• Sonuç bulunamadı

Kitap-Y. 07. Sayı. Edebiyat Gazetesi. Y a zı. Y o. m D. g i D ör t Y a şı n d a

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "Kitap-Y. 07. Sayı. Edebiyat Gazetesi. Y a zı. Y o. m D. g i D ör t Y a şı n d a"

Copied!
26
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Kitap-Y 07. Sayı

Edebiyat Gazetesi

a Y z ı

o Y u r m

D e g r

i D ö

r t

a Y

ş ı

n d

a

(2)

Yazı-Yorum Dergi Dört Yaşında...

Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Eşin

Editör

İlknur Demir Tasarım

Şaranur Yaşar

Yazarlar Zeynep Eşin İlknur Demir

Figen Şahin Gönül Malat Aslı Esma Karaca

Handan Kılıç Ayhan Ün

Umut Kaygısız

Didem Dilmen

Nuray Narbay

Selva Ezgi Yücel

(3)

İlknur Demir Bir çığlık ve…

Edebiyat öğretmenim, “Günlük tutmak size hem düzenli yazma alışkanlığı hem de anılarınız için bir kaynak oluşturur.” derdi ama defalarca başlasam da düzenli günlük tutmayı başaramadım. Onun yerine en düzensiz işi

yaptım. Bulduğum kâğıtlara aklıma gelenleri yazdım ve küçük bir kutunun içine attım. Aslında herkesin elinin altında tuttuğu, sırrını saklayan,

yalnızlığını, öfkesini, mücadelesini, kaybedişini, kazanışını, sevdiğini, sevildiğini, ne kadar olduğunu, ne kadar kaldığını kısaca hiçliğini sarıp

sarmaladığı bilindik kutulardan biriydi benimki. Yıllar içinde kâğıtlar arttı kutu büyüdü. “Yangında ilk kurtarılacak” yazdım üstüne. Şaka değil

gerçekten yazdım ve her taşındığım eve taşıdım o kutuyu.

Yıllar sonra bir gün kapağını açıp içindeki yazıları düzenlemek geldi aklıma. Neler yoktu içinde. Birbirinden bağımsız kopuk cümleler, bir

defter yaprağını koparıp yazılmış iç döküşler, tamamlanmamış kurgusal metinler, karakterler, mekânlar, tasvirler, aforizmalar ama en çok kitap incelemeleri ve unutulmuş onlarca deneme. Çok konuşanların

söylediklerini pek dikkate almadığım için hiç susmadan “toparla şu

yazılarını” diyen kafa sesimi de dinlemedim. Bildiğim yolda ilerleyip yine kutuyu doldurmaya devam ettim. Yazıp yazıp attım içine, içime.

Kendimce doğrularım ve yanlışlarımla yaptığım yolculuğun seyir defteri o kutu. İçinde benim masalım var. Zaten hepimiz kendi masalımızın

kahramanı değil miyiz? Masallarımız doğumla başlıyor ama ne kadar süreceği ve nasıl sonlanacağı ise tercihlerimizle gerçekleşmiyor mu?

Eğer önemli olan yolculuk ise bu yolculukta kimi zaman diğer masal

kahramanlarına dokunuyor kimi zaman onları teğet geçiyor kimi zamansa komşu masalların kahramanlarını sarıp sarmalıyoruz.

(4)

Bazen yanımızdan geçtiğini fark edemediklerimizi arayıp duruyor, bazen sarıp sarmaladıklarımızın masalımızın içine edivermelerine şaşıp

kalıyoruz. Velhasıl, yolculuğun sonunu bizim tercihlerimiz belirliyor. Gün geliyor masal bitiveriyor ve Carl Sandbug’un deyimiyle “insandan geriye bir kutu kibrit yapmaya yetecek kadar fosfor ve bir idamlığın çivisini

dövecek kadar demir kalıyor.” Kendimize çok fazla kıymet vermenin, başkalarının acılarını kanırtmanın pek anlamı olmuyor anlayacağınız.

Günü gelince başka bir masalın kahramanının elinde yakılacak birer kutu kibritiz hepimiz aslında.

İnsanız işte bildiğimiz Homo Sapiens. Öyle çok anlamlar yüklenecek bir tarafımız yok. Kendi masalımız içinde çırpınan, başka insanların

masallarına giren, çıkan, onları sevindiren, üzen, mutsuz etmemeye çalışan, kendini suçlayan, suçunu başkalarına yansıtan, yakan, yıkan,

öldüren, üreyen, hayat kurtaran, mutsuzlukları görmemek için maskeler takarak kendisine anlık mutluluklar yaratan, karşısındakini mutsuz

etmemeye çabalayan… Biliyoruz aslında birbirimizi.

Biliyoruz bilmesine de pek ses etmiyoruz. Yazanlar okuyanlar edebiyata gönül verenler! olarak en çok edebiyatın maskeleşmesine ses etmiyoruz.

Ayak sesimizden, sesimizin tınısından, ürkek bakışımızdan, görmezliğe gelişimizden, gerçek bir çatışmaya girmeden ama hep çatışmanın

içindeymiş gibi beraberce susuşumuzdan, kırıp döküp kenara çekilişimizden biliyoruz.

Biliyoruz bilmesine de susuyoruz. Nezaketimizden sussak iyi ama

yüzleşmeye cesaretimiz olmayışından susuyoruz. Adımızdan çokça söz edilmesini iyi edebiyatçı/iyi eleştirmen olmaya tercih ettiğimiz için

susuyoruz. Kendimize, ideolojimize susuyor, edebiyatın yozlaşmasına, köşe başlarının tutulmasına, kimin çok satanlar listesine girip kimin

alaşağı edileceğine karar veren, en harika kitap arkadaşımın yazdığı kitap furyasına ses etmeyip işleyen düzene çomak sokamadığımız için

susuyoruz. Oysa gereken belki de bir çığlık. Birileri bir yerlerde atıyor o sessiz çığlıkları. Zor olan o sessiz çığlığın sahibine ulaşabilmek, elini

tutabilmek, yanında yürüyebilmek.

Ben de; “kimsen kimsin beni ilgilendirmiyor, yeter ki edebiyata hizmet etsin yazdıkların” diyen o yarı deli Don Kişot ruhlu kadının çığlığını

duymasam, “yok ben yazmam bir yerlerde böyle iyiyim sakin sakin”

dediğim laflarımı yutmayacaktım. On birinci sayısında öykümü

Yazı-Yorum’a göndermeyecek, hemen ardından Milan Kundera’nın Ölümsüzlük kitabının incelemesiyle derginin yazarları arasına

katılmayacaktım. Masalım, Camus’dan Zweig’e, Firuzan’dan Borges’e, Ali

Teoman’dan Beckett’a, Lispector’dan Behçet Çelik’e, Ursula K. Le Guin’den Yaşar Kemal’e uzanan otuz altı sayıya ulaşmayacaktı ve ben belki yine

teğet geçecektim bir şeyleri. Edebiyat adına attığı çığlığı duymasam hiç tanımayacaktım başka bir masalın kahramanı olan Yazı-yorum Dergi’nin Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Eşin’i. Hiç dinleyemeyecektim onun bilinç akışı ile yazdığı, biraz fantastik biraz büyülü gerçekçilik biraz da gotik bir üslupla anlattığı masalını. Onun yoluna yoldaşlık eden harika ekibimizin masallarını da hiç bilemeyecek ve masallarımızı okuyan orada olduklarını hissettiğim okurların sarıp sarmalarını da hissedemeyecektim. Merak

eden olursa Yazı-Yorum yolculuğum, edebiyat adına atılan o sessiz çığlığın sesine kulak verdiğim an başladı ama küçük bir not bırakmadan son

noktayı koyamam bu yazıya. Şöyle ki Zeynep Eşin’in iki kimliği var benim için. Yazı-yorum Dergi Genel Yayın Yönetmeni Zeynep Eşin ve dostum

Zeynep.

(5)

Kaç saat konuşuyoruz acaba biz telefonda? Günaydın ile başlayıp iyi

geceler ile biten konuşmalarımızda ne fikirler üretip ne planlar yapıyoruz.

