• Sonuç bulunamadı

Ünite 5. - Anadolu Coğrafyası - Anadolu nun Tarihöncesi - Anadolu da Tunç Çağı - Anadolu da Demir Çağı ANADOLU NUN TARİHİ COĞRAFYASI

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Ünite 5. - Anadolu Coğrafyası - Anadolu nun Tarihöncesi - Anadolu da Tunç Çağı - Anadolu da Demir Çağı ANADOLU NUN TARİHİ COĞRAFYASI"

Copied!
24
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

1

Ünite 5

- Anadolu Coğrafyası

- Anadolu’nun Tarihöncesi - Anadolu’da Tunç Çağı - Anadolu’da Demir Çağı

ANADOLU’NUN TARİHİ COĞRAFYASI

Anadolu, bugünkü Türkiye topraklarının Asya kıtasında kalan bölümüne denmektedir. Kuzey- güney istikametinde 650 km, doğu - batı istikametinde yaklaşık 1560 km uzunluğundadır.

Türkiye’nin Anadolu kısmının yüz ölçümü ise yaklaşık 790 bin km karedir. Doğudan batıya doğru bir yarımada olan Anadolu, tarih boyunca kavimlerin göç yollarından biri olmuştur. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Anadolu’da tarih boyunca pek çok medeniyet kurulmuştur.

Hititlerden itibaren bu medeniyetleri kullanılan yazılı belgeler sebebiyle ayrıntılı bir şekilde takip edebilmekteyiz.

Anadolu, Yunanca “doğu” anlamına gelen anatole sözcüğünden türetilmiştir. MÖ 5. yy’dan itibaren Yunanlılar yön belirten doğu için anatole kelimesini kullanmaktaydılar. Ancak MS 8.

yy’a kadar bu kelimeyi bir bölgenin adı olarak kullandıklarına dair elimizde bir veri bulunmamaktadır. İlk kez Doğu Roma İmparatorluğu’nda (Bizans İmparatorluğu) idari bir bölge olarak Thema Anatolikon kavramı karşımıza çıkmaktadır.1 Daha sonraki dönem batılı kaynaklarda ve onların yaptığı haritalarda tüm bölge için Anatolia, Anatolie, Anatolien gibi kelimeler kullanılmıştır. Bu isimler günümüze Anadolu olarak gelmiştir.

Anadolu’nun Tunç Çağı’nda coğrafi yer adlarını, elimizde Hititçe yazılı kaynaklar olduğu için ayrıntılı bir şekilde bilmekteyiz. Hititler, Anadolu’ya, değişik kavimlerin olması ve bazılarının işlevleri aynı olmakla birlikte hemen hemen hepsinin farklı tanrılarının olması sebebiyle “Bin Tanrı Ülkesi” diyorlardı. Yön olarak da Kızılırmak’ın doğusuna Yukarı Ülke, batısına Aşağı Ülke demişlerdi. Ayrıca farklı halkların ve onların yaşadıkları bölgelere de isimler vermişlerdi. Batıda bulunan halklar ve yaşadıkları yere Arzava, kuzeyde, Karadeniz dağlarında yaşayan halklar ve yaşadıkları yer için Kaşka, Pala ve Tummana, doğuda kalan

(2)

2

yerler için İşuva, güneyde kalan yerler için Luviya, Kizzuvatna ve Lukka isimlerini kullandılar. MÖ 13. yüzyılın sonlarında meydana gelen Ege göçleri sonucunda bu bölgeler ve kentler tahrip edildi. Anadolu’daki bazı yerler yeni gelenlerin adlarıyla anılmaya başlandı İyonya, Aiolis, Bithynia ve Frigya bu bölgelerden sadece birkaçıdır.

Yunanlılar, Homeros destanlarından beri (MÖ 8. yy) bugünkü Anadolu’nun batısında küçük bir alanı kapsayan yere yani Kaistros Irmağı’nın (Küçük Menderes) her iki yakasına Asia diyorlardı. MÖ 5. yüzyıla gelindiğinde Halys Nehri’nin (Kızılırmak) batısında kalan tüm alan Asia olarak adlandırılmaya başlandı. Romalılar, Anadolu’da Pergamon Krallığı’nın topraklarında kurdukları ilk eyalete Provincia Asia (Asya Eyaleti) ismini verdiler. Romalılar, eskiçağda Likya, Karia, İyonya, Aiolis, Frigya, Mysia, Troas, Hellespontos, Bithynia, Lidya ve Paphlagonia olarak adlandırılan coğrafi bölgelerin kapsadığı alana Asia derken, Kappadokia’nın doğusuna ve Toroslar bölgesine Asia ismini kullanmadılar.2 MS 2. yüzyıldan itibaren Ege Denizi’nin doğusunda kalan topraklara Asia Minor yani Küçük Asya dendi.

Ancak antik kaynaklar, Asia Minor coğrafi bölgesinin doğu sınırı kesin olarak belirtmemektedir.

ANADOLU’NUN TARİHÖNCESİ

Anadolu, bulunduğu coğrafi konum sebebiyle tarih boyunca göç hareketlerinin görüldüğü yerdir. Günümüzden yaklaşık on bin yıl önce sona eren paleolitik dönemden beri insanın faaliyetleri burada takip edilmektedir. İstanbul’da Yarımburgaz Mağarası, Antalya’da Karain Mağarası, Antakya’da Altındere ve Tıkalı Mağaraları’nda paleolitik dönem insanının varlığı tespit edilmiştir. Paleolitik dönemin sonlarına doğru Anadolu’nun yerleşim yeri olarak en kalabalık bölgesi Güneydoğu Anadolu Bölgesidir. Güneydoğu Anadolu Bölgesinde Adıyaman, Şanlıurfa, Gaziantep çevresi arkeologlar tarafından yapılan kazılarda en fazla bulguya rastlanan yerlerdir. Bu bölgede özellikle Fırat ve Dicle Nehirlerinin havzalarında son yıllarda yapılan yüzey araştırmalarıyla iki yüzeyli alet içeren yüzlerce buluntu yeri saptanmıştır. Marmara Bölgesinde İstanbul boğazının doğusunda, İç Anadolu Bölgesinde Ankara, Eskişehir, Afyon; Karadeniz Bölgesinde Kastamonu, Samsun ve Ordu; Ege Bölgesinde İzmir ve Kütahya; Akdeniz Bölgesinde Antalya ve Hatay; Doğu Anadolu Bölgesinde Elazığ ve Kars çevrelerinde yüzeyde saptanan çok sayıda paleolitik dönem buluntu yerleri bilinmektedir.3

Paleolitik dönem insanları, avcı toplayıcı bir beslenme şekline sahiptir. Yani doğada bulduğu yabani meyve ve sebze, yabani otlar, bitki kökleri ve yabani hayvanları avlayarak karınlarını

(3)

3

doyurmuşlardır. Barınmak için de henüz tam anlamıyla kulübeler yapılamadığı için mağaralar tercih edilmiştir. İnsanoğlunun kullandığı aletler, işine yarayan her türlü taş ve ağaç dallarıdır.

Paleolitik dönem ile neolitik dönem arasında bir geçiş evresi olarak adlandırılan Mezolitik dönem bulunmaktadır. Birkaç binyıl sürdüğü düşünülen mezolitik dönemin Anadolu’da en iyi belgelendiği yerler, Antalya yakınlarındaki Öküzini Mağarası, Beldibi ve Belbaşı kaya sığınakları, Şanlıurfa'nın Bozova ilçesi yakınlarındaki Söğüt tarlası ve Biris mezarlığıdır.

Neolitik dönem, beslenme ekonomisinin, daha geniş anlamda ele alındığında da bugünün uygarlığının temellerinin atıldığı en önemli dönemdir. Anadolu’da yaklaşık olarak MÖ 8500- 5000 yıllarını kapsayan bu dönem, her şeyden önce, besin kaynaklarını denetim altına almaya ve bazı bölgelerde yiyeceğini kendi üretmeye başlayan insan ile doğa arasındaki dengenin değişmesiyle tanımlanır. Bu değişim sürecinin ilk adımı, artık kalıcı yerleşmeler kurmaya başlayan insanın geçici kulübelerden dayanıklı konutların yapımına geçmesiyle birlikte mimarînin doğuşudur. İkinci adım da, insanların belirli bir toprağa bağlanmaya başlaması, daha önce kimseye ait olmayan veya bir kabilenin ortak av alanı olarak kullanılan topraklarda üretimin başlamasıdır. Neolitik dönemle birlikte artık hayvanlar evcilleştirilmeye başlanmıştır.

Neolitik Çağ, getirdiği köklü değişikliklerle kültür tarihinde gerçek bir dönüşüm dönemidir.

