• Sonuç bulunamadı

Modernite ve bencillik

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Modernite ve bencillik"

Copied!
111
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI

SOSYOLOJİ BİLİM DALI

MODERNİTE VE BENCİLLİK

Merve ARDIÇ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Abdullah TOPÇUOĞLU

(2)
(3)
(4)

ÖNSÖZ

Modernite sosyoloji bilimi içerisinde başat bir öneme sahiptir. Modernitenin toplumsal yapıda yarattığı değişim ve dönüşümler sosyolojik açıdan incelenmiş ve tartışılmıştır. Modern hayatın toplumsal bağları zayıflatarak insanları kendi çıkarları doğrultusunda davranmaya ittiği günümüz dünyasında bencillik bu tartışmaların odak noktasını oluşturmuştur. Bu noktadan hareketle, modernite ve bencillik ilişkisinin sosyolojik analizini sunan bir alan araştırması yapılması önemli görülmüştür.

Bu çalışmada öncelikle lisans ve lisansüstü eğitim hayatım boyunca bana yol gösteren değerli danışman hocam Prof. Dr. Abdullah Topçuoğlu’na bütün yoğunluğuna rağmen bana zaman ayırdığı ve hiçbir konuda desteğini esirgemediği için teşekkür ediyorum. Saha araştırması sırasında bana yardımcı olan tüm hocalarıma ve arkadaşlarıma sağladıkları kolaylıklar için ve özellikle bu süreçte hep yanımda olan kuzenim Sümeyra Büyükçelebi’ye teşekkür ederim. Anket analizleri sırasında bana zaman ayırıp yardımcı olan sayın hocam Prof. Dr. Abdullah Koçak’a teşekkür ederim. Son olarak hayatımın her aşamasında benden desteklerini esirgemeyen, bana olan inançlarını kaybetmeyen, sevgi, emek ve sabır gösteren annem Ayşe, babam İlhan, ablalarım Lamia ve Şule’ye, yardımları için Ali Keskin’e, yoğun çalışmalarım sırasında bana ümit verdiği ve destek olduğu için hayat arkadaşım Mevlüt Ardıç’a sonsuz teşekkürler.

Hayatımın her adımında beni destekleyen sevgili annem ve babama…

(5)

ÖZET

Modernitenin odak noktası olan bireycilik felsefesi, akıl ve bireyin önemine vurguda bulunarak kolektif yapıyı zemine itmiş ‘ben’ bilincinin hâkim olduğu bir süreç başlatmıştır. Bu süreç toplumsal bağları zayıflatarak bireylerin birbirleriyle rasyonel ilişkiler kurduğu, ben-merkezci ve kendi çıkarlarını önemseyen bireylerden oluşan bir toplum yapısı oluşturmuştur. Modern kültür ve bencillik ilişkisinin toplumsal etkileri üzerine yapılmış olan bu çalışma teorik ve uygulamalı olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde öncelikli olarak bencillik ve modernite kavramı sosyolojik açıdan incelenmiş ve insan doğasında var olan bencillik duygusunun modern toplumda meşrulaştırılması konusu tartışılmıştır.

Çalışmanın ikinci bölümü, bencillik değerlerinin Türkiye toplumundaki görünümlerinin ölçülmesi üzerine yapılan alan araştırmasından oluşmaktadır. Konya’da bulunan Selçuk, Necmettin Erbakan, KTO Karatay üniversitelerinde okuyan 697 lisans öğrencisine bencillik ve özgecilik ile ilgili olumlu ve olumsuz yargılara ne derece katıldıkları sorulmuştur. Öğrencilerden elde edilen veriler istatistiki testler kullanılarak yorumlanmıştır. Ölçeği oluşturan ifadelerin genel ortalamaları, varyans tespitleri yapılmış ve faktör analizi yapılarak anlamlı olan varyansın kaç değişik alana indirgenebileceği belirlenmiştir. Bu ifadelerin ‘özgecilik’, ‘bencillik’, ‘bireyci kültür değeri’ ve ‘rekabet ilkesi’ olmak üzere dört farklı davranış ya da değerleri ölçtüğü ortaya çıkmıştır. Faktörlerin bağımsız değişkenlerle ilişkisini belirlemek için t-testi ve tek yönlü varyans analizi uygulanmıştır. Araştırma bulguları Türkiye toplumunun geleneksel değerlerle modern değerler arasında geçiş aşamasında olduğu ve toplulukçu değerlerin yanı sıra bencillik değerlerini de içselleştirdiğini ortaya koymuştur.

(6)

SUMMARY

The philosophy of individualism, which is the focal point of modernity, emphasizing the importance of reason and individual, has pushed the collective structure to the ground and started a process in which ‘I’ consciousness is dominant. This process has formed a social structure in which the individuals has rational relations with each other with the weakened social ties, and centered and self-interested individuals take place. This study, which is conducted on the social effects of the relationship between modern culture and egoism, consists of two parts, they are theoretical and practical. In the first part of the study, firstly, the concept of egoism and modernity is examined from a sociological point of view and the legitimation of the sense of egoism, which is in human nature, in modern society is discussed.

The second part of the study consists of the conducted field research, which measures the outlooks of egoism in Turkish society. 697 undergraduate students studying at Selçuk, Necmettin Erbakan and KTO Karatay universities in Konya were asked to what extent they participated in positive and negative judgments about egoism and altruism. The data obtained from the students were interpreted by using the statistical tests. General averages of the expressions constituting the scale and variance determinations were made and factor analysis was carried out to determine in how many different fields the meaningful variances can be reduced. It was revealed that these expressions measure four different behaviors or values as ‘altruism’, ‘egoism’, ‘individualistic cultural value ’and ‘competition principle’. The t-test and one-way analysis of variance were used to determine the relationship between the factors and independent variables. The research findings revealed that the society in Turkey is in transition between traditional values and modern values with collectivist values as well as internalizing the values of egoism.

(7)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI ... II ÖNSÖZ ... III

ÖZET ... IV

SUMMARY ... V

TABLOLAR LİSTESİ ... VIII

GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM ... 3

MODERN BİREY VE BENCİLLİK İLİŞKİSİNİN SOSYOLOJİK ANALİZİ ... 3

1.1. Bencillik Kavramı ve Tanımı ... 3

1.1.1. Psikolojik bencillik ... 6

1.1.2. Ahlaki bencillik ... 7

1.1.3. Rasyonel bencillik ... 11

1.2. Modernite Kavramı ve Tanımı ... 12

1.3. Moderniteyi Oluşturan Temel Unsurlar ... 16

1.3.1. Rönesans ... 17

1.3.2. Reform ... 21

1.3.3. Aydınlanma ... 24

1.3.4. Sanayi devrimi ... 27

1.3.5. Fransız devrimi ... 30

1.4. Modern Bireyi Oluşturan Temel Unsurlar ... 32

1.4.1. Bireycilik ... 34 1.4.2. Özgürlük ve özerklik ... 36 1.4.3. Akılcılık ... 39 1.4.4. Kapitalizm ... 41 İKİNCİ BÖLÜM ... 45 METODOLOJİ ... 45

2.1. Araştırmanın Amacı ve Önemi ... 45

2.2. Araştırmanın Evreni ve Örneklem ... 46

2.3. Araştırmada Kullanılan Ölçek ve Özellikleri ... 47

(8)

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ... 49

ARAŞTIRMA BULGULARININ ANALİZİ ... 49

3.1. Demografik Özellikler ... 49

3.2. Altruizm ile İlgili İfadelerin Frekans Analizleri ... 54

3.3. Bireyci Kültür Değerleri ile İlgili İfadelerin Frekans Analizleri ... 59

3.4. Bencillik ile İlgili İfadelerin Frekans Analizleri ... 60

3.5. Rekabet İlkesi ile İlgili İfadelerin Frekans Analizleri ... 62

3.6. Faktör Analizi Sonuçları ... 63

SONUÇ ... 87

EK: ANKET ... 91

(9)

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo 1: Cinsiyet Dağılımı... 49

Tablo 2: Yaş Dağılımı ... 49

Tablo 3: Öğrenim Görülen Üniversite ... 50

Tablo 4: Fakülte ... 50

Tablo 5: Anne-Baba Birlikteliği ... 50

Tablo 6: Anne Yaşama Durumu ... 51

Tablo 7: Baba Yaşama Durumu ... 51

Tablo 8: Anne Eğitim Durumu ... 51

Tablo 9: Baba Eğitim Durumu ... 52

Tablo 10: Anne Meslek ... 52

Tablo 11: Baba Meslek ... 53

Tablo 12: Kardeş Sayısı ... 53

Tablo 13: Yardım ve dayanışmanın baskın olduğu toplulukçu kültürleri daha çok severim ... 54

Tablo 14: Arkadaş ilişkilerinde iş birliği ve paylaşma duyguları benim için çok önemlidir ... 54

Tablo 15: Toplum içinde insan başkalarının da var olduğunu unutmamalıdır ... 55

Tablo 16: Kişileri daha iyi anlamak için, kendimi her zaman onların yerine koymak isterim ... 55

Tablo 17: Başkaları kötü durumdayken onlara yardımcı olamadığım zaman kendimi kötü hissederim ... 55

Tablo 18: ‘Sözünde durmak’ insanlarda olmasını istediğim bir karakter özelliğidir 56 Tablo 19: Gerçek yardımın karşılıksız yardım olduğu düşüncesindeyim ... 57

Tablo 20: Sağlıklı toplum, insanların birbirleriyle dayanışma ve iş birliği içinde oldukları toplumdur ... 57

Tablo 21: Başkalarıyla ilişkilerimde hep eşitlikçi iletişimi yeğlerim ... 58

Tablo 22: İnsan sevgisi insanların en temel duygusu olmalıdır ... 58

Tablo 23: ‘İnsan doğası gereği çıkarcı ve bencildir’ yargısını doğru bulurum ... 59

(10)

Tablo 25: Karşılıksız yardım yaptığını söyleyen insanların içtenliğine hiç inanmadım

... 59

Tablo 26: Karşılığı olmayan sevgi ve dayanışma duygularının bütünüyle hayal olduğunu düşünürüm ... 59