Ağlıyor, gülüyor, hayata küfrediyoruz ama en çok çalışıyoruz. Çok

çalışıyoruz. Hızı Speedy Gonzales’im, yüreği Don Kişot’um benim. Yıkılır elbet yel değirmenleri. Hem derginin hem senin doğum günün kutlu

olsun. İyi ki…

Ve son söz;

Üstat Cansever diyor ya,

“Sonra hep beraber sığınmak

Nereye? Kendimize…” diye biz de hep beraber sığınıyoruz dergimize… Biz buradayız sevgili okur.

(6)

Handan Kılıç Nice yıllara

Yazı-Yorum Dergi!

Yazı-Yorum Dergi beş yaşına girerken yazarlarına “Kim kimdir?”

sorusunu yöneltti. Bu adla ansiklopedilerin olduğu günlerden

“Metaverse” dünyasına dayandığımız zamanlardayız ve hâlen insanın

kendinden bahsetmesi çok zor. Ben aslen Hukuk okumuş ama edebiyata ebediyen âşık kalacak, sinemaya da tutkun bir yazarım. Kendimi bildim bileli okuyor ve yazıyorum. Hatta okumayı öğrenmeden önce yazmaya başladığımdan olsa gerek düştü bir kere bu ateş içime. Ortaokul

sıralarında da kora dönüştü. Nerede yazıyla edebiyatla ilgili bir organizasyon vardı ben oradaydım. Kompozisyon yarışmalarının

gediklisi, okul programlarının sunucusu, çıkarılan dergilerin kimi zaman editörü kimi vakit yazarı iken zor bir fakülte tercihi ile önceliklerim yer değiştirmek zorunda kaldı bir süre. Tabi akabinde yoğun iş yaşamı da yazma tempomu düşürdü ama hiçbir zaman yazıyla bağımı koparamadı.

2009 yılından itibaren o vakitler yeni bir dünya olan blog alemine daldım.

Kendimi disipline ettiğim bu alanda perspektifim genişlemişti. Sonuçta internette hiçbir şey kaybolmuyor, aksine olur olmadık yerden önümüze düşen bir cümle bile içimizde depremler yaratabiliyordu. Yeni bir çağ

gelmişti. Hızına, nesline, bunalımlarına, yalnızlıklarına, dostluk

modellerine alışmalıydık. İşte bu hayatta, kendimizi inşa sürecinde dijital dünyada yer almanın en kolay yoluydu bloglar. Yürüdükçe üzerimize

yıkılan eski usul hayatın yıkıntıları içinden çıkabilmenin yoluydu. Artık herkesin okyanusa şişe içinde bırakılan notlar misali potkallar yazmak şansı vardı.

(7)

Kimsenin izni, onayı, aracılığı olmadan okura ulaşmak lüksü.

Tanımadığımız, bilmediğimiz hatta henüz doğmamış gönüldaşlarımıza mektuplar yazmak heyecanlandırmıştı beni. Hala devam eden

dostlukların ilk adımları atıldı o vakitler. Farklı tarzda ve isimlerde çeşitli bloglarım oldu. Sonra sosyal medya vakitleri geldi. Harflerin sayılarla

sınırlandığı postları, herkesin küçük vitrinli de olsa bir dükkânı, yani

profili vardı artık. İki kelam etmeden paylaşılan bir resme beğenle karşılık verilen günlere ulaşmamız da uzun sürmedi. Mektubu, daktiloyu, basılı

dergi ve gazeteleri bilen ama bilgisayar, internet, sosyal medya kullanarak hayata karışan insanlardık artık. Hem sahtelik hem samimiyet bir arada

akan iki nehir gibiydi bu mecrada. Zaman da akıyordu, hayatlarımız da.

Uzun yıllar blogda okuduğum dergiler, kitaplar, izlediğim filmler üzerine yazarken kendimi kurgunun ortasında buldum. 2015 yılında bunlardan

derlediğim bir kitap çıkardım.Daha sonra bir roman serisi çalışmam oldu.

Beş öykü,iki şiir seçkisinde yer aldım. Sayısız platformda çeşitli yazılar yazdım. “Seslenen Yazılar” adıyla Youtube’da ve podcastlerimle birçok platformda yerimi aldım.

Elle tutup gözle gördüğümüzün peşinden giderken birden her şey

dijitalleşti. Herkes ve her şey hem uzak hem yakın oldu. Artık hiçbir şeye yetişemiyoruz. Ama dünya değişse de hep orada olan bir şey var, “İnsanın anlam arayışı.” Edebiyat ve psikoloji bu konuyu deşiyor, gerçek manada

sanatsal bir dil kullanmayı başaran klasik sinema da gözler önüne seriyor.

Ve elbette her insan okuduğu ve izlediklerinden farklı şeyler algılıyor, bunları paylaştığında eksilmeden zenginleşiyor. İşte vakit azlığı, insanın insana, insanın anlama duyduğu bu ihtiyaç bloglar yerine internet

sitelerine yöneltti dikkatleri. İnsanlar bir araya gelerek anlamın,

anlamanın peşine düştüler. Ben hala “Hayat Yazıyor” adlı bloğuma devam ediyorum ama kendime arşiv niteliğinde dijital bir kaynak oluşturmak

amacına hizmet ediyor artık eklediklerim.

Hasıl-ı kelam yazma maceram zamana uygun bir şekilde form değiştirse de hâlâ devam ediyor. Son zamanlarda, önceleri kendime sakladığım

hikâyeleri de çeşitli dijital platformlarda yayınlıyorum.

Celil Oker “Yazan kişi yazardır, yazması gerekenleri zihninde dolaştıran kişi de yazar değil düşünen insandır.” manasına gelen ifadelerle yazmanın eylemsel niteliğinden bahseder.

Görme, görülme, gözetleme yani 3G ile başlayan ve giderek görselliği tüketerek hızlanan çağımızda yazmak son derece zor bir iş. Okumakla ilerlenen bu yolun talibi de az.

Dolayısıyla ancak âşık olanların devam edeceği bir eylem. “Yazar” ismi de her köşe başında kitabınızı basalım diyerek bitiveren yayınevlerinin değil bu aşka sahip çıkan, onun tarafı olmanın yollarını arayan okurların

desteği ile yazanların alacağı bir paye. O nedenle yazmak yayınlamaktan çok daha önemli. Ama sanat elbette onu görecek ve hayranlıkla izleyecek gözler ister. İşte o zaman devreye resimde sergiler yazıda dergiler girer.

Ama orada da ancak bir avuç insanın sesini duyurabildiği tekeller vardır.

Her sektörde olduğu gibi edebiyatında ticaretinin yapıldığı günümüzde varlık gösterebilmek için bulanık sularda yüzmeyi bilmek gerekir. Bunu reddeden ve cesaretle “Kendi yolumda akarım.” diyerek bir Nisan günü yola çıkan Zeynep Eşin bugün beşinci yılını kutlayan Yazı-Yorum

Dergisini kurmuştur.

(8)

Ve tıpkı doğurduğu çocuğu binbir emekle büyüten, yorgunluğunu onun her başarısında gururlanarak unutan bir kadın gibi her ay okurların

karşısına çıkarıp derginin yazarlarını da bu yolculuğa şahit kılmıştır.

Tüm yoğun çalışma düzenime rağmen 47. Sayısı yayımlanacak dergiye 21.

Sayıdan beri yoldaşlık yapmaktan mutluyum. Bir zamanlar blogumun

yazma düzenimi disipline ettiği gibi şimdi de Yazı-Yorum Dergi için her ay yazdığım sinema analizleri beni istediğim çizgide tutuyor.