İlk köy topluluklarının kurulması, tarımın, mimarlığın ve çömlekçiliğin başlangıcı gibi maddî kültür öğelerindeki temel gelişmelerin yanı sıra, bütün toplumsal kurumlara damgasını vuran yeni kavramların doğuşu da birer dönüm noktası sayılır. Anadolu’da, Gaziantep yakınlarındaki Sakçagözü, Mersin yakınlarındaki Yümüktepe, Burdur yakınlarındaki Hacılar, Diyarbakır yakınlarındaki Çayönü, Şanlıurfa yakınlarındaki Göbeklitepe ve Konya yakınlarındaki Çatalhöyük neolitik döneme ait ilk kazıların yapıldıkları yerlerdir. Keban ve Aşağı Fırat kurtarma kazıları kapsamında Nevali Çori, Cafer Höyük, Hayaz, Hallan Çemi gibi önemli neolitik merkezler keşfedilmiştir. Orta Anadolu'daki Kuruçay, Höyücek, Canhasan, Aşıklıhöyük ve Köşkpınar'da yapılan kazılarda da önemli kültür kalıntılarına rastlanmıştır. Burada özellikle Çayönü ve Çatalhöyük önemli bir yere sahiptir.

Diyarbakır'ın Ergani ilçesi yakınlarındaki Çayönü Tepesi, Yakındoğu'nun en iyi belgelenmiş ve en iyi durumda günümüze ulaşmış olan Neolitik yerleşmesidir. Çayönü'nde, Neolitik Çağ'a ait 6 evre ve 30 kadar yapı katı saptanmıştır. Çanak-çömleksiz döneme ait yuvarlak kulübelerle başlayan yerleşmede MÖ 7250 yıllarında dörtgen plana geçilmiştir. Çayönü'nün en ilginç özelliklerinden biri yerleşme düzenidir. Köyün doğu kesimi büyük bir meydanı

(4)

4

çevreleyen önemli yapılara ve kült yapılarına, orta kesimi oturulan mahallelere, batısıysa aletlerin yapıldığı atölyelere ayrılmıştır. Meydanın ortasında iki sıra halinde dizilmiş büyük dikilitaşlar yer alır. Çayönü'ndeki düzenli ve planlı yerleşme, MÖ 6000'e doğru avın yerini hayvancılığın almasından sonra bozulur ve 5000 yıllarında sona erer. Çayönü buluntuları taş, kemik ve boncuk takılarla çakmaktaşı ve obsidyen aletler bakımından çok zengindir. Bakır yataklarının yakınındaki bu yerleşmede yaşayan insanlar daha neolitik çağda doğal bakır ve malahiti toplamış, kakma, iğne, boncuk gibi nesneler yapmışlardır.

Çatalhöyük yalnız Türkiye'nin değil, dünyanın en ilginç tarihöncesi yerleşmelerinden biridir.

Konya'nın Çumra ilçesi yakınlarındaki bu höyük gerek kapladığı alanla, gerek dolgusunun kalınlığıyla bilinen en büyük neolitik yerleşmelerden biri sayılır. Burada, hepsi Çanak- çömlekli Neolitik döneme tarihlenen 13 yapı katı saptanmıştır. MÖ 6200 yıllarında başlayan ve 5300 yıllarına kadar kesintisiz devam eden bu yerleşmenin en çarpıcı özelliklerinden biri mimarîsidir. Orta Anadolu kerpiç mimari geleneğini yansıtan Çatalhöyük'te, ortalama 5 x 6 m boyutlarındaki odalardan oluşan yapılar birbirine bitişik olarak yapılmıştır. Yapı yığınları arasında yer yer iç avlular görülür. Yapıların içinde kerpiçten sekiler, nişler (oyuk), ocaklar, kubbeli fırınlar ve ambarlar vardır. Yapıların duvarları beyaz kireçle sıvanmıştır.

Çatalhöyük yapıları arasında, iç düzenleri ve bezemeleri farklı olduğu için kutsal yer olduğu sanılan çok sayıda oda bulunmuştur. Bu yapıların iç mekânı zengin duvar resimleri, boynuz ve çeşitli kabartma figürlerle bezenmiştir. Bazılarında büyük boğa başları, bazılarında insan veya leopar kabartmaları olan duvar resimleri aslında bütün yapılarda karşımıza çıkar.

Tapınak olarak tanımlanan yapılardaki sekilerin alanda çok sayıda mezar bulunmuştur. Bu mezarlardaki ölüler, evlerdekilerden farklı olarak, takı, alet, siyah veya aşıboyası gibi değerli hediyelerle birlikte gömülmüştür. Çatalhöyük’te en önemli buluntuların başında kil ve taş heykeller gelir. Genellikle 20-30 cm büyüklüğündeki bu heykellerde, oturan, dans eden veya doğurmak üzere olan ana tanrıça betimlenmiştir. Diğer önemli buluntular arasında çakmaktaşı ve obsidyenden yapılmış kama, ok ve mızrak uçları, obsidyen aynalar, taş ve kilden baskı kalıpları, kaşık ve kemer tokaları anılmaya değer.

Kalkolitik Çağ, Anadolu'da MÖ 5000 ile 3000 yıllan arasındaki dönemi kapsar. Bugüne kadar yapılan kazılarda tespit edilen Kalkolitik çağ yerleşmeleri şunlardır: Girikihacıyan (Diyarbakır), Tilkitepe (Van), Tülintepe (Elazığ), Samsat (Adıyaman), Cavi Tarlası (Şanlıurfa), Kargamış ve Sakçagözü (Gaziantep), Yümüktepe (Mersin), Hacılar (Burdur), Çatalhöyük (Konya), Canhasan (Karaman), Köşkpınar (Niğde), Değirmentepe ve

(5)

5

Aslantepe’dir (Malatya). Kalkolitik Çağ'da, tahıl alım satımıyla birlikte ticaretin üretime yönelmesi toplumsal yapıda da köklü değişikliklere yol açmıştır. Elde edilen artı ürün sayesinde yiyecek derdine düşmeden yaşamını sürdürebilen zanaatçı, yönetici, din adamı ve bürokrat gibi toplumsal sınıflar ortaya çıkmış, gerçek savaşlar başlamıştır.

Anadolu’da Kalkolitik Dönem Yerleşmeleri

Anadolu’da Tunç çağı yaklaşık MÖ 3000 ile 1200 yıllarına denk gelmektedir. Arkeologlar bu dönemi, ilk orta ve son tunç çağı olarak üç dönemde incelemektedir. Orta ve son tunç çağı aynı zamanda Anadolu’nun yazı ile tanıştığı tarihi dönemlerdir.4 Tunç, bakıra kalay karıştırılarak elde edilen bir maden türüdür. Bakıra göre oldukça sert olan tunç, dönem insanları tarafından silah ve çeşitli eşya yapımında kullanılmıştır. Anadolu bakır madeni açısından zengin bir bölgedir. Ancak Kalkolitik dönemde kalayın Anadolu’da bulunduğuna dair elimizde bir bilgi yoktur. Tunç elde etmek için ihtiyaç duyulan kalay, ticaret yoluyla Anadolu’ya gelmiş olmalıdır.

Tunç çağında Anadolu’nun nüfus olarak oldukça arttığı arkeologlar tarafından ortaya konmuştur. Bu nüfus artışı belirli bir siyasi örgütlenmeyi de beraberinde getirmiştir. En azından kalay ticaretinin kanıtladığı gibi bölgeler arasındaki ticaret bu örgütlenmeyi zaruri kılmıştır. Anadolu’da Troia, Beycesultan, Ahlatlıbel, Alacahöyük, Gözlükule, Demircihöyük, Alişar, İkiztepe, Horoz Tepe, Mahmatlar gibi yerleşmeler Tunç çağının ilk evresinden itibaren karşımıza çıkan önemli yerleşmelerdir. Kalkolitik dönemden farklı olarak Anadolu’da Tunç Çağı’nda, etrafı surlarla çevrili kentler ve bu kentleri idare eden krallar karşımıza çıkar. MÖ 2300’lü yıllarda Akkad Kralı Naram-Sin, şartamhari (Mücadelenin Kralı) metninde Amanos

(6)

6

Dağlarını ve Torosları aşarak Anadolu’ya girdiğini ve kendisine karşı 17 prensliğin oluşturduğu bir koalisyonla mücadele ettiğini anlatır.5 Naram-Sin için Anadolu, gümüş ve sedir ağacı elde etmek için duyulan ihtiyaca cevap veren zengin bir yerdir. Tunç çağının sonuna geldiğimizde Anadolu’da karşımıza çıkan halklardan bazıları şunlardır.

