• Sonuç bulunamadı

20 numaralı(H.1339 /M.1921 - H.1343/M.1925) Nevşehir şer'iyye sicili transkripsiyon ve genel değerlendirme

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "20 numaralı(H.1339 /M.1921 - H.1343/M.1925) Nevşehir şer'iyye sicili transkripsiyon ve genel değerlendirme"

Copied!
353
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

NEVŞEHİR ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

20 NUMARALI(H.1339 /M.1921-H.1343/M.1925)

NEVŞEHİR ŞER’İYYE SİCİLİ

TRANSKRİPSİYON VE GENEL DEĞERLENDİRME

Tezi Hazırlayan

Sevgi KUŞ

Tezi Yöneten

Yrd. Doç. Dr. Nejdet GÖK

Tarih Anabilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

Eylül 2010

NEVŞEHİR

(2)
(3)

ÖNSÖZ

Tarihimize ait ilk el kaynaklar arasında şer’iyye sicilleri, bir diğer deyişle şer’î mahkeme kayıtlarının ayrı bir önemi vardır. Sosyo-kültürel açıdan önemli bilgi ve kayıtlar içeren Osmanlı mahkeme kayıtları, geçmişi günümüze yansıtan kıymetli yazılı kaynaklardandır. Şer’iyye sicilleri, yerel farklılıkları ve genel tespitleri ortaya koymaları bakımından da ayrı bir önem arz eder.

Şer’iyye sicilleri ayrıca, ait oldukları yerlerin içtimaî, idari, mali, sosyal, vb. yönleri aydınlatma açısından da zengin bilgiler içerirler. Şer’iye sicilleri zengin içeriği ile Türk tarihimizin en önemli kaynaklarından biridir. Kadılar ve naiplerin kararları devlet merkezinden gönderilen emir ve fermanlar, dönemin iktisadi, idari, hukuki ve sosyal yönlerini aydınlatıcak belgeler, şer’iye sicillerinde bulunmaktadır. Binlerce şer’iye sicili, Osmanlı sınırları içersindeki şehirlerin o tarihteki sosyal, idari ve hukuki yapılarını ortaya koymaları bakımından önem arzederler. Bu nedenle şehir tarihimiz açısından şer’iye sicilleri ait oldukları döneme ışık tutmaktadırlar.

Konumuz olan 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili (H.1339/M.1921-H.1343/ M.1925) tarihlerini kapsamaktadır. Nevşehir’e ait olan toplam defter sayısının otuz olduğu bilinmektedir. Günümüze kadar Nevşehir Şer’iyye Sicilleri ile ilgili bir araştırma yapılmamış olması ve yapılan ilk araştırma olması açısından ayrı bir önem arzettiği gibi, ait olduğu dönemin kültürel, içtimai, mali, ekonomik, sosyal ve idari yönlerine ışık tutmakta, Nevşehir halkı ve tarihi geçmişe ilgi duyan diğer insanlara bizzat eldeki orijinal bilgiler ışığında yansıtıp paylaşmak amacıyla yapılan bir çalışma olmuştur.

20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili 66 varak olmak üzere toplam 132 sayfadan oluşmaktadır. Çalışmamızın giriş kısmını “Osmanlı Hukukuna Genel Bakış” bölümü oluşturmaktadır. Daha sonra ise “ Osmanlı Devleti’nin Adli Teşkilatı” başlığı adı altında Kadı ve kadı yardımcıları incelenmiştir. “Şer’iyye Sicilleri” başlığı altında ise tanımı ve önemi hakkında bilgi verilmiştir. Bu başlık adı altında adli belge çeşitleri hakkında bilgi verilmiştir. Çalışmamızda, “20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili “ başlığı altında defterde yer alan konuların tasnifi, defterin kapsamış olduğu tarihler ve defter hakkında bilgi verilmiştir. Nevşehir’in tarihçesine de kısaca değinildikten sonra, belgelerin özetlenmesi ve metin transkripsiyonu yapılmıştır. En son olarak ise, genel bir