Tablo 27: Başkalarına yardım ettiğimde bir gün gelir onlar da bana yardım eder beklentisini hep taşımışımdır ... 60

Tablo 28: Dilenciye para verdiğimde Allah’ın günahlarımı affedeceğini düşünmüşümdür ... 60

Tablo 29: ‘Bir yardımın mutlaka bir karşılığı olmalıdır’ sözünü doğru bulurum... 61

Tablo 30: ‘Herkes kendi çıkarlarına uygun davranırsa toplumsal çıkarlara da hizmet eder’ görüşünü doğru bulurum ... 61

Tablo 31: Oyun oynarken yenilmekten hiç hoşlanmam ... 61

Tablo 32: Ben oyunu sadece bir oyun olarak kabul ederim ... 63

Tablo 33: Başkalarıyla yarışmanın başarının ön koşulu olduğu kanısını taşırım ... 63

Tablo 34: Altruizm ve Egoizm Ölçeği Faktör Yüklemeleri (Faktör 1: Özgecilik) .... 64

Tablo 35: Özgecilik ve Cinsiyet t-testi Analizi ... 65

Tablo 36: Özgecilik ve Bölüm t-testi Analizi ... 66

Tablo 37: Özgecilik ve Anne-Baba Birliktelik Durumu t-testi Analizi ... 66

Tablo 38: Özgecilik ve Anne Yaşama Durumu t-testi Analizi ... 66

Tablo 39: Özgecilik ve Baba Yaşama Durumu t-testi Analizi ... 67

Tablo 40: Özgecilik ve Yaş ANOVA Analizi ... 67

Tablo 41: Özgecilik ve Kardeş Sayısı ANOVA Analizi ... 68

Tablo 42: Özgecilik ve Üniversite ANOVA Analizi ... 68

Tablo 43: Özgecilik ve Anne Eğitim Durumu ANOVA Analizi ... 69

Tablo 44: Özgecilik ve Baba Eğitim Durumu ANOVA Analizi ... 70

Tablo 45: Özgecilik ve Anne Meslek ANOVA Analizi ... 71

Tablo 46: Özgecilik ve Baba Meslek ANOVA Analizi ... 71

Tablo 47: Altruizm ve Egoizm Ölçeği Faktör Yüklemeleri (Faktör 2: Bireyci Kültür Değeri) ... 72

Tablo 48: Bireyci Kültür Değeri ve Cinsiyet t-testi Analizi ... 73

(11)

Tablo 50: Bireyci Kültür Değeri ve Anne-Baba Birliktelik ve Yaşama Durumları

t-testi Analizi ... 74

Tablo 51: Bireyci Kültür Değeri ve Anne Çalışma Durumu t-testi Analizi ... 75

Tablo 52: Bireyci Kültür Değeri ve Yaş, Üniversite, Kardeş Sayısı ANOVA Analizi ... 75

Tablo 53: Bireyci Kültür Değeri ve Anne-Baba Eğitim Durumu, Anne-Baba Meslek ANOVA Analizi ... 76

Tablo 54: Altruizm ve Egoizm Ölçeği Faktör Yüklemeleri (Faktör 3: Bencillik) .... 77

Tablo 55: Bencillik ve Cinsiyet, Bölüm, Anne-Baba Birliktelik Durumu t-testi Analizi ... 78

Tablo 56: Bencillik ve Anne-Baba Yaşama Durumu t-testi Analizi ... 79

Tablo 57: Bencillik ve Üniversite, Anne-Baba Eğitim ANOVA Analizi ... 79

Tablo 58: Bencillik ve Anne-Baba Meslek ANOVA Analizi ... 80

Tablo 59: Bencillik ve Yaş ANOVA Analizi ... 80

Tablo 60: Bencillik ve Kardeş Sayısı ANOVA Analizi ... 81

Tablo 61: Altruizm ve Egoizm Ölçeği Faktör Yüklemeleri (Faktör 4: Rekabet) ... 82

Tablo 62: Rekabet ve Cinsiyet, Bölüm t-testi Analizi ... 83

Tablo 63: Rekabet ve Anne-Baba Birliktelik ve Yaşama Durumları t-testi Analizi . 84 Tablo 64: Rekabet ve Yaş, Üniversite, Kardeş Sayısı ANOVA Analizi ... 85

Tablo 65: Rekabet ve Anne Eğitim Durumu ANOVA Analizi ... 85 Tablo 66: Rekabet ve Baba Eğitim Durumu, Anne-Baba Meslek ANOVA Analizi . 86

(12)

GİRİŞ

Toplum dinamik bir yapıda olduğu için sürekli bir değişim ve dönüşüm içerisindedir. Toplum yapısının analiz edilebilmesi o toplumun sahip olduğu kültürel değerlerin tespiti ile mümkündür. Dolayısıyla bir topluma anlam veren en önemli özellik kültürdür. On yedinci yüzyıldan beri Batı’da ortaya çıkan ve geleneği reddeden modern bir dünyada yaşıyoruz. Kimi toplumlara modern, kimi toplumlara modernleşmekte olan kimilerine ise geleneksel toplum deniliyor. Ancak modernite, o kadar hızlı bir şekilde yayılıyor ki her toplum onun ürettiği değerlerden az ya da çok etkileniyor.

Modernite, kendi değerlerine ve normlarına sahip bir kültürdür. Bu kültür yenidir, bir öncekinden daha iyi, insanlar için özgürlüğü, refahı, ilerlemeyi ve daha birçoklarını vadeden bir dünya görüşüdür. Başka bir ifadeyle modernite kültürel bir projedir. Rönesans, Reform, Fransız Devrimi, Sanayi Devrimi ve Aydınlanma moderniteyi oluşturan temel unsurlardır. Bütün bu unsurların ortak noktası ‘birey’in ortaya çıkışına işaret eder. Hümanizm, insanı tek ve biricik, yaratılanların en üstünü olarak gören bir inanç haline gelmiştir. Bu sırada din de toplumsal hayattan çekilerek insanların vicdanına bırakılmış, bireyci din anlayışı gelişmiştir. Aydınlanma, insan aklını kutsayarak aklı tek ölçüt haline getirirken kapitalizm ve bireycilik, bireylerin arzu ve isteklerine göre yaşamalarını meşrulaştırmıştır. Dolayısıyla modernite merkezinde birey olan bir dünya yaratmıştır.

Sanayi Devrimi sonrası kent merkezlerine yapılan göç aile ve toplum yapısını değiştirmiştir. Geniş aile tipinden çekirdek aile tipine geçilmesi ve geleneksel toplumdaki küçük grupların yerini büyük gruplara bırakması akrabalık bağlarının ve dolayısıyla bireyin toplumla olan bağlarının zayıflamasına neden olmuştur. Bu durum şüphesiz üretim biçimindeki değişiklik ve bireycilik felsefesinin etkisiyle bireylerin toplumla olan bağını koparmıştır. Kapitalizm ve bireycilik felsefesi, bireylerin çıkarları doğrultusunda davranmalarının gerekliliğini insan doğasına dayandırmaktadır. Araçsal aklın yaygınlaşmasına ve diğer alanlara yayılmasına olanak sunan kapitalizm, bireylerin birbirleriyle kişisel çıkar güdüsüyle hareket eden, ben-merkezci bir toplum yaratmıştır.

(13)

Böyle bir ortamda ‘bencillik’ bireylerin davranışlarına yön veren bir duygu haline gelerek toplumsal problemlere neden olmuştur. İnsan doğasının bir özelliği olan bencillik duygusu, toplumsallaşma sürecinde yaşanılan kültürün değerleriyle bastırılabilir ya da daha baskın hale gelebilir. Çağdaş dünya, bireyci kültür değerleriyle şekillenen, rasyonel ilişkilerin hâkim olduğu ve toplumsal bağların zayıf olduğu toplumlardan oluşmaktadır. Dolayısıyla modern kültür ürettiği değerlerle bencillik duygusunu baskın hale getirmektedir. Bu noktada bencilliğin ahlakiliği boyutu daha çok sorgulanır hale gelmiştir.

Modern kültür ve bencilliğin sosyolojik analizini yapmak ve bencil değerlerin bireyler tarafından ne ölçüde içselleştirildiğini betimlemek amacıyla yapılan çalışma üç bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, öncelikli olarak bencillik kavramı sosyolojik, psikolojik ve felsefi açıdan ele alınmıştır. Daha sonra moderniteye ilişkin tanımlar yapılarak moderniteyi oluşturan unsurlar tek tek incelenmiştir. Modern kültür değerlerinin neler olduğu ve geleneksel dönemden ne şekilde farklılaştığı irdelenmiştir. Son olarak, bu kültürel değerler etrafında şekillenen modern bireyin özelliklerine değinilmiştir.

Çalışmanın ikinci bölümünü ‘metodoloji’ oluşturmaktadır. Alan araştırmasının amacı, önemi, evreni, örneklemi, kullanılan ölçeğin özellikleri ve istatistik teknikleri bu bölümün konusunu oluşturmaktadır.

Son olarak üçüncü bölümde, alan araştırması sonucunda elde edilen veriler analiz edilmiş ve teori bölümünde ele alınan konular çerçevesinde değerlendirilmiştir. Konya ilinde bulunan KTO Karatay Üniversitesi, Necmettin Erbakan Üniversitesi ve Selçuk Üniversitesinde toplam 697 üniversite öğrencisinin görüşü alınarak elde edilen veriler SPSS programı yardımıyla analiz edilmiş ve değerlendirilmiştir.

(14)

BİRİNCİ BÖLÜM

MODERN BİREY VE BENCİLLİK İLİŞKİSİNİN SOSYOLOJİK ANALİZİ

1.1. Bencillik Kavramı ve Tanımı

İnsanlık tarihi boyunca olumsuz bir kişilik özelliği olarak adlandırılan bencillik hem ahlak felsefesi hem psikoloji hem de sosyolojinin alanına dâhil olan çok boyutlu bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.