Anadolu’da Tunç Çağı Yerleşmeleri

HATTİLER

Hattiler Anadolu’nun kaynaklar tarafından ismi zikredilen ilk halkıdır. Bu halkın Anadolu’nun yerli halkı mı olduğu yoksa buraya başka bir yerden mi geldikleri kesin olarak bilinememektedir. Şartamhari metninin 11. satırında Hatti kralı Pampa’dan bahsedilir. Akkad kaynaklarından itibaren Mezopotamya halkları Anadolu’ya Hatti ülkesi demektedir. Anadolu için “Hatti Ülkesi” adlandırması Assurlara hatta MÖ 630 yılına kadar devam etmiştir. Bu bilgiden Hattilerin Anadolu’da yoğun olarak yaşadıkları ortaya çıkmaktadır. Arkeolojik buluntular Hattileri yoğun olarak orta Anadolu ve Kızılırmak havzasında bulunduklarını ortaya koymuştur. Hattilerin başlarında prensler bulunan bir siyasi yapı içinde yaşadıklarını Akkad metinlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bununla birlikte filologlar, Hititçede kullanılan kral ve kraliçe gibi bazı unvanların Hattice’den alındığı belirtmektedir.6

Hattiler kendilerine mahsus bir dil kullanıyorlardı. Hattice dediğimiz bu dil, onlar siyasi ve kültürel olarak benliklerini kaybettikten sonra da Hititler tarafından ibadet dili olarak kullanıldı. Özellikle Hititçe ve Hattice olarak iki dilde yazılan dua metinlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hattice, Hititçe gibi bir Hint-Avrupa dili değildi. Uzmanlar, Hatticenin, yer yer Kafkas dil gruplarına benzer kullanımları ve yer yer de Asyanik bir yapı arz etmesi sebebiyle

(7)

7

onu herhangi bir dil grubuna sokamamıştır. Bunun sebebi biraz da elimizde Hattiler tarafından yazılmış Hattice metinlerin olmamasıdır.

Arkeologların, Alacahöyük, Alişar, Eskiyapar, Hattuş, Horoz Tepe, Etiyokuşu, Mahmatlar ve Kültepe’de yaptığı kazılarda ele geçen altın, gümüş, elektron ve bronzdan yapılan eşyalar, teknolojik olarak onların çağdaşı diğer halklardan çok ileride olduğunu ortaya koymaktadır.

Bugün dünyanın birçok müzesine dağılmış Hatti eserlerinden en önemlileri ibadet için kullanıldığı düşünülen üzerlerinde hayvan ve bitki motiflerinin bulunduğu güneş kurslarıdır.

Yine altın bezemeli olarak bronzdan, bakırdan ve gümüşten yapılan sürahi ve vazoların eriştiği sanatsal güzellik, onların diğer halkları da etkilediğini göstermektedir.

LUVİLER

Luviler, Hittiler öncesi Anadolu’da yaşamış bir halktır. Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda yazılan Kültepe tabletlerinde geçen yer ve kişi adlarında Luvice adlara da rastlanmıştır. En azından bu bilgi bize MÖ 3. binin başlarında Anadolu’da Luvice konuşan bir halkın varlığını göstermektedir. Yapılan linguistik çalışmalar bu dilin Anadolu’ya ait olmadığı, Hititçe gibi bir

(8)

8

Hint-Avrupa dili olduğunu ortaya koymuştur. Hititler bu dili konuşan halka Luvili, bu dilin konuşulduğu bölgeye de Luviya demişlerdir. Elimizde hiyeroglif ve çivi yazısıyla yazılmış birkaç yüz tane Luvice yazıt vardır.7 Bu yazıtlardan yapılan çıkarımlar bu dilin Hititçe’nin bir lehçesi olduğu yönündedir.

Dil açısından MÖ 3. binde Anadolu’da yaşayan Hatti ve Hurri dillerinden farklı olan Luvilerin menşei sorunu çözülememiştir. Onlar muhtemelen tıpkı Hititler gibi MÖ 3. Bin yılın ortalarında Anadolu’ya sonradan gelmişti. Uzmanlar, Luvi halkının, Anadolu’da Hattilerin ülkesini istila ettikten sonra batıya yönelmiş olabileceğini ileri sürmektedirler.

Luvice yazılmış kaya yazıtlarının buluntu yerlerine bakarak onların orta Anadolu ve Batı Anadolu’da yaşadıklarını söyleyebiliriz. Bununla birlikte Hitit İmparatorluk döneminde yazılan belgelerde batı Anadolu için Arzawa memleketi adlandırması kullanılmıştır.

Hititler öncesi Anadolu’da konuşulan başka diller ve bunları konuşan başka halklar da vardı.

Asur Ticaret Kolonileri Çağı’nda yazılan Kültepe tabletlerinde geçen kelimeler Hattice, Luvice, Hititçe, Palaca ve Hurrice isimler içermekteydi. Bu bilgiden Anadolu’da Palaların ve Hurrilerin de yaşadığını çıkartabiliriz. Palalar, bugünkü Kastamonu ve çevresinde yaşamışlardı. Hurriler, Doğu Anadolu’da ve daha sonradan Türkiye’nin güneydoğusunda ve Irak ve Suriye’nin kuzeyinde siyasi bir varlık oluşturdular. Bunlar dışında sadece ismini Hitit tabletlerinden bildiğimiz Gaşkalar (Kaşkalar) ise Anadolu’nun kuzeyinde yaşamaktaydılar.

(9)

9 HİTİTLER

Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, Hititlerin Anadolu’ya sonradan gelmiş olduğu ve bugün İngilizce ve Almancanın da içinde bulunduğu bir dil ailesi olan Hint-Avrupa dili konuşan bir halk olduğu çözülen Hitit çivi yazısı sayesinde kanıtlanmıştır. Bununla birlikte Hititlerin, Anadolu’ya hangi yönden geldiği bilinememektedir. MÖ 3. bin yılın ortalarında meydana gelen göçlerle peyderpey Anadolu’ya girdiği ve nüfus olarak sayısal çoğunluğu ele geçirdikten sonra siyasi bir yapı oluşturdukları düşünülmektedir. Onlara ait ilk bilgiler bugünkü Kayseri ilinin 20 km kuzeydoğusunda bulunan eski adı Kaniş (Kanesh) olan Kültepe tabletlerinde geçmektedir. Kaniş, Assurlu tüccarların Anadolu’da sayıları 40’ı bulan ticaret üslerinden biriydi. Bu ticaret üslerinin büyüğüne Karum (Liman/Rıhtım), küçüğüne Vabartum (Misafirhane) denmekteydi. Kaniş, Anadolu’daki en büyük Karum’du ve Anadolu’daki ticareti organize eden konumundaydı. Yaklaşık 150 yıl boyunca Assurlu tüccarlar Mezopotamya’dan getirdikleri kalay ve tekstil ürünlerini, sayıları 200-250 civarında olan eşek kervanlarıyla taşıdılar. Tüccarların getirdikleri bu ürünler, Anadolu’da altın, gümüş, bakır, yün ve kereste ile takas ediliyordu. Assurlu tüccarlar, getirdikleri bu ticaret mallarının yanında onlardan daha değerli olan yazıyı da Anadolu’ya ilk getirenlerdir. Böylelikle Anadolu, onlar sayesinde tarihi dönemlere girmiş oldu.

MÖ 1750’li yıllara gelindiğinde (bir varsayıma göre) Kaniş, Mezopotamya’daki siyasi karışıklıklar yüzünden Assurlu tüccarlar tarafından terk edildi. Ancak arkeologlar burada yaptıkları kazılarda bu varsayımı çürüten yangın izlerine rastlamışlardır. Bu da kentin bir istilaya maruz kaldığı izlenimini doğurmaktadır. Assur Ticaret Kolonileri Çağı’nda Anadolu’da kentler, beylikler veya küçük krallıklar şeklinde kentlerinin etrafını surlarla çevirerek organize olmuşlardı. Bu beylikler, birbirleriyle girdikleri mücadeleler sonunda birbirlerine karşı üstünlük kurmaya çalışıyordu. Pithana, egemenliğini diğer beylere veya krallara kabul ettiren kişilerden biri olarak karşımıza çıkar. Pithana, kendilerinin Neşa dediği, kendileri ile aynı dili konuşan Kaniş kentine de saldırmış olmalıdır.

Hititler, Assurlulardan farklı olarak Kaniş’e Neşa, kendilerine de Neşalılar demekteydiler.

Neşa kenti, bugün yeri tam olarak bulunamayan Kuşşara kentinin Kralı Pithana tarafından ele geçirildi. Arkeolog Tahsin Özgüç, Kaniş’te (Neşa) yaptığı kazılarda üzerinde “Kral Anitta’nın Sarayı” yazısı bulunan bir hançer bulmuştur. Bu bilgiden Pithana’nın oğlu Anitta’nın Neşa’yı kendine yeni başkent yapmış olduğu bilgisine ulaşılabilir. Kral Anitta, Puruşhanda (Acemhöyük), Kaniş, Zalpa (?) ve Hattuşa’yı (Bağazköy) egemenliği altına

(10)

10

almak için saldırdı. Puruşhanda kralı bağımlı kral olmak yolunu seçerek Anitta’nın egemenliğini kabul etti. Zalpa ve Hattuşa gibi kentler Anitta tarafından ele geçirildi. Hatta Anitta, Hattuşa kentini ele geçirdiğinde kenti yakıp yıkmış ve burada bir daha yerleşim olmaması için orayı lanetlemişti. Aradan yaklaşık 100 yıl gibi bir zaman geçtikten sonra Hititler bu kez başkentleri Hattuşa olarak yeni bir siyasi örgütlenme içine girdiler. Bu siyasi oluşumun adı Hitit Krallığıdır.

