukun üstünlüğü şuurunun en yüce örneklerini görürüz. Her şeyin Kitab’a uygun yapılmasında, kanûn-ı kadîme sadakatte büyük bir hassasiyet vardır. Ölçüsünü Kitab’dan alan ve ona sadık kalan Osmanlı’nın yüreği sıcak ve adaleti parlaktır. Reayâ “emânetu’l-lâh”tır, adalet mülkün temelidir. Osmanlı bu esaslara inanmış ve bu ilkeler üzerine düzenini kurmuş, bütün heybetiyle bu asırda varlığını sürdürmüştür. Ama ne yazık ki asrın sonlarına doğru bazı aşınmalar meydana gelmiş ve adalet güneşi gölgelenmeye başlamıştır.’’ ( Büyük Türk Klasikleri, 1986, III: 138 ).

16. asırda Osmanlı’nın böyle müreffeh bir hayat yaşamasına vesile olan padişahlar ve dönemlerindeki hadiseler hakkında bilgi sahibi olmak, hiç şüphesiz asrın daha kolay anlaşılmasını ve yorumlanmasını netice verecektir.

Kaynaklarda “yükseliş devri” olarak da geçen bu dönemde yer alan padişahlar sırasıyla; Sultan Bâyezîd Velî ( II. Bâyezîd/1481-1512 ), Sultan Selîm Han ( Yavuz Sultan Selîm /1512-1520 ), Kânûnî Sultan Süleyman ( 1521-1566 ), İkinci Selîm ( 1566-1574 ) , Sultan Üçüncü Murâd ( 1574-1595 ) ve Sultan Üçüncü Mehmed ( 1595-1603 )’dir.

1481 yılında Fatih’in vefatı üzerine büyük oğlu Bâyezîd, Osmanlı tahtına çıkmıştır. Cem Sultan’ın tahta çıkmak istemesiyle birlikte Bâyezîd uzunca bir süre bu sorunu halletmeye çalışmıştır. Bu durumun birçok olumsuz etkileri olmuş, II. Bâyezîd önemli fetih hareketlerine girişememiştir.

Şahkulu isyanını ve Safevilerin Anadolu’da etkili olmalarını, padişahın gevşek tutumuna ve yaşlılığına bağlayan bazı devlet adamları, II. Bâyezîd’in tahttan

(15)

çekilmesini istemişlerdir. II. Bâyezîd’in Şehzade Ahmet lehine tahttan çekilmek istemesi üzerine Trabzon valisi Şehzâde Selim, babasına karşı isyan etmiş, yenilmesine rağmen yeniçerilerin desteğiyle Osmanlı tahtına oturmuştur. Yüzyılın başında tahtta bulunan Sultân Bâyezîd'den 1512 yılında devlet idaresini devralan Yavuz Sultân Selîm; cesur, atak ve sert yaratılışıyla sekiz yıllık kısa saltanatında doğu sınırlarında durmadan karışıklıklar çıkaran, siyasî emelleri uğruna Doğu Anadolu halkını bölüp ayırmaya uğraşan ve Osmanlı Devleti'ni uzun süre uğraştıran Şâh İsmail tehlikesini Çaldıran zaferiyle ortadan kaldırdığı gibi, Anadolu'nun doğusunu da tamamıyla devlete bağlamış ve böylece kesin olarak Anadolu topraklarının bütünlüğünü sağlamıştır. Bütün Suriye, Hicaz ve Mısır onun devrinde imparatorluk sınırları içine alınmıştır.

Kânuni Sultan Süleyman’ın hükümdarlık dönemi, her bakımdan Osmanlı tarihinin en parlak zamanı olmuştur. Bu durumun gerçekleşmesinde; Yavuz Sultan Selim’in bıraktığı iyi yetişmiş devlet adamları, devrin en modern ve disiplinli ordusu ile ağzına kadar dolu bir hazinenin önemli payı vardır. Erkek kardeşi olmadığı için saltanat mücadelesi yapmayan Kânunî, saltanatının ilk dönemlerinde iç isyanlarla uğraşmıştır. Kânunî Sultân Süleyman'ın 46 yıllık saltanatı döneminde Avrupa'ya yapılan seferlere daha çok ağırlık verilmiştir.

Bu devre içinde Belgrad ve Rodos alınmış, bütün Avusturya toprakları ele geçirilmiş, Macaristan devletin bir eyâleti hâline getirilmiştir. Avrupa ortalarına kadar yürüyen Osmanlı orduları Viyana kapılarına dayanmıştır. Öte yandan Tebriz ve Bağdat alınmış, Asya ve Avrupadaki sınırlar genişletilmiş ve emniyet altına alınmıştır. Barbaros Hayreddin Paşa komutasındaki Osmanlı donanması Preveze Zaferi sonucunda Akdeniz'i bir iç deniz hâline getirmiştir.

Kânunî Sultân Süleyman, uzun saltanatının sonunda Osmanlı Devleti’ni; üç kıt'a üzerine yayılmış, dünyanın en güçlü ordusuna sahip, geniş, zengin ve haşmetli imparatorluğu hâline getirmiştir.

Kanûnî’nin son dönemlerinden itibaren Sadrazam Sokollu Mehmet Paşa ön plana çıkmaya başlamış, devlet işlerini üstlendiği 1564-1579 yılları arasındaki döneme de “Sokollu Dönemi” denilmiştir. Sokollu, hem Osmanlı

(16)

İmparatorluğu’nun zirvede bulunduğu dönemi simgelemesi itibariyle hem de icraatları, projeleri ve kişiliği gibi nedenlerden dolayı en büyük Osmanlı sadrazamlarından biri olarak kabul edilmektedir. 15 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresini fiilen elinde tutmuştur. Kanûnî’nin son seferi olan Zigetvar Kalesi fethini, padişahın vefatıyla o idare etmiştir. Padişahın ölümünü askerden II. Selîm gelinceye kadar saklamış ve II. Selîm’i tahta çıkarmayı başarmıştır. II. Selîm döneminde sürekli sadrazamlıkta kalmış ve devlet işlerini idare etmiştir. Sokollu 1574’te ölen II. Selîm’in yerine geçen III.

Murat döneminde de sadrazamlığını sürdürmüştür.

Sokollu Mehmet Paşa 15 yıl süren sadrazamlığı boyunca usta bir siyasetçi olarak öne çıkmış, birçok askeri ve siyasi başarının elde edilmesinde birinci derecede rol almıştır.

II. Selîm zamanının en önemli olaylarından biri Kıbrıs’ın zaptı, öbürü de İnebahtı bozgunudur. Tahta geçer geçmez bir Kıbrıs seferi yapılmasını isteyen padişahın isteği Sokollu Mehmet Paşa tarafından uygun zamana kadar geri bırakılmış, 1571′de ada tamamen fethedilmiştir. Aynı yıl olan İnebahtı Deniz Savaşı Türk donanmasının uğradığı en büyük yenilgi olmuştur. Bu büyük bozguna rağmen ertesi yıl Türk donanması gene eski kudretine kavuşmuş, 1573′te Venedik, Osmanlı devletine tazminat ödemeyi kabul etmiştir. Sokollu Venedik’e yeni bir hücuma hazırlanırken padişahın ölümü bu teşebbüsü geri bırakmıştır. Yemen’in tamamen işgal edilmesi de II.

Selîm zamanına rastlamaktadır.

Babasının ölümü ile tahta geçen III. Murad; Yükselme Dönemi’nin son ve Duraklama Dönemi’nin ilk padişahıdır. Onun döneminde 1577′de Lehistan’daki taht boşluğuna Erdel Beyi Baturi atanmış ve Lehistan, Osmanlı Devleti’ne bağlanmıştır. 1578′de İran ile savaşlar tekrar başlamış ve 12 yıl süren savaşlar sonunda Ferhat Paşa Antlaşması imzalanmıştır.1590′da imzalanan bu antlaşma sonrası Avusturya’ya da savaş ilan edilmiştir. Sultan III. Murad 1595′te vefat etmiştir.

Şehzâde Mehmed, Sultan III. Murad’ın vefatından sonra sancakbeyi olarak bulunduğu Manisa’dan gelerek tahta çıkmıştır. Üçüncü Mehmed devri,

(17)

Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama devrine rastlar. Sadrazam Koca Sinan Paşa'nın başarısızlığını gören Üçüncü Mehmed, ordunun başında bizzat sefere çıkmış, Haçova Meydan Savaşı’nı Avrupalılara karşı kazanmış ve Egri Kalesi’ni fethetmiştir. Bu devirde İran ile yeniden savaş başlamıştır. Üçüncü Mehmed, zamanında çıkan iç isyanlarla ( Celâli isyanları ile ) uğraşmış, dışarıda ise topraklar kaybedilmiştir. Meşhur Kanije Kalesi müdafaası, Tiryaki

Hasan Paşa tarafından bu devirde yapılmıştır.