Böyle yıldönümlerinde profesyonel şirketlerden en küçük sivil toplum kuruluşlarının kutlamalarına kadar her yerde “Biz bir aileyiz, birbirine kenetlenmiş insanlarız.” gibi klişe sözler söylenir. Ben, herkesin gönüllü olarak yazdığı, okura da şimdiye kadar ücretsiz ulaşan kaliteli içeriklerin merkezi Yazı-Yorum Dergi için bunları söylemeyeceğim. Çünkü aileler

“Atsan atılmaz, satsan satılmaz,” bireylerin zorunlu olarak birbirlerine katlandıkları yerlerdir çoğu zaman. Birinin fazla fedakârlık yaptığı,

diğerinin onu yıprattığı ilişkiler, “Kol kırılır yen içinde kalır,” mantığı ile sahtedir. İdare etmek üzerinedir. Oysa her ay keyifle ve uykularımdan eksilttiğim zamanlarda vaktinde yazımı yetiştirme gayreti gözettiğim bu dergi samimiyetsiz ve saygısız bir aile ortamından ziyade son derece

disiplinli bir okul gibidir benim için. Kim yazarsa yazsın, iyi olmayan yazı editörlerin süzgecine takılır. O yüzden herkes elinden gelen en iyi

performansı sergileyerek yazısına odaklanır. Tempo ve kaliteye ayak

uyduranlarla yola devam edilir. Sırf bu sebeple yazmanın cazip olduğu bir dergidir. Basılı birçok yayından nitelikli olduğunu düzenli okurları kısa

sürede fark ettiklerinden takipçi sayısı günden güne artmaktadır.

Bu vesileyle Yazı-Yorum Dergiye’de doğum günü kuruluş günüyle kesişen Zeynep Eşin’e de nice güzel, bereketli, tüm hayallerini gerçeğe taşıdığı

yıllar diliyorum. Her gün farklı alanlarda dallanıp budaklanarak büyüyen Yazı-Yorum Dergi ağacında çiçek açmaktan kıvançlı olduğumu ifade

ederek başta beni dergiyle tanıştıran yayın kurulunun belkemiği İlknur Demir olmak üzere beş yıldır dergiye emeği geçen herkese teşekkür

ediyorum. Zamanla değeri daha da anlaşılır hale gelecek dijital yayıncılık konusunda da öncülerden olan Yazı-Yorum Dergi,var ol.

Kıymetli okur, sen de hep orada olduğun için sağ ol.

(9)

Ayhan Ün

Dünyanın Dönüşü

Dünyanın Dönüşü

Birey mertebesine yükselebilme şerefine nail olabilmişlerin de pek

yakından tanıdığı o gizemli iç ses durmaksızın yoklar zihinleri: ne için yaşıyorsun?

İhtimal, bizlere tayin edilen çevrede olgunlaşıp habisleşirken daha da yapışıyoruzdur bu iç sese ve dünyanın dönüşünü fark etmemizi

baltalamak amacıyla bizleri türlü görevlerle kutsayan görünmez kural koyucuya karşı durabilmek cengâverlere has bir yöndür. Yaşamın her

alanına dek sızmış para, mevki tutkusunu, saygısızlığı, ahmaklığı düşman belleyip karşı koymak tümüyle teslim olmuşlardan beklenecek bir

kahramanlık olmasa gerek.

1990 yılının Almanya’yasında yaz güneşi gözleri kamaştırır. Genç Ayhan muhitinde bisikletiyle gezintiye çıkmıştır ve bir grup Nazi tarafından

saldırıya uğrar. Aralarından biri öğrenmiş Türk olduğunu ve tıpkı bugün gibi o zamanlar da ırksal ayrımın mantığını pek anlamlandırabilmiş

değildir çocuk.

Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir davetli gibi Kalkıp gidemiyorsun?

Niçin günlerine, yine sefalet içinde yaşanacak; yine Boşuna geçip gidecek başka günler katmak istiyorsun?

Lucretius

(10)

Saldırının başlangıcı anında bir başka grup yetişir Genç Ayhan’ın

imdadına ve faşistler püskürtülür. Faşizme karşı dik duranlardan birisi çocuğun bisikletinden düşmüş olan kitabı fark ettiğinde ilgisini çeker ve çocuğun altın sarısı saçlarını hoyratça karıştırıp:

“Harika, okuyorsun. Kim bilir, belki ileride yazı da yazarsın…” der.

Genç Ayhan gülümseyerek: “Kim bilir, yazarsam bu sahneye de değinirim artık,” diye karşılık verir.

Yaşam alanınıza durmadan birileri girip çıkar; iyi veya kötü her birinden bir öğreti edinirsiniz ancak kimi şahsiyetler yarım kalmış anları tamamlarlar işte. Anaksimenes’in Pythagoras’a gönderdiği mesajda yer aldığı gibi: “Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların

düzeniyle nasıl uğraşabilirim?” Dünya üzerinde onca sıkıntı gezinirken dünyanın dönüşüyle, sıkıntıların kaynağıyla mı uğraşacağım,

demiyorsanız o halde belki de yazmamız gerekiyordur. “Ne için yaşıyorsun,” diye iğneleyen sualin cevabını bir nebze olsun

karşılayabilmek ne mutluluk. Gelin görün ki bu o kadar basit değil.

Yazıyorsunuzdur, duvarlardan sekiyordur ve “duvarım ben” egosundan sıyrılabilmişe rastlamak ne mümkün.

“Ne bileyim ben anam,” diyor telefondaki ses, “derginizde yazı yazmak istiyorum demişsin. Ne bileyim ne yazıyorsun! Öyle çat kapı gelip ben yazmak istiyorum diyenleri almıyoruz kuzum. Sen gönder hele bir yazı bakalım. Hiç var mı elinde hazır yazdığın?”

Yine bir duvardan sekecek derken dönüş oluyor kısa süre sonra:

“Olur, böyle yazıyorsan olur. Sanırım düşünebilen birisin. Yaz kuzum gönder, her ay… neyse dur ben seni ekleyim…”

Duvar olmayı reddetmiş, yaşadıkça habisleşmekten kendini

sakınabilmiş kıymetli insanlar yolunu açıyordur. Güneş 90 yılının güneşi, saçları hoyratça karıştıran el aydınlığın eli. Gericiliğe, bağnazlığa karşı, aydınlık için…

Ve işte; Dünyanın dönüşünü anlamlandırmaya çabalamak, iç sesimize biraz olsun yanıt verebilmek için: Yazı-Yorum.

(11)

Aslı Esma Karaca

68 Kuşağı’nın peşine neden takıldım bilmiyorum. Hikayelerini öğrendiğim andan itibaren başımı döndüren isyancı ruhlarından belki. İlk gençlik

yıllarında ruhumu besleyen başkaldırı geleneklerinden belki. Belki de bir kısmı 30 Mart’ta Kızıldere’de katledilirken, akciğerlerimin ilk defa

karşılaştığı oksijenin acısından çığlık çığlığa ağlıyor olmamdandır. Kim bilir belki metafizik bir şeyler vardır? Fizik aklımızın açıklayamadığı?

Üniversite yıllarında aldığım seçmeli Hint Dinleri derslerinde öğrendiğim

“karma”….

Eğer onlardan birinin karmasıysam bu Cihan Alptekin olmalı. Belki yaşam arkadaşımın adının Cihan olması da tesadüf değildir?

Onların motosikletle olan hikâyelerini anlatmanın peşinde, içlerinden birinin benzetmesiyle, bir motosiklet sürücüsü gibi ara yollara,

patikalara, dağlara saparak yol alırken karşılaştığım “Hasan”… Birdenbire dökülüveren hikâyenin parçaları. Kitap olsun, doğum gününde armağan edelim heyecanı.

Peki, “Önsöz”ü kim yazacak? Yazdıklarımı okuduktan sonra “Aferin be

kızım!” demesiyle özgüvenimi tavana vurduran can hocam Ayşegül Yüksel ile konuşmalarım. “Önsözü Füruzan yazsa ne iyi olur, bende telefonu var bir dene istersen…”

(12)

Füruzan’ı arama çabalarım. Telefonu değişmiş. İnternetten taramalar. Bir dergi var, kapak yapmış o muazzam fotoğrafını, ama çizim şeklinde. Nasıl da güzel olmuş. Derginin iletişimi de var. Zeynep Eşin diye biri. Profil

fotoğrafında siyah giyinmiş, oturmuş ve dizlerinin üzerine kapanmış.

Yüzü görünmüyor ki? Nasıl biridir? Ne der ki? Dergiye Füruzan’ı kapak yaptıklarına göre iletişimleri vardır illa ki. Şansımı denemeli?