ESKİ KRALLIK DÖNEMİ (MÖ 1650-1420)

Hititlerin kendi yazılarıyla bilgiler verdiği ilk kralları I. Hattuşili’dir. Hititler, I. Hattuşili’den itibaren kendi yazılarını kullanmaya başlamıştır. Hattuşili, Hattuşalı adam demektir ve kral bu ismi sonradan almıştır. Onun tabletlerde geçen ismi II. Labarna’dır. II. Labarna selefi I.

Labarna’dan tahtı devralmıştır. Labarna ismi daha sonra Hitit kralları tarafından Tabarna şeklinde unvan olarak kullanılmıştır. I. Labarna’nın siyasi faaliyetleri hakkında fazla bir bilgiye sahip değiliz. Ancak günün politikası gereği, kendisinden önce başlatılan yayılma stratejisini devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Zira kendisinden sonra gelen I. Hattuşili’nin güçlü bir şekilde yayılma politikasına sıkı sıkıya sarıldığını görmekteyiz. I. Hattuşili, devletinin sınırlarını doğuda Fırat kıyısına, güneyde Alalah (Tel Açana) ve Halpa’ya (Halep) kadar genişletmiş, fakat Halpa’yı alamamıştır. Sefer dönüşü kızları ve oğullarıyla taht mücadelesine girdiği anlaşılan kral, tahta torunu I. Murşili’yi geçirmiştir.

Hitit Krallığı’nın bu ilk döneminde tahtta kalan krallarının bir kısmının icraatlarını biliyoruz.

Diğerlerinin isimleri sadece kurban listelerinde yer almaktadır. Bu sebeple bu dönemde sadece tahtta kalan kralların isimlerini ve bazılarının icraatlarına yer vereceğiz. Bu krallar şunlardır: Labarna, I. Hattuşili, I. Murşili, I. Hantili, I. Zidanta, Ammuna, I. Huzziya, Telepinu, Tahurvaili, Alluvamna, II. Hantili, II. Zidanta, II. Huzziya ve I. Muvattali’dir.

I. Murşili, dedesi I. Hattuşili’nin alamadığı Halpa’yı alarak sınırlarını Suriye bölgesinin içine kadar genişletti. Ebla’yı (Tel Mardik) yerle bir etti. Doğu’da Babil’i fethetti ve Hammurabi hanedanına son verdi. Murşili’nin bu başarılı seferleri onu MÖ 2. binin en güçlü kralları arasına sokmuştur. Kralın, sefer dönüşü Hattuşa’ya vardığında bir saray komplosuna kurban gittiği anlaşılıyor. Ondan sonra yaklaşık 65 yıl, Hitit Krallığı “gasıp krallar” tarafından yönetildi. Bu dönem büyük bir kaotik ortam olmuş olmalı ki Ammuna kendi öz babasını öldürerek tahta çıkmıştır.

(11)

11

Telipinu, bu kaos ortamına bir son vererek tahta geçmeyi kurallara bağladı. Bu durum en azından kraliyet ailesi ve Hitit ülkesi için bir barış dönemi getirdi. Telipinu, ülkesinin zayıflamış otoritesini yeniden tesis etti ve krallığının gücünü Orta Anadolu’dan Doğu Anadolu’ya kadar yeniden hissettirdi. Ancak Anadolu’nun güneyi ve batısında kargaşa devam etti. Telipinu’nun MÖ 1500’lerde ölümünden I. Şuppiluliuma’nın MÖ 1350’lerde tahta geçmesine kadar geçen süre Hitit Krallığı için karanlık dönemdir. Yapılan kazılar sonucu ele geçen tabletlerden bazı kral isimlerini ve siyasi ve askeri faaliyetlerini tespit edebiliyoruz.

Ancak ne yazık ki bu tabletler, bazı kralların sadece isimlerini bizlere vermektedir. Bu sebeple Hititler üzerine araştırma yapan bilim adamlarının bir kısmı bu karanlık döneme Orta Krallık Dönemi demektedirler. Bu dönemde Hititleri en çok uğraştıran, Çukurova’da kurulan Kizzuwatna Krallığı ve Suriye-Irak bölgesinde kurulan Hurri-Mitanni Krallıkları ile siyasi mücadelelerdir. I. Tudhaliya ve II. Hattuşili ülkesini genişletmek ve ülkesinin toprak bütünlüğünü sağlamak için Suriye ve Mezopotamya’ya pek çok sefer düzenlediler. Batı Anadolu’da isimleri ilk kez tabletlerde geçen Ahhiyava (Akhalar) ülkesinin insanları, Luviler ve Karadeniz dağlarında yaşayan savaşçı Kaşka kabilelerinin saldırıları siyasi ve ekonomik olarak Hitit Krallığını zora sokmuştur. Kimi tarihçiler tarafından Orta Krallık dönemi olarak adlandırılan bu zamanda I. Tudhaliya, I. Arnuvanda, II. Hattuşili, III. Tudhaliya tahta geçmiştir. Yukarıda da zikrettiğimiz gibi bu isimlerin bir kısmını sadece mühürlerinden ve kurban yıllıklarından tanımaktayız. Hitit Krallığı’nı bir imparatorluğa dönüştüren isim ise MÖ 1350’lerde tahta geçen I. Şuppiluliuma’dır.

YENİ KRALLIK DÖNEMİ (MÖ 1350- 1190)

Şuppiluliuma, oldukça karışık bir dönemde tahta çıkmıştır. Kizzuwatna Krallığı’nın saldırılarını püskürtmüş ve Hurri-Mitanni devletini egemenliği altına almıştır. Babil’de Kassitler ile mücadele etmiş ve Suriye bölgesinde Ugarit ve Halpa’yı tekrar topraklarına katmıştır. Mısır’ın Suriye’deki topraklarına saldırılar düzenlemiş ve gücünü Mısır’ın vasal prenslerine kabul ettirmiştir. Tabletlerin verdiği bilgilere göre uygulamış olduğu bu sert tutum sebebiyle tanrılar tarafından cezalandırılmıştır. Onun seferleri sonrasında tüm Anadolu büyük bir veba salgınına sahne olmuştur. II. Murşili’nin veba dualarından kralın ve oğlu II.

Arnuvanda’nın veba salgınından öldüğünü öğrenmekteyiz.

II. Murşili, Şuppiluliuma’nın küçük yaşta tahta geçen oğludur. Onun saltanatının ilk yılları ülkede büyük bir yıkıma neden olan veba salgınıyla geçmiştir. Hititlerin içinde bulunduğu bu durumu düşmanları, Hitit ülkesine saldırarak ve bağımsızlıklarını ilan ederek daha da

(12)

12

zorlaştırmıştır. Düşmanlarının çocuk kral dediği II. Murşili, Suriye bölgesine seferler yapmış ve babasından devraldığı sınırları genişletmiştir. Batı Anadolu’da Arzawa bölgesindeki halkları da kendine bağlamıştır. Kaynaklarda belirtilen Arzawa ülkesinden alınan tutsak ve ganimetlerin çokluğu, savaşların hangi nedenlerle yapıldığını daha iyi anlamamızı sağlar.

II. Murşili’nin ölümünden sonra yerine II. Muvattali geçti. Muvattali, Hitit ülkesi için büyük sorun oluşturan Kaşkaları kontrol etmesi için “Yukarı Ülke’yi” yani krallığın doğu ve kuzeydoğusunun yönetimini kardeşi III. Hattuşili’ye vermiştir. Kendisi Batı Anadolu’daki krallarla anlaşmalar yapmış ve tüm dikkatini Suriye bölgesine vermiştir. Tabletler, onun, Mısırla giriştiği savaşlarda başarılı olabilmek için ülkenin başkentini yeri bugün tespit edilemeyen Tarhuntaşşa’ya taşıdığını göstermektedir. Bunun gerekçesi muhtemelen Mısır ile yaşanan savaş ortamında başkentin Kaşkalardan uzak kalması olmalıdır. Kadeş Savaşı, Hititler ile Mısır arasında yapılan belki de tarihin kaydettiği ilk büyük meydan savaşıdır.

Çünkü her iki imparatorluk yakın doğunun iki süper gücünü temsil etmekteydi. Kesin bir galibin olmadığı savaş, Hitit siyasi alanının Suriye-Filistin bölgesinde bulunan bugünkü Humus yakınlarındaki Kadeş şehrine kadar ulaşmıştır.

III. Hattuşili, barış ortamını geri getirmek için Firavun II. Ramses ile Kadeş Barışı’nı imzaladı. Başkent tekrar Hattuşa’ya nakledildi. Kummani kentinin (Kizzuvatna krallığında bir kent) Hepat rahibinin kızı Pudu Hepa ile evlendi. Onunla birlikte Hitit dininde Hurri tanrılarının ağırlığı görülmektedir. Pudu Hepa, Hitit kraliçeleri içinde önemli bir yere sahiptir.

Hurri kökenli olan kraliçe, Hitit dış politikasına dahi yön vermiştir.

III. Hattuşili ve Pudu Hepa’nın oğlu IV. Tudhaliya tahta geçtiğinde Hititlerin artık eski gücünden uzaklaştığı görülür. Assur devletinin Kuzey Mezopotamya’da güçlenmesi vasal prenslerin Hattuşa’ya baş kaldırmasına sebep olmuştur. Kral batı Anadolu’ya seferler düzenledi ve otoriteyi son defa sağladı. Assur ordularıyla girdiği savaşta bozguna uğradı. IV.