Üçüncü Mehmed genç yaşında iken 1603 senesinde vefat etmistir.

Böylelikle 16. yüzyılda devlet, birkaçı çok güçlü padişahların idaresinde büyüme ve gelişmesini sürdürerek büyük bir imparatorluk haline gelmiştir.

Bu yüzyılda siyasî gelişmelerin yanı sıra devletin tüm kurumlarında da bir gelişme ve ilerleme kendini hissettirmektedir. Devletin idarî teşkilatlanmasında bazı değişiklikler yapılmış, kanunlar ihtiyaca göre yeniden düzenlenmiştir. Eksikliği zaman geçtikçe hissedilen ilim müesseselerinin geliştirilmesi ve artırılmasına büyük önem verilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alınca yaptırdığı Sahn-ı Semân Medreseleri’nde İslâmî ilimler okutulurken Sultan Süleymân’ın yaptırdığı Süleymâniye Medreseleri’nde matematik, tabii bilimler ve tıp öğrenimi de yapılmaya başlanmıştır. Ayrıca bu asır imar faaliyetlerinin de yoğunlaştırıldığı bir devir olmuştur. Bütün ülke ve özellikle de İstanbul ve Edirne, Mimar Sinan gibi bir dehanın ve onun yetiştirdiği usta mimarların yaptığı cami, medrese, köprü vb. ölümsüz eserlerle donatılmıştır.

Ülkedeki bu gelişmelerin bir neticesi olarak ilim, kültür ve edebiyatta da büyük bir gelişme kendini hissettirmektedir. Osmanlı padişahları yaptıkları seferlerle imparatorluğun kuruluşunu tamamlamaya çalışırken bir yandan da ilim, kültür ve edebiyatla birlikte tüm sanatlarda ilerlemenin önemini kavradıkları için bu konuda büyük çabalar göstermişlerdir. Saraylarını yabancı ilim adamlarına, sanatkârlara açmışlar, yaptıkları seferler sonunda da bazılarını İstanbul’a getirmişlerdir. Bu duruma Sâmiha Ayverdi, ‘‘Türk Tarihinde Osmanlı Asırları’’ adlı eserinde şu şekilde temas etmektedir:

(18)

‘‘Türk ve bilhassa Osmanlı-Türk hükümdarlarında bir saltanat ananesi halinde sürüp giden şiir ve sanat geleneği, bilhassa sarayda en ciddi ve alakalı merkezi bularak oradan cemiyete yayılmakta asırlar boyu devam etmiştir. Hele kudret ve şevket devirlerinde en kuvvetli mihraklarını veren bu anane, yerinde sayan veya geri geri giden devirlerde bile yeni çıkışlar yapmaktan geri kalmamış, hem sanatkâr, hem sanat hâmîsi hükümdarlar yetiştirmişti.’’ ( Ayverdi, 1975, I: 396 ).

Osmanlı İmpatorluğu’nda padişah sarayları, daima, hükümdarların şahsiyetleri ile değişen derecelerde, şiir ve edebiyatın koruyucusu ve teşvikçisi olmuştur. Bütün marifet sahipleri, âlimler, şâirler, sanatkârlar, devletin mutlak hâkimi olan padişahın sarayı etrafında kümelenmişlerdir.

Padişahların şiir ve edebiyata olan merakları ölçüsünde bu topluluklar artmış veya eksilmiştir. Padişah sarayı, dışarıda yetişen şâirleri koruduğu gibi, bazen kendi içinden de şâirler yetiştirmiştir. Saraya alınarak terbiye edilen çocuklardan şiire kabiliyetli olanlar, sarayda hizmet ettikleri müddetçe, edebiyatın saray içinde de devamını sağlamışlardır.

İstanbul’da saray muhitinin yanında devrin sadrazamları, vezirleri, yüksek memurlarının sarayları ve konakları da edipler ve şâirler için birer sığınak ve toplantı yeri olmuştur. Geçimlerini çok defa buralardan sağlamışlar, bu yüksek dereceli, zengin memurların cömertliklerinden, ihsan ve hediyelerinden faydalanmışlardır.

XV. ve XVI. Asırlarda Osmanlı Edebiyatı, başlangıçta Edirne ve sonra İstanbul’da gelişip, inkişaf ederken, bunun yanı sıra Rumeli ve Anadolu’da bazı merkezlerde de gelişme zemini bulmuştur. Bunu hazırlayan her şeyden önce, 15-18 yaşlarına geldiklerinde sancak beyi olarak Anadolu’ya gönderilen şehzâdelerin sarayları olmuştur. Bu saraylarda pek çok şâir hizmetli olarak değişik vazifelerle şehzâdelerin yakınında bulunmuş veya dışarıdan şiirler sunmak suretiyle yardımlarını görmüş, himayelerini kazanmışlardır. Bu şekilde geçimlerini temin etmeye çalışmışlardır. Böylece İstanbul’dan uzak vilâyetlerde de daha küçük çapta olmak üzere şehzade sarayları etrafında birer edebî çevre meydana gelmiştir.

(19)

Bunların yanı sıra, geniş imparatorluğun büyük kültür merkezlerinden uzakta yaşayan şâirler sığınacak bir yer bulmakta güçlük çekmişlerdir.

Bunların da koruyucuları sancak beyliklerine çıkmış vali paşalar, uç beyleri, her vilayette hali vakti yerinde defterdar, muhasebeci gibi nisbeten küçük memurlar olmuşlardır ( İpekten, 1996 ).

Aslında birkaçı hariç bütün Osmanlı padişahları şiir ve edebiyatla ilgilenmişler, II. Murad’dan başlayarak çoğu şiir de yazmıştır. Hatta bazılarının müretteb dîvânı bile vardır. Bu dönemde Adlî mahlasıyla II.

Bâyezîd, Selîmî mahlasıyla Yavuz Sultan Selîm, Muhîbbî ismiyle Kânûnî Sultan Süleymân, Murâdî mahlasıyla da III. Murad’ın şiirler yazdığı görülmektedir.

‘‘Bu asırda Osmanlı Devleti hemen bütün Türk ve İslâm dünyasının sevgisini ve hayranlığını kazanmış, bir huzur ve güven diyarı olarak bilinmiştir. Türk-İslâm ülkelerinin her köşesinden Osmanlı topraklarına koşan âlim ve sanatkârlar da ülkedeki ilim ve sanatın milletlerarası bir değer ve şöhret kazanmasına vesîle olmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilme ve sanata verdiği kıymet o derece şöhret bulmuştu ki Bağdat-Kerbelâ topraklarına bütün vicdanıyla bağlı, büyük şâir Fuzûlî bile, her şeye rağmen büyük bir kültür merkezi olan Bağdat’ta

“Yürü yeter bana ey sîm-i eşk bidâd et Ger akçen ile alınmış kul isem âzâd et

Fuzûlî ister isen izdiyâd-ı rütbe-i fazl

Diyâr-ı Rûm’u gözet terk-i hâk-i Bagdâd et”

deme ihtiyacı duymuştur.’’ ( Banarlı, 1971, I: 569 ).

İlmin, sanatın, şiir ve edebiyatın gelişmesini hazırlayan böyle uygun bir zeminde 16. yüzyılda büyük bilim adamları, tarihçiler, şâirler ve nesir ustalarının yetişmesi gecikmemiş; Osmanlı Devleti’nin büyüklüğüne layık bir Osmanlı-Türk kültür ve edebiyatı meydana getirilmiştir.

(20)

‘‘16. yüzyılda Osmanlıca klasik yapısına kavuşmuş ve yazı dili olarak konuşma dilinden ayrılmıştır. Şiirde ve nesirde terkipler kullanmayı ve edebî sanatını göstermeyi öne alan bir anlatım doğmuştur. Zamanla Osmanlıcayı kendi özelliklerine bağlı kalarak özümseyen şâir ve yazarlar, sanat ve edebiyat değeri yüksek ürünler ortaya koymuşlardır.’’ ( Yılmaz, 2009: 213 ).