(4)

değerlendirme yapılmıştır. Değerlendirmemiz tamamen defterde yer alan bilgiler doğrultusunda yapılmıştır. Değerlendirmemiz sırasında o dönemdeki mahalle, köy ve kaza isimlerinin adlarını, kişilerin kullanmış oldukları lakaplar, müslim ve gayrı müslimlerin kullanmış oldukları erkek ve kadın isimleri, geçimlerini sağladıkları meslekler, maddi açıdan ne durumda oldukları, kişilerin sahip oldukları çocuk sayısı, ailelerine bırakmış oldukları mirasın miktarı, mirasın kişiler arasında nasıl taksim edildiği, kaç evlilik yapmış oldukları, o dönemdeki camii ve hastane isimleri, seferberlik ve harbi umuminin Nevşehir’e etkisi, vakıf ve vakfetme, çocuk ve kimsesizlerinin haklarının nasıl korunduğu, tereke miktarlrı, tarım ürünlerinin fiyatları, bağ ve bahçe, hane fiyatları gibi bilgilere rastladık. Ve bu bilgileri incelememizde paylaştık.

Çalışmam sırasında yardım ve desteklerinden istifade ettiğim ve yakın ilgilerini gördüğüm değerli hocam ve tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Nejdet GÖK’e, yine bana çalışmamın başında yardımcı olan eski tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Ali KOZAN’a ve ders döneminde verdikleri öğretim ve gerekli yönlendirmelerinden dolayı saygı değer hocalarım Prof.Dr. Ahmet KANKAL, Yrd. Doç. Dr. Metin Ziya Köse ve Yrd. Doç. Dr. Emin ÖZDEMİR ile çalışmalarım esnasında bana maddi ve manevi yönden desteklerini esirgemeyen eşim Hasan KUŞ’a ve annem Kıymet KAÇAR’a, babam Hıdır KAÇAR’a ve abime şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.

Sevgi KUŞ

(5)

20 NUMARALI NEVŞEHİR ŞER’İYYE SİCİLİ TRANSKRİPSİYON

VE GENEL DEĞERLENDİRME

Sevgi KUŞ

ÖZET

Osmanlı Tarihi’nin sosyal, siyasî, iktisadî, askerî, coğrafî, hukukî ve kültürel yönlerini ortaya koymak için yapılan bir çalışmanın, Şer’iyye Sicillerine bakılmadan hakkıyla ortaya konulamayacağı kanaatindeyiz.

Tarihimize ait kaynaklar arasında şer’iyye sicilleri ön sırayı oluşturmaktadır. Sosyo-kültürel açıdan önemli bilgi ve kayıtlar içeren Osmanlı mahkeme kayıtları, geçmişi günümüze yansıtan kıymetli yazılı kaynaklardandır. Bu mahkeme kayıtları, yerel farklılıkları ve genel tespitleri ortaya koymaları bakımından önem arz eder.

Şeriyye sicilleri ait oldukları yerlerin içtimaî, idari, mali, sosyal, vb. yönleri aydınlatmada önem arz ederler. Özellikle şehir tarihinin aydınlatılmasında büyük önem taşırlar. Çalışmamızda Nevşehir’in iktisadî, içtimaî, idarî yönlerini kapsamış olduğu dönemler içinde ortaya koymaya çalıştık.

Çalışmamızda Nevşehir iline ait olan 20 numaralı defterin transkripsiyonunu ve değerlendirmesini yaptık. Defterimiz Hicri 1339-1343 tarihleri arasını kapsamaktadır. Defterdeki kayıtlar vasi tayini, vekil tayini, miras ve tereke taksimi, evlenme ve boşanma, kassam ve mütevelli tayini, seferberlik, harb-i umumi gibi konuları kapsamaktadır.

Nevşehir halkı ve ilgi duyan diğer insanlara bizzat eldeki defterde yer alan bilgiler ışığında yansıtarak bilgileri paylaşmak amacıyla yapılacak bir çalışma olmuştur.

(6)

20 NUMARALI NEVŞEHİR ŞER’İYYE SİCİLİ TRANSKRİPSİYON

VE GENEL DEĞERLENDİRME

Sevgi KUŞ

ABSTRACT

We are in the opinion that a survey on putting forward the social, economical, governmental, military, geographical, judicial and cultural aspects of the Ottoman cannot be done thoroughly without searches on Şer’iyye Sicils (Court Registers).

We call on the resources constitute the front row of the Shari'a Court Records. Socio-cultural aspects of the Ottoman court records contain important information and records, history is one of today reflects the valuable written sources. This court records, local detection revealed differences in terms of general significance.

Şer’iyye of the social standing of where they belong, administrative, financial, social, etc.. aspects of lighting is important. Are especially important in light of the history of the city. In our study of Nevsehir economic, social and administrative aspects have tried to put in his time.