-Merhaba, 68 Kuşağı üzerine çalışıyorum. “Hasan”ı yazdım. Kitaba önsöz için Füruzan’a ulaşmam gerekiyor. Derginizin bir sayısını Füruzan’a

ayırdığınızı gördüm. Acaba sizde iletişim adresi var mıdır?

Varmış, ulaştım Füruzan’a, devam ediyor yazışmalarımız Zeynep ile:

-Merhaba, Füruzan’a ulaşmak için yazışmıştık. Kitabı okudu. Önsöz için de 47liler’den istediğim bölümü özel izniyle kullanmama izin verdi.

(utangaç maymun emojisi) Kitap bu ay çıkacak umarım, size de göndereceğim. (namaste emojisi ve kalp)

Cevap gelmiş:

-Merhaba, çok iyi olmuş. Mutlaka bekliyorum kitabı. Gelsin yazarlarımız inceleme yapsınlar.

-Çok teşekkür ederim!.

- Okuru bol yolu açık olsun.

-Aslında siz yollamayın, biz alalım katkımız olsun.

- Gelirini vakfa bağışladık. “Hasan” eğitim bursu oluşturulması planlanıyor. Çok naziksiniz.

Dergiyi online takibe aldım. İlan açmışlar. “Sanat ve edebiyat odaklı içerik yazarları aranıyor.” Sanırım o benim. Eee, evet yazarım tabii, neden

olmasın ki? Okuldaki birkaç makalemi gönderiyorum. Takıma kabul edildim.

Dergi dosya konuları önceden belirlenmiş. Her ayın yirmisine kadar ister dosya konusu ister serbest çalışma, yazını göndereceksin. Haydaa, dokuz altı mesai, iki çocuk, çekip çevrilecek koca bir ev, 68 belgeselinin

çalışmaları sürüyor, Hasan’ın tanıtımı…

Pardon, son gün yirmisi miydi yirmibeşi mi? Aaa tamam hemen

gönderiyorum. Ayın yirmisi gece saat 00.00. Gecikmedi şükür. Yazı editör postanızda…

Yok, yok olmuyor böyle. Çok geriliyorum. Ne gerek var canım üzerime ekstra yük alıyorum. Tam bu git-geller arasında yazılarını vaktinde

göndermeyen biri ekipten çıkarılıyor. Tırstım. Ben kendim ayrılayım bari.

Yediremem öyle çıkarılmayı filan şimdi…

Affımı isteyen bir mail attım. Cevap gelmedi. Gündeme bile alınmadı.

Görmediler mi ne? Dosyalar devam ediyor. Eyvah, ayın yirmisi gelmiş yine. Gece, 00.05 yolladım. Beş dakika gecikti. Zeynep ceza verdi bana.

“Önümüzdeki ay ekstra inceleme yapacak Aslı.” Haydar Karataş. Haydiii, kim ki o? Hiçbir fikrim yok. “On İki Dağın Sırrı”. İnceleme yazını

bekliyoruz.

(13)

Füruzan’ı arama çabalarım. Telefonu değişmiş. İnternetten taramalar. Bir dergi var, kapak yapmış o muazzam fotoğrafını, ama çizim şeklinde. Nasıl da güzel olmuş. Derginin iletişimi de var. Zeynep Eşin diye biri. Profil

fotoğrafında siyah giyinmiş, oturmuş ve dizlerinin üzerine kapanmış.

Yüzü görünmüyor ki? Nasıl biridir? Ne der ki? Dergiye Füruzan’ı kapak yaptıklarına göre iletişimleri vardır illa ki. Şansımı denemeli?

-Merhaba, 68 Kuşağı üzerine çalışıyorum. “Hasan”ı yazdım. Kitaba önsöz için Füruzan’a ulaşmam gerekiyor. Derginizin bir sayısını Füruzan’a

ayırdığınızı gördüm. Acaba sizde iletişim adresi var mıdır?

Varmış, ulaştım Füruzan’a, devam ediyor yazışmalarımız Zeynep ile:

-Merhaba, Füruzan’a ulaşmak için yazışmıştık. Kitabı okudu. Önsöz için de 47liler’den istediğim bölümü özel izniyle kullanmama izin verdi.

(utangaç maymun emojisi) Kitap bu ay çıkacak umarım, size de göndereceğim. (namaste emojisi ve kalp)

Cevap gelmiş:

-Merhaba, çok iyi olmuş. Mutlaka bekliyorum kitabı. Gelsin yazarlarımız inceleme yapsınlar.

-Çok teşekkür ederim!.

- Okuru bol yolu açık olsun.

-Aslında siz yollamayın, biz alalım katkımız olsun.

- Gelirini vakfa bağışladık. “Hasan” eğitim bursu oluşturulması planlanıyor. Çok naziksiniz.

Dergiyi online takibe aldım. İlan açmışlar. “Sanat ve edebiyat odaklı içerik yazarları aranıyor.” Sanırım o benim. Eee, evet yazarım tabii, neden

olmasın ki? Okuldaki birkaç makalemi gönderiyorum. Takıma kabul edildim.

Dergi dosya konuları önceden belirlenmiş. Her ayın yirmisine kadar ister dosya konusu ister serbest çalışma, yazını göndereceksin. Haydaa, dokuz altı mesai, iki çocuk, çekip çevrilecek koca bir ev, 68 belgeselinin

çalışmaları sürüyor, Hasan’ın tanıtımı…

Pardon, son gün yirmisi miydi yirmibeşi mi? Aaa tamam hemen

gönderiyorum. Ayın yirmisi gece saat 00.00. Gecikmedi şükür. Yazı editör postanızda…

Yok, yok olmuyor böyle. Çok geriliyorum. Ne gerek var canım üzerime ekstra yük alıyorum. Tam bu git-geller arasında yazılarını vaktinde

göndermeyen biri ekipten çıkarılıyor. Tırstım. Ben kendim ayrılayım bari.

Yediremem öyle çıkarılmayı filan şimdi…

Affımı isteyen bir mail attım. Cevap gelmedi. Gündeme bile alınmadı.

Görmediler mi ne? Dosyalar devam ediyor. Eyvah, ayın yirmisi gelmiş yine. Gece, 00.05 yolladım. Beş dakika gecikti. Zeynep ceza verdi bana.

“Önümüzdeki ay ekstra inceleme yapacak Aslı.” Haydar Karataş. Haydiii, kim ki o? Hiçbir fikrim yok. “On İki Dağın Sırrı”. İnceleme yazını

bekliyoruz.

Kitabı internetten sipariş ettim. Hiç bilmediğim bir yazar. Ne incelemesi yazarım… İstifa etmiştim ben ama…

Bu nasıl bir kalem, bu nasıl bir anlatı? Damağımda kalan masal tadı. Nasıl da keşfetmemişim şimdiye kadar ben bu yazarı? Haydi sözlü kültürden girelim bakalım nerelere gidecek…

Çok yerlere gitti, gidiyor. Yazı Yorum ile yazma yolculuğum her ay artan adrenalinle devam ediyor.

(14)

Gönül Malat

Her şey bir İzmir seyahatimle başladı. Derin okumayı seven ben ve üniversiteden sınıf arkadaşım Esat’ın eşi sevgili İlknur ile yan yana oturmamla. İlk sözcükler Kundera ile ilgiliydi. Ardından Canetti’nin

körleşmesi girdi sohbete. En sonunda Rüşdi’nin Gece Yarısı Çocukları.

Kitap incelemeleri konusunda kendimi geliştirme çabalarımdan

bahsederken, sevgili arkadaşım yayın kurulunda çalıştığı Yazı-Yorum Dergisi’nden ve kitap incelemeleri yapan derin okumacılara ihtiyaç

duyduklarından bahsetti. Durur muyum hemen atladım “Elimden geleni yaparım, geleyim dergiye,” sözleri ağzımdan döküldü. Genel Yayın

Yönetmeni Zeynep Eşin’e örnek teşkil etmesi açısından, daha önce bir edebiyat sitesinde yayımlanmış, Margeret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü incelememi göndererek de kabul görüp suç ortağı oldum.