Bu ürünler ve tanınmış sanatçılar kısaca şu başlıklar altında değerlendirilebilir:

1.16. Asırda Gazel ve Kasîde

Bu asırda Türk edebiyatına ölümsüz eserler kazandırmış veya değerli eser ve çalışmalarıyla kendilerinden daha büyük şâirlerin yetişmesine etkisi olmuş, Türk edebiyatına gücü yettiği kadar hizmet etmiş şâirlerin sayısı çoktur. II. Bâyezîd döneminde İstanbul’a gelmiş olan Zâtî, yüzyılın ortalarına doğru kendisini kabul ettiren Hayâlî Bey, asrın son kırk yılında ise şiir tahtına oturan Bâkî, devrin önemli şâirlerindendir. Bu büyük şâirlerin hâkimiyeti altında gelişen 16. asır şiirinde kasîde ve gazelde başlıca şu şâirleri görmekteyiz:

Yüzyılın başında Yavuz Sultan Selîm dönemindeki şâirlerin çoğu Trabzon’daki sancakbeyliği sırasında tanıdığı şâirlerdir. Padişah olunca bir kısmını yanında İstanbul’a getirmiş bazılarını da sonradan getirtmiştir. Halîmî bunlardan biridir. Gazellerini herkesten sakladığı için şiiri ve ünü fazla yayılmamıştır. Âhî ( Benli Hasan ), özellikle gazelleriyle tanınmış olup küçük bir dîvânçesi vardır. Nihânî (Nacak Fâzıl ); gazel, kasîde, tarih ve muammalar yazmıştır. Behiştî Sinan Çelebi, bu dönemde hem hamsesi hem de gazelleriyle tanınmış ve eserleri çok beğenilmiştir. Yine bu dönemde Padişahın yanından ayırmadığı şâirlerden birisi de gazelleri ile bir hayli tanınmış olan Tâliî Mehmed Çelebi’dir. İlmî eserleri yanında gazelleri de olan Hayâlî Abdülvehhâb Çelebi devrin bir diğer şâiridir. Trabzon’dan beri Sultan Selîm’in yanında olan Revânî, Mısır Seferi’ne padişahla katılan Sucûdî bu dönem şâirleri arasındadır. Figânî, Kânûnî döneminin usta şâirlerinden olup kasîde ve gazeller söylemiştir. Aynı dönemde devrin şeyhülislâmlarından ilim adamı ve tarihçi olarak büyük ün kazanan Kemalpaşa-zâde de şiirle

(21)

uğraşmıştır. Hayretî; terkib, tercî, murabba, muhammes gibi değişik nazım şekilleri yanında kasîde ve gazelleri olan büyük bir şâirdir. Sâgarî, hem gazelleri hem de musikisiyle tanınmıştır. Dönemin hoşsohbet, nüktedân şâirlerinden birisi de Sultan Selîm’in Mısır Seferi’nde musahipliğine çağrılan İshak Çelebi’dir. Nihâlî Cafer Çelebi de bu şâirlerden biridir. Gazellerinin çoğu şarap ve meyhane üzerinedir. Yüzyılın ilk yarısında bütün şâirlerin üstadı olan Zâtî, doğuştan şiir yeteneğine sahip bir şâir olarak karşımıza çıkar. Çok sayıda gazeli vardır. Edirneli Nazmî, Zâtî’nin gazeldeki rekorunu kırmaya çalışmıştır. Sadece bu asrın değil Türk edebiyatının birkaç büyük şâirinden birisi olan Fuzûlî, gazel ve kasîdede çok başarılıdır. Kânûnî devrinin bir başka büyük şâiri Hayâlî Bey de kasîdeleri olmasına rağmen daha çok gazel şâiri olarak tanınmıştır. Sultan II. Selîm döneminin başlarında ölen Bursalı Rahmî, tezkirecilerin kendisinden övgüyle bahsettikleri bir şâirdir. Bursalı bir başka şâir Celîlî de tıpkı hemşehrisi Rahmî gibi gazelleriyle tanınmıştır. Devrin bilginlerinden Fevrî, ilmî eserlerinin yanı sıra kasîde ve gazelleriyle de tanınan bir başka şâirdir. Âgehî, edebiyatımızda gemici kelime ve deyimleriyle kasîde yazan ilk şâir ünvanını taşımaktadır. Daha çok mesnevîleriyle tanınan hamse sahibi Yahyâ Bey; Hayâlî ve Bâkî gibi Zâtî’nin dükkânına gidip gelen genç şâirlerdendir. Gazel ve kasîdede de başarılıdır.

İlmî eserleri yanında şiir de söyleyen Nev‘î; Bâkî ve Hayâlî’den sonra Anadolu’da yüzyılın en başarılı şâiri sayılmaktadır. Dili pürüzsüz ve şiir tekniği mükemmeldir. Kasîde ve gazelleriyle devrinde çok beğenilmiştir.

Gelibolulu Mustafa Âlî, farklı konularda pek çok eserin sahibi ve iyi bir tarihçidir. Çok sayıda gazel ve kasîde de yazmıştır. Yüzyılın Anadolu şiir sahasında en büyük şâiri sayılan Bâkî hem kasîde hem de gazelde üstâd kabul edilmektedir. Yüzyılın son büyük şâiri olan ve Bağdatlı olduğu halde Azerî lehçesi özelliğini şiirlerinde göstermeyen Bağdatlı Rûhî de kasîde ve gazelleriyle tanınmıştır. Gazallerini sade bir dille ve halkın kullandığı kelime ve deyimlere çokça yer vererek söylemiştir.

Bu dönemde Edirneli Nazmî ve arkadaşı Tatavlalı Mahremî, Türkî-i Basit akımını başlatmışlar ve sade bir Türkçe ile şiirler yazmışlardır. Edirneli

(22)

Nazmî, dîvânını bu savunduğu akımın Türkçesi ile yazmışsa da ne kendi döneminde ne de daha sonra klasik Türk edebiyatının akışı içerisinde bu akımın üzerinde durulmamıştır ( Büyük Türk Klasikleri, 1986, III: 202-206 ).

2. 16. Asırda Mesnevî

‘‘Bu devirde, her alanda olduğu gibi mesnevi sahasında da çok sayıda eser kaleme alınmıştır. Bu mesnevilerde ele alınan konuların çeşitliliği dikkat çekicidir. Aşk hikâyeleri, şehrengizler, tarihler, tasavvufî eserler, surnâmeler, Kerbelâ olayını işleyen makteller, kırk hadisler ve tercüme eserler olmak üzere çeşitli konuların mesnevi tarzında yazıldığı görülmektedir.’’ ( Kut, 1999, I: 44 ) Bu dönemde İran edebiyatının birçok klasik mesnevileri Türkçeye çevrilmiş, bir kısmı başarılı Türk şâirleri tarafından tekrar kaleme alınmıştır.

Bu dönem mesnevilerinde oturmuş bir Osmanlı Türkçesi; edebî sanatları ustalıkla, alışkanlıkla kullanan sade bir lisan kendini hemen hissettirir. Bu dönemde yazdıkları hamselerle tanınan şâirlerin bazıları diğer nazım tür ve biçimlerinde de özgün eserler vermişlerdir. Bunun yanısıra daha çok gazel ve kasideleriyle tanındıkları halde mesnevî alanında da varlık gösteren ve hatta Fuzûlî gibi her iki burçta da yıldızı parlayan şâirler vardır. Mevcut mesneviler bu dönemde hem sayısal bakımdan hem de nitelik açısından olağanüstü bir düzeyde verimliliğin yaşandığını göstermektedir. Bu dönem mesnevilerini şu başlıklar altında değerlendirmek mümkündür:

Temsîlî ( alegorik ) mesneviler:

Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Mihr ü Mâh’ı Realist- yerli mesneviler:

Lâmii’nin Bursa Şehrengizi

Tâcizâde Cafer Çelebi’nin Hevesnâme’si

Eğitici( dini-tasavvufi-ilmi-ansiklopedik ) mesneviler:

Hâkâni Mehmed Bey’in Hilye’si Nizâmî’nin Mahzenü’l-Esrâr’ı

(23)

Bursalı Rahmî’nin Gül-i Sad-berg’i Âşıkâne mesneviler:

Taşlıcalı Yahyâ Bey’in Yûsuf u Zelîha’sı Fuzûli’nin Leylâ vü Mecnûn’u

Târihî- menkıbevî mesneviler:

Hadîdî’nin Süleymân-nâme’si ( Tevârih-i Âl-i Osmân ) Sûzî Çelebi’nin Mihaloglu Ali Bey Gazavat- nâme’si ( Macit, 2007, II: 55-72 ).

Bu dönemde çok sayıda mesnevi yazıldığı için belli başlı mesnevi şâirleri ve eserlerine kısaca değinilecektir.

Dönemin önemli mesnevîcilerinden birisi Kara Fazlî’dir. Aynı zamanda nesirde, şiirde ve özellikle de rubaî tarzında çok sayıda eser vermiştir.

