• Sonuç bulunamadı

Bireycilik

Belgede Modernite ve bencillik (sayfa 45-56)

1.4. Modern Bireyi Oluşturan Temel Unsurlar

1.4.1. Bireycilik

Modern anlamda birey, sorumluluğunu bilen, başına gelenlerin nedenlerini kendinde arayan, kendini geliştiren ve yeterliliğini arttıran kişidir. Hayattaki en önemli ideali kimseye muhtaç olmamaktır. Çünkü muhtaç olmak bir başkasına bağımlı olmayı gerektirir ve bu da özgürlüğü yok eder. Bu anlamıyla birey, kendi doğrularına göre yaşayabilen, özgürleşmiş insanı tanımlamaktadır. Bunun aksine nadir de olsa birey kelimesi, bencil, kimseyle yardımlaşmayan, kimseye faydası olmayan birini anlatmak için kullanılmaktadır (Çalak, 2012: 199). “Birey kavramı, tarihsel süreç içinde şekillenmiş ve değişiklikler geçirmiştir. Batıda Reform hareketi, Rönesans, Aydınlanma Çağı ve 1789 Devrimi bu sürecin önemli kilometre taşları olmuştur. Bunlara ek olarak insan haklarının gelişmesiyle birlikte öz bilinci olan ve kendisinden sorumlu olmayı talep eden özerk birey anlayışına varılmıştır” (Bilgin, 2007: 61).

Bireycilik ise, “İnsanların fayda ve menfaatlerini, sosyal (topluma ait) faydalardan daha üstün veya daha mühim olduğunu ileri süren görüş” (Seyyar, 2007: 316) olarak tanımlanır. Bireycilik birçok nedenle modernitenin temel fikridir ve olmaya da devam etmektedir. Özgür ve özerk bireye ait ideolojiler kapitalist toplumlarda benlik ve toplum arasındaki ilişkilere model olmak için gereklidir.

Bireycilik, benlikle yakın ilişkiler vaat eder. Anlamlı ve özerk bir yaşama nasıl yön vereceğimiz, kendini geliştirmenin nasıl kendini tatmin duygusu sağlayacağı gibi konular hep bireycilik kültürü ile alakalıdır (Elliott ve Lemert, 2011: 33).

Simmel’e göre bireycilik, bir ilke sorunu olarak Rönesans’ın özgün kazanımıdır. Bu da, güç sahibi olma, başkalarından üstün olma ve şan şeref kazanma isteğini insanlar arasında görülmedik ölçüde yaygınlaştıracak şekilde gerçekleştirmiştir. Dönemin başlarında Floransa’da belli bir süre herkes kendine özgü bir şekilde giyinip kuşandığı için erkek kıyafetlerinde belirli bir moda olmamıştır. Buradaki mesele basit bir kendini ayırma, farklı olma meselesi değildir. Birey göze çarpmak istiyordu; kendini yerleşik biçimlerle mümkün olabileceğinden daha dikkate değer bir şekilde sunmak istiyordu. Rönesans insanının hırsına, kendine amansızca düşkün oluşuna, eşsiz, biricik olmaya yaptığı ve kendini üstün görmeye odaklı bireyciliğin davranışsal gerçekliği budur (2009: 211).

Özellikle Fransız Devrimi’nden sonra gelişen liberal bireycilik anlayışı, insanın toplumu şekillendirdiğini savunur. Bu doktrine göre her insan kendi başına bir değerdir ve insanlığa da bir değer katmaktadır (Üskül, 2003: 48). Modern toplumun bir uzantısı olan bir bireyciliğe atfedilen bazı temel unsurlar vardır: Bireyin üstün değeri ve değer açısından her bireyin eşit oluşu, özgür ve özerk oluşu, mahremiyet (kamusal alandan özel alana geçiş), kendi potansiyellerinin farkına varıp kendini gerçekleştirmesi ve bireylerin toplumdan ve birbirlerinden soyutlanmasıdır (Ünsal, 2011: 55).