'Kişisel çıkar', 'kendini aşırı beğenme' veya 'kendini aşırı sevme' olarak adlandırılan bencillik kavramı en genel ifade ile "kişinin, kendine düşkün olması ve faaliyetlerini, sadece kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda yerine getirmesidir" (Seyyar, 2007: 129). "Bencillik şunları gerektirir: (a) kişinin kendi-çıkar standardı tarafından ortaya konan değerlerin bir hiyerarşisini ve (b) daha değerli bir şeyi daha az değerli veya değersiz bir şeye karşı feda etmeyi reddetme" (Branden, 2010: 84). Bu doğrultuda eylemde bulunan bir kişi, harekete geçmeden önce kendisi için neyin iyi neyin kötü veya neyin değerli neyin değersiz olduğuna karar verir.

Bencillik kişisel çıkar anlamında kullanıldığında, kişinin kendisi için en yüksek faydayı sağlayan davranışlara yönelmesini ifade eder. 'Kendini aşırı beğenme' veya 'kendini aşırı sevme' anlamlarında kullanıldığında ise kişinin kendisi hakkında olumlu kanaatleri ve kişinin kendisine aşırı ilgisini anlatır. Erich Fromm (1995: 156-159; 2005: 149), bencil bir insanın temelde sevme yetisine sahip olmadığını savunmuştur. Ona göre, kişinin başkalarını sevmesi eğer bir erdemse bu durumda kendisini sevmesi de bir erdem olmalıdır. Dolayısıyla bencillik ve kendini sevme birbirlerinin tam zıddıdırlar. Bencil insan çok fazla sevmez, aksine kendinden nefret eder. Üretken olamayışının bir dışa vurumu olarak kendinden memnun değildir. Kendi kendini engellemesi yüzünden ulaşamadığı tatminleri hayattan koparmak ister. Bu yüzden kendisiyle çok fazla ilgileniyormuş gibi yani kendisini seviyormuş gibi görünür. Dolayısıyla Fromm'a göre bencil insan ne kendisini ne de başkalarını sever.

(15)

Başka bir tanımda ise bencillik, kişinin kendi iyiliği ile çok fazla ilgilenmesi olarak ifade edilmiştir. Ancak kişinin kendi iyiliği ile ilgilenmesi doğal bir ihtiyaçtır. Buradaki soru 'çok fazla' kelimesine yapılan vurgudur. Sorun kişinin sırf kendisi ile ilgilenmesi ve başkalarının iyiliğini düşünmemesidir (Keçe, 2011: 17). Burada üzerinde durulması gereken nokta bireyin 'ben' ve 'öteki' ayrımı yapmasıdır. Bencil bir insana göre ben'in çıkarları öteki'nin çıkarlarına göre daha önemlidir. Ancak kendi çıkarlarını önemseyen birinin başkalarının da ilgileri ya da istekleri olduğunu ve aslında ona göre davranması gerektiğini bilmesi gerekir. O halde bir insan başkasına rağmen neden ben der? Bireyi bu noktaya getiren unsurlar neler ona bakmamız gerekmektedir.

Bencillik kavramı ile ilgili tanımlamalarda üzerinde durulması gereken hususlardan birisi bencilliğin insan doğasının bir özelliği olmasıdır. 'İnsan yaradılışı gereği bencil midir yoksa özgeci midir' sorusu insan doğasını anlamaya ve açıklamaya çalışan düşünürlerin üzerinde sıkça tartıştıkları sorulardan biri olmuştur. Şüphesiz insan hem iyiyi hem kötüyü içinde barındıran ve birbirleriyle sürekli çatışan zıtlıklardan oluşur. Ontolojik kabul bizlere insan doğasının hem bencil hem de toplumsal bir varlık olduğunu söyler. İnsan doğasının bu özellikleri bizi belirli bir istikamette davranmaya zorlar. Bunlardan ilki kişisel çıkar duygusuyla eylemde bulunmayı gerektirirken ikincisi dayanışma, fedakârlık, birlik ve beraberlik içinde olmayı gerektirir. Başka bir ifadeyle insanın toplumsal oluşu çoğu zaman bencilliğin tam tersi olan "kendini düşünmeden, dışarıdan ödül beklemeden, hatta bazen bir bedel ödeyerek, başkalarının çıkarını ve iyiliğini düşünme" (Budak, 2003: 175-176) olarak tanımlanan özgeci eylemleri gerektirir. O halde insan hem bencil hem de özgeci duyguları benliğinde barındırmaktadır. Üzerinde durulması gereken bu duyguların hangisinin ne ölçüde benliği etkilediği ve bu etkinin doğurduğu sonuçlardır.

Birey kendinden önce var olan bir düzenin içine doğar. Bu düzen içerisinde kendi benliğini oluşturur. Ancak bu oluşum yalnızca dış dünyayla ilgili değildir. Benliğin oluşumu sürecinde bencillik gibi bireyin doğuştan getirdiği ve akılla bir ilgisi bulunmayan özellikler psikanalitik teoride 'id'olarak ifade edilmektedir. Freud'a

(16)

göre id, "doğası gereği dağınık ve mantıksızdır; içeriği ise büyük oranda olumsuz ve bencildir. Değer yargısında bulunmaz ve bütünüyle ahlak dışıdır" (Snowden, 2011: 129). Şüphesiz benlik yalnızca doğuştan getirdiğimiz özelliklerden oluşmaz. Toplumsallaşma sürecinde içinde yaşadığımız çağın değerlerine göre şekillenir. 'İd'in karşısından yer alan 'süperego' toplumsallaşma sürecinde yaşanılan kültürün değerleri ve ahlak kurallarını içinde barındırır ve bu ikisi sürekli çatışır. Toplumsal ve bireysel ihtiyaçları karşılamaya yönelik bu isteklerin çatışması ise 'ego' tarafından kontrol altına alınır. Ego rasyoneldir, bu yüzden mantıklı ve gerçekçi seçimlerde bulunur. "Egonun ilk çabası, tutkulara, yani içimizdeki doğaya egemen olmaktır. Ego mazbut ve sağlıklı duygulara karşı anlayışlıdır ama kedere, üzüntüye yol açabilecek her şeye karşı da katıdır” (Horkheimer, 2013: 130). Egonun asıl görevi id ve süperego arasındaki dengeyi sağlamaktır. Freud’a göre ‘toplum, insanın temel dürtülerini damıtmalı ve kontrol altına almalıdır’ (Fromm, 1997: 23). "Aksi halde id, dış dünyanın etkisini yok sayabilir ve sonunda körü körüne bencilce bir doyumun peşinden" (Snowden, 2011: 131) gidebilir. Bu perspektiften bakıldığında, yalnızca id'in kişisel çıkarlara yönelik isteklerinin bilinçli bir şekilde ego tarafından tercih edilmesi sonucu ortaya konan davranışlar bencillik olarak adlandırılabilir. Ve ancak bu haliyle ahlaki açıdan iyi ya da kötü olarak bir değerlendirmeye tabi tutulabilir

Bencilliğin insan davranışlarına yansıma boyutu toplumsallaşma sürecinde yaşanılan kültürün değerlerine göre belirlenir. Bununla birlikte bencillikle ilgili algılarda da içinde yaşadığımız çağın değerlerine göre bir değişme söz konusudur. Zira modern döneme geçişle birlikte özellikle ahlaki açıdan bencillik tekrar tartışılmaya başlanmıştır.

Daha öncede belirttiğimiz gibi bencilliğin farklı boyutları vardır. Felsefi olarak bencillik ya psikolojik ya da normatif (kural-koyucu) bir form alır. Psikolojik bencillik, insanların doğası gereği bencil olduğunu ve dolayısıyla kendi ilgilerinin peşinden koşma güdüsüne sahip olduklarını savunur. Öte yandan normatif bencillik insanların doğasıyla ilgilenmeksizin herkesin kendi çıkarlarını gözetmeleri gerektiğini savunur. Normatif bencillik iki şekilde formüle edilebilir: İnsanların

(17)

ahlaklılığının bir gereği olarak kendi ilgilerinin peşinden koşması gerektiğini savunan ahlaki bir görüş olarak ve insanların eğer rasyonel varlıklarsa kendi çıkarlarına göre davranmasını gerektiren rasyonel bir görüş olarak (Campbell, 2008: 111).

1.1.1. Psikolojik bencillik

Bütün davranışların temelinde kişisel çıkarların yattığı görüşünü savunan psikolojik bencillik en genel ifadeyle, başkalarının ihtiyaçlarını veya haklarını dikkate almaksızın sadece kendi kişisel çıkarlarını düşünen kişilik özelliği (Budak, 2003: 249) olarak tanımlanabilir. Psikolojik bencilliğin radikal ve ılımlı olmak üzere iki versiyonu vardır. Radikal versiyonu insanların psikolojik kuruluşlarının bir sonucu olarak, her zaman kendi kişisel çıkarlarını gözetecek şekilde eylediklerini iddia eder. Ilımlı versiyon ise insanların her zaman olmasa da çoğu zaman kendi çıkarlarını gözeterek eylemde bulunduklarını öne sürer.

Psikolojik bencilliğin ilk temsilcilerinden biri olan Thomas Hobbes, görüşlerini ortaya koyarken insan doğasının bencil ve saldırgan olduğu yönündeki saptamalarından yola çıkmıştır. Ona göre insan eylemlerini harekete geçiren iki zıt güç vardır: Hazza yönelme (kapılım) ve acıdan sakınma (sakınım) (Ulaş, 2002: 994).

Bu yüzden insan her zaman kendine en yüksek faydayı sağlayacak olan davranışa yönelir. İnsan için öncelikli önem kendi arzularının tatminini sağlamaktır. Bunun içindir ki insan güç ve iktidar sahibi olmak ister ve böylece amaçladığı kişisel mutluluğa ulaşır. Kısacası insan kendi öz çıkarını arar (Cevizci, 2011: 470-471-472). Dolayısıyla insan kendi gereksinimlerinin tutsağıdır. Ancak bu gerçekle yüzleşmek istemez ve her defasında davranışlarının gerçek nedenlerini örterek çıkarlarının peşinde koşar. Hobbes buradan insan insanın kurdudur önermesine ulaşır (Aktaran Aydın, 2002: 126).

Bu açıklamalarda dikkat edilmesi gereken şey bencilliğin insan doğasında var olduğu ve bütün davranışlara bu duygunun yön verdiğidir. Dolayısıyla bencillik burada yalnızca bir duygudur, akılla bir ilgisi yoktur. Bize nasıl hareket etmemiz

(18)

gerektiğini söylemez, yalnızca davranışların gözlenmesine bağlı ampirik bir teoridir. Başka bir deyişle psikolojik bencillik bir değerden çok bir gerçeği ifade eder.