No.20 in our study belong to the province of Nevsehir and evaluation of the notebook we have transcribed. Our record book comprise the dates between A.H.1339-1343. Registered appointed guardian of the records, attorney, inheritance and estate division, marriage and divorce, and the trustee appointment if muscle, mobilization, war-i covers topics such as public.

Nevsehir people and other people who are interested in personally hand information on the book by reflecting the light in order to share information, a study has to be done.

(7)

İÇİNDEKİLER

Sayfa No ONAY………II ÖNSÖZ………...III ÖZET………..V ABSTRACT………...VI İÇİNDEKİLER………..VII KISALTMALAR………...XI TABLOLAR………..XII

GİRİŞ

A.OSMANLI HUKUKUNA GENEL BAKIŞ……….1

1.Şer’i Hukuk………3

2.Örfî Hukuk……….3

3. Osmanlılarda Şer’iyye Mahkemeleri……….6

4.Mahkemelerde Yargılama ve Usûl……….9

B. OSMANLI DEVLETİ’NİN ADLÎ TEŞKİLATI………11

1.Şeyhülislam ve Müftüler………...12

2.Kazaskerler………14

3.Kadı………...15

4.Kadı Yardımcıları………..24

(8)

4.2. Başkâtip ve Kâtipler……….25 4.3.Mukayyid………..25 4.4.Mahkeme İmamı………25 4.5.Kethüda……….26 4.6.Fetihhan………...26 4.7.Muhzırbaşı ve Muhzırlar………...26 4.8.Hademeler………..26 4.9.Kassamlar………...27 4.10.Mübaşirler………...27

4.11.Çavuşlar(Dergâh-ı Ali Çavuşları)……….27

4.12.Subaşılar………...28 4.13.Yasakçılar(Asesler)………..28 4.14.Muhtesib………..……….29 4.15.Tezkiye Memurları………...29 4.16.Şuhûdü’l-Hâl………29 C.ŞER’İYYE SİCİLLERİ………....30 1.Tanımı ve İçeriği………....30 2.Önemi……….34

3.Sicillerde Yer Alan Belge Çeşitleri 3.1.Sicil,Mahzar ve Sakk Terimleri………...37

3.2.Şer’iyye Sicillerindeki Adlî Belge Çeşitleri………38

3.2.1. Kadı Tarafından Kaleme Alınan Belgeler………38

3.2.2.Başka Makamlardan Sâdır Olan ve Sicile Kaydedilen Belgeler………...42

3.2.2.1.Padişahtan Gelen Emir ve Fermanlar………42

3.2.2.2.Sadrazam, Beylerbeyi ve Kazaskerlerden Gelen Buyrultular………43

(9)

D.NEVŞEHİR İLİNE AİT ŞER’İYYE SİCİLLERİ

1.Şer’iyye Sicillerinin Genel Durumu………44

2. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili ………...45

3.Metin Transkripsiyonunda Uygulanan Metod……….46

4.Konularına Göre Belgelerin Tasnifi………47

E.NEVŞEHİR’İN TARİHSEL GELİŞİMİNE GENEL BİR BAKIŞ 1.Kuruluş Yeri ve Stratejik Önemi………....63

2.Damat İbrahim Paşa ve Nevşehir’in Kuruluşu………...64

3.Tarihi Gelişimi………65

4.Nevşehir’in Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemlerindeki Gelişimi ve Önemi……….67

I.BÖLÜM

BELGE ÖZETLERİ……….69

II. BÖLÜM

METİN TRANSKRİPSİYONU……….124

III. BÖLÜM

DEĞERLENDİRME

A.İDÂRÎ YAPI………290 B. SOSYAL YAPI………...297 1. Yerleşik Hayat………..297

(10)

2.Aile………...299

a.Evlilik ve Boşanma……….299

b.Vasî, Vekil ve Kassâm Tayini………...313

c.Nafaka Tayini………...318 C.İKTİSADİ HAYAT………...319 1.Para Durumu………...320 2. Meslek Grubları………...322 3. Taşınmaz Mallar………...323 4. Tarım………324 5. Taşınabilir Mallar……….324