19. yüzyıl başlarında bireyciliği ilk kullanan Alexis de Tocqueville, bireyciliğin demokrasinin doğal bir sonucu olduğunu söylemiştir. Ona göre bireycilik, bireylerin toplum yaşamından kayıtsızca elini eteğini çekerek özel alana çekilmesine, birbirlerinden yalıtılmasına ve sonuçta toplumsal bağların zayıflamasına neden olmaktadır (Lukes, 2006: 22). Tocqueville Amerika’da Demokrasi adlı kitabında, bencilliğin erdemi körelttiğini söyler. Bireysellik ise önce toplum hayatındaki erdemleri kurutur, sonunda diğer erdemlere saldırır ve onları yok eder. Nihayet bencillikle özdeşleşir. Demokrasiden kaynaklanan bireysellik de tıpkı bencillik gibi topluma yayılmaktadır (Tocqueville, 1994:167).

Modern uygarlığın bir kazanımı olan bireyciliğin karanlık yanı benlik üzerine odaklanmadır. Bireylerin kendi benliklerine odaklanmaları başkalarına ya da topluma karşı kayıtsızlaşmalarına neden olur (Taylor, 2011: 12). Nitekim geleneksel toplumların küçük gruplarının yerini modern toplumlarda büyük gruplara bırakmasıyla genişleyen bireysellik alanı, yeni çağın ‘bireycilik çağı’, bencillik çağı’, ‘hep bana kuşağı’ vb. isimlerle anılmasına neden olmaktadır. Bireyciliğin belki de en travmatik sonuçlarından biri insan ve toplum ilişkilerindeki bağları koparmasıdır. Bireycilik, bu bağları ortadan kaldırırken yerini bağımlılıklara bırakıyor. Bunlar, insanların haz ve isteklerini doyuran, maddiyatı önceleyen, başarıya odaklanan bağımlılıklardır. Erich Fromm, Çağdaş Toplumların Geleceği adlı kitabında bireylerin bu bağımlılıklar sonucunda yabancılaştıklarını söyler. Ona göre, çağdaş insan artık kendi güçlerinin ve servetinin etkin yaratıcısı olma durumundan çıkarak hayatını kendi dışındaki nesnelere bağlı olarak tasarlar ve düzenler. Sosyal görevlerini ise devlete yöneltmiştir. Bir birey olarak, sadece kendisine ait bencil kaygılar tarafından çevrelenmiş durumdadır (2004: 16).

1.4.2. Özgürlük ve özerklik

Özgürlük ve özerklik modern döneme geçişle birlikte önem kazanan kavramlar arasındadır. Çünkü modernite, eşit, özgür ve özerk bireylerin oluşturduğu bir toplum istemekteydi. Nitekim Fransız Devrimi’nin sloganını da bu kavramlar oluşturuyordu. Özgürlük, herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma (Tdk) olarak ifade edilir. Bauman özgürlüğü, ‘karar verme ve seçme yetisi’ (2002: 30) olarak tanımlamıştır. Toplum sözleşmesi kuramında özgürlük kavramına önem veren Rousseau’ya göre, insan varoluşu gereği özgürdür, özgürlükten vazgeçmek insanın en temel niteliğinden, insanlığından vazgeçmesi demektir. Aynı zamanda insanın iradesinden özgürlüğü almak da insanın eylemlerinden ahlakı almak demektir. İnsanların doğa durumunda sahip olunan özgürlükten daha yüksek bir özgürlüğe erişebilmesinin tek yolu özgürlük taleplerine uygun olarak kurulacak bir toplum sözleşmesiydi. Bu şekilde insanlar topluma sadakatle bağlı kalacaklar ve özgür bir şekilde yaşayabileceklerdi (Cevizci, 2011: 788). Özgürlüğün bireyler üzerindeki etkisi, bireyler özgür iseler her şeyi yapabilirler

(Burke, 2003: 62) şeklindedir. Rousseau’ya göre bu doğa durumundaki insanlarda görülür ve bu şekilde algılanan bir özgürlük toplumsal düzensizliği getirir.