Kânûnî’nin şehzadelerine dîvân kâtipliği yapmıştır. Asrın en çok eser veren sanatçılarından birisidir. Lehcetü’l-Esrar, Hümâ, Hümâyun gibi devrinde çok beğenilen mesnevilerin sahibidir. Ancak Kara Fazlî’nin en tanınmış, Türk tezkirecileri tarafından takdir edilmiş eseri Gül ü Bülbül adını taşıyan mesnevîsi olmuştur.

Yahyâ Bey, devrin birinci sınıf şâirlerinden ve en başarılı mesnevi sanatkârlarındandır. Yalnız mesnevilerinde değil gazel ve kasîdelerinde de sade bir dil kullanmıştır. Beş mesnevi yazarak hamse sahibi olmaya çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Mesnevîleri; Gencîne-i Râz, Kitâb-ı Usûl, Şâh u Gedâ, Yûsuf u Züleyhâ ve Gülşen-i Envâr’dır.

Asrın, kendisini ilme ve tasavvufa vermiş şâirlerinden olan Lâmii Çelebi, önemli bir mesnevî şâiridir. Daha çok nesirleriyle tanınmıştır. Nesirle tercüme ettiği Hüsn ü Dil, manzum olarak yazdığı Ferhad-nâme gibi eserlerinden dolayı “Câmî-i Rûm” diye şöhret kazanmıştır. Mesnevîleri içinde en meşhurları; Bursa Şehrengizi, Vâmık u Azrâ, Veyse vü Râmîn adlı eserleridir.

(24)

Genç yaşta ölmesine rağmen bıraktığı eserlerle asrının takdirini kazanan diğer bir mesnevi şâiri Âzerî İbrahim Çelebi’dir. Gazeller, müseddesler de söylemiş olan Âzerî’nin asıl şöhreti Nakş-ı Hayâl adlı mesnevisinden gelmektedir. Eser, ahlâkî ve tasavvufî 26 hikâyeden oluşmaktadır. Ayrıca, klasik mesnevî anlayışı bakımından şâirin kendi şahsiyetini ve kendi dil ve sanat kudretini gösteren orijinal bir eserdir.

16. asırda da önceki dönemlerde olduğu gibi dini nitelikte eserler verilmiştir. Yine Mevlid’ler yazılmış, Hz. Muhammed’in hayatına dair eserler meydana getirilmiştir. Fakat bütün bu dînî mahsuller içinde bir tanesi diğerlerinden daha çok rağbet görmüş, daha yaygın bir şöhret kazanmıştır.

Bu eser Hâkaanî’ye ait olan Hilye’dir. Eser; lisanının sadeliği, ifadesindeki samimilik ile Hz. Muhammed’den bahsedişinden dolayı çok sevilmiştir.

Gazelleri, kasîdeleri ve özellikle de tahmîs ve tesdîsleriyle haklı bir şöhret kazanmış bir diğer mesnevî şâiri Bursalı Cenânî’dir. Bedâyiü’l-Âsâr adlı eseri daha çok Anadolu ve Rumeli hayatını canlandıran orijinal hikâyelerle tertiplenmiş bir eserdir. Mesnevî sahasında ise Riyâzü’l-Cinân ve Cilâü’l-Kulûb adlı eserleri önemlidir. Riyâzü’l-Cinân, Nakş-ı Hayâl’e nazîre olarak yazılan hikâyelerden oluşmaktadır. Cilâü’l-Kulûb ise yirmi bölüm halinde düzenlenmiş bir öğüt kitabı niteliği taşımaktadır.

Âhî, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn adlı eserine nazîre olarak söylediği Şîrîn ü Pervîz ve Rivâyet-i Gülgûn u Şebdîz adlı mesnevîsi ile tanınmıştır.

Küçük bir dîvânı olan Sevdâyî’nin yazdığı Leylâ vü Mecnûn, yer yer Fuzûlî’yi etkileyecek kadar güçlü bir mesnevî niteliği taşımaktadır.

Güvâhî, Attâr’ın Pend-nâme’sini örnek alarak yazdığı Kenzü’l-Bedâyî mesnevîsinde pek çok atasözünü de delil göstererek halka öğüt verme yolunu seçmiştir.

Bu asırda yaşayan ünlü bilgin ve tarihçi Kemalpaşazâde Türk edebiyatının en uzun Yusuf u Züleyhâ mesnevilerinden birini yazmıştır.

Yüzyılın her türde erişilmez bir şiir üstâdı olan Fuzûlî’nin de Türkçe ve Farsça mesnevîleri bulunmaktadır. Bağdat’ın alınışı sırasında Hayâlî ve

(25)

Yahyâ Bey’in de aralarında bulunduğu Osmanlı şâirlerinin teklif ve ısrarlarıyla yazdığı Leylâ vü Mecnûn’u bütün Leylâ vü Mecnûn’ların içerisinde en tanınmışıdır. Afyonla şarabın karşılaştırıldığı Beng ü Bâde ve meyvelerin konuşturulduğu Sohbetü’l-Esmâr adını taşıyan mesnevîleri vardır.

Edebiyatımızın hamse sahibi mesnevicilerinden biri de Bursalı Hamîdî- zâde Celîlî’dir. Celîlî’nin bahsedilen hamsesinin – ne yazık ki – dört tanesine ulaşılmıştır. Bunlar; Husrev ü Şîrîn, Leylâ vü Mecnûn, Hicr-nâme ve Mihenk- nâme adlı eserleridir.

Bursalı nakkaş Bâlîzâde Rahmî’nin Şâh u Gedâ veya Şâh u Dervîş adıyla bilinen mesnevisi, Yahyâ Bey’in Şâh u Gedâ’sı ile aynı yıllarda yazılmış ancak Yahyâ Bey’in eserinin şöhreti yanında unutulup gitmiştir.

Bu asrın başlıca mesnevileri konusunda bahsedilmesi gereken bir diğer isim Lârendeli Hamdi’nin Kıssa-i Leylâ vü Mecnûn’udur. Şâir, eserini II.

Selîm’e sunmuştur ( Banarlı, 1971, I: 597-604 ).

3. 16. Asırda Tarih

‘‘Her devlette olduğu gibi bizde de padişahlar; dönemlerindeki çalışmaları, devletin geçirdiği olayları bir yere yazdırarak devletin tarihini meydana getirmenin değerini anlamışlar ve vak’anüvislik denilen resmî tarihçiliği kurmuşlardır. 1591’e kadar Osmanlı tarihini yazanlara şehnâmehân, daha sonra ise vak’anüvis adı verilmiştir.’’ ( Ahmed Rasim, 1968: 72 ).

Dîvân edebiyatı döneminde tarih kitaplarının, tarih kitabı oldukları ölçüde, birer edebî eser sayıldıklarını da görmekteyiz. Böyle hem tarih hem edebî nesir özelliği taşıyan eserler yazma yolunda 15. asırda başlayan çalışmalar 16. asırda hızlanmıştır. Bu asırda daha büyük tarihçiler yetişmiştir.

Resmî vak’anüvislerin yanı sıra özel tarihler de kaleme alınmıştır. Asrın önemli tarihçileri ve eserleri şunlardır:

Asrın tanınmış âlimlerinden ve aynı zamanda şâir olan Kemalpaşa- zâde’nin belki de en kıymetli eseri Târih-i Âl-i Osman adlı Osmanlı tarihidir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan Sultan II. Bâyezîd devri sonlarına kadar

(26)

olan olayları yazmış, eserine sonradan Yavuz ve Kânûnî dönemlerini ilave etmiştir.

Aynı zamanda Nişânî mahlasıyla şiirler de yazan, külfetli ve sanatlı bir nesirle eserlerini meydana getiren Celâl-zâde Mustafa Çelebi asrın sayılı ilim ve devlet adamlarındandır. İlim ve edebiyat tarihindeki asıl şöhreti Tabakaatü’l-Memâlik fî Derecâtü’l-Mesâlik adlı tarihinden kaynaklanmaktadır.

Eser 1554 yılına kadar olan Kânûnî dönemi olaylarını geniş bir şekilde ele almıştır.

Lûtfî Paşa, Anadolu ve Rumeli Beylerbeyliği hatta sadrazamlık yapmış önemli bir devlet adamıdır. Aynı zamanda şâirdir. Fakat onun da dikkate değer tarafı tarihçiliğidir. Adı Tevârih-i Âl-i Osman olan Lûtfi Paşa Târihi, aslında geçen asırlardaki anonim Tevârih-i Âl-i Osman’ların yeni bir nüshası gibidir. Bunun yanı sıra tarih olmamakla beraber, tarihe ışık tutan bir telifi de Âsâf-nâme’sidir. Eser, Osmanlı idaresindeki sadrazamların görevlerini ve nelere dikkat etmeleri gerektiğini madde madde tesbit eden bir risâle özelliği taşımaktadır.