6.Miras ve Tereke(muhallefat) Taksimi . ………325

D.DİNÎ VE SOSYAL NİTELİKTE OLAN MÜESSESELER 1.Câmîler………..327

2.Çeşmeler………327

3. Hastaneler……….327

E.SEFERBERLİK VE HARBİ UMÛMİ İLE İLGİLİ GEÇEN İFADELER………328

F. VAKIFLAR……….328

SONUÇ………...330

BİBLİYOGRAFYA………...332

(11)

KISALTMALAR

C. :Cilt

a.g.e. :Adı geçen eser a.g.m. :Adı geçen makale a.g.t. :Adı geçen tez Ed. :Editör

İÜHFM :İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası

OSAV :Osmanlı Araştırmaları Vakfı TTK :Türk Tarih Kurumu

MEB :Milli Eğitim Bakanlığı Sy. :Sayı

TDAV :Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı İ.A. :İslam Ansiklopedisi

D.İ.A. : Diyanet İslam Ansiklopedisi h. :Hicri

AÜDTCF :Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih :Coğrafya Fakültesi

s. :Sayfa

(12)

TABLOLAR

SayfaNo

Tablo 1.20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili’nde Geçen Mah. İsimleri ………292 Tablo 2. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili‘nde Geçen Kârye İsimleri………...293 Tablo 3. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili’nde Geçen Kaza İsimleri……….293 Tablo 4. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili’nde Geçen Ehl-İ Örf ve Ehl-İ Şer’ Taifesi……….293 Tablo 5. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicili’nde Geçen Şer’i Mahkemesi Görevlileri…….296 Tablo 6. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslim ve Gayrimüslim Ailelerin Profili………..300 Tablo 7. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslim ve Gayrımüslimlerin Kullanmış Oldukları Erkek İsimleri ve Adedi……….309 Tablo 8. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslim ve Gayri Müslimlere Ait Vasî Tayinlerine Ait Liste………..314 Tablo 9. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslimlere Ait Vekil Tayinlerine Ait Liste………317 Tablo 10. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslimlere Ait Kassâm Tayinlerine Ait Liste………..318 Tablo 11. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Nafaka Talebine Ait Sayfa ve Belge Numaraları………..319 Tablo 12. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Mahalle ve Kâryeler’deki Sehim Miktarlarını Gösteren Liste………320 Tablo 13. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Meslek Gruplarını Gösteren Liste………...322 Tablo 14. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Taşınmaz Malların Fiyatını Gösteren Liste………323 Tablo 15. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Tarım Ürünleri Fiyatını Gösteren Liste………324 Tablo 16. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Taşınabilir Malların Fiyatını Gösteren Liste………324 Tablo 17. 20 Numaralı Nevşehir Şer’iyye Sicil’ine Göre Müslim ve Gayri Müslimlerin Terekelerini Gösteren Liste………325 Tablo 18. Câmî-i Şerifeleri Gösteren Liste………...327

Tablo 19. Hastanelerin Adını Gösteren

(13)

GİRİŞ

A.OSMANLI HUKUKUNA GENEL BAKIŞ

Bir devletin hukuk sistemini ortaya koyabilmek için öncelikle o sistemin esasını teşkil eden hukuki mevzuatı ve bunların uygulama alanları olan mahkeme kayıtlarını mercek altına alıp incelemek gerekir. Osmanlı Devleti’nin esas aldığı hukuki yapıyı tespit edebilmemiz için de hukuki mevzuatını oluşturan fıkıh kitapları ile kanun-nâmelere ve mahkeme kararları manasına gelen şer’iyye sicillerine bakılmalıdır.1Çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan ve bünyesinde çok çeşitli ırk ve dinlerden birçok unsuru barındıran Osmanlı Devleti’ni asırlarca tarih sahnesinde yeralmasını sağlayan faktörlerin başında, sahip olduğu hukukî yapı ve bu hukuki yapının uygulanış biçimi gelir. Ancak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile birlikte yeni ve orjinal bir hukuk sistemi ortaya çıkmamıştır.2 Bu devleti kuranlar, daha önce kurulmuş Türk ve İslâm devletlerinden birçok benzer şeyin yanı sıra, o zamana kadar yürülükte olan ve büyük oranda kendi aralarında bütünlük arz eden bir hukukî yapıyı da almışlardır.3Ancak Osmanlılar altı asırlık bir zaman içinde devletin temel siyasi çatısını, merkez ve taşra teşkilatını oluştururken bir taraftan eski Türk devletlerinden alıp yaşattıkları geleneği, diğer taraftan Emevi, Abbasî, Selçuklu ve Memlüklerden almış oldukları bu hukukî mirası, kendi zaman ve mekanlarının şartlarını da göz önünde bulundurarak gerekli değişiklikler ve ekler yaparak yeni bir sentez ortaya koymuşlardır.4