Gerçi Sait Faik, Bukowski, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Tezer Özlü ve Anton Cehov gibi sevdiğim birçok yazarın konu edildiği dosyalar geride kalmış, benim de onlarda içim kalmıştı ama önümüzdeki sayılara bakacaktım

artık. Hem belki Genel Yayın Yönetmenimiz, kalemlerinin hayranı

olduğum, taptığım yazarlar Ursula K. Le Guin ve Herta Müller dosyalarını gündeme alırdı. Kim bilir? Tabii sevgili Zeynep’in C. Lispector ve Beckett dosyalarını yapmayı planladığından, bu dosyalarda sürünerek karanlıkta gölgemi arayacağımdan tamamen habersizdim.

Derginin 22. sayısı (Mart 2020) inceleme yazacağım ilk sayıydı. Dosya konusu ise Dostoyevski idi. Bir başladım pir başladım yani.

(15)

Dostoyevski incelemesi yapmak kim, ben kim. Aldı beni koca bir telaş.

Derin okurum ama Dostoyevski derinliğine inebilir miyim? Rodin’in düşünen adamı gibi düşünmekten taşa döndüm adeta. Sonunda

Dostoyevski’nin bir aşk romanını incelemenin nispeten daha bana göre olacağı kararını verdim. Evet, evet. Beyaz Geceler’in incelemesini

yapacaktım. Dil felsefesi, edebiyatın yaratılışı, edebiyat kuramı konusunda ustaların ustası M. Bahtin’den bahsetmeden Dostoyevski incelemesi yazılır mı hiç? Çatı katı-bodrum kronotopları (zaman-mekan anlatısı),

Karnavelesk metinler Bahtin’den öğrenip Dostoyevski metinlerini çözümlediğimiz şaheser tanımlamalar. Sonunda Bahtin’in ışığında

incelememi bitirdim. Tanrım bir edebiyat dergisinde, Yazı-Yorum Dergi’de kadroluydum ve Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ini incelemeye gayret

etmiştim. Sonrası çorap söküğü gibi…

23.sayı Ali Teoman dosya konuluydu. Eşikte romanını inceleyeceğim Teoman’ın. Hayatım boyunca okuduğum en iyi metinlerden biriydi.

Bayıldım romana. Tekniğine. Anlatıcısını anlatan bir başka anlatıcı olmasına! Muazzamdı.

25. sayımız polisiye dosyasıydı. Hakan Günday’ın ödüllü romanı Daha’nın incelemesi ile suç ortağı oldum. Olağanüstü bir roman! Hakan Günday çok usta bir kalem. Sözcükler horon tepiyor satırlarında.

26. sayıda ilk defa tanıştığım yazar ve filozof Clarise Lispector’ı konuk ettik.

Yaşam Suyu’nun derinliğinde boğulmadan yüzmek gerek değil mi ama?

Öyle yaptık sanırım. Frida ile el ele vererek ancak yazabildim incelemeyi.

27. sayı ise yalnızlık temasını satırlarına taşıdı. Japon yazar Kobe Abe’nin,

Kumların Kadını romanının incelemesi bu dosya için biçilmiş kaftandı. Hem de Sisifos metaforuyla! Ardından Erendiz Atasü konuğumuz oldu o yakıcı

satırları içimize dokunarak geçti gitti. Ve Borges sayısı ile karşınızdaydık.

Düşlerin efendisi, imgelerin kralı, sonsuzluğa tutkulu Borges’in Kum Kitabı öyküsünün incelemesi düşler dünyasında yürümeme neden oldu.

Edebiyatta Kötülük dosya konusunda hep yaptığım gibi başıma çorap örmekle meşguldüm. C. Baudelaire’in, Kötülük Çiçekleri ile okuduğum muazzam şiirler. Bu incelemenin hiç de kolay olmadığını söylemeliyim.

Yerle yeksan oldum ama o şiirlerle de bir Albatros gibi uzunca bir süre uçtum.

Öykülerinin hayranı olduğum yazar Behçet Çelik, dosya konuğumuzdu yeni sayımızda. Yolun Gölgesi, tüm yerinden yurdundan olanların yani

göçenlerin kitabıydı. Severek incelediğim bir metindi. Ardından Beckett dosyasına sıra geldi. “Tanrım! Okunsa anlaşılır mı? Anlaşılsa incelemesi yazılabilir mi?” Gerçekten karanlıkta gölgemi aradım bu incelemede.

Seslerin, sözcüklerin ışığında!

Güzellik teması olmadan olmazdı değil mi? O. Wilde’ın, Dorian Gray’in

Portresi tabii ki bu dosyada incelediğim kitap oldu. Freud’un id, ego, süper ego kuramıyla detaylandırarak. Okuyucunun kendine dümeni kırmasını

sağlayan metin, uçurumun kenarında yürütüyordu bizleri.

34. sayımız büyük usta, ustaların ustası Yaşar Kemal dosya konuluydu.

Kadın karakterlerini satırlarıma taşıdım büyük ustanın. Sarı Sıcak’tan yola çıkıp metinlerin kadın karakterlerin hepsinin birer Kybele olduklarını

yazdım. Direnişçi. Dayanışmacı. Akıllı!

(16)

Edebiyatta Köy konusunda Ferit Edgü’nün o şahane şiirsel dille kaleme

aldığı Hakkari’de Bir Mevsim kitabının incelemesi sıradaydı. Yazarla birlikte yine yolumuz Borges’e düştü. Mavi bir enginliğe de.

Ve dilinin vurgunu olduğum Haydar Karataş sayısı. Öyle güzel bir kitabı

inceledim ki anlatamam. Ejma’nın Rüyası. Babil Tımarhanesi’nden Kaçan Üç Devrimci bölümü beni benden aldı. Müthiş bir kalem! Aynı kitabı bir daha bir daha okuyup durmak istiyor insan.

Varoluşu başka türlü anlatan Milan Kundera sayısı. Yavaşlık olağanüstü bir kitaptı. Epikür’den başlayan yolculuğumuz, dansla bitti.

İlk romanlar sayımızda sevgili dostum Nilüfer Benal’ın Unutulan romanını inceledim. Pişmanlıklarını yırtılan ruhlarına saran kadınların romanıydı.

Kadınlar bakışlarıyla konuşuyorlardı satırlarda. Hepsi de birer susma ustası.

Irkçılık temasında kalemini çok sevdiğim Boris Vian’ın, Mezarlarınıza

Tüküreceğim adlı absürt romanını incelemek hem acıttı hem de sağalttı.

Pek bilinmez ama ırkçılık konusunda yazılmış en iyi romanlardan birisidir.

Sansürlüdür.

Distopya sayısında ise KazuoIshiguro’ nun Beni Asla Bırakma kitabı beni incele diye bana ısrar etti inanın buna. Tabii aslında bir üstopya idi. Hatta Foucault’nun heterotopya kuramına kadar uzanıyordu.

Veee zihnine taptığım, kalemine âşık olduğum yazar Ursula K. Le Guin

sayısını yapabileceğimizi söylemez mi sevgili Zeynep. İnanın mutluluktan ağladım. Karanlığın Sol Eli incelemesini yapmak hayallerimi süslüyordu

uzun zamandır. Elimden geleni yaptım Kış Gezegeni için. Cinsiyetsizlik için.

Aydınlık ve karanlık için. Le Guin’in zihnine girebilmek için bir solucana dönmeye razıydım çünkü. Mümkün olduğunca küçüldüm ve imgeleminde dolaştım. Tabii onun zihnine ulaşmak külliyatını anlamak kolay değil.

Etrafından dolaşsak bile avuçlarımızı doldururuz. Olduğu kadar artık…

Cinsiyetçilik dosya konusunda yine bir ilk romanı, sevgili dostum Esen Armağan Özakbaş’ın Mimoza kitabını inceledim. Ritsos dal hastanesine

şiirsel bir yolcukla kadına yönelik eko-psikolojik şiddeti satırlarına taşımış dostum. Kendisi olamamaktan korkan kadınların kendilerini bulma

serüvenini okudum. Kukla olmadan, özgürce…

Masal sayımız benim için de masal gibiydi. Toni Morrison’ın ırkçılık temelinde kaleme aldığı Katran Bebek karakterleri, Andersen

masallarından fırlamıştı. Çok sıra dışı bir inceleme oldu. Süreçte bir çok masal okudum. Çocukluğuma, çocuklarımın çocukluğuna gark oldum.