Özgürlük kavramına önem veren bir diğer düşünür John Stuart Mill, düşünce ve tartışma özgürlüğü üzerinde durmuştur. Onun özgürlükten anladığı şey negatif özgürlüktü, başka bir ifadeyle bireysel özgürlüktü. Ona göre, bireylerin düşüncelerine ve eylemlerine herhangi bir sınır veya tehdit olmaması durumu özgürlük demektir (Cevizci, 2011: 898).

Özerklik, bireyin akılcı, kendi yolunu çizen, determinizmin herhangi bir biçimine eğilim duymayan, kendi hedefleri ile çıkarlarını dile getiren bir toplumsal aktöre dönüşmüş halidir (Marshall, 1999: 570). Bu anlamda birey kendi kararlarını vermede bağımsız ve bu kararlardan sorumlu kişidir. Kant, özgürlük ve özerklik kavramlarının birbirlerine sıkı sıkıya bağlı ya da eş değer olduğunu söylemiştir. Spinoza’ya göre ise, özgür bir insan etkin, kendi kaderini belirleyen ve düşünen bir varlıktır ve özgürlük özel türden bir özerkliktir (Lukes, 2006: 67).

Modern toplumla karşıtlık içinde Ortaçağ toplumuna özellik kazandıran şey, bireysel özgürlüğün ve özerkliğin olmayışıdır. Modern öncesi dönemde herkes toplumsal düzen içindeki rolüne zincirlenmişti. Özgür düşünebilme, karar verebilme hatta arzu ettiği şekilde giyinme ve yeme özgürlüğüne çoğu durumda sahip değildi (Fromm, 1997: 52). Modern çağın yarattığı dönüşümlerle birlikte bireyin değerli olarak atfedilmesi, onun özgür ve özerk bir birey olarak toplumda yerini almasını sağlamıştır. Modern çağda insan, irade sahibi bir varlık olarak özgür düşünme ve seçim yapabilme yetisine sahip bir birey olarak tanımlanmıştır. Zamanla modern kurumlar bireylerin düşüncede, inançta, ekonomide ve siyasette özgürlük ve özerklik alanlarını genişletmiştir. Tabi burada kastedilen yine de sınırsız bir özgürlük anlayışı değildi. Modern kurumlar bu özgürlükleri koydukları yasalarla sınırlandırmıştır.

İnsanlar özgürlüğü kısıtladığını düşündükleri için bir şeylere bağlanma korkusu yaşarlar. İnsana, topluma, yasalara, değerlere, kültüre, izm’lere bağlı olma gibi. Eğer bütün bunlar son aşamada özgürlüğü kısıtlıyorsa bugün gelinen noktada insanların metaya olan bağımlılıkları da özgürlükleri kısıtlamaktadır. O halde insan ne zaman

özgür olur? Steven Lukes bu soruya üç yanıt vermiştir. Bunlardan ilki, ‘bir kişi eylemleri kendisine ait olduğu ölçüde, yani bir başkasının istencinin aracı ya da nesnesi veya kendi istencinden bağımsız dışsal ya da içsel güçlerin sonucu olarak değil, özgür eyleyen olarak kararlarını aldığı veya seçimlerini yaptığı ölçüde özgürdür.’ Dolayısıyla burada birey özerk olduğu ölçüde özgürdür. İkincisi, ‘kişinin her türlü müdahale ve engellemeden kurtulduğunda özgür olduğudur ve bu özgürlük onun nasıl istiyorsa öyle düşünüp eylemde bulunmak üzere başkalarınca yalnız bırakılmasına dek uzanır.’ Lukes bunu özgürlüğün olumsuz yönü olarak görür. Üçüncü yanıtı ise, ‘kişinin yaşamının doğrultusunu belirleyebildiği ölçüde ve dolayısıyla gizilgüçlerini kullandığı, yani elindekinin en iyisini gerçekleştirdiği ölçüde özgür olduğudur’ (2006: 143-144-145).