Tudhaliya’dan sonra tahta III. Arnuvanda geçmiştir. Batı Anadolu’dan başlamak üzere Anadolu’daki diğer vasal prensler artık Hitit otoritesini tanımamaya başladılar. Hititlerin yaklaşık dört yüz yıl süren Anadolu egemenliği artık bir daha geri dönülmemek üzere yitirilmeye başlandı. Kardeşi II. Şuppiluliuma Hitit krallığında tahta geçen son kral olarak görülür. MÖ 1200’lerde başlayan Ege göçleri Hitit krallığının sonunu getirmiştir (MÖ 1190).

Deniz halklarının meydana getirdiği kargaşa sona erdiğinde Suriye’nin kuzeyinde geç Hitit beylikleri tekrar ortaya çıkmış ancak Urartu, Assur ve Yeni Babil Devleti’nin baskıları sonunda egemenliklerini kaybetmiştir. Hititler, Perslerin bölgeyi ele geçirmesiyle tamamen

(13)

13

tarih sahnesinden silinmiştir. 1906’da başlayan kazılar ile tekrar gün yüzüne çıkana kadar Hitit devleti tamamen unutulmuştur.

Hitit İmparatorluğu’nun en geniş sınırları

HİTİT UYGARLIĞI

Hititler, Tevrat’ta htt (Hitti veya Hittim) olarak anılır ve ülkelerine hetoğulları memleketi denir. Bu okunuş Sami dillerinde sesli harf olmadığı için Fransızcaya Hetheen, Almancaya Chethiter, İtalyancaya Ittiti, İngilizceye ise Hittites şeklinde geçmiştir. Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında bu halka Etiler denmiştir ve tüm bu adlandırmalar modern çağda konmuştur. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi onlar kendilerine Neşalılar veya Nesililer, yaşadıkları ülkeye Hatti ülkesi demekteydiler.

Hititler, Tabarna adı verilen krallar tarafından yönetilmiştir. Kral, mülki, askeri, adli ve dini işlerin en başındaki kişi olarak karşımıza çıkar. Valileri atar, seferde orduyu yönetir, önemli davalara bakar ve meclise başkanlık ederdi. Krallara yönetimde yardımcı olmak için ülkenin ileri gelenlerinden oluşan Pankuş (Panku) adı verilen bir meclis bulunmaktadır. Kraliçeye Tavananna denir ve Mezopotamya’dakiler gibi bu kraliçeler tamamen siyasi hayattan soyutlanmış değildir. Hitit kralı bir bölgeyi veya önemli bir kenti fethettiği zaman oraya kraliyet ailesinden bir ferdi yönetici olarak atardı. Bu bağlamda Hititlerin federatif bir örgütlenme şekline sahip olduğunu söyleyebiliriz.

(14)

14

Hititler Anadolu’da ilk büyük imparatorluğu kuran bir halktır. Halk, özgür kişiler, köleler ve namra adı verilen savaş esirlerinden oluşmaktaydı. Özgürler kanun karşısında eşitti. Ancak bu özgürler arasında elitlerin var olduğu göz önüne alınmalıdır. Bu elitlerin başında kraliyet ailesi gelmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi onlar Anadolu’ya sonradan gelmiş Hint- Avrupa dili konuşmaktaydılar. 1917 yılında Çek bilgin Bedrich Hrozny tarafından çözülen Hitit dili bugünkü Almanca ve İngilizce ile akrabadır. Bu dil yakınlığı Hitit dilinin çözülmesinde yardımcı olmuştur.8 Hitit çivi yazısı ise Eski Babil çivi yazısından alınmadır.

Mezopotamya’ya yapılan askeri seferler sırasında tutsak olarak getirilen katipler tarafından Hitit dili yazıya uyarlanmıştır. Hititleri tarihte önemli bir yere koyan ise onların bıraktıkları 40 bine yakın siyasi, hukuki ve dini içeriklerden oluşan tablet arşividir. Ayrıca hukuk uygulamaları da onların önemini ortaya koyar. Arkeologlar hala Hititlerden günümüze kadar kalanlar üzerinde çalışmalarını sürdürmektedir.

ANADOLU’DA DEMİR DEVRİ UYGARLIKLARI URARTULAR

Hitit İmparatorluğu’nun son yüzyılında (MÖ 13. yy) Assur yıllıkları, Anadolu’nun doğusunda Uruatri ve Nairi beyliklerinden söz eder. Bu beylikler, bizim daha sonradan Urartu dediğimiz uygarlığa ait ilk siyasi organizasyondur. Assur Kralı I. Salmanassar, Anadolu’nun doğusunda kendisine karşı isyan eden 43 beyliğin üzerine seferler yaptığından bahseder. Onun oğlu I.

Tukulti Ninurta bu sefer sonunda bu beylerin ve kentlerinin tahrip edilerek halkının Assur’a zincire vurulmuş bir şekilde getirildiğinden övünçle bahseder. Yıllıklarda bölge için Uruatri ismi kullanılmaktadır. Salmanassar’ın oğlu I. Tukulti Ninurta döneminden itibaren Uruatri ülkesi için Nairi Ülkeleri adlandırması yapılmıştır.

Urartu adı Ararat kelimesinden türetilmiştir ve bu isim etnik bir topluluğu ifade etmemiş, dağlık bölge anlamında coğrafi bölge adı olarak kullanılmıştır. Urartular etnik olarak Hurrilerin soyundan gelmektedir.9 Assurlular, Hurrilerin yaşadığı yer için Uruatri ve Nairi sözcüklerinı kullandıkları halde muhtemelen bizzat bu halk tarafından bu isimler kullanılmamış, onlar kendilerine Biane/Biani(li) demişlerdir. Bu gün Doğu Anadolu’da önemli bir il olan Van kelimesi de Biane/Viane sözcüğünden türemiştir.10

Deniz kavimlerinin tüm Anadolu ve Levant’ta meydana getirdiği yıkımdan Nairi ülkesi çok etkilenmemiş görünmektedir. Zira bölge sakinleri, Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla, Hitit ve Assur arasında sıkışmışlıktan kurtulmuşlar ve MÖ 9. yy’da Assur yıllıklarına, başlarında

(15)

15

krallar olan halk olarak zikredilmeye başlanmıştır. Assur’un Anadolu’ya yaptığı seferlerde ilk Urartu kralları olarak karşımıza Arame ve Sarduri çıkar. Arame, başkenti bugün henüz bulunamayan Arzaşkun kentinde kurar. I. Sarduri, başkenti kendisi tarafından kurulan bugün Van Kalesi’nin olduğu yere Tuşpa’ya taşımıştır. Bu hareketin sebebi bilinmiyor. Tarihçiler, I.

Sarduri’nin Arame’ye karşı bir isyan başlattığını ve krallığı ele geçirdiğini düşünmektedirler.

I. Sarduri yazıtlarında, kendisinden “Lutipri oğlu Kral Sarduri, Kudretli Kral, Evrenin Kralı, Nairi Ülkesinin Kralı, Büyük Kral” olarak bahsetmesi bu savı desteklemektedir. Kral Sarduri, Assurlulara karşı kendini egemen kral olarak kabul ettirmeyi başarmıştır. Ancak krallık gerçek bir monarşiye oğlu İşpuini ve Menua dönemlerinde kavuşmuştur. İşpiuni ülkesinin sınırlarını doğuda Urmiye Gölü’ne, güneyde Irak’ın kuzeyine, Menua ise batıda Malatya ve Elazığ’a kadar genişletmiştir.

I. Argişti ve II. Sarduri ülkesinin fetih politikasını sürdürmüştür. II. Sarduri Urartu krallığının sınırlarını kuzeydoğuda Transkafkasya’ya, batıda Erzincan ve Fırat Nehrine, Doğuda Hazar bölgesine, güneyde Irak’ın kuzeyine ve güneybatıda Toros Dağlarına kadar genişletmiştir. II.

Sarduri, yazıtlarda Assur’a karşı Anadolu’da bir koalisyon kurduğunu ve kral Adadnirari’yi yendiğini ilan etmektedir. Kendisinden sonra tahta oğlu I. Rusa geçmiştir. I. Rusa dönemi Urartu Krallığı için karışıklıklar dönemidir. Muşkiler (Mysialılar?) ve Tabal kralının önderliğinde Urartu’ya karşı oluşturulan koalisyon ve Assur kralı II. Sargon’un saldırılarına dayanamayan kral intihar etmiştir.

I. Rusa’dan sonra tahta oğlu II. Argişti geçmiştir. II. Argişti, bozulan düzeni onarmaya çalışmış; ancak Assur ve Kimmer saldırıları karşısında devlet güçlü bir krallık vasfını kaybetmiştir. II. Rusa dönemi yenilenme dönemi olarak karşımıza çıkar. II. Rusa, pek çok yeni kent kurmuştur. Kimmer ve Assur saldırıları bu dönemde de ağır olarak hissedilmiştir.