Dönemin diğer ünlü bir tarihçisi de Selânikî Mustafa Efendi’dir.

Yaşadığı asrın tarihini bir ruznâme şeklinde ve ayrıntılarıyla kaydetmiştir.

Tarihini, 1563’ten kendi vefat senesi olan 1600 yılına kadarki pek çok önemli olayı yazmak suretiyle oluşturmuştur. Eserinde yer alan hadiselerin aslını sadece gözlem ve rivayetlere dayandırmayıp belgelere dayandırması tarih konusundaki titizliğini göstermektedir. Ayrıca eserinde devrinin aksayan taraflarını tenkîd ve tahlîl eden bölümlere yer vermesi bu konuda eserine bir orijinallik katmaktadır.

Devrin âlim tarih yazarlarından birisi de Hoca Sâdettin Efendi’dir.

Arapça’dan Türkçe’ye çok sayıda eser çevirmiştir. Türkçe şiirler de söylemiş ayrıca bir de Selim-nâme yazmıştır. Ancak o da başarısını daha çok tarih alanında göstermiştir. Tâcü’t-Tevârih adını verdiği iki ciltlik eserini baştan sona secîli, kafiyeli ve sanatlı bir nesirle yazmıştır. Eserine doğrudan Osmanlı tarihi ile başlamıştır. Bu yönüyle de tarih yazarlığına bir yenilik getirmiştir.

(27)

16. asrın en değerli tarihçilerinden biri hiç şüphesiz Gelibolulu Mustafa Âlî’dir. Devrinin yalnız önemli bir tarihçisi olmakla kalmamış, oldukça geniş bir bilgiye sahip bir âlimi, özellikle de gazel ve kasîde alanında başarılı olmuş bir şâiridir. Tarihe ait en önemli eseri Künhü’l-Ahbâr’dır. Eser, sadece bir Osmanlı tarihinden ibaret değildir. İçerisinde peygamberler tarihi, İslam tarihi, Türk ve Moğol tarihi, Osmanlı tarihi gibi konuları da içeren genel bir tarih niteliğindedir. Yazar, bu eserinde Türk âlim ve şâirlerini de içeren bir bölüm de ayırmıştır. Hatta bu bölüm bir şuara tezkiresi sayılabilecek niteliktedir.

Eserin en ayrıntılı bölümü 16. asır Osmanlı tarihidir. Eserde yer yer Avrupa milletleri hakkında bilgiler de verilmiştir. Gelibolulu Mustafa Âlî’nin bu eserinden başka Nasîhatü’s-Selâtîn, Kavâidü’l-Mecâlis, Mevâidü’n-Nefâis fî Kavâidü’l-Mecâlis, Menâkıb-ı Hünerverân adlı eserleri Türk kültür ve sosyal tarihi açısından değerli kaynaklardır ( Banarlı, 1971, I: 604-613 ).

4. 16. Asırda Biyografi

Özellikle tanınmış kişilerin hayat hikâyelerinden bahseden bir tür olan biyografi, insanlıkla yaşıt bir bilim dalıdır. Daha önce yaşanmış olayları bilme ve insanın kendi hayatında karşılaştığı soruların cevaplarını başkalarının hayatlarında bulma arzusu biyografinin doğuşunu sağlamıştır.

‘‘Türk biyografi geleneği Arap ve Fars edebiyatları öncülüğünde gelişmiş olmasına rağmen şuarâ tezkiresi türü en güzel ve başarılı örneklerini Türkçede özellikle de Osmanlı Türkçesi çerçevesi içinde vermiştir. Osmanlı alanında 16. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar hiç kopmadan gelen bu gelenek sayesinde kalburüstü hiçbir şâirimiz yoktur ki onunla ilgili yazılı bir biyografik bilgiye rastlanmasın.’’ ( İpekten, 2002: Önsöz ).

Tezkireler devrin şâirlerinin zaman içinde unutulup gitmelerini önlemek, hatırlanılmalarına vesile olmak amacıyla yazılmış eserlerdir.

İçlerinde en az yüz–yüz elli şâir bulunur ve bu yönleriyle şekil olarak günümüzdeki yazarlar ve şâirler sözlüğü gibi eserlere benzerler. Konularını;

şâirlerin hayatları, kişilikleri, edebî faaliyetleri ve eserleri oluşturmaktadır. Bu

(28)

yolda hem bilgi verilmekte hem de yorum ve değerlendirmelerde bulunulmakta ayrıca eserlerden örnekler de sunulmaktadır. Tezkireciler bunu yaparken üslûbun sanatlı ve âhenkli olmasına da büyük dikkat göstermektedirler. Öyle ki bu yönleriyle tezkireler aynı zamanda birer edebî eser niteliği taşımaktadır.

‘‘Her devrin bir edebî eleştirisi vardır. Aynı durum dîvân edebiyatı için de sözkonusudur. İşte tezkireler bu devrin edebî eleştirisini en çok temsil eden eserlerdir. Bu eserler, gerçi içermiş oldukları bilgi, yorum, değerlendirme vb.ni ayrı başlıklar halinde tek tek şâirler üzerine yaparlar.

Ancak buna bakarak onları tek tek şâirler üzerine bilgi, yorum, değerlendirme vb. içeren eserler olarak görmemek gerekir. Onlar aynı zamanda çağının bütünüyle edebiyat dünyasının edebî anlayış ve değerler sistemini bize aktaran, çağının edebiyat araştırma ve eleştirisinin gerçek mahiyetini, işleyişini ve nerelere kadar ulaşabildiğini bize çok açık bir şekilde yansıtan eserlerdir.’’ ( Tolasa, 1983: Önsöz ). 16. asırdan başlayarak klasik örneklerin etkisi ile Osmanlı Türkçesi edebiyatı alanında da tezkireler yazılmıştır. Bu dönemdeki tezkireler; Sehî Bey’in Heşt Bihişt, Latîfî’nin Tezkiretü’ş- Şu‘arâ ve Tabsıra-i Nuzemâ, Ahdî’nin Gülşen-i Şu‘arâ, Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş- Şu‘arâ, Kınalızâde Hasan Çelebi’nin Tezkire-i Şu‘arâ ve Beyânî’nin Tezkire-i Şu‘arâ adıyla meşhur eserleridir. Bunların yanı sıra Gelibolulu Mustafa Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr adlı eserinde de biyografik bilgiler bulunmaktadır.

Heşt Bihişt, Anadolu sahasında şâirler tezkiresi yazma geleneğini başlatan ilk eserdir. Eser, bir önsöz ve her birine “bihişt” adı verilen sekiz tabaka ve bir hatimeden oluşmuştur. Bihişt adı verilen sekiz tabakanın içeriği şöyledir:

1. tabaka: Devrin padişahı Kânûnî Sultan Süleymân

2. tabaka: Başlangıçtan Kânûnî’ye kadar şiir yazmış olan padişah ve şehzâdeler,

3. tabaka: Vezir, kazasker, nişancı gibi devlet büyüklerinden şiirle uğraşanlar,

(29)

4. tabaka: Bilgin şâirler,

5. tabaka: Sehî Bey’den önce yaşamış ve ölmüş şâirler

6. tabaka: Sehî Bey’in gençliğinde ün yapmış, olgunluk devirlerine yetişebildiği ve birçoğu ile tanışıp görüştüğü şâirler,

7. tabaka: Eserin yazıldığı tarihte hayatta bulunan şâirler,

8. tabaka: Eser yazıldığı sırada ismi yeni duyulmaya başlayan genç şâirler.

Eser, eksiklerinin yanı sıra Osmanlı Devleti sınırları içinde yetişen şâirleri ilk kez tezkire halinde toplaması ve böylece birçok şâirin unutulup gitmesini önlemiş olması açısından önemli bir eserdir.

Latîfî tezkiresi, bir mukaddime, üç fasıl ve bir hatimeden oluşmuştur.

Eserin en önemli özelliklerinden birisi alfabetik sırayı kullanmasıdır. Eserin fasıl bölümü şöyle sıralanmıştır:

1. fasıl: Osmanlı ülkesinde yetişmiş veya buraya sonradan gelmiş ve şöhret kazanmış on üç şeyh şâir,

2. fasıl: Osmanlı ülkesinde şiir söyleyen yedi sultan şâir,

3. fasıl: Osmanlı ülkesi içerisinde şöhret kazanan şâirler, hayatları ve şiirleri.

Gülşen-î Şuarâ, Anadolu sahasında yazılan üçüncü tezkiredir. Eser ilk olarak bir mukaddime, “ravza” adı verilen üç bölüm ve bir hâtime olarak düzenlenmiş olmakla birlikte esere sonradan sancakbeyleri ve defterdar şâirleri de içeren bir bölüm eklenmiş ve eser dört ravzaya çıkarılmıştır.