Modernite, bireysel özgürlüğü arttırma yolunda çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Reform ile birlikte dinin bireysel alana dolayısıyla bireylerin vicdanına bırakılması, bireyleri toplumsal baskıdan kurtararak özgürleştirmiştir. Ekonomi alanında ise kapitalizm, insanı katı yönetimlerden kurtararak kendi ayakları üzerinde duran ve kendi şansını denemesine izin veren özgür bir birey haline getirmiştir. Böylece insan, kendi kaderinin efendisi olmuştur, risk de kendisinin kazanç da kendisinindir. Siyasal alandaki özgürlük ise demokrasi ile mümkün olmuştur. Demokrasi, bütün insanların eşitliği ve herkesin kendi seçtikleri temsilcilerle yönetimi paylaşma ilkesine dayanmaktadır. Bu sayede herkes kendi çıkarlarına göre hareket ederken aynı zamanda da bunu ulusun ortak refahını göz önünde bulundurması gerektiği fikri öne sürüldü (Fromm, 1997: 70-113).

Modern dünyanın insanı özgür kılması şüphesiz gerekli bir oluşumdur. Ancak birey ne zaman özgür olur ya da bireylerin özgürlükten anladığı şey nedir? J. Krishnamurti Özgürlük Üzerine adlı kitabında, engelden sınırlamadan, zorlamadan kaçmanın özgürlük olmadığını söyler. Ona göre özgürlük bir şeyden özgürlük değildir kendinde bir şeydir (2003: 27). Bu açıdan bakıldığında bireylerin topluma karşı olan ödevlerinden kaçması ya da sorumluluklarını yerine getirmemesi özgürlük değildir. İnsanların kendilerini toplumdan soyutlayarak yaşaması ya da her şeyi yapma yetisini kendisinde bulması da özgürlük anlamı taşımaz. “Bugün modernlik

fikri, arzuların özgürleşmesi ve taleplerin tatminiyle bir görülüyor. Kolektif zorlamaların, dinsel, siyasal ya da ailevi yasakların reddi, hareket, kanaat ve ifade özgürlüğü, tercih ve davranış özgürlüğünü kısıtlayan tüm toplumsal ve kültürel örgütlenme biçimlerini ‘modası geçmiş’ hatta ‘gerici’ olarak niteleyip reddeden taleplerdir. Özellikle de gençliğin imgeleri, çoğunlukla arzuların ve duyguların özgürleşmesine ilişkin imgeler” (Touraine, 2012: 327). Böyle bir özgürlük durumunda insanların haz ve istekleri hiçbir zaman doyum noktasına ulaşamaz. Bunlar son aşamada toplumsal düzeni bozan ve bireyleri bencilliğe götüren durumlardır.

1.4.3. Akılcılık

Akılcılık, vahiy, duygu, maneviyat ve ampirizm üzerine kurulu sistemlere ve düşüncelere karşıt olarak, bilgilerin doğruluğunu yalnızca akıl ölçüsüyle kabul eden doktrindir (Seyyar, 2007: 60). Aklın ön plana çıkması ve yüce bir değer olarak her şeyin ölçütü sayılması Aydınlanma döneminin en önemli mirasıdır. Nitekim modernlik tanımları yapılırken ‘özerk akıl’ kavramına yapılan vurgular bunun açık bir göstergesidir. Özerk akıl, “insanın düşünme kapasitesinin, aklın bütün diğer sosyal ve kültürel alanların, (ekonomiden kâinatın açıklanışı olan kozmolojiye kadar) kendi açıklama çevresine göre, yeniden kurulmasını ima eder (Armağan, 1998: 50). Modernite deneyimi, önce yüceltilmiş daha sonra sosyal yaşamı daha yaşanır bir süreç haline getirdiğine dair bir inanç dalgası oluşturmuştur. Bu inanç önce Batı’da sonra tüm dünyada etkisini göstermiştir. Modernitenin kutsanması ve akılcılığın her alanda egemenliğini ilan etmesi ile kabulü bu kutsamayı kalıcı bir meşru zemine oturtmuştur (Çötok, 2017: 197). Buradan yola çıkarak aklın modernitenin dayanak noktası ve meşrulaştırma aracı olduğu sonucuna varabiliriz. Nitekim Horkheimer, modern dönemde aklın bir varlık olarak görüldüğünü ifade eder. Ona göre akıl her insanda yaşayan ruhsal bir güçtür. Bu güç, en yüksek hakem, hatta daha fazlası, hayatımızı adayacağımız düşüncelerin ve nesnelerin ardındaki yaratıcı güçtür (2013: 59).

