; U S T A D L A R NE D İY O R L A R : XXIII - >' -¿ M i •r;.
F U A T
K Ö S E R A İ F
y ‘-i.-’?#' ■.-.'.>V: \V . . i; İ L E G Ö R Ü Ş T Ü M YAZAN : I S M A Y I L H A K K I B A L T A C I O Ğ L U■ i
U memleketin Türkçülük ta rihini inceliyecek olanlar yarım yüzyıllık bir zaman içinde hep aynı yönde ve doğru lukta yalnız özlemle, istekle değil, inanla ve ülkü zoruyla çalışmış olan ağırbaşlı, sakin, tok sözlü, düşündüğü g-ibi söyler ve söyledi ği gibi işler bir insanı bulacaklar -v e üzerinde uzun uzun düşüneceklerdir: Bu kimse Fuat Köseraif’tir. Onun adını çok eskiden beri tanırım. Fakat şahsını Yeni Adam’ı çıkardıktan sonra tanıdım. Bu ta nıma benim için büyük bir güven ve tat kaynağı oldu. Köseraif yal nız kafasında ilminin yükünü ta şıyan insan değil bir de vicdanın da bu ilmin onurunu taşıyan kim sedir.
Talih bizi aynı çatı altında bir yıldan beri birleştirmiş bulunuyor. Bu birleşme bana saygı değer dil bilginimizin insanlarda çok seyrek raslanan garip bir hassasını bul durdu :
Yalnız dilden ve dilcilikten ko nuşmak bunun dışında gelişi gü zel, faydasız, boş hiçbir şeyden söz açmamak ! Ne tahaf değil mi ? Fu
at Köseraif Allah tarafından yal nız Türkçeyi özleştirmek dâvasını gütmek için yaratılmış bir insana benzer. Onun bu ulu yaşama ta assubu insanı derin bir saygı ile bağlıyor. Üstadın yanına, onu gör- miye gitmek isteğini duyduğum zaman önce ciddî bir sebep ararım. Onu bulduktan sonra kendisini görmiye cesaret duyarım.
Yeni Adam için görüşmek iste diğimi kendisine açtığım zaman hiç bocalamadan :
— Peki başüstüne, demişti. Bugün 1.12.1943. Sorularımı sor- mıya başladım.
Sizinle birlikte benim de ilk
v’rfe'
6
=-Y./.
merakım çocukluk ve gençlik ha yatı idi. Nasıl yetişti ? İlk önce onu öğrenmek istedim. Fuat K ö seraif anlatıyor :
— Babam Mehmet Raif Paşa, lağabı Köse. Anam Servet Hanım. Soyadım olan Köseraif’ten önce Raif Mehmet Fuat denilirdim ; İs tanbul 1872 Mayıs doğumluyum.
Çocukluğum Adalar’ da ve Be- rut’ta Mutasarrıflıkla bulunan ba bamla geçti. Ömrümün o çağında hayal meyal hatırladığım önemli ce olaya, kaliba Rados adası sah ne oldu ; sürgün bulunan ve fakat babamla dostça görüşen (* ) Ebuz- ziya’ dan bana hocalık etmesini is teyişi. Aşağı yukarı dört yaşında, hastalıklı ve sıska denilecek kadar cılız bir çocuktum. Belli etmediğim halde hocamdan fena halde kor kuyordum. Ve gizlice ağlıyordum. O sırada aldığım derslerden asığ- lanamadım. Çocukları çok küçük yaşta okutmak fayda vermez, za rar getirir kanaatindeyim. Berut’ ta kulaktan alıp bülbül gibi konuş tuğum Arap’çayı da İstanbul’ a dön dükten sonra hepten unutuverdim. Arkası bırakılan unuta uğrar ; ça resiz.
Galatasaray Sultaniyesinde iken günün birinde bir arkadaşa Viya- na’da öğrenimde bulunan bir genç ten fotoğraf ile mektup geldi. Gön derenin adı sanırım Etem Bey idi. Büyükler arasında fotoğrafla mek tup merak ile elden ele dolaştı ve , fısıltılardan gıpte edildiğini sezin ledim. Doğrusu buna imrendim. Avrupa’ya gitmeyi arzuladım ve bunu babama açtım ; gülümsiye- rek onayladı. Mühendislik tahsili için Londra’ya gönderilecektim. O- rada o sıralarda salgın bir
hasta-( * ) Sonra matbaa sahibi, müellif ola rak şöhret alan Ebbuziya.