Osmanlı Devlet’inde de hukuk esas itibariyle İslâm hukukundan oluşmaktaydı. Bu, İslâm dininin sadece inanç ve ibadet esaslarından oluşması değil; aynı zamanda hukuku

1

Murat Şen; “Osmanlı Hukukunun Yapısı “ , Osmanlı, C.VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, s. 327.

2

Ömer Lûtfi Barkan; "Osmanlı İmparatorluğu Teşkilat ve Müesseselerinin Şer'îliği Meselesi", İÜHFM, C.XI sy. 3-4, İstanbul 1945, s. 203. ; Ömer Lütfi Barkan; “Kanûn-nâme”, İslam Ansiklopedisi, C. VI, Beşinci Baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1979, s. 185.

3

İ. Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devlet Teşkilâtına Medhal, TTK Yayınları, Ankara 1988, s. 11. 4

(14)

da içine almak üzere hayatın tüm yönlerini düzenleyen bir sistem olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple İslâmiyet’i benimsemişlerdir. Bu dinî ve hukukî realite aynı zamanda Osmanlılar içinde geçerlidir.

Ancak Osmanlılar, İslâm hukukunu uygularken o dönemin şartlarının gerektirdiği düzenlemeleri ve uygulamaları da yapmışlardır. Osmanlı padişahlarının çeşitli ferman ve kanunlarıyla yapılan bu düzenlemeler zamanla önemli bir sayıya ulaşınca oluş biçimine bakılarak kendi içinde bir bütün olarak değerlendirilmiş ve ayrı bir isimle benimsenmeye başlanmıştır. Bunu yaparken İslâm hukukunun devlet başkanına tanımış olduğu geniş takdir ve düzenleme yetkisinden yararlanmışlardır.5

Osmanlı hukuk mevzuatı şer’î ve örfî olmak üzere iki kısıma ayrılmaktadır. Şer’î hukuk doğrudan doğruya Kur’an ve sünnet gibi İslâm hukukunun ana kaynakları ile müçtehit hukukçuların bu ana kaynakları dikkate alarak yapmış oldukları icma ve kıyasa dayanan içtihatları ve fıkıh ve fetva kitaplarında tedvin edilmiş bulunan kaideler manzumesinden oluşmaktadır.6

“Klasik fıkıh kitapları içerisinde yeralan ve geçmiş dönemlerde devletin müdahalesinden bağımsız olarak oluşan hukuka şer’î hukuk, padişahın emir ve fermanlarıyla oluşan hukuka da örfî hukuk adı verilmiştir. İşte Osmanlı hukuku esas itibariyle şer’î hukuk ile bu hukukun içerisinde oluşan örfî hukuktan ibaret olmaktadır.”7

1.Şer’i Hukuk

Doğrudan doğruya Kur’an, sünnet, icma ve kıyasa dayanan ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş bulunan normlar manzumesi olup; şer’î hükümler, şer-î şerîf veya şer’î hukuk adı da verilir. Osmanlı kanunnâmeler’inde şer’î hukuk teriminin yerine, şer’ yahut şer-i şerîf terimleri kullanılmıştır. Şer’î hukuk terimi, geçerliliği için hiçbir kişi veya kurulun

5

Şinasi Altundağ; “Osmanlılarda Kadıların Salahiyet ve Vazifeleri Hakkında” , VI. Türk Tarih Kongresi III. Seksiyon, Ankara 1967, s. 342-344.

6

Halil Cin; Ahmet Akgündüz; Türk Hukuk Tarihi, C. I, OSAV Yayınları, İstanbul 1995, s. 148-149; Erol Özbilgen; Osmanlı Hukuku'nun Yapısı, Nihal kitabevi, İstanbul 1985, s. 43.

7

M. Âkif Aydın; Osmanlıda Hukuk, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, ed. Ekmeledddin İhsanoğlu, İstanbul 1999, s.378.