Modernite insan aklına sınırsız özgürlük vererek önce doğayı kendi çıkarları için kullanmaya başladı. Daha sonra kendi çıkarları doğrultusunda yarattığı toplumu

yine kendi çıkarları için bir araç haline getirdi. Özellikle sanayi devriminden sonra araçsal aklın yaygınlaşması beraberinde hesapçı düşünceyi geliştirmiştir. Araçsal akıl, “bireylerin hedeflerine ulaşmak ve menfaatlerini en üst seviyeye yükseltmek amacıyla akılcı ve ölçülü hareket etmesi” (Seyyar, 2007: 61) olarak tanımlanabilir. Modern çağda “aklın araçsal değeri, doğa ve insan üzerinde egemenlik kurulmasında oynadığı rol, tek ölçüt durumundadır” (Horkheimer, 2013: 67).

Araçsal aklın yaygınlaşması ve diğer alanlara yayılması süresi modern çağın ekonomik sistemi olan kapitalizmle mümkün olmuştur. Kapitalizmin yarattığı akılcı insan (homo-economicus), serbest girişimi savunan, ekonomik çıkarlarını düşünen, kendisini zenginleştirdiği ölçüde topluma yararlı olabileceğine inanan, faaliyetlerinde kişisel çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, en çok kar veya faydayı sağlamaya yönelik en uygun araçları seçmeyi temel prensip olarak kabul eden ve yaptığı rasyonel tercihlerle tatmin düzeyini en yükseğe çıkarmaya çalışan kişidir (Seyyar, 2007: 420). Araçsal akıl yaygınlaşması, kişinin istediğinden ki istekleri ne olursa olsun çok daha fazlasını elde etmesini olanaklı kıldığını belirten Taylor, çağdaş toplumların araçsal akla verdiği önemin de git gide arttığını söyler. Ona göre araçsal akıl, bizi, içinde bulunduğumuz toplulukları, bir sürü başka şeyi olduğu gibi, araçsal bir açıdan görmeye teşvik eder. Aynı zamanda yaşamımızın ve çevremizin her yanına, toplumsal düzenimize olduğu kadar doğaya karşı da araçsal bir tutum takınmamızı sağlar. Sonuçta bu yalnızca bireyin gerçek olduğu atomculuk görüşünün kalıcı bir hale geldiği kültür yaratır (Taylor, 2011: 25-53).

“Rasyonalite (akılsallık) fikrinden akılcı bir toplumun temel biçimini çıkarmak mümkündür. İnsan olmamız nedeniyle hepimiz akılla düşünme özelliğine ya da potansiyeline sahibiz. Dolayısıyla akılcı toplum, içinde yaşadığımız çevre koşullarını oluşturup dönüştürme sürecine hepimizin katıldığı toplumdur” (Marshall, 1999: 179). Ancak araçsal aklın yaygınlaşması ile “insan, mutlak davranış ölçülerine, evrensel bağlayıcı ideallere giderek daha az bağımlı hale gelmiştir. Kendi özel ölçülerinden başka kurallara gerek duymayacak kadar özgürleştiği ileri sürülmektedir.” (Horkheimer, 2013: 122).

1.4.4. Kapitalizm

Her ekonomik sistemin temelinde bir doktrin, bir düşünce akımı vardır. Ekonomik sistemlerin kurumlarını bu düşünceler, inançlar, değer yargıları, gelenekler ve etik kuralları etkiler. Ortaçağın sonlarında ortaya çıkan Rönesans, Reform, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi gibi moderniteyi oluşturan unsurlar, yeni düşünce sistemlerini ortaya çıkarmıştır. Modern toplumun ekonomik sistemi olan kapitalizm bu düşünce akımlarının etkisiyle oluşmuştur (Ölmezoğulları, 1999: 39).