’i
1 lık çıktığı söylendi ; yanılmıyor sam kolera idi. Bunu duyan anam \ razı olmadı. Londra’dan vazgeçilip
1886’ da Viyana’ya yollandım. Ön ce Yahudi Singer’in mektebine gir dim. Sonra Büyük Elçimiz Sadul- lah Paşa nın delâletiyle asilzade lere mahsus Theresianum akade misinin jimnaz sınıfına alındım. İki ten fanilasını biribiri üzerine giy- Vi
miş olduğumu ak sakallı babacan doktor görünce şaşarak başını sal ladı ve hemen birisini çıkarttı. Bir iki hafta sonra ötekini de attır dı. Hasta olmıyayım diye hastalık tan kurtulmıyan bana, ana baba evinde neler giydirilemzdi. Bu kurum öğrenicileri hep üniformalı ve kılıçlı idik. Bundan başka jim nastik, dans, buzda kayma (pati naj), eskrim (kılıç çalma), ve bir takım askerî talimler dahi, prog ramın konusunda bulunuyordu.İşte burada hastalıklı olmaktan kurtu lup gelişmiye başladım ; serpildim. Subay olmak hevesi de bende bu rada uyandı. Mısır’a Hidiv olacak Abbas Paşa da Theresianum tale belerinden idi. Boş vakitlerimizde buluştukça düşmanları yenmek için askerleri nasıl ve kaç sıra üzere dizmek lâzım geleceğini düşünür dururduk. Çocukluk. Tarih ders lerinde Avusturyalılarm savaşlarda Prusya’lılara yenildiğini gördüğüm için Berlin’egidipjorada asker olma- yı yeğ gördüm, imtihanımı verdim, ve gönüllü nefer sıfatiyle Hanov- ra Onuncu Seyyar Topçu Von Sc harnhorst alayına alındım. Subay kılıçlı çavuş rütbesinde iken izinli olarak Berlin’de bulunduğum gün lerde, bir kitapçı çamekânında ka bı Almanca ve Türkçe yazılı bir ‘
kitap gözüme ilişti. Gurbette yur du hatırlatan her şey insanı çeker, : duygulandırır ; hele genç
gönülle-• gönülle-• - ; .
■ , , - j İ |‘y 'J < ' , , - ::-' :.-______
■«< M am an /Jlll/IT QnQ n Sl i n rt ...
ri. Hemen dükkâna dalıp o eseri -edindim. “ İki kem iyi tutgan gark için kalur„ gibi biraz zorca sök türdüğüm cümleleri okuyup şaşa kaldım. Türkçe amma acâip bir Türkçe. Meğer sahte derviş lâkin değerli bir Türkolog olan Macar Vambery’nin Çağatay dili chres- tomathie’sini ele geçirmişim. Ç et refil bu dili anlamıya çalıştım ve beynimde bir çakmaktır çaktı. O güne kadar coğrafya deyiminden başka bence birşey olmıyan Tür kistan sözü gözlerim önünde yeni bir âlemi açtı. Türklüğüm derin bir mâna ve özge bir ehemmiyet aldı. Kassel Harbiye ve Yüterborg •topçu endaht mekteplerini bitirip şahadetnâme edindikten ve bir müddet mülâzimlik yaptıktan son ra bu kadar öğrenimi yeter gören babam beni geri çağırdı, istifamı verip Alman ordusundan ayrıldım. Hünkar Harp yaverliği ve Yüzba şılığa terfi ile Beyoğlu’nda Seyyar
Topçu Numune alaylarına mual lim tâyin edildim. Çocukluğum ile gençliğimin ilk çağı burada sona erer.