İnsan motivasyonunun bencil doğasını betimleyen psikolojik bencillik ahlak ile birlikte önem kazanır. Eğer biz insan doğasının bencil olduğunu kabul ediyorsak ahlaki açıdan bir problemle karşı karşıyayız demektir. Çünkü eğer ahlak insanların bencil olmasının kötü bir şey olduğunu söyleyecekse psikolojik olarak imkânsız olanı yapmaları gerektiğini savunmuş olacaktır (Campbell, 2008: 111-112). Bir başka sorun eğer biz bu teoriyi doğru olarak kabul ediyorsak özgecilik mümkün değildir. Bu durumda her türlü özgeci davranışın ardında bencillik duygusu olduğu sonucuna varılır.

1.1.2. Ahlaki bencillik

Ahlaki bencilik psikolojik bencilliğin aksine yalnızca insan eylemleri ile ilgilenir. Başka bir ifadeyle bireyin yalnızca kendi ilgilerine göre eylemde bulunmaları gerektiğini savunur. Ahlak, iyi ve kötü ya da doğru ve yanlış olanı ayırt ederek davranışlarımıza yön veren ve bu sayede toplumsal hayatımızı düzenleyen değerler sistemidir. Bu haliyle ahlakın görevi bizlere hangi eylemleri yapmamız hangilerinden sakınmamız gerektiğini söylemektedir. Geleneksel ahlaki kurallar bizlere kişinin salt kendi çıkarını gözeterek eylemde bulunmasının kötü buna karşılık başkalarının iyiliğini istemenin iyi bir davranış olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla bu öğreti bizlere bencilliğin tam aksine hiçbir şekilde çıkar amacı gütmeden hatta kendimizden fedakârlık yaparak davranışlar sergilememiz gerektiğini öğütler. Ancak modern dönemde tartışılmaya başlanan ve bencilliği bir erdem olarak kabul eden ahlaki doktrin, bunun tam tersine psikolojik bencillik teorini temele alarak insanların daima kendi çıkarlarına yönelik hareket etmeleri gerektiğini savunur.

İnsan doğasının bencil olduğu yönündeki saptamalarından yola çıkarak ahlaki bir yargıya ulaşan Hobbes, bencilliğin ahlakiliği ile ilgili görüşlerini ortaya koyarken öncelikli olarak herkes için geçerli olabilecek evrensel ahlak kurallarının var olup olmadığını sorgular. Ona göre kapılım ve sakınım duygularının temelinde

(19)

kendi varlığını koruma ve sürdürme içgüdüsü yattığı için, yaşamın sürdürülmesine yönelik her şey iyi, tersi olan her şey kötüdür. O halde iyi ve kötü olan şeyler kişiden kişiye göre değişmektedir. Çünkü her bireyin farklı çıkarları, hazları ve istekleri vardır (Zelyüt, 2012: 30). Böylece Hobbes ahlaki değerlerin göreceli olduğu sonucuna varır ve psikolojik bencilliğin yalnızca insanın eylemlerine dair bir açıklama getirdiği yerde, ahlaki bencillik insan yalnızca kendi çıkarlarını dikkate alan bir varlık olmalıdır diyerek ahlaki bir yargı ve ideal ortaya koyar. İnsanların kendi mutluluklarına ulaşmasının nihai amaç olduğunu ve diğer tüm değerlerin buradan türediğini savunan Hobbes, kişisel çıkara dayalı eylemlerde bulunmayı bir ahlak yasası olarak ortaya koyar. Dolayısıyla burada bir gerçeklikten yola çıkarak bir yükümlülük dile getirilir. O halde bir başkasının iyiliğini düşünmek ya da bir başkası için fedakârlık yapmak ahlaki bir yükümlülük değildir (Cevizci, 2011: 472). Hobbes'un görüşlerinden yola çıkarak eğer iyi ve kötü, doğru ve yanlış rölatif ise ahlak kuralları da rölatiftir. Çünkü bütün bunlar bireylerin çıkarlarına göre farklılık göstermektedir ve dolayısıyla da ahlak kurallarını belirleyen şey bireylerin çıkarlarıdır sonucuna varılır.

O halde zaman zaman başkalarına yardım etmek, onların iyiliğini düşünmek gibi eylemlerimizi nasıl açıklayacağız? Hobbes bu noktada özgecilik gibi görünen şeyin aslında kişisel çıkarın örtülü bir şekli olduğunu savunur. Çünkü herhangi bir kalıba sokulmamış öz çıkar duygusu, kendisini tehlikeli bir hale getirir ve sosyal savaşa yol açar. Bu durumda insanlar istediklerine ulaşmak veya sahip oldukları şeyi korumak adına başkaları ile sürekli bir savaş halinde bulunur. İşte bu savaş korkusu, insanları tamamen öz çıkara dayalı motiflere saygı duymaya yöneltir (Cevizci, 2011: 473; Durkheim, 2012: 34).

Genel olarak ahlaki bencilliği savunan düşünürlerin ortak noktası, başkalarına bağlanmayı, merhameti, fedakârlığı veya başkalarının çıkarlarını gözetmeyi değersiz olarak kabul etmeleridir. Çünkü bu özgeci davranışlar son aşamada bencillik duygusunun gizli ve örtük bir şeklidir. Onlara göre özgeci eylemler kişilerin kendi iyiliklerini maksimize etme yoludur ve uzun vadede de olsa kendi çıkarlarına

(20)

yöneliktir (Cevizci, 2007: 107). Başka bir ifadeyle hiçbir çıkar gütmeden, gönülden yapılan her iyilik aslında bencilcedir. Çünkü sonunda kişiye kendini iyi hissettirir.

Hobbes'un davranışların temeline koyduğu hazza yönelme ve acıdan kaçınma duyumları bizi ilk çağ Yunan felsefesinin hazcılığına götürür. Haz ahlakına göre, insan için iyi hayat hazza dayalı bir hayattır. Bu yüzden insan hazzı elde edecek şekilde davranmalıdır (Popkin ve Stroll, 2008: 41). Buradan yola çıkarak bencilliğin felsefi tarihi ilk çağ Yunan felsefesine kadar götürülebilir. Ancak çoğu felsefe tarihçisi bencilliği Hobbes'un ortaya koyduğu görüşlerle başlatır (Ulaş, 2002: 197). Yine de bencillik kavramı modern ahlak felsefesine yapısal olarak yararcılığa koşut olan belli bir ahlak kuramı tipi için kullanılan bir deyim olarak girmiştir (Cevizci, 2007: 106).

Yararcılık, ferdin mutluluğunun ancak toplumun genel iyiliği ve sosyal fayda içinde gerçekleşebileceğini savunur (Seyyar, 2007: 27); oysa bencillik bunun tam zıddına kişinin kendi iyiliğini gözetmesi gerektiğini savunur. Her iki ahlaki kuram da yapılması gereken doğru şeyin her zaman belli bir iyiliği temin etmek olduğunu söyler. Ancak faydacı, kişinin azamileştirmek için çalışması gereken iyinin evrensel iyi olduğuna inanırken bencil, kişinin amaçlaması gereken iyinin kendi iyisi olduğunu savunur (Cevizci, 2007: 106). Bencillik ve faydacılık teorilerinin her ikisi de ilk bakışta aynı gibi görülse de aralarında farklar vardır. Bencillik teorileri bireye yönelik bir tutum sergilerken faydacı teoriler topluma yönelik bir tutum sergilemektedir. Ancak son aşamada her iki teori için de kişi için önemli olanın bireysel çıkar olduğu görülmektedir.

Yararcılığın kurucusu olarak bilinen İngiliz düşünür Jeremy Bentham, "toplumsal yararcılığın ilk formüllerini ve toplumun genel esenliğini en yüksek ahlaksal ilke olarak nitelendiren Hutcheson (1694-1747)'dan aldığı 'en büyük sayıdaki insanın en büyük mutluluğu' ilkesine sarılarak, yararcılığı bireyci ve bencil (egoist) bir kuram olmaktan kurtarmak için çaba göstermiştir" (Gürbüz, 1996: 85). Bentham, insanın psikolojik yapısının bir gerçeği olarak kabul ettiği haz ve acıyı temele alarak bir değerler sistemi oluşturur. Ona göre söz konusu hazcılığın temelinde, kendi çıkarlarını gözetme vardır ve kişinin kendi

(21)

çıkarları daima toplumsal çıkara baskındır. Tıpkı Hobbes gibi Bentham da insan doğasının bencil olduğunu kabul eder ve insanın amacının kişisel mutluluğa ulaşmak olduğunu söyler. Buradan yola çıkarak ahlaki bir yükümlülüğümü ortaya koyan Bentham, Hobbes'tan bu noktada ayrılır. O, ahlaki bir eylemin iyi olabilmesi için en yüksek sayıda insanın en büyük mutluluğa ulaşması gerektiğini savunur. Ancak her zaman kendi arzularının tatminini istemeye meyilli olan insan, toplumun iyiliğini göz ardı edecektir. Ona göre aradaki bu uçurumun ortadan kaldırılması eğitim ve kurumsal çerçeve yaratmaktan geçer. Bunlardan ilki kişinin kendi mutluluğunun başkalarının mutluluğunu da kapsadığını öğretir. İkincisi sayesinde ise kişisel çıkarlara yönelik eylemler toplum için yararlı amaçlara sevk edebilir (Cevizci, 2011: 883-885). Böylelikle Bentham, bencillik duygusunu yararcılık ilkesine dönüştürmüştür.

19. yüzyılın önemli düşünürlerinden John Stuart Mill’in düşünceleri Jeremy Bentham’a dayanır. Ancak Bentham’a göre eylemlerimizin ana motifini kişisel çıkarlar oluştururken Mill, kişisel çıkar gözetmeyen duyguların varlığını da kabul eder ve bunların da bir gerçeklik olduğunu savunur (Gökberk, 2007: 423). Ona göre yararcılık ilkesi, insan varlığında özgeci eylemlerin varlığını inkâr etmez. Onun inkâr ettiği şey, fedakârlık gibi bir eylemin başlı başına iyi oluşudur. Ancak isteyerek yapılmış bir fedakârlık, dünyadaki toplam mutlulukta bir artışa yol açacaksa arzu edilebilir bir şeydir. Aksi takdirde boşa gitmiş bir eylemdir. Aynı şekilde salt kişisel çıkara ve mutluluğa dayalı eylemlerle dolu bir hayat ona göre boş bir hayattır (Cevizci, 2011: 894-895).