Ortaçağ sonunda feodalizmin çökmesiyle beraber hükümetler kapitalist sistemin başlangıcı olarak nitelendirilen merkantilizm politikasını uygulamışlardır. Sanayi Devrimi ile beraber üretim büyük ölçüde artmış ve kapitalizm yükselişe geçerek yeni bir şekil almıştır. Günümüzde ise küreselleşme ve teknolojinin hızla ilerlemesi kapitalizmi sürekli bir yeniden yapılanma süreci içine sokmuştur. Kapitalizm başlangıcından günümüze kadar tüm değişiklere uyum sağlayarak yeniden ve daha güçlü bir şekilde karşımızda duran bir ekonomik sistemdir.

Kapitalizm, ‘Batı dünyasında 15. ve 16. yüzyıldan itibaren feodalizmin çözülmesiyle onun yerine geçmeye başlayan, 18. ve 19. yüzyılda ise hâkim iktisadi örgütlenme haline gelen, sermaye egemenliğine dayalı bir ekonomik sistem’dir (Seyyar, 2007: 550). Kapitalizmin temelinde sermaye biriktirme güdüsü vardır. Üretim kar amacıyla yapılır. Bunun için de çok çalışmak ve üretmek topluma bir değer olarak sunulur. ‘Sermayenin egemenliğini öngören kapitalizmin başlıca özelliği serbest, sınırsız, kayıtsız, şartsız mutlak kazanç fikridir’ (Aktaran: Bulaç, 1988: 27). Kapitalizm, üretimin yapıldığı araç ve aletlerin, yapı ve hammaddelerin, başka bir deyişle sermayenin, ağırlıklı olarak özel ya da bireysel mülkiyette olması demektir. Marx’a göre kapitalizm, üretim araçlarının toplumda ayrı bir sınıf oluşturan kapitalistlerin elinde bulunduğu bir üretim tarzıdır (Dobb, 2001: 10). Rand’a göre, “tüm mülkiyetin özel olarak sahiplenildiği, mülkiyet hakları da dâhil, bireysel hakları tanımaya dayalı olan sosyal bir sistemdir” ( 2004: 16). Weber’e göre ise ‘kapitalizmin ruhu Protestanlığın ruhudur ve Protestanlığın davranış kuralları kapitalizmin pratik ahlakını teşkil eder’ (Altan, 2011: 65). 16. yüzyılda

Hıristiyanlığın yeniden ve seküler bir biçimde yorumlanması sonucu ortaya çıkan bu din anlayışı kapitalizme bir meşruluk sağlamıştır. Protestan anlayışa göre bu dünyada çok çalışmak ve biriktirmek dini bir görev olarak sunulmuştur. Weber ünlü Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde Benjamin Franklin’in ahlaki yaklaşımlarını kapitalist zihniyete örnek olarak gösterir: Unutma ki zaman paradır, (...) unutma ki kredi paradır, (...) şu atasözünü unutma iyi bir ödeyici, herkesin cüzdanının efendisidir. Weber’e göre tüm bu ahlaki yaklaşımlar yararcılığa dönüşür. Şerefli olmak yararlıdır çünkü kredi sağlar, dakiklik, çalışkanlık, ölçülülük de; bunlar bu yüzden erdemdir (Weber, 2008: 41-42-44). ‘Protestan ahlak, hak eşitliği, düşünce özgürlüğü, kar peşinde koşma, servet ve maddi başarıya saygı gibi liberalist ideolojinin başlıca ögelerinin toplum hayatına yerleşmesine katkıda bulunmuştur’ (Torun, 2002: 95).