(15)

onaylamasına gerek görmeyen ve fıkıh kitaplarında tedvin edilmiş bulunan hukukî terimleri ifade eder.8

Osmanlı padişahları şer’î hukukun ayrıntılı olarak düzenlenmiş olduğu alanlarda kanun koymaktan kaçınırken, diğer alanlarda ise kanun koyarken de bu hukukun genel prensiplerine ters düşmemeye özen göstermişlerdir. Çünkü şer’î hukuk, kendisine karşı bir geleneğin, aykırı başka bir hukuk düzeninin oluşumuna kesinlikle izin vermeyen bir yapıda idi.9

2.Örfî Hukuk

Şer’i hukuk, daha çok özel hukuk alanında ayrıntılı düzenlemeler yapmış, devlet hukuku, kamu ve toprak hukuku gibi alanlarda ise birtakım kaideler getirmiştir. Bu noktada, şer’î hukukun hükümdara tanımış olduğu geniş takdir ve düzenleme yetkisinden istifade edilmiş; devlet idaresi, toprak rejimi, ta’zir suç ve cezaları gibi meseleleri çözmek için hükümranlık hakkına sahip bulunan padişaha, ülke şartlarını dikkate alarak, şer’i hukuka aykırı olmayan kurallar koyma yetkisini vermiştir. Buna Osmanlı hukuk mevzuatında örfî hukuk adı verilmektedir. Örfi hukuk, padişahın iradesine dayanarak ferman ve kanun-nâmelerle ortaya çıkan bir hukuk çeşididir.10

Osmanlılarda şer’î hukuk ile birlikte bir de örfî hukukun ortaya çıkışının, İslâm hukukunun teşekkül biçimiyle ve Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve hukukî şartlarlarıyla yakın ilişkisi vardır. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu malî, askerî ve idarî şartlar devletin bu şartlara uygun hukuki düzenlemeler yapmasını gerekli kılmıştır. Bu yüzden, İslâm hukukunun özellikle kitap ve sünnet tarafından ayrıntılı olarak düzenlenmemiş alanlarında hükümdara belirli bir takdir hakkını tanımış olması Osmanlı padişahlarının uzun asırlar boyunca özellikle idare hukuku, ceza hukuku ve malî hukuk alanında yaptıkları düzenlemelere uygun bir zemin hazırlamıştır.11

Tarihi kaynaklarda örfî hukuk terimine ilk defa Fatih Sultan Mehmet döneminde rastlamaktayız. Bu dönemin tarihçisi Tursun Bey, şer’î hukuk ve örfi hukukun

8

Erol Özbilgen; Osmanlı Hukuku’nun Yapısı, Nihal Kitabevi, İstanbul 1985, s.43. 9

Murat Şen; a.g.m. , s. 332. 10

Ömer Lütfi Barkan; “Kanûn-nâme”, İslam Ansiklopedisi, C.VI, Beşinci Baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1979, s.193.

11

(16)

varlığından söz etmektedir.12 Osmanlılar fethettikleri ülkelerin hukuki yapılarını hemen değiştirip yerleşik halkı tamamen yabancısı oldukları bir hukuk sistemiyle baş başa bırakmak yerine, mevcut hukuki örf ve adetleri belli süre içinde yürürlükte bırakıp zaman içerisinde Osmanlı hukukuyla bütünleştirmeyi daha elverişli görmüşlerdir. Ancak bütün bu hukuki esaslarını mahkemelerde mecburen uygulanan kurallar haline getiren, örf ve adete dayanmış olmaları değil, padişahların irade ve fermanlarına dayanmış olmalarıdır.13

Örfî hukuk, uzun bir süreç içinde zamanın koşul ve ihtiyacına göre yavaş yavaş oluşmuştur. Bu oluşum sırasında özellikle arazi ve vergi hukuku alanlarında mevcut örf ve âdetler ve mahalli koşullar göz önüne alınarak bütün ülkeye şamil tek bir kanun yerine her bölgenin şartlarına uygun liva (sancak) kanunlar hazırlanarak o bölgenin tahrir defterlerinin başına kaydedilmiştir.14

Örfî hukukun muteber sayılabilmesi için, şer’î hükümlere aykırı olamamalıydı. Şer’î hukukun izin verdiği ölçüde ve şer’î hukuka karşı olmamak üzere örfî hukuka müsaade edilmiştir ki, bu da örfî hukuk ile şer’î hukukun iç içe olduğunu göstermektedir. Uygulamadaki bazı aksaklıklar ve suistimaller bir tarafa bırakılırsa, örfî hukuka şer’î hukukun dışında ve ona karşı olan bir hukuk gözüyle bakılmamalıdır.15