Ancak ortaya çıkan Med tehlikesi karşısında Urartu Krallığı siyasi bağımsızlığını kaybetmiştir. II. Rusa’dan sonra tahta III. Sarduri, IV. Sarduri, Erimena ve III. Rusa gibi birbirini izleyen zayıf krallar çıkmıştır. MÖ 580 tarihine gelindiğinde Urartu Krallığı tamamen yıkılmıştır. Bu tarihten yaklaşık 150 yıl sonra, bilinen eskiçağ dünyası hakkında bilgilerin verildiği Tarihler isimli eserin yazarı ve tarihin babası olarak bilinen Herodotos’un (ülkemizde Herodot olarak bilinir ancak doğrusu Herodotos’tur) Urartular hakkında hiç bilgi vermemesi onların tamamen unutulduğunun göstergesidir.

(16)

16 En geniş sınırlarıyla Urartu

URARTU UYGARLIĞI

Urartular, beylikler olarak MÖ 13. yy ile 9. yy arasında, krallık olarak da MÖ 850-580 yılları arasında siyasi varlık göstermiştir. Beylikler döneminde, tehlike karşısında birleşerek bir koalisyon oluşturan bu beylikler kendi başlarına hareket etmişlerdir. I. Sarduri döneminde iç işlerinde serbest ancak merkeze bağlı olarak yaşamıştır. Menua döneminde ise Urartu ülkesinde merkezde bir kral vardır ve kentler ve bölgeler, merkezden atanan valiler tarafından yönetilmiştir. Menua, vilayetlerin ve valilerin merkeze bağlılığını sağlama almak için yeni bir yol sistemi oluşturmuştur. Sistemin iyi işleyebilmesi için yeni kentler kurulmuştur.

Hurrilerin soyundan gelen Urartular, Hititler gibi Hint-Avrupa dili değil, Asyanik bir dil kullanmaktaydılar. Bugün dünyada hiçbir akrabası bulunmayan bu dilin özelliği, kelimelerin yalın halde, ek almadan kullanılmasıdır. Urartu dili başlangıçta Assur çivi yazısı ile yazılmıştır. Ancak Urartu kralları, krallık döneminde Assur çivi yazısını kendilerine uyarlayarak yeni bir yazı meydana getirdiler. Urartular’dan günümüze kalan yazıtların önemli bir bölümü kaya yazıtları şeklindedir. Yazıtların içeriği genelde dini içeriklidir.

Sosyo-ekonomik yapı tarıma ve hayvancılığa dayalıdır. Bilindiği gibi doğu Anadolu bölgesi oldukça dağlık bir alandır. Bu sebeple Mezopotamya’daki gibi geniş ekilebilir araziler burada yoktur. Dağların yüksekliği, bu bölgede yapılan tarımı sınırlamaktadır. Akarsu yataklarında bulunan ekilebilir arazinin azlığı Urartu halkını ve devlet yöneticilerini yeni yöntemler

(17)

17

bulmaya zorlamıştır. Zira siyasi egemenlik için sayıca büyük bir orduyu beslemek her devletin uyguladığı politikaların başında gelmektedir. Bugün hala görülebildiği gibi Urartular barajlar ve sulama sistemleri kurarak ve vadi yamaçlarına taraçalar ile bahçeler yaparak üretimi arttırmaya çalışmıştır. En çok üretilen ürünlerin başında arpa ve buğday gelmekteydi.

Bunları baklagillerden nohut ve mercimek takip ediyordu. Yağı için susam ekilir ve tüketmek ve Mezopotamya’ya satmak için bağcılık yapılırdı.

Arazinin ekilemeyen yüksek kesimleri bugün olduğu gibi hayvancılık için uygundu.

Urartular, iyi at yetiştiren bir halktı ve yetiştirdikleri bu atlar diğer devletlerden de talep görmüştür. Hayvancılığın yan ürünü olan dokuma ve tekstil konusunda da uzmanlaşmışlardı.

Mezopotamya’da Urartu dokuma ürünleri oldukça popülerdi. Bununla birlikte Urartu krallarının bazen yağma seferleri yaparak ürün ve hayvan topladığı bilinmektedir.11 Ancak bu durumu sadece Urartu medeniyetine indirgememek gerekir. Eskiçağın neredeyse tüm uygarlıklarında savaşlar zaten elde edilecek ganimet için yapılırdı.

Urartuların dünyaya bıraktığı en büyük miras belki de onların metalürji alanındaki ortaya koyduklarıdır. Maden yatakları bakımından zengin bir bölgede yaşayan Urartu halkı maden işlemeciliği konusunda ünlenmişlerdi. Bugün hala büyük bir hayranlık uyandıran tunçtan yapılmış büyük üç ayaklı kazanlar, her türlü tunç ve bakır ev eşyaları, süs eşyaları ve silahlar, neredeyse tüm yakın doğuda ve Yunan dünyasında aranan ve taklit edilerek çoğaltılan ürünler olmuştur.

FRİGLER (Phrygler)

Ege göçlerinin Anadolu’ya getirdiği halklardan biri de Trakya kökenli Friglerlerdir. MÖ 12.

yy Assur yıllıklarına Muşki olarak geçen bu halk, Anadolu’nun batısından Fırat Nehri’nin doğusuna kadar ilerleyerek Hitit İmparatorluğu’nun yıkılmasına neden olmuştur. Karşılarına çıkan Assur gücüyle baş edemeyince Anadolu’nun ortasına geri çekilmiştir.

Frigler adıyla bu halk hakkında ilk bilgiler Homeros’un İlyada isimli eserinde verilmektedir.12 Homeros’a göre savaş seven bir halk olan Frigler, Troia’nın (Truva) müttefikleri olarak Akhalara karşı savaşmışlardı. Onlar, Anadolu’ya Güney Doğu Avrupa’dan geldiler.

Herodotos, Friglerin, Mysialıların ve Bithynialıların Avrupa’dan geldiğini ve Anadolu’ya yerleştikten sonra birbirine yakın coğrafyalarda oturduklarından bahsetmektedir. Bu halklar, Anadolu’ya geldikten sonra dağınık kabileler halinde yaşamışlardı. Frigler MÖ 8. ve 7. yy'ın ortasında, Bithynler ise Hellenistik çağda ancak bir devlet kurabilmişlerdi. Diğer halk olan

(18)

18

Mysialılar ise eski adı Olympos olan Uludağ’ın batı yamaçlarında kabile organizasyonları halinde siyasi bir varlık kurmadan yaşamıştır. Mysialılar, eskiçağda bugün Balıkesir Dursunbey, Sındırgı ve Bursa Orhaneli olarak bildiğimiz bölgede, MS II. yüzyılda Roma İmparatoru Hadrianus zamanında yerleşik hayata geçmişlerdi.

Friglerin bilinen ilk kralı Gordios’tur. Gordios, bugün Ankara/Polatlı yakınlarında başkenti Gordion (Yassıhöyük) olan kısa ömürlü bir devlet kurmuştur. Gordios’un oğlu Midas (Assur yıllıklarında Muşkili Mita) döneminde krallığın sınırları en geniş noktaya ulaşmıştır: Doğuda Kızılırmak, batıda Sakarya Nehri ve güneyde Tuz Gölü havzası. Hem Gordios, hem de Midas ülkesinin sınırları genişletme siyaseti takip etmiştir. Ancak MÖ 8. Yüzyılın sonlarında Assur krallığının başına II. Sargon gibi bir fatihin geçmesi Friglerin siyasi olarak bağımsız hareket etmesini önlemiştir. Kafkaslardan gelen Kimmer göçlerine dayanamamış olan devlet, (Amaseialı –Amasya- coğrafyacı Strabon’a göre) kral Midas’ın boğa kanı içerek intihar etmesiyle son bulmuştur.

Anadolu’da yaklaşık 1 yüzyıl süren Frig siyasi hâkimiyeti, kültürel olarak MS 5. ve 6. yüzyıla kadar varlığını korumuştur. Zira Roma İmparatorluğu’nun Anadolu’da eyaletler kurmaya başladığı dönemde, kendileri diğer halklara karışmış olsa da, ismi Frigya olan bir bölge adı olarak yaşamaya devam etmiştir. Kimmer saldırılarının sona erdiği MÖ 7. yüzyılın sonundan Perslerin Anadolu’yu işgal ettiği MÖ 6. yüzyılın ortasına kadar Dorylaion (Eskişehir) merkez olmak üzere küçük çaplı Frig merkezleri varlıklarını devam ettirmiştir.

Frigler, Hint-Avrupa dili konuşmaktaydılar. Krallık döneminden kalma birkaç düzine yazıttan anladığımız kadarıyla bu halk kendine bir alfabe geliştirmişti. Ancak eldeki yazılı malzemenin azlığı, Frig dilini anlamamıza yardımcı olmamaktadır. Yazıtların azlığından ancak şunu söyleyebiliriz ki okuma yazma eylemi büyük çoğunlukla dinsel işlerle sınırlıdır.