Daha öncede belirttiğimiz gibi ekonomik sistemler bir toplumun ahlakı ve değerleriyle etkileşim halindedir. Bu noktada Protestan ahlakı, ekonomik hayatta köklü değişikliklere neden olmuştur. Burada çalışma hayatı açısından özel bir ahlaktan söz edilmektedir. Aslında Franklin’in ahlaki yaklaşımlarına ekonomi ve ahlak ilişkisi çerçevesinden baktığımızda iyi davranışlar kategorisinde yer alır. Çünkü verilen sözü yerine getirme, dürüstlük, çalışkanlık gibi erdemler tüm insanlar için uygulanması gereken ölçütlerdir. Buna karşılık kapitalizm aynı zamanda bireyci ve rasyonel temeller üzerine kurulu bir sistemdir. Günlük ilişkilerimizin birçoğunu ekonomik ilişkilerin oluşturduğu düşünüldüğünde bu konu daha da önemli hale gelmektedir. Çünkü “kapitalizm çağdaş toplumlarda mutlak bir norm kaynağı ve dolayısıyla ahlaki bir güç”tür (Fukuyama, 2009: 324). Başka bir ifadeyle kapitalizm, toplumların aynı zamanda yaşam biçimlerini belirlemektedir.

Kapitalizmin ve aynı zamanda objektivist etiğin güçlü savunucularından biri olan Rand’a göre, kapitalist bir toplumda, tüm insan ilişkileri gönüllüdür. İnsanlar, kendi inanç ve çıkarlarına dayalı olarak iş birliği yapıp yapmamakta özgürdürler ve birbiriyle ancak akıl yoluyla iş birliği yaparlar. İnsanın en değerli özelliği olan yaratıcı aklın önündeki engelleri kaldıran özel mülkiyettir (Rand, 2004: 16). İnsan doğasına uygun tek ahlaki sistemin kapitalizm olduğunu savunan Rand, tıpkı

bencillik gibi kapitalizmi de etik bir temel üzerine oturtarak savunur. “Kapitalizmin insana ilişkin varsayımı, ekonomik çıkarları konusunda ussal, bencil, kişisel çıkar güdüsü ile hareket eden insan, kısaca homo economicus’tur” (Ölmezoğulları, 1999: 29).

Kapitalist düzenin önemli bir unsuru da rekabettir. Rekabet, birden fazla gücün aynı alanda, aynı şeyi elde etmek ve çıkarlarını gerçekleştirmek için mücadeleye girişmeleridir. Rekabet daha fazla kar edebilmek ümidiyle yapılır ve hem üreticiler hem de tüketiciler rekabet sürecinin unsurlarıdır (Ölmezoğulları, 1999: 31; Zincirkıran, 15). Rekabet ilk bakışta üreticiler arasında belirgin bir özellik olarak kendini gösterir ki nitekim de öyledir. Bunu yaparken insanların manevi yönlerini köreltip maddi yönden onları tatmin etmeye çalışır. İnsanlar farkında olarak ya da olmayarak kapitalizmin sunduğu şeyleri arzular ve arzuladıkları şeyleri elde edebilmek adına yarışa girerler.

Bencilliğin ekonomik süreçteki adı olan ‘kâr’ güdüsü, insan bencilliğinden kaynak alarak gelişir ve kişiler arası rekabeti olduğu kadar uluslararası rekabeti de kamçılar. Kapitalizm, kâr amacına dayalı üretim sürecini tümüyle rekabetçi bir toplum biçimine dönüştürmüş; insanların bencil duygularını kamçılayıp bu bencil duyguların ekonomik sürecin büyümesinde temel rol oynayan ana faktör haline getirmiştir (Topses, 2011: 60). Bugün rekabetin arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Başarılı olmanın önkoşulu başkalarıyla rekabet halinde olmayı gerektiriyor. Böyle bir durumda özellikle gençler daha iyi bir eğitim ve iş hayatı için önceliği kendilerine vermekte ve dolasıyla kendilerine odaklanmaktadırlar (Twenge ve Campbell, 2010:

Belgede Modernite ve bencillik (sayfa 45-56)

Benzer Belgeler