Tomris Uyar sayısı ise zaten kalemini sevdiğim bir yazarı incelerken, savaş karşıtı olduğunu öğrenip bunu yazdıklarıyla pekiştirmeme neden oldu.

Muhteşem değil mi?

Sanıyorum sevgili Zeynep’in benim için yeni bir sürprizi var. HertaMüller gibi…

Bakalım daha nelere gebeyiz. Her doğum sancılı! Fakat doğumdan sonraki haz muazzam…

Teşekkürler Yazı-Yorum Dergi. Bana bu güzel duyguları hediye ettiğin için.

(17)

Umut Kaygısız Yengeççilik

Yazı-Yorum Dergisi’nde yazmaya başlamam bir adet yengeç sayesinde

oldu desem, herhalde “Yok canım, atıyor,” dersiniz. En azından ben olsam öyle derdim. Ama gerçek bu. Öyle yazdım olmadı, böyle yazdım olmadı.

Bana güzel görünen öykülerimdeki eksikliği bir türlü fark edemedim ki;

doğrusunu yazayım. Doğrusu her ay Yazı-Yorum’a seçilen öyküleri iç çeke çeke okurken, cevabın yakınlarda ve bu kadar basit olduğunu hiç aklımdan geçirmemiştim. Bana dergide yazma macerasının kapılarını açan o öykümü yazdığım günü sanırım hiçbir zaman unutmayacağım.

Kendinden çok uzaktaki bir dünyanın bilinmezleriyle bile başa

çıkabilecek bir kadın o. Nasıl mı anladım? Hayır, onu tanıyanların

kavrayabileceği detaylar haricinde duran, benim gibi onu yalnızca bir defa gören ve ona dair her şeye bir kerecik temas edebilmiş olanların keşfedebileceği türden bir şey bu aslında. Tekrar nasıl diye sorarsanız belki size anlatırım. Ama şimdi hiçbir şey sormayın. Çünkü dinlenme

vakti. Şu an sadece kahvemin üstünde tüten dumanın bıyıklarımı usulca okşamasıyla yetiniyorum. Elime kâğıdı kalemi almanın tam sırası.

Karşımda renginin farkında olmayan koca yürekli deniz. Onunla aramda samimiyetsiz bir rüzgâr ve rüzgârdan kaçıp kurtulmayı başarabilmiş bir kadın var. İşte yine gördüm onu. Arkadaşıyla gelmiş. Demek ki

kaderimde, ona dair her şeyi bir değil, en az iki defa hissetmek varmış.

Onu kaleme almak zor olacak belki ama birisinin çıkıp muhakkak bu

kadını anlatması lazım. Neden mi? Yine dayanamadım işte. Sizden önce ben sordum bu soruyu kendime.

Onu ilk gördüğüm günü anımsatıyor gülüşü. Sesi ise uzakta, cılız. O günde öyleydi.

(18)

Ezberimde kalmasının en büyük nedeni, sanırım şu an cevabıyla birlikte geliyor. “Dünyayı yengeççilik kurtaracak.” dedi arkadaşına. Samimiyetsiz olduğu fikrine kapıldığım rüzgâr yalancı çıkarttı beni. Hemen yardımcı oldu, kurduğu cümleyi bir çırpıda bana getirdi. Demek ki rüzgâr da sadık bir dostmuş, tıpkı karşımda duran deniz gibi. Kadının elinde büyük bir yengeç, onunla poz veriyor. Gülümsemekten yana yine cömert ve

yuvarlak gözlerindeki ışıltı çenesine kadar inmiş. Yengece bakıp, “Afiyet olsun. Çok zevkli seçim.” diyesi geliyor insanın. Ama kadın benden daha akıllı. Kimse ona bir şey sormadan cevap veriyor: “Ben bu kadar şirin bir şeyi asla yiyemem.”

Onu dinlerken seyretmeyi, seyrederken de dinlemeyi ihmal

ediyorum. Çünkü ikisini aynı anda yapamayacağım kadar dikkat çekici birisi o. Hayır, güzel demeyeceğim. Güzel olmadığından da değil. Dünya güzeli esasında. Ama benim kalemime düşmesine neden olan estetik

kapasitesi bu kadar sıradan olamaz. Yani etrafta bir sürü güzel kadın var ama hiçbirisi için öykü yazasım gelmiyor. Durup düşünüyor, sonra

kelimeleri tartıyorum bir bir. Kadın da bu esnada arkadaşıyla birlikte

karşımdaki masalardan birine oturuyor. Onu seyrettiğimden bihaber tabii ki. Aklımı kuşatıyor yazacağım ilk cümlenin endişesi. Neyse ki garson

çocuk yetişiveriyor hemen imdadıma. Üst üste ikinci kahvemi söyleyecek kadar cesaretliyim bugün. “Şekersiz Türk kahvesi.” Çocuk gidiyor, ben de kadını seyrediyorum. Kocaman bir yengeci severek poz veren ve

gülümsemenin alfabesini bana yeniden öğreten kadını ve ilk cümlem

kendiliğinden çıkıyor o an dışarı. Bir çırpıda yazıyorum: “Mesela bir deniz düşün ama illa ki kıyısı olacak deme. Yakınlaştırma gözlerini toprağa,

sahile. Okyanus hayal edip de uzaklaşma da benden, ortada buluşalım. Bir kez rüyada, bir kez de gözlerinde.”

Yazdıktan sonra geriye çekilip tekrar okumak âdetimdir. Öyle yapıyorum ve devamı için düğmeye basıyorum satırları içime

düşürdükten sonra. Ama tam yazacakken garson çocuk bitiyor tepemde.

Kahveyi bırakırken yarı ciddi. Gülümsüyor ve bir de not kâğıdı koyuyor önüme. “Şey. Size gönderdiler efendim.” Kahveden ziyade kâğıda ilgi

gösteriyorum tabii. Çocuk sırıtarak uzaklaşıyor, ben kâğıdı açıyorum.

“Beni yazıyorsanız, en doğru şekilde anlatmanızı diliyorum.”

Şaşırmak nafile. En başta söylediğim gibi, kendinden çok uzaktaki bir dünyanın bilinmezleriyle bile başa çıkabilecek bir kadın o. Nasıl

anlamasın? Nasıl çözmesin beni? İkiye katlanıyor hislerim ve önce not kâğıdının arkasına cevap yazıyorum: “Dünyayı yengeççilik kurtaracak.

Evet, katılıyorum size. Merak etmeyin, yaşayan her canlının kalbini

hissedebilen bir kadını anlatıyorum öykümde.” ve el işaretimle yanıma gelen garson çocuğa uzatıyorum kâğıdı. Önce ufak bir bahşiş veriyorum nazlanmasın diye. Sonra “Al bunu. Aynı masaya cevap olarak ver.”

diyorum. Kafasını sallıyor çocuk. Bir görseniz içim nasıl da huzurla dolu.

Kafamı eğip başladığım satırların devamını getiriyorum.

Sonra kaç dakika geçiyor kim bilir? Kafamı kaldırıp karşı masamı kontrol ediyorum. Konuşmaya devam ediyor kadınlar. Çocuk yok ortalarda.

Arkamı dönüp çocuğu arıyorum, tam orada duruyor. Beni görünce az evvel aldığı bahşiş geliyor sanırım aklına, derhal yanımda bitiyor.

“Buyurun efendim. Bir arzunuz mu vardı?” Gayet ciddiyim. Ciddi ve biraz telaşlı. “Ne oldu? Vermedin ya kâğıdı?” diye soruyorum. Çocuk emin

kendinden. “Verdim efendim. Vermez miyim hiç?” Arkadaki masalardan birini işaret ediyor gururla.

(19)

Bu sefer şaşkınım. İlk defa gördüğüm, şapkalı bir kadın oturuyor orada.