1. ravzada, devrin padişahı başta olmak üzere Şehzâde Selîm ve diğer şehzâdeler,

2. ravzada, devrin ileri gelen devlet adamları, 3. ravzada, devrin âlim ve müderrisleri,

4. ravzada ise alfabetik olarak dönemin şâirleri sıralanmıştır.

(30)

Âşık Çelebi’nin en önemli eseri olarak bilinen dönemin bir başka tezkiresi Meşâirü’ş- Şu‘arâ’dır. Eser, bir giriş ve şâir biyografileri olmak üzere iki bölümden oluşmuştur. Giriş bölümünde şiir, şiirin unsurları, tarihi gelişimi vb. hususlara değinilir. Esas metin kısmında ise dört yüzün üzerinde şâire yer verilmiştir. Bu nedenle oldukça hacimli bir tezkire özelliği taşımaktadır.

Hasan Çelebi, Kınalızâde Hasan Çelebi veya Tezkiretü’ş- Şuarâ olarak bilinen eserini 16. asrın beşinci tezkiresi olarak kaleme almıştır. Eser, bir mukaddime, sultan şâirler, şehzâde şâirler ve asıl şâirler olmak üzere üç bölüm halinde düzenlenmiştir. İlk iki bölümde kronolojik, son bölümde ise alfabetik bir sıralama tercih edilmiştir.

Dönemin son tezkiresi, Kınalızâde Hasan Çelebi Tezkiresi’nin bir özeti niteliğindeki Beyânî Tezkiresi’dir. Eser, bir mukaddime ve üç bölüm halinde kaleme alınmıştır. Mukaddime kısmında şiir ve şâir hakkında bilgi verilmiş, tezkire kelimesinin anlamı üzerinde durulmuştur. Eserin ikinci bölümünde 15 ve 16. asırda yaşamış olan 368 şâirin biyografisi verilmiştir, bu sayı padişah ve şehzâdelerle birlikte 377’ye ulaşmaktadır.

Gelibolulu Mustafa Âlî’nin en önemli eseri hiç şüphesiz Künhü’l-Ahbâr adını verdiği eseridir. Eser, rükn adı verilen dört bölümden oluşmaktadır.

1. rüknde Dünya’nın yaratılışından Hz. Âdem’e kadar geçen zaman, canlıların ortaya çıkması, hayvanlar, dağlar, denizler, nehirler, iklimler gibi konular,

2. rüknde Hz. Âdem’den başlayarak peygamberler, mucizeleri, Emevîler, Abbasîler, Arap emirleri ile bilgin ve şeyhleri,

3. rüknde Türk ve Tatar kavimleri ile hükümdarları,

4. rünkde ise Osmanlıların ortaya çıkışından 1599’a kadar olan biten olaylar, devrin devlet adamları, bilginleri, şeyhleri ve şâirleri ele alınmıştır.

Künhü’l-Ahbâr’ın biyografik açıdan asıl zengin ve farklı tarafını hiç şüphesiz eserde yer alan şâirler meydana getirmektedir. Bu biyografilerin sayısı 305’e ulaşmaktadır. Bu nedenle sözkonusu bölüm bir tezkire özelliği de taşımaktadır ( İpekten, 2002 ).

(31)

‘‘Devrin önemli biyografik eserlerinden biri de Taşköprîzâde Ebu’l-Hayr İsâmeddin Ahmed Efendi’nin “Eş’-Şakâyıku’n- Numâniyye fî Ulemâi’d- Devleti’l- Osmâniyye” adlı eseridir. Eser, Arapça olarak kaleme alınmış olup eserin tercüme ve zeyilleri yazılmıştır. Eserin en önemli tercümesini Mecdî, Hadâyıku’ş-Şakâyık adıyla yapmıştır.’’ ( Kut, 1999, I: 47 ).

5. 16. Asırda Diğer Edebî Türler

16. asır, Osmanlı Devleti’nin bir ihtişam asrı olmuştur. Kendilerine geniş imkânlar sunulmuş olan sanatçılar, her alanda olduğu gibi edebiyatta da geleneksel veya alışılmışın dışında türleri geliştirme imkânı bulmuşlardır.

Gazel, kasîde, mesnevi, tarih ve biyografi dışında bahsedilebilecek türlerden birkısmı şunlardır:

Nazîre mecmuaları: Nazîre mecmuaları, Anadolu’da Türk edebiyatının başlangıcından bu yana tanınmış kasîde, gazel, murabba vb. manzûmeleri bir araya toplayan antolojilerdir. Bu eserler özellikle bir dîvân tertip etmemiş, şiirleri farklı yerlerde dağınık halde bulunan bazı şâirlerin unutulup gitmesini önlemiş, bu açıdan da büyük bir görev üstlenmiştir. Anadolu’da yazılan ilk nazîre mecmuası II. Murad zamanında Ömer İbn Mezîd tarafından tertîb edilen mecmuadır. Câmiü’n-Nezâir, Eğridirli Hacı Kemal tarafından yazılmıştır. Eserde 266 şâirden seçilmiş şiirler yer almaktadır. Asrın bir diğer nazîre mecmuası Edirneli Nazmî’nin Mecmau‘n-Nezâir adlı eseridir. Eser, Türk şiirinin eski asırları için de oldukça önemli bir kaynaktır. Eserden, dönemindeki tezkirelerde de övgüyle bahsedilmiştir. Bu dönemde yazılan ve yazarı bilinmeyen bir diğer mecmua Câmiü’l-Meanî’dir. Eserde çok sayıda şâirden birkaç örnek vermek yerine az sayıda şâirden çok sayıda şiir verilmiştir. Bu yönüyle diğer nazîre mecmuaları içinde ayrı bir yere sahiptir.

Ayrıca Kânûnî Sultan Süleymân’ın bendelerinden Pervâne Beğ’in tertiplediği bir antoloji de bu mecmualara eklenebilir.

Hatıra ve seyahat eserleri: 16. asırda Osmanlı-Türk denizciliğinin dış denizlere aşan bir kuvvet halini alması, Türk denizcilerinin bu uzak denizlere

(32)

açılıp buralarda savaşmalarına zemin hazırlamıştır. Uzak denizlere giden Türk denizcileri içerisinde denizci saz şâirleri ile birlikte divan şâiri ve edib denizciler de yetişmiştir. Bunlar içinde, başlarından geçen maceraları, uzak deniz savaşlarını birer hatıra veya seyahat eseri halinde yazanlar olmuştur.

Seydi Ali Reis’in Mir’atü’l-Memâlik ve Kitâbü’l-Muhît’i, Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriyye’si, Tokatlı Ahmed bin İbrahim’in menzûm seyahatnâmesi bu tarz eserlerdendir.

Monografi: Bu dönemde devrin bazı büyükleri hakkında yazılmış monografiler de vardır. Sokollu Mehmed Paşa için yazılan Cevâhirü’l-Menâbıb; Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleri hakkında Sâi Mustafa Çelebi tarafından kaleme alınan Tezkiretü’l-Ebniye ve Tezkiretü’l-Bünyan bu türde eserlerdir.

Bu asırda büyük şeyhlerin hayatları, kerametleri hakkında kaleme alınan menâkıbnâmeler de vardır. Bu eserlerin dili genellikle sıcak ve samimidir.

Münşeat mecmuaları: ‘‘Mektuplardan, türlü konularda yazılmış çeşitli yazılardan toplanmış münşeat mecmuaları dönemin bahsedilmesi gereken diğer türlerindendir. Bunlardan Resmî yazılardan toplanmış olan Ferîdun Bey’in Münşeâtü’s-Selâtin’i önemlidir.’’ ( Levend, 1973: 102 ).

16. asırda klasik edebiyatın yanı sıra çok zengin bir halk edebiyatı da varolmuştur. Bu dönemde kışlalar, sınır kaleleri, tekkeler, kahvehaneler, panayırlar, çeşitli düğünler vb. yerler gibi halkın toplanıp eğlendiği, saz çalıp oyunlar tertip ettiği yerler; hem halk kültürünün hem de halk edebiyatının her yönüyle rağbet görüp geliştiği mekânlar olmuştur. Buralarda asrın refah içindeki hayatının, siyasî ve askerî zaferlerinin verdiği imkân ve coşkunlukla hiç durmadan halk edebiyatının yeni ürünleri meydana getirilmiş, eskileri de devrin heyecanıyla beslenip tekrar edilmiştir. Şeyh İbrahim Gülşenî, Ahmed-i Sârbân, Ümmî Sinân, Muhyiddin Üftâde, Seyyid Seyfullah Halvetî, İdris-i Muhtefî gibi tasavvufî şâirlerle Pir Sultan Abdal’ın şöhreti dilden dile aktarılmıştır. Saz şâirlerinden Kul Mehmed, Öksüz Dede, Hayâlî, Köroğlu, Çırpanlı, Oğuz Ali, Kul Çulha, Gedâ Muslu ve Armudlu’nun yanı sıra Medhî Derviş Hasan da kıssa ve hikâyeleriyle tanınan bir diğer halk edebiyatçısıdır.