Köseraif’ i Türkçülüğe ve dili özleştirme hareketine götüren o- laylar nelerdir ? Bunu da çok me rak ediyordum. Anlattı :
— Avrupa’da tahsilim on yıl tadar sürmüştü, Osmanlıcam da ona göre bir hayli zayıflamıştı. Bu sebeple ders almıya lüzum gör düm. İlk öğretmenim adliyeciler den Tevfik Lamih Bey oldu ; son ra doktor Rıza Tevfik Bey. Fel sefe meraklısı, ince şair, edip, bu zat iyi de bir,arkadaş idi. Şen, lâ- tifeci, sporcu, güzeli sever, zevk sahibi ahlâklı bir adam. Yaşça bü yüğüm olmakla beraber farkımız ız olduğundan çok iyi anlaşırdık, bununla beraber nesir olsun şiir ılsun, güzellik örneği diye ileri • sürdüğü parçaları, ben o kadar be-
Şfeneiniyordum. Aramızda taşa başlayınca her Arapça
rarsça kelimenin lügat kitabında karşılığını bulup öz Türkçeye çe- irirdim. Bunu yapınca letafetin üzde yetmişi kaybolur ve yavan- ık sırıtırdı. Nesirlerde fikirce ço- un bağlantı sakat, mantık aksak ; lirlerde hayal acemvari ve saçma; uygu yapmacıklı, ahlı vahlı
ya- rnuna-ve
veler ile dolu. Anlamak zor mu zor. Güzellik başlıca sözün ahen- ginde, tomtıraklı cümlelerin akıp gidişinde. Çok defa kelimelerin an lamı iyice anlaşılmadığından oku yan müphem bir sezi içinde, ken di hayali kuvvetinde ve zevki nis- betinde, olmadık meziyetler bula geldiğine şüphem kalmadı. Edebi yat gerçeğe aldığımız yalancı bir dünya idi ; aldanıyor ve aldatıyor duk. Her dilin öz grameri vardır. Osmanlı Türkçemizin ise biribiri- ne yabancı üç gramerden kurul ması gerekli olduğuna da aklım bir türlü yatmak istemiyordu. Hele bildiğim Türkçe bir kelime yerine bildiğim kâh Arapça kâh Farsça- nın getirilmesi ve anlayışın böyle nafile yere güçleştirilmesi beni fe na halde sıkıyordu ; hattâ sinirlen diriyordu. Öğrenim böylece bile bile güçleştirilmiş oluyordu ; hal buki biz ilerlemek için tam bunun aksine mühtaç idik.. Oldukça unut muş olduğum dilime iyice vukuf peyda etmek üzere çabaladığım bu sıralarda Mister Gib’in Osman- lı şiiri tarihi, “ History of the Otto- man Poetry„adındaki önemli eseri elime g'eçti. Bunu, hocamla birlik te tercüme ettim. Basılmamıştır.
A rtık iyi kötü kalem yürütebile cek kadar yetki elde ettiğime inanç getirince Vambery’nin üzerine gö zümü açmış bulunduğu Türk âle minin dillerini araştırmak, bunları irdelemek istediğinden kendimi a- lamadım. Kutadgu - Bilik’i, Th- omsen’ in tercüme ettiği Orbon Yazıtını Rıza Tevfik ’ le beraber o- kuduk. Necip Asını’la birlikte Hi-
bet-ül-Hakayik’ı (doğrusu Aybet-
ül-Hakayik) Türkçemize çevirdik' Radlof’ un büyük lügat kitabına ilâ veler yapmıya başladık. Niyetimiz bunu elden geldiği kadar ikmal e- dip tercüme idi ; Fakat askeri me muriyetler bizi biribirimizden ayır dığından bunu başarmak nasip ol madı. Bu yolda emek esirgemeyi- şim bir yandan o Türkçelerin na sıl olduğuna merak edişimden ve Öbür yandan kendi dilim için bun lardan faydalanmak mümkün olup olmadığını anlamak isteyişimden ileri geliyordu. Osmanlıca denilen Türkçenin bu halde kalamıyaca- ğına, kalması caiz olmıyacağına derin bir iman getirmiştim. Etra fımda oydaş bir arkadaş arıyor, büyülü bir'kalem sahibi çıkacağı nı ümit ederek bekliyordum. Millî şairimiz Mehmet Emin Bey’in “ Ben bir Türküm,, şiirini duyar duymaz, Gümrük’e gidip kendisini dairede, masası başında buldum ve candan ’ tebrik ettim. Çünkü benim için ye ni çığır açılmış demekti. Memnun kaldı ve dost olduk. ,
Dil Türkçülüğünden ve öz di lcilikten İlmî anlamıyla ne anlı yorsunuz ? Diye sordum. Dedi k i : — Öz dilcilik kendi ana diline köklük ve sevgiyle sadakattir. Y a bancı dillere ayılıp bayılıp onlar dan kelime aktarmıya kalkışma- maktır. Dil Türkçülüğü, on sekiz milyon Türkiye Türkleri dışında, azından olarak kırk beş milyon tasınladığım büyük bir Türk âle mi vardır ki, onunla dilce bağlı lığı kaybetmeyip sıklaştırmak yo lunu tutmaktır. Dilde ’ Türkçülük, onun terakki kabiliyetini kendi içinde araştırıp meydana çıkarmak, onu en medenî diller ölçüsünde ifadede yetkili, kıvrak ; lügatte zengin yapmaktır. . . ; • ' • V ■ '1 ■ - ’ r ■ ■■ ■■ (BİTMEDİ.) '¿m ■•■•i ' İ . •• •-'"• / ' •. ■ ‘. . ■ ' r * v Taha Toros Arşivi