Yararcı öğretiyle sezgiciliği sentezleyerek bir sonuca varmak isteyen Henry Sidgwick, insan yönelimlerinin ve istemlerinin betimlenmesinden ahlaki bir zorunluluğa varılmasını eleştirir. Başka bir ifadeyle psikolojik bencillik teorisinin temele alınmasıyla ahlaki yükümlülüğe ulaşılmasını eksiklik olarak görür. Ona göre bencillik ve toplumsal iyinin nasıl bağdaştırılabileceği bir problemdir. Ancak o her şeye rağmen yararcılığın ahlaki açıdan daha sağlam bir çıkış noktası olduğunu ve bu çıkış noktasının da ahlaki yükümlülüklerin doğrudan bir şekilde kavranışında yattığını söyleyerek sezgiyi temel ahlaki yargıların kaynağına yerleştirir.

(22)

Ancak Sidgwick, kişisel çıkar ve toplumsal çıkar arasındaki ilişkide kararsız kalır. Bir yandan ahlaki ödevin toplumsal çıkarı gözetmek olduğunu söylerken diğer yandan, kişisel çıkarın, doğru bir şekilde uygulamaya döküldüğünde, toplumun yararına olacağını savunur (Cevizci, 2011: 816-817).

Yararcılık ilkesine dayanan görüşler her ne kadar psikolojik bencilliği kabul etseler de yalnızca kendi çıkarlarını gözeten bireylerin toplumun genel çıkarını gözeten bireyler kadar mutlu olamadıklarını söylerler. Çünkü onlara göre amaçlanan kişisel mutluluk genel iyiye ulaşarak elde edilebilir. O halde yararcılık ilkesi psikolojik bencilliği kabul etmekle birlikte aynı zamanda özgeci eylemlerin gerçekliğini de kabul ederler. Ancak yararcılık ilkesini savunan düşünürler bireysel çıkar ve toplumsal çıkar arasındaki dengeyi sağlama konusunda yeterli bir açıklama yapmayı başaramadıkları için bencil ve bireyci teorileri destekleyici bir nitelik taşımaktadır. Çünkü insanlar yalnızca kendi ilgilerini bilebilirler ve buna göre eylemde bulunurlar. Dolayısıyla başkalarının ilgilerini göz ardı ederler. O halde kişinin kendi ilgisi bir başkası için yararlı olmayabilir.

1.1.3. Rasyonel bencillik

Rasyonel bencillik, rasyonel insanların kendi çıkarlarını ilkeleştirmeleri gerektiğini söyler (Campbell, 2008: 115). Objektivist etiğin kurucusu olarak tanınan Ayn Rand, Bencilliğin Erdemi (The Virtue of Selfishness) adlı kitabında rasyonel bencilliğin savunuculuğunu yapmıştır ve bu görüşlerin temeline psikolojik bencilliği koymuştur.

Hobbes'un görüşleriyle paralellik gösteren Rand'a göre objektivist etik, akılcı bencillik ahlakıdır. Bencilliğin bir erdem olduğunu savunan Rand, 'insanlar neden bir ahlak sistemine ihtiyaç duyar?' Sorusunu cevaplamakla işe başlar. Ona göre ahlakın amacı, "insanın haklı değerlerini ve çıkarlarını tanımlamaktır. Kendi çıkarını düşünmek ahlaki var oluşun özüdür ve insanın kendi ahlaki davranışlarının faydalanıcısı yine kendisi olmalıdır" (Rand, 2010: 7). Kendi haklılığını kanıtlamak için özgeciliği sert bir dille eleştiren Rand, özgeci eylemlerin insanlar arasındaki yardımseverlik ve iyi niyet kavramlarını yok ettiğini söyler. Özgecilik, insanlara

(23)

yardım etmenin, başkası için fedakârlıkta bulunmanın ve aynı zamanda kendini değil de başkalarını sevmenin erdem olduğunu ifade eder. Ancak akılcı bencillik için durum bunun tam tersidir. Sevgi, arkadaşlık, fedakârlık ve hatta başkalarının çıkarı için kendinden bir şeyleri feda etmek bencil değerlerdir. Çünkü kişinin bunda aradığı şey tamamen kendi kişisel mutluluğudur (Rand, 2010: 61-62-63).

İnsan otomatik olarak hayatta kalmaya programlanmış değildir. İnsanın hayata tutunması, hayatın nihai değer olduğunu keşfetmesi, çaba göstermesi doğru amaçlar peşinden koşması ve doğru seçimler yapmasıyla mümkündür. Bütün bu değerleri belirleyen şey ise etik bilimidir. Etik yasalar, insanların hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan ilkelerdir. Dolayısıyla her insan kendi hayatı için bir etik standarda sahiptir. Bu da, ahlaki davranışlarından yine kendi kendisinin fayda sağlayacağı anlamına gelir. Objektivist anlamda ahlaklı davranan birey aynı zamanda kendi hayatını ve bununla bağlantılı olarak kendi çıkarlarını da korumaktadır. Objektivizmin rasyonel bencilliği savunması ve özgeciliği reddetmesinin nedeni de budur (Yılmaz, 2010: 29-30).

Akılcı bencillik ahlakı insanlara öncelikli olarak 'değer nedir?' sorusunu sorar ve onlardan kendi değerlerinin hiyerarşisini yapmasını ister (Rand, 2010: 15). Daha önce de belirttiğimiz gibi akılcı insan kendi değerlerini diğerler değerlerin üzerinde görerek kendi değer standardını oluşturur. Ve kişi kendisi için neyin değerli ya da neyin daha az değerli olduğunu ancak akılla belirleyebilir. Sonuçta kendisi için çok değerli bir şeyi daha az değerli bir şeye feda edebilir. Ancak onu feda etmesi özgeci bir davranış değildir. Tam tersine onun kendi mutluluğuna ulaşması için bir araçtır. Böylece objektivizm tıpkı Hobbes gibi bencilliği ahlaki bir zemine oturtarak meşrulaştırmıştır.

1.2. Modernite Kavramı ve Tanımı

Modernite, ortaya çıkış nedenleri ve sonuçları açısından başta sosyoloji olmak üzere tüm sosyal disiplinlerin ilgisini çeken bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü modernite geleneksel yaşam tarzını ve tüm kurumları yıkarak yerine yeni bir yapı ortaya çıkarmıştır. "Şimdi anlamına gelen modernite, yeniyi, son durumu ifade

(24)

etmektedir. Son sosyal/kültürel gelişmeler anlamında modernlik belki (en azından sözlük anlamıyla) ciddi zihni, kültürel değişiklikler ifade eden her dönem için kullanılabilir. Ancak modernlik çağımızda bundan daha ötede bir anlam taşımakta; özel bir tarzı, zihniyet ve üslubu temsil etmektedir" (Aydın, 2009: 9). Modernite her ne kadar şimdi’ye vurgu yapsa da aslında bu yeni dönem, şimdi’nin sınırlandırılmasından çok geleceğin keşfedilmesi anlamına gelir; yani daha önce hiç ziyaret edilmemiş, kurulmamış fakat ulaşılabilir ve tasarlanabilir bir zemin olarak geleceğin keşfi. Bu durumda, şimdi'den kasıt, geçmişin bir uzantısı, bir tekrarı olmaktan öte bir gelecek tasavvurudur (Therborn, 1999: 62). Başka bir tanıma göre “insanların kendi iradelerinden başka her türlü aşkın otoriteyi reddederek, özgürlüklerinin önüne yine kendilerinin koydukları engelleri aşma kararlılığı ve kişisel özgürlükle bir arada yaşamanın gereklerinin birbirlerini kısıtladığı değil, zenginleştirdiği bir toplum, daha doğrusu bir dünya yaratma hayalidir” (Kahraman, 2004: 1)

Temellerini aydınlanma düşüncesi, Rönesans ve reform hareketlerinin oluşturduğu modernite, "hümanizm, sekülerizm ve demokrasi temelleri üzerine kurulu; hâkimiyetini insanlara geniş hürriyetler vermede gören, kurtuluşu dinden ziyade akıl ve bilimde arayan, insan biçimci ve insan merkezli bir dünya görüşü" (Seyyar, 2007: 670) olarak tanımlanabilir. Giddens'a göre modernite, "on yedinci yüzyılda Avrupa'da başlayan ve sonraları neredeyse bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret eder (2010b: 9). Modernlik, “ekonomik, politik ve kültürel değişimdeki karmaşık süreçlerle karakterize edilen yeni tipte bir toplumun ortaya çıkması (Swingewood, 1998: 9) olarak da tanımlanabilir. Modernite, modern toplumu ve endüstriyel uygarlığı aynı anda anlatan, temsili bir kavramdır. Bu kavram (1) dünyaya karşı belirli yerleşik tutumları, insanın müdahalesiyle şekil almaya açık bir dünya fikrini; (2) ekonomik kurumların karmaşık bir bileşimini, özellikle endüstriyel üretim ve pazar ekonomisini; (3) ulus-devlet ve kitle demokrasisi dâhil olmak üzere, belirli siyasal kurumları göstermektedir. Büyük ölçüde bu niteliklerin bir sonucu olarak modernite, daha önceki bir toplum tipine göre çok daha dinamik bir yapıya sahiptir. Kendinden

(25)

önceki kültürlerden farklı olarak geçmişte yaşamaktan çok, gelecekte yaşayan bir toplumu ifade etmektedir (Giddens ve Pierson, 2001: 83).