Örfî hukukun düzenlediği idare hukuku, askeri hukuk, vergi hukuku ve toprak hukuku konularından ziyade mahalli örf-âdet kuralları etkili olduğundan, örfî hukukun âdet hukukuyla eş manalı tutulduğu dönemlerde olmuştur. Oysa örfi hukukun alanlarından biri de padişahın yetkilerini kullanması sonucu ortaya çıkan âdet hukukudur.16Osmanlı Devleti’nde Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine benimseyen vatandaşların bulunmasına rağmen, halkın çoğu Hanefi mezhebine bağlıydı. Bu yüzden hâkimleri Hanefi mezhebine göre hüküm vermekle görevlendiriyorlardı. Padişahın emriyle bir konuda diğer üç mezhepten birinin yahut herhangi bir müçtehidin görüşünün dikkate

12

M. Âkif Aydın; a.g.e. , İstanbul 1999, s.377. 13

M. Âkif Aydın; Türk Hukuk Tarihi, 7. Baskı, Beta Yayınları, İstanbul 2009, s.67. 14

Ömer Lütfi Barkan; a.g.m. , s. 193. 15

Ahmet Akgündüz; Osmanlı Kanunnameleri ve Hukukî Tahlilleri, C. I, OSAV Yayınları,İstanbul 1990, s.5.

16

(17)

alınarak yürürlüğe konduğu da olmuştur. Padişahlar kamu yararı gereği hangi müçtehidin görüşü “maslahat-i nâsaevfak” ise onu emredebilir.17

Örfî hukukun yazılı kaynağını nâmeler oluşturmaktaydı. Osmanlılarda kanun-nâme çıkarma yetkisi padişahın kişisel bir hakkı olmasına rağmen, kendinden önceki padişah zamanındaki mevcut kanun-nâmeleri onay yetkisi keyfiyete dayanmamaktaydı. Örfî hukukun oluşmasında önemli bir yer tutan Divan-ı Hümayun’da şer’î hukukun iki mühim temsilcisi Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin yer alması, örfî hukukun daha kuruluşunda şer’î hukukla uyumuna dikkat edildiğini bir kez daha bizlere göstermektedir. Her iki hukukun da aynı yargı organı tarafından uygulanması, örfî hukuk için ayrı mahkemeler kurulmayıp örfi hükümlerin şer’iyye mahkemelerince tatbik edilmesi bu iki hukukun belli bir bütünlük arzederek işlerin yürütülmesini sağlamıştır. Osmanlı Devleti’nde şer’î ve örfî hukuk birbiriyle çatışma ve rekabet içinde değil, tam tersine belli bir uyum içinde bulunmuştur. Zira örfî hukuk şer’î hukukun bir takım hükümlerini ortadan kaldırmak veya değiştirmek yerine ona karşı olmamak ve ters düşmemekle, şer’î hukukun tanıdığı yetki çerçevesinde veya bu hukukun düzenlememiş bulunduğu alanlarda hüküm koyması söz konusu olmuştur. Osmanlı hukukunda şer’iyye sicillerini incelediğimizde, modern hukuk tasnifiyle özel hukuk kapsamında yer alan şahıs hukuku, aile hukuku, borçlar hukuku, ticaret hukuku ile miras ve eşya hukukunun büyük çoğunluğunda mahkemelerin hukuk kaynağının, fıkıh kitaplarında yer alan şer’î hükümler olduğunu görürüz. Ceza hukuku alanında had ve kısas suç ve cezalarında fıkıh kitaplarındaki hükümler uygulanmış; bunların dışında kalan ve ta’zir olarak isimlendirilen suç ve cezalarda ise kanun-nâmeler içerisinde yer alan hükümler uygulama alanı bulmuştur.18

Osmanlı Devleti’nde adliye teşkilatının üç temel basamağını kadı, kazasker ve divanı hümayun oluşturmaktaydı. Yargı teşkilatı, doğrudan doğruya merkeze bağlı olan tüm ülkeye yaygın bir teşkilat olup; belkemiğini ise kadı teşkil etmektedir. Kadılar, meclis-i şer’, mahfil-i şer’ veya mehâkim-i şer’iyye denilen mahkemelerde Tanzimat’a kadar her türlü hukuk ve ceza davalarını çözmeye çalışmışlardır. İslâm hukukunda teorik olarak toplu hâkimli mahkemeler mümkün olmakla birlikte uygulama genel olarak tek hâkimli mahkemeler şeklinde olmuştur. Olağanüstü hallerin meydana gelmesi halinde ise