Eski Yunan ve Roma edebiyatında Friglere dair efsaneler, bu halkın en azından sözlü bir edebiyata sahip olduğu izlenimi doğurmaktadır.

Frigler de aynı Urartular gibi denizden yüksek platolarda yaşamışlardı. Geçimleri tarım ve hayvancılığa bağlıydı. Buğday, arpa gibi tahılların tarımının yanında bağcılık yaparlardı.

Hayvanlardan elde ettikleri yünleri dokumacılıkta kullanılmıştı. Roma dünyasında Frig tipi şapkalar oldukça popülerdi. Bunun dışında Frigyalı terzilerin ünü de yaygındı. Frigler’in antik dünyaya mirasları hiç şüphesiz onların mobilya ve ağaç işlemesindeki ustalığıdır. Frigler ölülerini (önemli kişilerin) tümülüs denen, ortada bir mezar odasının bulunduğu ve ölünün bu mezar odasına konduktan sonra üzerine toprak yığılarak yapılmış mezarlara gömerlerdi.

(19)

19

1950’li yıllardan beri yapılan kazılarda, çapı 300, yüksekliği 50 metreyi bulan böyle bir tümülüs kazılmış ve içinde 60’lı yaşlarda bir erkek cesedi bulunmuştur. Ölü ile birlikte bırakılan eşyalardaki zengin işçilik Frigler’in metal işleme teknolojisinde ne kadar uzman olduklarını göstermektedir. Fildişinden ve tunçtan yapılmış süs eşyaları, göbekli hamam tasları, fibula denen yaylı çengelli iğneler kazılan mezardan ele geçen önemli sanat eserleridir.

Frigler çok tanrılı bir dini inanca sahiptiler. Dini ritüeller, açık alanlarda ve kutsal sayılan yüksek yerlerde yapılırdı. Friglerin Kubaba/Kubebe/Kubele dedikleri ana tanrıça batı dünyasına Kybele olarak girmişti ve Roma’da bile tapınım görmekteydi. Kybele’den başka Men inancı da bulunmaktaydı.

Frig Coğrafyası

s

LİDYALILAR (Lydialılar)

Lidya bölgesi, eskiçağda Batı Anadolu’da Kaystros (Küçük Menderes), ve Hermos (Gediz) nehirlerinin etrafında yerleşen halkın yaşadığı bölgenin adıdır. Lidya, Aiolis, Karia, İonia, Phrygia ve Mysia bölgelerinin ortasında oldukça zengin bir bölgedir. Bölgenin ve bu bölgede mukim halkın isminin nereden geldiği mitolojik bazı anlatımlarda geçmektedir. Bu anlatımlardan biri eskiçağın en önemli tarih yazarlarından Halikarnassoslu (Bodrumlu) Herodotos’tan gelmektedir. Herodotos, bölge isminin, Lidya’da hüküm süren ilk hanedanın

(20)

20

(bu hanedanlar Atysler, Heraklidler ve Mermnadlar) ikinci kralı olan Lydos’tan geldiğini belirtmektedir. Ancak bu bilgiyi doğrulayan başka bir bilgiye sahip değiliz. Zira Troia savaşlarının anlatıldığı Homeros’un İlyada isimli eserinde bu bölge için Maionia, halkına da Maionlar ismi kullanılmıştır.

Hitit imparatorluk döneminde Lidyalıların yaşadığı yerler Arzawa ülkeleri (Ahhiyava, Viluşa, Aşşuva) olarak anılmaktaydı ve Hitit kralına bağlıydı. Deniz kavimlerinin meydana getirdiği karmaşada, bu bölgede oturan ve Romalıların kendilerine Etrüskler dediği Tyrrhenler/Tyrsenler, İtalya yarımadasına göç ettiler. Tyrrhenler, Hint-Avrupa dili konuşan bir halk değildi. Onlar Anadolu’nun yerli halklarından biriydi. Onların yerine gelen Homeros’un Maionlar dediği, sonraki dönemin Lidleri, Hint-Avrupa dili konuşuyordu ve Herodotos’a ve Strabon’a göre Lidyalılar, Mysialılar ve Frigler gibi Trak kökenli bir halktı.

Bu halk, MÖ 12. yüzyılda bölgeye gelip yerleşmişti.

Yukarıda da bahsedildiği gibi Lidyalılar, Atysler, Heraklidler ve Mermnadlar sülaleleri tarafından yönetildi. Tarihi kayıtlara düşen anlatımlar efsanelerle doludur. Atysler hanedanının ilk kralı Manes’in babası Zeus, annesi Gaia’dır. Herodotos’a göre, Manes’in oğulları Atys ve Kotys’dir. Atys’in oğulları Tyrsenos, Lydos, Myros, Kar; Kotys’in oğlu ise Asias’dır13 ve dikkat edilecek olursa her bir isim bir bölge ismine karşılık gelmektedir.

Herodotos’ta verilen bilgilerin tarihsel delilinin olmadığını bir kez daha zikretmekte fayda vardır.

Herodotos’a göre ikinci Lidya hanedanı Heraklidlerin soyu tanrı Herakles’e kadar uzanır ve toplam 20 kral 505 yıl iktidarda kalmıştır. Herodotos’a göre hanedan Herakles’in oğlu Alkaeus ile başlamış, Kandaules ile sona ermişti ve taht 505 yıl boyunca babadan oğla geçmişti (Herodotos, I, 7, 2-4). Heraklid hanedanının siyasi faaliyetleri hakkında bilgimiz yok denecek kadar azdır. Bugünkü Manisa ilinin Salihli ilçesi yakınlarında Sardeis (Sart) kentini kendilerine başkent yaptıklarını bilmekteyiz. Yine bölgenin zirai olarak zenginliği krallığın zenginlik kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Onların zenginliklerinden bir diğeri batı Anadolu ve Ege adaları ile girdiği ticari faaliyetlerdir.

Herodotos’un aktardığı efsaneye göre ikinci hanedandan üçüncü hanedanı geçiş şöyle olmuştu: Heraklid hanedanının son kralı Kandaules, en güvendiği saray muhafızı olan Gyges’e karısının güzelliğini gece yatmadan önce üzerini değiştirirken görmesi için baskı yapmıştır. Gyges, kralının bu isteğini kıramamış ve Kandaules’in karısının güzelliğini o çıplakken görmüştür. Ancak Kandaules’in karısı durumu anlamış ve Gyges’ten kendisini bu

(21)

21

utanılacak duruma sokan kralı öldürmesini ya da kendisinin öldürüleceğini bildirmişti. Bunun üzerine Gyges kral Kandaules’i öldürmüş ve tahtın yeni sahibi olmuştu. Fakat Gyges’in krallığına yönelik yapılan itirazların yatıştırılması için antik dünyanın en önemli bilicilik merkezlerinden biri olan Delphoi’de tanrı Apollon’a müracaat edilmişti. Apollon’un sözlerini insanlara aktaran bilici Phytia hanedan değişimini onayladığı için tartışmalar sona ermişti.

Mermnadlar hanedanının ilk kralı olan Gyges’in, (MÖ 680-644) daha önce zikredilen diğer isimlerden farklı olarak tarihsel bir kişilik olduğu kesindir. Orta Anadolu’da Frigleri yıkan Kimmer saldırılarına karşı Assur ve Mısır ile siyasi ilişkiler kurmuştur. Herodotos’a göre yayılma siyaseti güden Gyges, Miletos (Milet), Smyrna (İzmir) ve Kolophon’a (Değirmendere) saldırmış, Kolophon’u ele geçirmeyi başarmıştır. Diğer kentler kendisine vergi vermeyi kabul etmiştir. Gyges, MÖ 644’te Kimmerlerle yaptığı savaşta yenilmiş ve öldürülmüştür. Ancak krallık yıkılmamış, oğlu Ardys tahta geçmiştir.

Mermnadlar sülalesinden Gyges’i, Ardys, (MÖ 644-625), Sadyattes (MÖ 625-610), Alyattes (MÖ 609-560) ve Kroisos (MÖ 560-546) dönemleri takip etmiştir. Ardys, Kimmerler ile mücadele etmiş, aynı zamanda hemen güney batılarında bulunan Smyrna, Ephesos (Efes), Priene (Güllübahçe) ve Miletos’a saldırılar düzenlemiştir. Sadyattes döneminde eskiçağdaki ismi Tmolos olan Bozdağ’dan çıkan Paktalos Irmağı’nın (Sart Çayı) getirdiği doğal altından elde edilen zenginlik, paralı büyük bir ordunun kurulmasına yaramıştır. Sikkenin ilk kez burada basılmasının nedenlerinden biri de ırmaktan akan bu altındır.

Alyattes kurulan bu büyük ordu ile Kimmerleri yenmeyi başarmıştır. Sınırlarını güney batıda Karia’ya, batıda Smyrna gibi kentleri alamasa da Ege Denizine, kuzeyde ise Propontis’e (Marmara Denizi) kadar genişletmişti. Doğu ise sınırlar Halys’e (Kızılırmak) kadar uzanmıştı.