Moderniteye ilişkin en önemli sorulardan biri modernitenin ne zaman ortaya çıktığı ve nasıl kurgulandığıdır. Latince modernus kelimesi, Hıristiyanlık döneminin pagan döneminden farklı bir karaktere sahip olduğunu vurgulamak üzere kullanılmıştır (Çiğdem, 2015: 64-65). Ancak modernitenin bugünkü anlamı ile ilk kullanıldığı anlam arasında tam bir karşıtlık bulunmaktadır. Her ikisinde de modern ‘eski’den ‘yeni’ye geçişe işaret etmiştir. Fakat ilk kullanıldığında eski dünya karanlık, putperest olarak nitelenmiş ve yeni ile Hıristiyanlığın egemen olduğu dünya kastedilmiştir. Bugün kullanıldığı anlamda ise modernite kelimesi ilk modernin yadsınması üzerine kurulmuştur (Bağce, 2004: 5). Bu yeni oluşum Varlığın yaratıcısı olarak Tanrı'nın yerine insanı; Hıristiyanlığın ahlaki söyleminin yerine seküler ölçüleri geçirdi. Mitlerin yerini evrensel hakikat, Tanrısal düzenin yerini ise doğa karşısındaki araçsallık aldı. Yeni bir bilinç doğdu ki modernite nihai olarak budur (Aydın, 2009: 19).

Weber'e göre modernite, feodaliteyi ya da orta çağları izleyen, aklın öncelik aldığı bir tarihsel dönemi ifade eder. Bu anlamda Aydınlanma çağı ve onun özellikleri ile ilerici tarih anlayışı (insanın aklını ve bilimi kullanarak ileriye gitmesi) modernite çağının kavramsal öncülleridir (Şaylan, 1999: 22). Marx ise modern dünyayı katı olan her şeyin buharlaştığı, anlık ve geçici olan her şeyin kutsandığı bir yer olarak tanımlar (Hazıroğlu, 2017). Berman’a göre ise modernite üç aşama üzerinde yoğunlaşır. Bunlardan ilki 16. ve 18. yüzyıllar arasında, bireyleri geleneksel bağlarından koparılmış yeni bir hayat örüntüsünü deneyimlemeye zorlayan modernliğin toplumsal formlarının gelişmesidir. İkincisi Fransız Devrimi'nin siyasal ve iktisadi olarak bu örüntüye katkıda bulunması ve bireylerin yeni bağlayıcı kimlikler edinmesini sağlamasıdır. Sonuncusu ise modernizasyonla birlikte kapitalizmin ve pazar ekonomisinin yayılmasının modern deneyimin nihai aşamasını teşkil etmesidir. Bauman ise moderniteyi Aydınlanma’nın ürünü bir kültürel proje, kapitalizmin sonucu olarak toplumsal bir hayat tarzı olarak ifade etmektedir (Çiğdem, 2015: 68).

(26)

Modernlik eskinin dışlanması yeninin kutsanmasıdır ve esas itibariyle on dokuzuncu yüzyıl ile birlikte gündelik hayatları düzenleyen bir sistem halini almıştır. Köklü bir dönüşümü bünyesinde barındıran bu sistem, kendisinin dışında olanı gelenek olarak kurgular ve ona karşı üstünlük varsayımında bulunur (Altun, 2002: 22). Ve dolayısıyla modernlik ikili dünya karakterinin görünümünü ve eylemlerini ortaya çıkarır: Askeri topluma karşı endüstri toplumu, din çağına karşı pozitif bilimler çağı, topluluğa karşı toplum, mekanik bölüşüme karşı organik bölüşüm ve geleneksel topluma karşı modern toplum (Therborn, 1999: 58).

Modernite bir paradigma değişimidir ve sistematik bir yapı oluşturmayı hedefler. Oluşturduğu bu yeni yapılar çağın egemen değerlerine uygun bir şekilde inşa edilir. Giddens modern kurumların bazı açılardan benzersiz olduklarını ve her türlü geleneksel düzenden biçim açısından farklı olduklarını söyler. Ona göre modern kurumların üç temel özelliği vardır:

(1) Zaman ve uzamın birbirinden ayrılması: Bu sınırsız ölçekte zaman-uzam uzaklaşmasının bir sonucudur; zaman ve uzamın kesin biçimde dilimlenmesinin yollarını sağlar.

(2) Yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi: Bunlar, toplumsal etkinliği yerelleşmiş bağlamlardan kaldırıp toplumsal ilişkileri geniş zaman-uzam uzaklıklarında yeniden düzenlerler.

(3) Bilginin düşünümsel temellükü: Toplumsal yaşama ilişkin sistematik bilgi üretimi, toplumsal yaşamı geleneğin değişmezliklerinden uzaklaştırarak sistemin yeniden üretiminin bütünleyici bir parçası durumuna gelir (2010b: 11; 53).

Modernite eski ve yeniye yaptığı vurgu ile geleneksel olan her şeyden 'kopma ve farklılaşma' durumunu anlatmaktadır (Aydın, 2009: 19). Bu yüzden modernite, eski olan her şeyi yıkıp yerine yenisini inşa etmiştir. Bu açıdan ilk başta olumlu bir kavram gibi gözükse de beraberinde birçok sorun getirmiştir. Gerçekten de modernite, orta çağın yarattığı tüm sorunları ortadan kaldırmak amacıyla ortaya çıkan bir ideolojinin adı olmuştur. Ancak “açıktır ki geleneksel ile modern arasında süreklilikler vardır ve bunlar birbirinden tamamen ayrı parçalar değildir; geleneksel

(27)

ile moderni çok genel bir biçimde karşılaştırmanın ne kadar yanıltıcı olduğu çok iyi bilinmektedir” (Giddens, 2010b: 12). Başka bir ifadeyle geçmişle olan bağımızı koparmış şu an ki yaşadıklarımızla bize aktarılanlar arasında hiçbir bağ bırakmamıştır. Goody'e göre, "moderniteye birden bire sıçrayış, 'geleneksel' alışkanlıkları terk ediş kavramı, kültürün (ya da kültürün cephesini oluşturan tarihin), aktarılmış rol, inanç, alışkanlık veya tekniklerin, hatta bu ani sıçrayış esnasında ebeveynler ve çocuklar olarak yaşama iştirak etmiş kişilerin birbirini izleyen anlatılarının aktif bir rolünün olabileceğini reddetmektedir" (2008: 12). Modernitenin değiştirdiği kurumlar ve toplum yapısı, toplumsal refahı sağlamak yerine toplumsal çöküşe neden olmuştur. Aslında karanlık bir çağdan başka bir karanlığa ya da bilinmezliğe doğru bir yol alışın adı olmuştur da denilebilir. Öyle ki birçok düşünür modern hayatın bizlere sunduğu hayat tarzını eleştirmekten geri duramamıştır.

1.3. Moderniteyi Oluşturan Temel Unsurlar

Modernite on yedinci yüzyılda ortaya çıkan ve bugün bütün dünyayı etkisi altına alan bir süreçtir. Avrupa’nın içsel dinamikleri sonucu ortaya çıkan moderniteye geçiş süreci dört temel devrimle oluşmuştur:

1) Bilimsel Devrim: Newton'la başlar. Newton yerçekimi kanununu keşfederek tıpkı Putperest Roma ve Hıristiyan Roma arasında olduğu gibi iki dünya görüşü arasındaki kopuşu belirledi. Doğrudan Tanrı ve melekleri tarafından yönetilen bir doğadan, kendini düzenleyen doğaya. Pozitivizmin zirveye ulaştığı bu anlayış, bilimin yanılmaz ilerleyişi insan ve dünyasının olgusal ve yetkin bir bilgisine ulaştıracaktı. Bu çerçevede bilimsel devrim temel devrimdi ve diğer tüm devrimler ondan türeyecekti.

2) Siyasal Devrim: Bu devrimle demokrasi devletin tek rasyonel biçimi haline gelmiştir ve modern devlet ancak demokratik olabilirdi. Bundan böyle siyasal teorilerin amacı, iktidarın demokratik biçimini akılla temellendirmek olacaktı. Ancak bu akıl zorunlu olarak kolektif akıl değil bilimsel akıl olacaktır.

(28)

3) Kültürel Devrim: Düşüncenin sekülerleşmesi, toplumsal hayatın bütün alanlarındaki ölçütlerin bilimselleşmesiydi. Artık din toplumun temelinde yer almayacaktı, toplumsal yaşamın temellerinin yalnızca bilimsel temeller olabileceği fikrinin egemen kılınması gerekiyordu. Aydınlanma ister insanın doğayla ister başka insanlarla ilişkisi söz konusu olsun insanın araçsallaştırılmasını tüm alanlarda merkezileştirdi. Doğa artık Tanrı'nın insan için kurduğu bir ev değildir; insan artık özerk ve kendini düzenleyen bir doğanın içinde yaşamaktadır.

4) Sanayi Devrimi: İnsanla doğa arasında aracı konumunda bulunan teknik yapının gittikçe daha bir özerklik kazanması anlamına gelmektedir. Teknolojik ilerleme olarak da adlandırılan sanayi devriminde, çalışma süreci doğrudan üretici insana değil makineye bağlıydı özet olarak sanayi devriminin safhaları, doğayla (kurulan ve) bilimsel ve kültürel devrimlerin betimlediği (bu) yeni ilişki tipine hem eşlik eder, hem de onu yapılandırır (Sevil, 1999: 16-17).

“Bu dört devrimi birlikte analiz etmek moderniteyi anlamamızı sağlayacaktır. Moderniteyi niteleyen bu dört devrimin bütün toplumlar için bütün toplumlar için aynı şeyi ifade ettiği, bütün toplumların aynı süreç ve değişimleri benzer şekillerde geçirdiği gibi bir iddia sosyolojik gerçeklerle elbette bağdaşmaz. Genelde Batı Avrupa toplumları için söz konusu olan bu süreçlerin, özelde de bu ülkelerde yansımaları farklı olmuştur. Her toplumun, hatta her topluluğun kendi içinde, şartlara dayalı olarak geçirdiği özgün karmaşık süreçler vardır. Fakat insanlığın geçirdiği bazı dönemler vardır ki, sınırlı bir bölgede başlamış olmasına karşılık dünyanın bütün toplumlarını farklı şekillerde olsa da etkilemektedir” (Yelken, 1999: 122). Bu dört devrim de birbirlerini etkileyerek meydana gelmiş, küreselleşmeyle beraber bütün dünyaya yayılmış, bütün toplumları etkisi altına almıştır.