Göz göze geliyoruz, başıyla selam verip gülümsüyor kadın. Apar topar yengeç söylemiş olacak kendine. Nasıl çabucak geldiyse yengeç

masasına... Afiyetle yediği yengeci işaret edip, bütün dişlerini gösteriyor.

Arkamda oturan bir kadın için öykü yazdığımı nasıl düşünmüş garson, çok merak ediyorum doğrusu. Ama öğrenmek istemiyorum. Çocuğu gönderip önüme dönüyorum ve başladığım işi bitirmenin huzuru için tekrar saldırıyorum kalemle kâğıda. Yazıyorum. Bir solukta en az üç

paragraf.Evet, işte bu oldu. Kötü bir finalle bitirmeye mecbur bıraktı bu şapkalı kadın beni. Oysa pekâlâ daha güzel şeylerden bahsedebilir ve

sonunu platonik bir aşığın umuduyla bağlayabilirdim. Ama olmadı.

Kâğıdı katlıyorum ve yerimden kalkıp öykümün gerçek ilham perisine gidiyorum. “Af edersiniz” Sesim boğuk, biraz titriyor. Her iki kadın da anlam arıyor bakışlarımda. “Lütfen yanlış anlamayın. Ama bu paragrafların yazılma sebebi olduğunuz için, onları size vermeye

mecburum.” diyorum. Sonra bir şey anlamadıklarını söylüyorlar tabii. Ve kadının hayretle taşan gözleri bu kez gülmüyor. Çekip gitmem için çok fazla sebep var. Arka masadaki kadına işaret ediyorum doğru adrese

öykümü teslim ettiğimi. İlham perisinin kim olduğunu iyice anlasın, boşuna kuruntu yapmasın diye. Anlıyor. Üzülüyor mu bilmem ama

sanırım sinir oluyor bana. Büyük bir hırsla yengece saldırıyor. Kafamı çevirmem ve gerçek ilham perimi arkamda bırakmam ise sevimsiz bir detay olarak kalıyor hikâyemde. Kim bilir hakkımda ne düşünecek? Bir deli? Yoksa kendi halinde bohem bir yazar müsveddesi mi? Takılı

kalmıyor, mecburen ağır aksak adımlarımla ilerliyorum. Az sonra bu

öyküyü tamamlayıp dergiye yollayacağım için içimde garip bir heyecan yok değil ve oradan uzaklaşıp giderken zihnimde bir cümle, kalbimdeyse tek bir gerçek kalıyor: “Dünyayı yengeççilik kurtaracak, evet ve bir de,

daha güzel yaşamak için öldürmeyi değil, sevmeyi deneyenler.”

(20)

Nuray Narbay

Yazı- Yorum ile Sanat

Yazı- Yorum Dergi ile tanışmam 2021’in Mayıs ayına denk gelir. Ortak yazı platformlarından tanıdığım sevgili Handan Kılıç’ın mesajı bir gün

telefonuma düştü. Yazdığı derginin sanat üzerine yazacak yeni yazarlara alan açtığını, benim adımı verdiğini, web sitemi linklediğini yazıyordu.

Handan’ın orada yazdığını biliyor, dergiyi de bir süredir takip ediyordum.

Hatta üç beş ay önce bir denemem dergide yayınlanmıştı. Derginin içeriği, soyunduğu konulardaki cesur kalemleri, incelemelerin,

denemelerin hem duygusal, hem zihinsel başarısı, yayınlanan öykülerin hayata dokunan yanları aklımda kalmıştı.

Aynı gün Yazı- Yorum Derginin kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni sevgili Zeynep Eşin’den gelen telefon, samimi bir yakınlıkla beni

Yazı-Yorum takımına davet edişi, sanki daha dün gibi. Kendisinin de yazı dışında resim sanatı ile meşgul olduğunu duymak ayrıca güzeldi.

Ardından sevgili İlknur Demir’le telefonda tanıştık. Kendisi hâlâ dergiyle ilgili her sorumda ilk koştuğum kaynaktır.

(21)

Üniversite eğitimimi sanat üzerine almamın, sanatı meselesi edinmiş zihinlerden olmama katkısı büyüktür. Resim sanatı her ne kadar

merkezimde olsa bile, uzun yıllardır devam eden yazı çalışmalarım

aslında bu sürecin şahitliğini yapmıştı. Artık hem resim, hem yazı kol kola girmiş bu yolu adımlıyordu.

Sanatla insan arasına girmiş her ne varsa onu bulup yazmak, insanı

sanata biraz daha yaklaştırmak, sanatın ne olduğu ne olmadığı ile ilgili daha sade, daha anlaşılır, daha yakın bir dille yazılarımı kaleme almak derdinde olduğum o süreçte Yazı-Yorum Dergisi’nde kendimi hem

internet sitesi hem de aylık dergi için yazarken buldum.

Derginin son bir yıllık serüveninde Milan Kundera dosyasıyla başlayan, Ursula L. Guin, Haruki Murakami ile devam eden, Ütopya, Cinsiyetçilik, Irkçılık ve daha birbirinden farklı onlarca sorgulamanın olduğu sayılarda sanatı yazmak ve bunun için özgür bir alan açılmasının ne kadar kıymetli olduğunu söylemek isterim.

Büyük bir özveri ve kararlılıkla kurulmuş, içindeki her bir kalemin

yılmadan yazdığı, anlattığı, okuduğu, gözünün, ruhunun, elinin emeğini akıttığı Yazı-Yorum takımının parçası olmak, tarihteki Don Kişotlara, Van Goghlara, Dostoyevskilere, Berninilere, Tezer Özlülere, en kadim

öğretilere, adına hayat denen bu duraktan büyük bir selam çakmak gibi.

Birileri hala insan olma yolunun yaratıcılıktan, iyilikten, idealardan, edebiyattan, sanattan geçtiğini unutmadı. Hatırlatmaya devam…

(22)

Selva Ezgi Yücel

AÇIK BİR PENCERE

Yazmak benim dışarıya açılan pencerem. O pencereyi uzun zaman kapalı tuttuğum da oluyor, azıcık açıp kendimi göstermeden dışarıyı izlediğim de.

Yıllardır yazıyordum ama nedense yazdıklarımın sadece kendim için olduğunu düşünüyordum. Yazı yazarın kabuğunu kırıp çekirdeğine ulaştığımız yerdir çünkü, kendimi fütursuzca ortalığa saçma fikri

korkutuyordu. Yazının yazarın bir uzantısı olmadığı gibi, yazardan büsbütün bağımsız da olamayacağını düşündüğüm için kalemimin suskunlaşacağına inanıyordum.

Kimler okuyacak?

Ne düşünecekler?

Ya anlamazlarsa?

O kadını ben sanacaklar kesin!

Hayattaki çoğu kaygılarımız dışardan nasıl göründüğümüz üzerine. İçsel

sansürlerimiz, ‘mahalle baskısı,’ yanlış anlaşılma ya da anlaşılamama korkusu kendimizi ifade biçimlerimizi bile bastırıyor.

Dergiyi uzun zamandır takip ediyordum hatta yayınlandığı zaman ilk indirenlerden biriyim diyebilirim. Sosyal medyada okurlardan gelen

yazıların değerlendirileceğini gördüğüm paylaşımın üstüne kendimi tanıtıp,

“Kırılma” isimli öykümü gönderdim. Birkaç gün içinde dönüş yapıp

öykümün başka bir yerde yayınlanmadıysa yeni sayıda çıkacağını söylediler.

Sanki başkasınınmış gibi öyküyü defalarca okudum, nasıl görünüyor diye…

Sonrasında başka öykülerim de yayınlandı. Her seferinde heyecanla okuyanların yorumlarını bekledim.

2022 yılının başından beri de derginin yazar ekibindeyim. Sevgili genel yayın yönetmenimiz Zeynep Hanım, tatlı editörümüz İlknur Hanım ve birbirimizden habersiz bir şekilde aynı anda aynı şeyleri yapmak gibi doğaüstü yeteneklerimiz olan yazar arkadaşlarımızla yolumuza devam ediyoruz.

Bizler buradayız, kalemimiz oldukça yazacağız.