(33)

Bu dönemde ayrıca hayal oyunu ( Karagöz ) ile kukla oyunları da düzenlenmiş, böylelikle canlı bir halk edebiyatı meydana gelmiştir.

Bu yüzyılda; türlerin bollaşması, her türde birçok eserin yazılmış olması, yeni türlerin ortaya çıkması ( tezkireler gibi ), şâirlerin dîvânlarından başka manzum ve mensur eserler vermeleri, halk edebiyatında da önemli şâirlerin yetişmesi gibi hususlar edebiyatın zirveye çıktığını göstermektedir ( Banarlı, 1971, I: 623-634 ).

B. DÎVÂN ŞİİRİ

‘‘Dîvân edebiyatımız, medeniyet âlemine büyük bir iftiharla sunabileceğimiz bir sanat mahsûlüdür. Onun için de insan zekâsı, kendi yolunda varabileceği son merhaleye varmıştır denebilir. Bilhassa arûz vezninin dar sahası içine bu kadar çeşitli renkli fikir, his ve heyecanı sığıştırmak, tablo üstüne tablo çizmek hiç de kolay olmasa gerek.’’ ( Tarlan, 1990: 90 )

‘‘Dîvân edebiyatı, Türk edebiyatının umumî, gelişimi içinde, nazarî ve estetik esaslarını İslâmî kültürden alarak meydana gelmiştir.’’ ( Akün, 1994:

389 ). ‘‘İslâmî kültür sadece edebiyatın değil, Osmanlı toplumunda oluşturulmuş bütün sanat dallarının ( mimari, musîkî vs. ) temelini teşkil eder.

Bununla birlikte edebiyat, İslam sanatıyla maneviyat arasındaki ilişkinin anlaşılması için hayli önemli bir alan sağlar. İslâmî vahyi kutsal bir kitap olarak vahyolunan Kelime’ye ( Word ) dayandığı için, edebiyat, İslâm halklarının hemen hemen tümünün sanatları arasında üstün ve imtiyazlı bir konuma sahiptir.’’ ( Nasr, 1992: 119 ).

İslâm teolojisinin merkezini oluşturan belirli dînî fikirler, Kur’an’dan veya hadislerden alınmış belirli imgeler veya âyetlerden ya da hadislerden alınmış tam cümleler, tamamen estetik nitelikte sembollere dönüşebilir. Dolayısı ile şiir dünyevi imgeler ile öbür dünyaya ait imgeler arasında, dînî fikirler ile dindışı fikirler arasında yeni ilişkiler yaratmak için neredeyse sınırsız imkânlar sağlar. Yetenekli usta şâir, her iki düzeyi mükemmel bir şekilde birleştirebilir

(34)

ve en dindışı şiire bile belirgin bir dînî renk verebilir… Fars, Türk ve Urdu şiirinin en büyük ustalarının eserleri içinde, İslâm kültürünün dînî arka planını bir şekilde yansıtmayan tek bir mısra bile bulmak güçtür. Şiirlerdeki bu belirsizlik kasten yaratılmıştır ve bu iki varlık düzeyi arasındaki salınım, bilinçli olarak korunur ( Andrews, 2009: 82-83 ).

Dünyanın her yerinde en gizemli sözler hep şâirlerin dilinden dökülegelmiştir. Bir şâirin kendine özgü düşünce ve hayallerini ifade etmesinin değişik şekilleri vardır. Kıt’a, bend, müstezad, destan, güzelleme, sone vb. nazım şekilleri hep bunun için türetilmiştir zaten. Ancak söz aşka, lirizme, pastoral güzelliklere dokunmaya başlayınca şâirlerin çoğu iki dizelik formları tercih etmişlerdir nedense. Ve gazel de bu formlardan en ziyade tercih edileni olmuştur. Gazel, şâirin aşka ve sevgiye dair entelektüel fikirlerini, lirik heyecanlarını ve derin duygularını anlatabilmesi için en uygun yol alarak karşımıza çıkar. Konusu aşk olan her söz, gazelin de konusudur çünkü ( Pala, 2002: sunuş ). ‘‘Başka türlerde bir tek beyti bile bulunmayan kimi şâirler, âşıkâne duygularının anlatılmasına uygunluğu sebebi ile gazel türünde pek çok şiir söylemişlerdir. Şâirlerin gazele bu kadar önem vermeleri, gazeli değerli bir sanat eseri olarak görmeleri, sanat ve kültür çevrelerinde, toplum içerisinde gazele özel bir yer kazandırmıştır. Gazel, bir büyüğe saygı göstermek amacıyla sunulmuş, dostlara, âşıklara, sanattan anlayanlara hediye olarak verilmiştir.’’ (Dilçin, 1986: 122 ). Gazel yazan şâirler de bu türdeki başarılarından, üstünlüklerinden dolayı yer yer kendilerini övmekten geri kalmamışlardır. Bâkî’nin

Meddâh olalı çeşm-i gazâlânına Bâkî Ögrendi gazel tarzını Rûm’un şu‘arâsı diyerek kendini övmesi bundandır.

‘‘Dîvân edebiyatında gelenek, şiirin şeklî yönünü değişmez ve dışına çıkılamaz surette tespit ettiği gibi muhtevayı da belirli bir daire içinde sınırlamıştır. Her şâirin gelenekçe belirlenmiş ve mutlaka seçip kabul etmek

(35)

mecburiyetinde olduğu önceden hazır konu ve duygular, yerlerine başkalarının konulamayacağı motiflerle sabitleşmiş bir imaj sistemi vardır.

Şâir, edebî gelenek ve göreneğin kendisine gösterdikleri ve tanıttıkları ile yetinmek, onları aşmamak durumundadır. Yaşadığı çağın ve aldığı kültürün icabı olarak kendisine bir mukayese zemini teşkil edecek yeni ufuklar açacak başka edebiyatları tanıma inkânından mahrum bulunduğundan edebî zevk ve anlayışta mevcudun dışına çıkmak, farklı arayışlara yönelmek diye bir düşünce ve isteği zaten olmamıştır.’’ ( Akün, 1994: 413 ).

‘‘Aşk, dîvân edebiyatı içerisinde en temel konu olarak yer almaktadır.

Bütün yolların Roma’ya çıktığı gibi, dîvân şiirinde de aşk bütün ırmakların döküldüğü deniz, bütün çayların aktığı ulu bir ırmak ve bütün yolların açıldığı bir agora konumundadır. Dîvân şiirinde aşk, son derece gelişmiş bir anlayışla çeşitli benzetmelere, tasvir ve teşbihlere konu olmuştur. Çok gelişmiş bir vech-i şebeh sistematiği içinde gerçekleştirilen bu teşbihler, istiâreler ve tasvîrler, dîvân şiirinde olduğu kadar hiçbir edebî gelenekte bu kadar zengin çağrışımlara konu olmamıştır.’’ ( Doğan, 2005: 283 ).

‘‘Dîvân şiirinin teşrifatınca aşk; şâir için dışında kalınamaz, mutlaka benimsenmesi ve terennüm edilmesi mecburî bir duygudur. Şâirin aşk duygusunu şiirine mihver yapması, kendini muhakkak âşık pozisyonunda göstermesi bu edebiyatın uyulması şart olan âdâbındandır. Dîvân şâirliğinin yolu, en başta âşıklık rol ve hüviyetini kabullenişten geçer. Şâir, isterse başka duygu ve konulardan söz açmayabilir, hayatın başka tezahürlerine ilgisiz kalabilir fakat şiirlerinde aşkın semtinden geçmeden, aşkı kendi macerası olarak anlatmadan, devamlı surette âşık pozisyonunda görünmeden şâir sırasına girmek, dîvân şiiri teşrifâtında düşünülebilecek bir şey değildir.’’ ( Akün, 1994: 414 ). ‘‘Hiçbir konu onun için aşktan daha önemli değildir.