1.3.1. Rönesans

Modernitenin oluşum süreci ve kaynaklarına bakıldığında başlangıç noktası olarak yaygın bir biçimde Rönesans dönemi gösterilmektedir. Kelime anlamı ‘yeniden doğuş’ olan Rönesans “XV. yüzyıldan başlayarak İtalya’da ve daha sonra

(29)

diğer Avrupa ülkelerinde hümanizmin etkisiyle ortaya çıkan, klasik İlk Çağ kültür ve sanatına dayanarak gelişen bilim ve sanat akımı” (Tdk) olarak tanımlanmaktadır.

1400 ve 1600 yılları arasında kalan döneme işaret eden Rönesans bir geçit dönemi, Ortaçağ ile Yeniçağ arasında bir köprü, içinde bulunduğumuz Yeniçağın girişi ve ilk basamağıdır (Cevizci, 2011: 375 ve Gökberk, 2007: 161). “Daha 14. yüzyılın ortalarından itibaren, İtalya ve başka bölgelerdeki birçok bilgin, yazar ve sanatçı yeni bir çağda -yeniden uyanış veya yeniden oluşum çağında- yaşadığını ifade etmek için bu yenilenme metaforunu (imgesini) kullanmaya başlamış; bu aydınlık dönemi, ‘karanlık çağ’ olarak adlandırdığı dönemden kesin bir biçimde ayırmıştı” (Burke, 2000: 9).

Rönesans, daha çok insan yaşamı ile ilgilidir dolayısıyla kültürel bir gelişimin ve geleneksel topluma karşı modern toplumun kaynağıdır. Dönemin ortaya çıkışında etkili olan birtakım maddi ve entelektüel kaynaklar vardır. Haçlı Seferleri sonrasında İtalya coğrafyasının Doğu ticaretinde etkinlik kurabilme imkânı kazanması Rönesans’ın maddi temelini oluşturur. Haçlı Seferleri sonrasında, İtalya kent cumhuriyetlerinin Doğu ticaretine sağladığı maddi imkanlar temelinde yükselen bir siyasi, iktisadi canlılık hali olan Rönesans’ı bu tarihi temel üzerinde ortaya çıkan, Orta çağ koşulları içerisinde bir yenilenme, Roma mirası ile ilişki kurma çabasının siyasi entelektüel ve estetik ifadesi olarak tanımlayabiliriz (Çoşkun, 2012: 48-49). Bu seferler ilk bakışta Kudüs’ü İslam dünyasından geri alma gibi kutsal bir mahiyet taşısa da aslında Batı için daha fazlasını ifade etmektedir. Doğuda hem maddi hem de düşünsel açıdan bir ilerleme söz konusudur. Bu seferlerle beraber Batı dünyası Doğuyu gerçek anlamda tanımaya başlamıştır. Başka bir deyişle Haçlı seferleri sonucunda gelişen Doğu ticareti yalnızca ekonomiyi etkilememiş Batı için siyasi ve entelektüel gelişimin de kapılarını açmıştır. Tüccarlar gittikleri yerlerin yaşam şekillerini tanıyıp düşünce alışverişi de yapmışlardır. Dolayısıyla her anlamda bir ticaret söz konusu olmuştur diyebiliriz.

Doğu ticaretindeki gelişmeler aynı zamanda kentlerin gelişmesinin temellerini de oluşturmuştur. Haçlılar, Batı ülkeleriyle Doğu arasında ilişkiler kurup büyük bir ticari hareket yaratarak özellikle İtalya’daki tüccarların büyük kapitaller

(30)

biriktirmesine imkân sağlamıştır. Böylece İtalya’da kentsel gelişim ve canlanma başlamıştır (Coşkun, 2012: 53-54). Ticaretten kazanılan sermaye hem kentlerin değişimine neden oluyor hem de arta kalan maddi birikim yine kentlerin gelişmesi için sanata harcanıyordu. Bu açıdan bakıldığında Doğu ticareti ile ön kapitalist bir sürece girildiği sonucunu çıkarabiliriz. Kentlerin yeni bir tarzda merkez olmaya başlamasıyla birlikte kırda yaşayan insanlar kentlere göç etmeye başlamış ve bu göç sonucu kentlerdeki nüfus artışı da yine Rönesans'ın ortaya çıkışını hızlandıran nedenlerden biri olmuştur.

Dönemin doğuşu ve gelişimine neden olan sosyal ve tarihsel faktörler Batılı felsefe tarihçilerine göre İstanbul’un 1453 yılında Türkler tarafından fethedilmesine dayandırılır. İstanbul’un fethiyle birlikte Osmanlıların Batı’ya doğru yayılması, Batı’da o zamana kadar bilinmeyen birtakım Grekçe felsefe metinlerinin Batı’ya geçmesine yol açmıştır. Bunun yanı sıra pusulanın icadı sonrasında Amerika’nın keşfedilmesiyle farklı kültür ve dinlerin farkına varılmış, barutun icadıyla savaş teknolojileri değişmiş ve feodal düzenin devasa sur ve duvarları yıkılmıştır. Son olarak matbaanın icadı ile Rönesans düşüncesi etkisini geniş kitlelere yayma imkânı bulmuş ve bu da berberinde daha sonra da ele alacağımız Reformasyon’un yaşanmasına neden olmuştur (Cevizci, 2011: 377-378).

Rönesans döneminde tüm bu faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan hümanizm akımı, dönemin ortaya çıkışının entelektüel kaynağını oluşturur. Aynı zamanda modernitenin felsefesini oluşturan unsurlardan biri olduğu için üzerinde durulması gereken önemli noktalardan biridir. “Hümanizm, insanlık anlamına gelmekle birlikte genel mana da insanlık sevgisini en yüce gaye olarak gören, insancıl (insanî) değerleri ve insan şahsiyetini savunan felsefi-edebi bir öğreti” (Seyyar, 2007: 427) olarak tanımlanır. Daha öncede belirttiğimiz gibi Rönesans dönemi İlkçağ felsefesini konu edinmiştir ve bundan dolayı antik yapılar çevrilmiş, yorumlanmıştır. Hümanizm deyimine de burada rastlanmıştır. Hümanizm geniş anlamıyla modern insanın yeni hayat anlayışını ve duygusunu dile getiren bir akımdır. Bu yeni hayat duygusu da dinden bağımsız bir kültür kurmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe

(31)

yaratmak ve kültür bilimlerinin doğal bir sistemini temellendirmek istiyordu (Gökberk, 2007: 167).

İnsanın kendini anlamasını ve geliştirmesini amaç edinen hümanizm “yeni zihinsel ve ahlaksal biçimlenim yolu ile insan iç evreni ile dış yaşamın gerçekleri arasında sataşmanın son bulduğunu göstermek isteyen” (Sinanoğlu, 1980) bir fikirdir. Hıristiyanlığın doğuştan günahkâr olarak tanımladığı insan profili hümanizm felsefesi ile birlikte yerini insan doğuştan iyidir ve kusursuzdur düşüncesine bırakmıştır. Böylece otoriter bir din anlayışından hümanistik bir din anlayışına geçilmiştir. Bu anlayışın merkezinde “insan ve güçleri vardır. “Fromm: ‘Hümanistik dinde insanın hedefi en büyük güçsüzlüğü değil, en büyük gücü elde etmektir; doğru olan itaat değil, kendini gerçekleştirmektir’ der. Kişiye başkalarınca yüklenen emirlere uymak değil, bizzat kendi düşünme ve hissetme kapasitesi inancın esasıdır” (Wulff, 2005: 244). Başka bir ifade ile insan tek ve biricik olarak tüm yaratılanlardan üstündür. Dolayısıyla insan, başta doğa olmak üzere evrendeki her şeye hâkim olabilecek tüm özelliklere sahip kutsal bir varlık olarak kendini evrenin merkezine yerleştirmiştir.

Özne olarak vasıflandırılan insan bağımsızlığını ilan etmiştir. Artık insan dini düşünce kalıplarından, dogmatik düşüncelerden ve Tanrı’dan bağımsız bir varlıktır. İnsanın özne kılınmasına paralel olarak daha sonra ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız bireysellik kavramı ortaya çıkmıştır. Geçmiş dönemlerde daha çok cemaat ilişkileri ön plandayken ilerleyen dönemlerde cemiyet ilişkileri hâkim olmuştur. Bir birey olarak insan, topluluklardan yavaş yavaş koparak toplumun bir parçası haline gelmeye başlamıştır. Sonuçta bencillik, yalnızlık, narsisizm gibi birçok psikolojik ve sosyolojik yeni sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır.

Rönesans aynı zamanda bir dünyevileşme (sekülerleşme) hareketidir. Rönesans’ın etkileriyle ortaya çıkan reform hareketi ve bu hareketi izleyen ve insanın aydınlanması olarak adlandırılan Aydınlanma çağı ile birlikte büyük bir dönüşüm yaşanmıştır. Bu dönüşüm insanların dine, Tanrı’ya ve dünyaya bakışını önemli ölçüde etkilemiştir. Din insanların hayatından çıkartılarak daha rasyonel bir yaşama biçimi benimsenmiştir. Başka bir deyişle öte dünyacı anlayıştan bu dünyacı anlayışa

(32)

geçilmiştir. Asıl olan bu dünyadır, bilmediğimiz bir dünyayı düşünerek bu dünyayı göz ardı edemeyiz dolayısıyla bu dünyanın önemsenmesi ve mükemmel olarak tanımlanması gerekir. “Sekülerleşme ilkesine göre din, vicdani bir kanaattir. Weber’e göre dinlerin doğasındaki dünyayı kabul ve ret eğiliminde olan içlerindeki dünyevileşme sürecidir. Sekülerleşme adı verilen bu teze göre, tüm sosyal kurumlar dinden doğmuşlar ancak zamanla onunla olan kutsal bağlarını kopararak ladini (din dışı) hale gelmişlerdir. Sekülerleşme tezi bir din ve din dışı ayrımına dayanmaktadır. Weber sekülerleşmeyi ünlü ‘Protestan Etik’ tezinde açıklamaya çalışmıştır. Buna göre kapitalizm, Protestan etiğin dünyevileştirilmesinin bir ürünüdür. Çünkü Protestanlık, dinde yeni bir yorum getirerek, bu dünyada ‘Tanrı rızası için çok çalışma’ ile ‘az harcama’ ilkeleri arasında bir kapital doğmuş, bu da kendine has bir toplum üretmiştir” (Seyyar, 2007: 611).