(23)

Zeynep Eşin

Fikirden Gerçeğe...

İnsanlar genellikle evrendeki en güçlü kuvvetin ne olduğunu merak

ederler. Tüm eylemlerimize rehberlik eden başka bir dünya gücü mü? Aşk mı? Benim gibilere sorsanız hiç şüphesiz edebiyat derlerdi.

“Neden Edebiyat?” Edebiyatın bir eğlence olarak görülmeyi bırakılması ve gerçekte olduğu gibi görülmeye başlaması mutlak bir gereklilikti benim gözümde. Öncelikle edebiyatın insan varlığının birleştirici faktörlerinden biri olduğunu ve meslekleri, yaşam planları, konumları veya kişisel

durumları ne olursa olsun insanları bir araya getirebileceğine inanıyorum.

Bu kent ne zaman yaşlandı böyle?

Ölüm kokuyor ağzı, dili ve her yanı Kaşarlanmış bir orospu gibi, Durmadan çarpıyor bir delikanlıya

Bulvar meyhanelerinde korkak şairler, Yeteneksiz bir sürü yazar, çizer takımı Koltuklayıp duruyorlar birbirlerini Ölüm kol gezerken varoşlarda Ahmet Telli

(24)

Bir insanın yaşam boyu deneyiminin boyutunda zaman, coğrafya ve bakış açısı gibi birçok sınırlama vardır. Edebiyat, bu tür engelleri aşmanın bir yöntemi olarak hizmet etmez mi? Edebiyatın bu kadar işlevi varken o zaman neden aşk olmasın ki? Daha çok ilgilenmeli hatta mutfağına el atmalıydım. Bir edebiyat dergisi olmalıydı, onu da ben hazırlamalıydım.

Edebiyat dergileri yeni yazarlara “alan” sağlamaktan fazlasını yapmalıydı ama. Yazarların; neden yazdıklarını dile getirdikleri, katkıda bulunanların kültürü ilerleteceğini düşündükleri, belirli estetik veya politik inançları geliştirdikleri yerler olmalıydı. “Bu benim arkadaşım, şu yayın evinin

yazarı ya da benim sıram beni yayınlayın” olmamalıydı. Daha çok “Beni yayınlayın çünkü söyleyecek sözlerim var, duyulmuyor.” diyenlere yer verilmeliydi. Her toplumun bireylerinin; hikâyelerinin, fikirlerinin ve

deneyimlerinin bir derlemesi olmalıydı ilk başta. Çeşitlilik ve sosyal adalet konuları arasında anlamlı etkileşimi ve sohbeti besleyerek; insanların

özgürce ve amaçlı yazmasına olanak tanıyan bir alan olmalıydı.

Edebiyat; insan deneyimlerinin tüm yelpazesini inceleyen,

marjinalleştirilmiş bakış açılarını güçlendiren, geleceğimize doğru

ilerlerken daha şefkatli ve eşitlikçi bir topluma sahip olmanın ne anlama geldiğini keşfeden, çeşitli seslere ve bakış açılarına değer verir. Gel gör ki maalesef günümüzde; tüm köşe başları tutulmuş, taraflı bir toplum haline geldik. Dergiyi kurmaya karar verdiğimde, elbette ben de kafamda deli

sorular ile başladım, bir edebiyat dergisi hazırlamak çok da akıl karı

değildi. “Neden bir edebiyat dergisi çıkarasın ki? Zengin olmayacaksın,

ünlü olmayacaksın; öğrenci değilsin ya da yazmak için inzivaya çekilmeye vaktin yok, günlük işlerine devam etmen gerekecek. Ben ve ‘şanslı’

arkadaşlarımın zamanlarını ve enerjilerini; sayfa düzenlemelerine, Web sitesi kodlamalarına, dijital bakım ve hatta halka açık okumalara

harcaması gerekecek. Büyük bağışçılar veya hibeler olmayacak. Böylelikle;

önce iki sonra üç sayı yayınlayabileceksin. Kendi denemelerine,

kurgularına veya şiirlerine ayırabileceğin zamanı kaybedeceksin. Dergin bir kez var olduğunda, zaten dergilerle dolu bir dünyada yol

alamayacaksın belki de… Neden böyle bir şey yapasın?”

Bir dergi, “topluluk” oluşturmaya bağlıdır ve bu topluluğun; estetik,

ideolojik, etnik, coğrafi hatta kuşaksal bir varoluş nedeni olması gerekir.

Yeni bir derginin var olması için bir nedene ihtiyacı vardı insanın; daha önceki dergilerin dolduramadığı bir boşluk, yeni bir zevk biçimi, yeni bir yazı türü, yeni veya kronikleşmemiş bir toplumsal hareketle ittifak,

geleceği kendileri için bekleyen yazarlarla bir takımyıldızı…

(25)

Belirlenmiş hedefleriniz veya net bir estetiğiniz varsa arkadaşınız olmayan yazarları, okuyucuları çekmek için bir nedeniniz vardır. Dijital ortam

sayesinde artık nerede yaşadığınızın önemi yoktur. Bir kültür merkezinde yaşamanın dezavantajı azalsa da ortadan kalkmaz. Arkadaşlarınızın

eserlerini yayınlayıp, az bilinen yazarlardan katkı isteyebilirsiniz fakat küçük bir dergiyseniz; tanınmış, bilindik yazarlardan katkı sağlamlarını istediğinizde ret cevabı alırsınız. Bu sizi başarısızlığa mı götürür? Hayır.

Küçük dergilerin neden daha önemli olduğu ve daha iyi çalıştığı bu

noktada kendini gösterir. İnsanlara daha yabancı ve daha yeni ufuklar açar, görülmeyeni gösterir.

Yazı-yorum Dergi’si "fikirden gerçeğe geçerken, bir dünya görüşüyle

kalıpların dışında düşünerek ve insanların gücünü sıralayarak" başarısını sürdürüyor.

Tek başımıza yapamazdık!

Çevrimiçi sayılarımızı beğendiyseniz ve farklı sesleri teşvik etme

amacımıza inanıyorsanız, bizleri desteklemeye devam edin. Böylece Yazı-Yorum Dergi’de bu tür ayırt edici çalışmaları yayınlamaya devam edebilir.

Desteğiniz için teşekkürler!

Dipnot: Metni didaktik bir dille yazıp, duygularımdan yoksun bıraktığım için; tüm okur ve yazarlardan özür diliyor, bahar çarpmasına sığınıyorum.

(26)

www.yazi-yorum.net

Referanslar

Benzer Belgeler

Bu nedenle kısmi zamanlı çalışmam veya stajım boyunca genel sağlık sigortası kapsamında olmayı kabul etmiyorum.. Durumuma ilişkin SGK’dan alınan resmi belge

Otizmli bireyler anlık düşündükleri için ve istedikleri şeyleri elde etmek için anlamsız bağırmalar,ağlamalar,öfke nöbetleri vb durumlarda olabilirler.Bu gibi

MATEMATİKT.

Yerel Mahkemece; çeki takibe koyan bankanın lehtar veya ciranta olarak çeki elinde bulundurmadığı, dolayısı ile çekin hamili olmadığı, alacaklı bankanın sadece

Bal i Işın, Affan Galip Kırımlı, Atıf Ceylân Bedi Sargın, Reha Ortaçlı, Muzaffer Seven, Ve- dat Erer, Ekrem Yene!, Cevdet Beşe, Fethi Tulgar, Feyyaz Baysal, Münir Arısan,

Sabah sporunda Fatih 2 saat koşarken, Emre 2 saat yürüyor. 2- Buna göre Fatih, Emre’den kaç kalori fazla yakmıştır?.. A) 234 B) 244

Kimi zaman yeni gebni§ gibiyim. Ceviz agagla- nmn kokusu bumumdan gitmiyor. Sabahlari anne- min yaz bahgelerinde beni uyandirmak igin adeta gu- negle bogu§tugunu duyar gibi

E:2005/228, K:2006/255 sayılı kararıyla hakkında gaiplik kararı verilen …'nun bu karar ile ölümünün ispatlandığının görüldüğü, gaiplik kararı son haber alma