Bunun için hemen sadece aşkı ve aşkın hallerini binbir şekilde terennüm eder. Bu özelliği ile klasik şiir, diğer İslâm sanatlarıyla aynı noktada birleşir:

Tasvir ve tahlil değil, temsil ve telkin. Mesela Fuzûlî’nin Dîvânı’nı baştan sona okuyan biri, binlerce mısranın aslında tek kelimede birleştiğini görecektir:

(36)

Aşk.’’ ( Ayvazoğlu, 2000: 168 ). Bu hususta aşağıdaki beyitler konuyu özetler mahiyettedir:

Aşk, öyle bir padişahtır ki gönül ülkesinin mutlak hâkimidir:

Ezelden şâh-ı ‘aşkun bende-i fermânıyuz cânâ Mahabbet mülkünün sultân-ı âl-i-şânıyuz cânâ Bâkî/13/1

Aşk, akarsu üzerindeki bir ateştir. O kadar kuvvetlidir ki sönmez, hararetle yanmaya devam eder:

Şekl-i ‘aşkı gönlümün levhinde tahrîr eyledüm Yanar odı bir akarsu üzre tasvîr eyledüm Zâtî/999/1

Aşk, elinde fırçası ve sapsarı boyasıyla âşığın yüzüne ecel resmini çizen bir ressamdır:

‘Aşk bir nakkâşdur kim suret-i ‘uşşâkda Za‘ferân ile gelür şekl-i ecel tasvîr ider Zâtî/222/2

Aşk, ağır ve belalı bir yüktür ve şâir bu sebeple kendini aşka heveslenenlere nasihat etmek zorunda hisseder:

Bâr-ı belâ-yı ‘aşka heves kılma Bâkıyâ Zîrâ tahammül itmeyesün ihtimâldür

(37)

Bâkî/100/5

Aşk, sadece bir beladır ve ondan olabildiğince uzak durmak gerekir:

Sakın ‘aşka yaklaşma Rûhî ki ‘aşk Belâdur belâdur belâdur belâ Rûhî/32/5

Aşk, insanın tahammülünü zorlar, zaten kolay bir şey olsaydı herkes âşık olurdu:

Bir demür tagı delüp boynına almak gibidür Her kişi ‘âşık olurdı eger âsân olsa

Yahyâ Bey/386/3

Aşka düşen kişinin yapabileceği iki şey vardır: Ya tahammül ya da terk-i diyâr

Dün bir ehl-i derde ‘aşkun çâresin sordum didi Yâ seferdür yâ tahammül ikiden hâlî degül Rûhî/702/7

Yâr ile agyârı hem-dem görmege olsa idi sabr Terk-i gurbet eyleyüb ‘azm-i diyâr itmez mi idüm Fuzûlî/CLXXXVII/5

(38)

Dirler ki ‘âşık olana yâ sabr u yâ sefer Sabrum dükendi lâzım olupdur bana sefer Âhî/15/1

Tahammülü ne kadar zor olsa da aşk vazgeçilmezdir, aşkın ötesi hiçbir değer ifade etmez:

‘Aşk imiş her ne var ‘âlemde

‘İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak Fuzûlî

Ey ‘aşk sensün iki cihân içre varlık Senden olur olursa dil ü câna yârlık Hudâyî/137/1

‘‘Klasik edebiyatımızın başlıca konusu olan aşk macerası; âşık, sevgili ve rakîb olmak üzere üçlü bir şahıs kadrosu çerçevesinde işlenmiştir.’’ ( Çavuşoğlu, 1998: 70 ) ‘‘Eski edebiyâtın özellikle dîvân ve mesnevîlerini oluşturan şahıslar kadrosu, asırların süzgecinden geçerek klişeleşmiş belirli tiplerden ibarettir. Dîvânlarda terennüm edilen insan tiplerini ana hatlarıyla hülasa etmek gerekirse esas itibarıyla âşık-ma‘şuk-memduh olmak üzere üç temel tip insanla karşılaşırız. Gazellerde şâir âşık, sevgilisi ise ideal güzel durumundadır.’’ ( Şentürk, 1997: 333 )

. Âşık, sevgiliden daima lütuf bekler. Aşkında samimidir. Sevgili ile asla bir araya gelemez. Âşığın gıdası üzüntüden başka bir şey değildir.

(39)

Sevgiliden gelen her türlü eziyete katlanır vb. özelliklere sahiptir. Ancak yine de bu halinden hiçbir zaman şikâyet etmez:

Ben kimem kim vuslatun ihsânına lâyık olam İtlerün âvâzın işitmek yeter vuslat bana Yahyâ Bey/11/2

Sakın ey Yahyâ sakın yâra vefâsuzdur dime

‘Âşık itdügi büyük ihsân degül midür sana Yahyâ Bey/3/7

Sevgili, dîvân şiirinin başkişisidir. Özellikleri içinde acı ve ıztırab verici oluşu başta gelir. Âşığın canına kasteder, zulüm ve eziyette sınırları zorlar.

Merhametsizdir. Sevgili, âşığın duygularına karşı hep seyirci tavrı takınır.

Âşıktan ilgisini esirgeyen bir tutum sergiler. Âşığa ıztırap çektirmekten hoşlanır, âşık ile arasına devamlı bir mesafe koyar. Ama ne kadar çok bu ve benzeri özelliklere sahip olsa da ayıplan (a) maz. Çünkü o gönül mülkünün sultanıdır. Bu nedenle sevgili daima yüceltilir:

Seni gâyet vefâsuz dirler idi Begüm didüklerince var imişsin Zâtî/1040/2

Gönül mihr ü vefâ umma güzeller bî-vefâdur heb Dil-i ‘uşşâka rahm itmez sitemger pür-cefâdur heb Şâhî/10/1

(40)

Bir ehl-i lutf güzel isterin dimiş Rûhî Kosun bu fikri ki ol bu diyârda yokdur Ruhî/171/7

Benüm âhum irişdi nüh-felege İrmedi sana ey yüzi mâhum Muhibbî/1836/3

Hatt-ı ruhun ki koya elin mushafa ura İshâk inanma sen ki güzelden vefâ gele İshâk Çelebi/246/5

Rakîb; âşık-mâşuk ikilisi arasında âşık ile yarışan ve ona ortak olan kişidir. Eski edebiyatımızda sözü edilen ‘rakîb’ kelimesi bugünkü anlamıyla değerlendirildiği takdirde, aynı sevgiliyi seven iki âşığın birbirlerine karşı durumlarını isimlendirmekten ibaret kalacaktır. Dîvânlarda, özellikle gazel muhtevası içerisinde binlerce beyitle lanetlenen, kendisine küfürler edilen rakib tipinin vasıflarından bir kısmı şöyledir: sevgilinin yanından ayrılmaz, sevgiliden itibar görür, sevgiliye çok yakın ve sırdaştır, sevgilinin vaslını kollar, âşığı kahreder, âşığa eziyet eder, fitneci ve eğri sözlüdür, taş yüreklidir, âşığı sevgiliden ayırır ve sevgiliye yaklaştırmaz, kendisinden ve şerrinden korkulur, kendisine lanet okunur, onun ölümü istenir, rakib karaktersiz, menfaatçi, kâfir ve dinsizdir, hep kendisini düşünür ( Şentürk, 1997: 334-413 ). Âşığın nazarında kötüdür. Sevgili ile münasebeti

Referanslar

Benzer Belgeler

B urun, yü zü n en ileri noktasında yer alır. Pozisyonu nedeniyle travma sonucu yaralanabilir ve dış etkenler nedeniyle sıkça deri kanseri gelişebilir. Yanak

Deri greftinin tümüyle üzerine kon- duğu fasyadan beslendiği izlenmiş, vasküler pedikül korunarak, sekonder island flep halinde süperfisyel temporal fasya ile

ünlü veya ünsüzle bitmesine, sahip olduğu ünlünün yuvarlak veya düz, ya da ince ve kalın oluşuna göre dört ayrı şekilde telaffuz edilir ve günümüz alfabesiyle

Cümlede fâil, nâib-i fâil, meful gibi ögelerden birinin veya birden fazlasının durumunu açıklayan mansûb müstak (türemis) kelimelere müfret hâl denir.. Cümlenin

İsim fiil tamlamasında yardımcı unsur olan isme gelip, onu (özne, izah, bulunma, sebep gibi...) bir hâl olarak asıl unsur olan fiile bağlayan görev unsuru7.

Araştırma konusuyla ilgili olarak eğitim tarihini, Âmin Alayı geleneğini ve sübyan mekteplerini içeren araştırmalar, Falaka gibi bazı edebi eserler, Jean

RHAN Veli Kanık, şiire ilkin, Ankara Lise- si'nden arkadaşları olan Melih Cevdet Anday ve Ok­ tay Rifat'la ortaklaşa yayınladıkları «Garip» adlı ki­ tapla

Different dosages of chlorella diets didn’t affect levels of ferrous ion, ferric ion, and the ratio of ferrous to ferric ions, but significantly elevated the activity of