1.3.2. Reform

Kelime anlamı olarak reform, “herhangi bir alanda yaşanan ciddi aksaklıkları kökten gidermek maksadıyla o alana yönelik önemli ve kalıcı değişiklikler ve yenilikler yaparak, işleyen yeni bir sistem oluşturmak” (Seyyar, 2007: 769) olarak tanımlanmaktadır. Reform hareketi Rönesans ile birlikte ‘modern toplum’un temellerini atmıştır. Daha önce belirttiğimiz gibi Rönesans hareketi sanat ve bilimde bir ‘yeniden doğuş’ anlamında değerlendirilmektedir. Ancak bu hareketin Reformasyon’un içerdiği din (inanç) özgürlüğü ve ‘laikleşme’ ile tamamlandığı kabul edilir (Ağaoğulları ve Köker, 2001: 148).

Bilindiği gibi ortaçağ Batı dünyası için karanlık çağ olarak adlandırılmaktadır. İktidarın kilisede olduğu, kilise dışındaki hiçbir düşüncenin kabul edilmediği baskıcı tutuma karşı ortaya çıkan reform hareketi bugünkü Batı egemenliğini ortaya koyan önemli gelişmelerden biridir.

Şüphesiz toplumsal hareketlerin bütünü birbirine bağlıdır. Reform hareketlerinin ortaya çıkışında Rönesans düşüncesi de etkili olmuştur. Her ne kadar reformasyon Hıristiyan dini içerisinde oluşan dini bir tartışma olsa da sonuçlarına baktığımızda sadece dini değil siyaset ve toplumsal düşünceyi de etkilemiştir.

(33)

“Ortaçağ’da seçkinler ve halk aynı anlayışa, başka bir deyişle aynı inançlara ve isteklere sahiptiler. Ama Rönesans’tan sonra aydınların dünyası halkın dünyasının dışına yerleşti. Bu kopma bilim, estetik ve edebiyat alanında çok önceden başlamıştı; ama felsefede çok geç ortaya çıktı, çünkü bu alanda ortaçağ geleneğinden kopma çabaları din bilimcilerin etkinliği ile güçleşiyordu” (Bouthoul, 1975: 26). Hıristiyan dogmasından radikal bir kopuş ve ona karşı reaksiyon olarak algılanan reformasyonun ortaya çıkışında Rönesans hümanistlerinin büyük etkisi olmuştur. Hümanistlerin eski metinlerle uğraşması İncil’e kadar uzatılabilir; bu çabalar teologları, kutsal yazıları kullanarak dini otoritelerin var olan pratiklerini sorgulamaya teşvik etmiştir. Elbette matbaanın yaygınlaşması bu tür metinsel sorgulamalara yeni bir güç verdi (Wood, 2012: 78). “Matbaanın yaygınlaşmasıyla birlikte okuma ve özellikle dinsel metinleri ‘aslından’ izleyebilme olanağını bulan ‘laik kesim’, bu olanağı kullanmasının asıl sonucu olarak toplumsal çatışmaların hazırladığı arka planda, gerektiğinde, ‘doğru din’e sadık kalmayı’ veya ‘doğru din’e dönmeyi’ talep edebiliyordu. Bu da elbette, Kilise’nin dinsel konulardaki otoritesini sarsmaktaydı” (Ağaoğulları ve Köker, 2001: 101).

Reform hareketinin ortaya çıkış nedenlerinden en önemlisi kilisenin zenginleşmesi ve yolsuzluklarıdır. Rahiplerin ya da keşişlerin çalışmadan nasıl zengin oldukları eleştirilmiştir. Luther’e göre zenginlik ancak çalışma yoluyla kazanılmalıdır. Toplumun bir kısmının çalışıp diğer kısmının çalışmadan zenginlik elde etmesi adil değildir (Çakır, 2013: 629). Bu görüşlerini ortaya koymak amacıyla Martin Luther 1517 yılında Wittenberg Kilisesinin kapısına ünlü 95 tezini asmıştır. Bu reform hareketinin resmen başlangıcıydı. Luther aynı zamanda Hıristiyan dini için yeni bir mezhep olan Protestanlığı başlatmıştır. Katolik Kilisesi o sırada dünya ve politika işleri ile uğraştığı için dinde teselli arayan alt tabakalar kiliseden umutlarını kesmişti. Luther’in attığı bu adım, kökenleri Yeni-Platonculukta olan mistisizme başka bir ifadeyle iç dindarlığa dayanıyordu. Bu görüşe göre, insan da Tanrı’nın özünden türemiştir, onunla aynı özdendir, dolayısıyla insan Tanrı’yı kendisinde bulabilir (Gökberk, 2007: 178). 95 tez kurulu bir sistemi bozarak ona yeni bir yön vermiştir. Bu görüşe göre Tanrı ile kul arasına hiç kimse giremez, kutsal kitabı herkes okuyabilir ve anlayabilir. Aynı zamanda Luther,

(34)

Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın işlemiş olduğu günahın her doğana sirayet ettiği ‘köken günah’ anlayışını da yıkmıştır. Ona göre, her doğan kişi masumdur ve kimse bu yükün altına girmemelidir. Din adamının görevi de Tanrı’nın buyruğunu insana iletmektir; Tanrı ile kul arasında aracı olmak değildir.

Lutherci öğreti bireyci bir din öğretisini savunmaktadır. Başka bir ifadeyle Katolik Kilisesi’nin ‘toplumsal kurtuluş’ hedefinin aksine ‘bireysel kurtuluş’u önermektedir. Böylece tüm Hıristiyanların din adamı olduğunu söyleyen bu öğreti, ‘görünmeyen kilise’ mefhumunu ortaya çıkarmıştır. Thomas Paine’in ‘zihnim kilisemdir’ ve Thomas Jefferson’ın ‘bizzat kendim bir mezhebim’ şeklindeki beyanları, reformasyonun dinsel teşkilat yapısı esprisini göstermektedir. Artık birey Tanrı’nın huzurunda tek başına, yapayalnızdır. Tanrı ile başbaşalığı ve çevresindekilerin sahne dışında bırakılmasının insani ilişkilerdeki soğukluğu çağrıştırması kaçınılmazdır. Fakat bu durum, Luther’e göre geçicidir; birey ilahi inayeti elde ettiğinde huzura erer ve diğer insanlarla münasebetlere sıcaklık, muhabbet ve his geri döner. Reform hareketinin diğer önemli önderi Jean Calvin’e göre ise bu durum kalıcıdır. Çünkü bireyler ilahi inayetin kendilerinde tecelli ettiğinden hiçbir zaman emin olamadıklarından bu dünyadaki diğer yaratıklarla duygusal bağ kuramazlar. Dolayısıyla birey, hep kendi iç dünyası ile baş başadır (Ünsal, 2011: 24-25). Rönesans, bilimsel düzen ve mutlak devletin güzelliğini yüceltirken, Reform hareketi, tikel istencin anlamsız biçimde yadsındığı sırada, inancın, sevginin ve ahlakın dünyası olan iç dünyayı kesinliyordu; işte modernlik tam bu kararlı dönemde dinsel modeli doğrudan yıkmıştır (Touraine, 2011: 35).

Calvin’in öğretileri aynı zamanda ‘Püriten’ anlayışın ve bu doğrultuda gelişen siyaset ve ekonominin temel belirleyicilerinden biri olmuştur. Modern toplumsal ve siyasal örgütlenmenin temellerini Rönesans ve Reform hareketlerine bağlayan ünlü Alman düşünürü Max Weber, Reform’un ürünü olan ‘Protestan ahlakı’nın, Batı dünyasında kapitalizme geçişi mümkün kılan bir kültürel öge olarak görülmesine yol açmıştır (Ağaoğulları ve Köker, 2001: 95-138). Bu anlayışa göre, sekülerleşmeyi temsil eden dünya için çalışmak, para kazanmak gibi şeyler önem kazanmış ve sevap

Şekil

Tablo 10. Anne Meslek
Tablo 15: Toplum içinde insan başkalarının da var olduğunu unutmamalıdır
Tablo 23: ‘İnsan doğası çıkarcı ve bencildir’ yargısını doğru bulurum
Tablo 27: Başkalarına yardım ettiğimde bir gün gelir onlar da bana yardım eder  beklentisini hep taşımışımdır
+7

Referanslar

Benzer Belgeler

Lineer olmayan denklenmelerin Newton metodu yardımıyla yaklaşık çözümlerinin bulunmasında ihtiyaç duyulan operatörlerin türevleri, reel değerli ve reel

Cisim dengede olduğuna göre, altta ağırlığa eşit ve zıt yönde bir T gerilme kuvveti olmalıdır.. İpin herhangi bir kesitindeki alt ve üst

Newton yüksekçe bir yere çıkıp elmayı fırlattığında elmanın parabolik bir eğri çizerek yere düşeceğini biliyordu. Peki bu elmayı daha hızlı fırlatırsak

Newton yüksekçe bir yere çıkıp elmayı fırlattığında elmanın.. parabolik bir eğri çizerek yere düşeceğini biliyordu. Peki bu elmayı daha hızlı fırlatırsak

Entellektüeller ve profesyoneller için 1925’te Giovanni Gentile tarafından eğitimli halkın faşist rejime hizmet etmesi için bir araya toplanması amacıyla Ulusal Faşist Kültür

 Bir cisme dış kuvvet (bileşke kuvvet) etki etmedikçe cisim durgun ise durgun kalacak, hareketli ise sabit hızla.. doğrusal hareketine

yaklaşımını geliştirmesi ile, gazı bir istatistiksel örneklem olarak ele al- mak suretiyle, ideal gaz kanunlarını Newton’un hareket yasalarından türetmek mümkün

1-Bu 3 nokta ana fonksiyonda konularak fonksiyonun değerleri bulunur. ise en büyük fonksiyon değerini, min. ise en küçük fonksiyon değerini veren nokta Optimum Nokta dır. 3-