Halys civarında Med kralı Kyaksares ile toplam 5 yıl savaşılmıştı. Kerkenes dağı civarında yapılan Pteria Savaşı sırasında MÖ 585 yılında meydana gelen güneş tutulması her iki kralı da korkutmuş (tanrıların durumdan hoşnut olmadığı anlamını çıkarmışlardı) ve iki kral evlilikler yoluyla barış yapmışlardı. Son kral Kroisos Lidya krallığının zirvesini temsil etmektedir.

Kroisos, Aiolis ve İonia kentlerini Lidya krallığına katmış ve sınırları Ege denizinden bugünkü Kızılırmak havzasına kadar genişletmişti. Ayrıca o, eskiçağın en zengin insanlarından biridir. Pers krallığı ile girdiği savaşlarda yenilmiş ve Lidya krallığı sona ermiştir.

(22)

22 En geniş Sınırları içinde Lidya Devleti

LİDYA UYGARLIĞI

Lidyalılar, eskiçağda ticaretleri ile ün yapmış bir halktı. Herodotos, “dünyada ilk olarak ufak tefek ticaret işlerine girişenler”’in Lidyalılar olduğunu bize aktarmaktadır. Geçim tarım ve hayvancılık ile mümkün olmaktaydı. Hayvancılık, eskiçağda Katakekaumene denilen bugünkü Manisa Kula ve Selendi çevresinde yapılmaktaydı. Kaistros, Hermos ve Hyllos (Demirci Çayı) gibi ırmakların etrafında ve verimli ovalarda oturan halk her türlü üretimi yapmıştır. Başta zeytin ve üzüm olmak üzere soğan, ceviz, kestane gibi ürünler üretmiştir.

Lidyalıların zeytinden zeytinyağı, üzümden şarap, koyun yününden iplik ürettikleri tesisler yaptıkları bilinmektedir. İlaç, boya, parfüm, krem gibi kozmetik ürünler üretilen imalathanelere de sahiptiler.

Lidyalılar Hint-Avrupa dili konuşan bir halktı. MÖ 1. yüzyıla kadar bu dil bölgede varlığını korumayı başarmıştır. Lidyalılar sağdan sola yazılan bir alfabe geliştirdiler. Ancak Lidyalıların tarihini ne yazık ki kendi dillerinden öğrenemiyoruz. Arkeologların yaptığı kazılarda sayıları 100 civarında olan Lidce yazıt bulunmuştur. Bu yazıtların bir kısmı Yunanca-Lidce, bir kısmı da Aramice-Lidce’dir. Ancak yazıtların kısalığı ve yazıtlardaki konuların birbirine benzer olması onların dilini çözmemize yardımcı olmamaktadır.

Lidya’da hükümdarlık babadan oğla geçmiştir. En azından Herodotos, Dionysos Halikarnasos ve Damascuslu Nicolas’ın eserlerinden öğrendiğimiz kadarıyla bu bilgiyi teyit edebiliyoruz.

(23)

23

Ancak tahta çıkmada gerekli olan kriterler veya hangi oğlun tahta ilk çıkacağı gibi bilgileri bilmiyoruz. Kral, muhtemelen tüm eskiçağ monarşilerinde olduğu gibi mülki, idari, adli ve dini işlerin başındaki kişidir. Kandaules’in öldürülmesi olayından olduğu gibi kraliçeler de politikada söz sahibi olduklarını tahmin edebiliriz. Kadınların sosyal hayatta diğer eskiçağ uygarlıklarından farklı olarak biraz daha özgür olduklarını söyleyebiliriz. Herodotos, Lidya’da kadınların evlenene kadar kendi istekleri ile para karşılığı aşk yaptığını, çeyizlerini buradan elde ettikleri para ile düzdüklerini, evlendikten sonra da eğer bu işe devam etmek isterlerse kocalarının bu isteğe mani olma hakkının bulunmadığından bahsetmektedir. Yalnız burada şunu belirtmek gerekir ki Herodotos’un bu anlattıklarında ne kadar ileri gittiği bilinmiyor.

Lidyalıların dünya tarihine en büyük armağanları paradır. Lidyalılardan önce hem Mezopotamya’da, hem Mısır’da, hem de Anadolu’da mal alım satımında altın, gümüş, bakır, demir gibi değerli madenlerin kullanıldığı bilinmektedir. Lidyalılar ağırlığı ve içeriği devlet tarafından garanti edilmiş ilk değerli metali kullananlardır. Bu değerli metal basımını kolaylaştıran faktör ise Paktolos Irmağının getirdiği elektron denilen içinde gümüşün de bulunduğu doğal altındır. Lidyalılar, suyun sığ aktığı yerlere koyun postlarını sererler ve ırmakta akan altın parçacıklarının bu postlara takılmasını sağlarlardı. İlk altın para (elektron) Gyges zamanında basılmıştır. Baklaya benzeyen bu ilk paraların bir yüzünde Lidya krallığının sembolü olan aslan figürü, diğer yüzünde de paranın ağırlığı ve değeriyle ilgili geometrik şekiller bulunmaktaydı. Son kral Kroisos zamanında doğal altının ayrıştırılarak yani içindeki gümüş çıkarılarak saf altından ve gümüşten paralar basmaya başladılar. Kroisos haklı olarak eski dünyanın en zengin krallarından biri olmuştur. Parayı Lidyalılar icat etmesine karşılık onu dünyaya yayan Yunanlılar olmuştur. Yunanlılar sonraki ünitelerde de görüleceği üzere kolonizasyon hareketleri döneminde parayı bütün Akdeniz ve Karadeniz çevresine taşıdılar.

Dipnotlar ve Kaynakça

1 Mehmet Ali Kaya, Ege ve Eski Yunan Tarihi I, Tarih Öncesi Çağlardan Klasik Çağlara, Bilge Kültür Sanat Yay. 2016, s. 20; Thema Anatolikon Eskişehir’in doğusunu, Afyon ve Konya illerini kapsamaktaydı.

2 Kaya, a.g.e., s. 19

3

https://www.kulturportali.gov.tr/contents/files/Paleolitik%20%C3%87a%C4%9F%20(Eski%20Ta%C5%9F%20

%C3%87a%C4%9F%C4%B1Yontma%20Ta%C5%9F%20%C3%87a%C4%9F%C4%B1).pdf

4 Arkeologlar tarafından yaşanan gelişmelere göre üçe ayrılan Tunç Çağı, her biri kendi içerisinde de bölümlere ayrılmaktadır.

5 Ekrem Memiş, Eskiçağ Türkiye Tarihi, Çizgi Kitapevi, s. 16

6 Memiş, a.g.e., s. 23

7 Mehmet Ali Kaya, Türkiye’nin Eskiçağ Tarihi, Bilge Kültür Sanat Yayınları, s. 120

8 İlk çözülen Hititçe cümle şudur. “Nu Nunda-an ezzatteni watar-ma ekutteni”. “Ekmeği yiyeceksiniz, suyu içeceksiniz.” Watar kelimesi, İngilizcedeki Water ve Almancadaki Wasser kelimelerine benzemektedir ve su

(24)

24

anlamına gelmektedir. Ezzatteni ise İngilizce yemek anlamındaki eat ve Almancadaki essen fiiline benzemektedir.

9 Marc Desti, Anadolu Uygarlıkları, Dost Kitabevi Yay., s. 112

10 Hasan Bahar, Eskiçağ Uygarlıkları, s. 225

11 Bahar, a.g.e., s. 278

12 Bazı bilim adamları Muşkiler ile Frigler’in aynı halk olmayabileceğini belirtmektedir.

13 Muzaffer Demir, Lidyalılar, Mythos’tan Logos’a, TTK, 2014, s. 78

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu da ğlarda elektrik üreteceğiz diye ağaçları kesenler, aha bu su boşa akıyor diyenler bizi bir araya getirdi.. Bu yüzden neler de ğişti hayatınızda,

Zira bu tarihten sonraki çivi yazılı kaynaklarda Tabal Krallığı’na dair herhangi bir yazılı ifadeye rastlanılmamıştır (Yiğit, 2000: 185). Sonuç Orta Demir

[r]

The aims of this study were to examine whether E-2 was able to alter strain-induced ET-1 gene expression and also to identify the putative underlying signaling pathways that

• 2013 yılında Erzurum (Aşkale Çimento), Malatya (Anateks Anadolu Tekstil Fabrikaları AŞ) ve Elazığ (Eti Krom) illerinden birer olmak üzere toplam üç kuruluş, Türkiye’nin

• Nitekim Oltu Havzası’nda 2.200 m’ye kadar olan sarıçam ormanlarının altında İran-Turan step elemanlarından olan özellikle gevenler; 2.200 m’den sonra ise saraypatı

• Bölümde, tektonik kökenli oluklar ve bunların içerisinde Malatya, Elazığ, Uluova, Bingöl ve Erzincan ovaları gibi ovalar yer alır.. • Bu tektonik oluklar, aynı zamanda

• Birer volkan konisi görünümünde olan bazı dağların yüksekliği 5.000 m’yi aşar (Ağrı Dağı 5.137 m).. • Kıvrılma ile oluşmuş en yüksek dağlar da yine bu