17

Ömer Lütfi Barkan; a.g.m. , s.193. 18

(18)

memleketin asayişini temin için hemen toprak kadıları adıyla seyyar kadılar ile dava ve şikâyetleri dinlemek üzere de mehayif müfettişleri görevlendirilmiştir.19

3. Osmanlılarda Şer’iyye Mahkemeleri

Osmanlı Devleti’nde mahkemeler, daha önceki ve çağdaşı olan İslâm devletlerinde görülen adlî yapı ile karşılaştırıldığında daha gelişmiş ve uzmanlaşmış bir sistemi görürüz.

Her şeyden önce Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanı genişlemiştir. Hem şer’i hem örfi davalarda Osmanlı mahkemesi tek yetkili mahkeme konumundadır. Gayrimüslimler ile bunların din adamlarının ilgili bazı davalar dışında Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanına girmeyen herhangi bir hukuki ihtilaf neredeyse yok gibidir.

“Meclis-i şer’-mahfil-i şer’” olarak adlandırılan klasik Osmanlı mahkemesi ilk devirlerde tek hâkimli ve esas itibariyle tek derecelidir. Divan-ı Hümayun’un yüksek bir mahkeme olarak varlığı gerektiğinde mahalli mahkemelerin kararlarına yapılan itirazları gözden geçirmekteydi. Osmanlı mahkeme yapısının tek dereceli olma vasfına, Cuma Divanı, Çarşamba Divanı, Mısır Divanı, eyalet meclisleri, bazen kilise ve sinagoglar bünyesinde kurulan cemaat mahkemeleri ile konsolosluk mahkemeleri vs. gibi bazı mahkemelerin varlığı aykırılık teşkil etmez.20

Osmanlı mahkemelerinin hem şer’i hem örfi hukuku uygulayan bir yargı kurumu olması işlerin hızlı ve karmaşaya sebep vermeden sonuçlandırılmasını sağlamıştır. Hâkimü’ş-şer de denilen kadılar önlerine gelen Hâkimü’ş-şer’i davalara fıkıh kitaplarında, örfi davalarada kanun-nâmeler de yer alan kurallara bağlı kalmışlardır. Devletin temel organlarından biri olan bu kurumda görev yapacak elemanlar medreseden yetiştiğinden, devletin kuruluşundan itibaren adlî sahada görev yapacak kadıların yetiştirilmesine son derece

19

İ. Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, TTK Yayınları, Ankara 1988, s. 87, 126 -129.

20

M. Âkif Aydın; “Mahkeme”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXVII, TDAV Yayınları, Ankara 2003, s. 342.

(19)

önem verilmiş olup bunu sağlamak için de medreseler açılmış, Türkistan’dan, Mısır’dan ve Suriye’den getirilen hocalar burada ders vermişlerdir.21

Medreselerde okutulan Hanefi fıkıh kitapları arasında özellikle Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Molla Hüsrev’in “Dürrü’l-hükkâm”, Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren İbrahim el-Halebi’nin “Mülteka’l-ebhur” adlı eserleri mahkemelerin bilgi kaynakları olarak dikkat çeken eserlerdendir. Resmi ve özel kanun-nâme derlemeleri, başşehirden gönderilen çeşitli ferman örnekleri kadılara örfi hukuk uygulamalarında yardımcı olan kaynakların başında gelmekteydi. Yine kadıların verdikleri kararın usulüne uygun bir halde kaydedilebilmesi için medreselerde Sakk dersleri konularak; defterlere kayıt standardı getirilmeye başlanmıştır.22 Şer‘i ve örfi hukukun aynı mahkeme tarafından uygulanması bu iki hukuk sisteminin uyumlu beraberliğini sağladığı gibi adlî hayatta da güven ve istikrar getirmiş, bütün adlî ve belirli ölçüde idarî yapının başına kadıyı yerleştirmiştir. Yine bu uygulama, yetkili adlî merci belirsizliğinin doğuracağı keyfiyete dayalı uygulamalara olanak vermediğinden yönetici kesimin (ehl-i örf) reayaya yönelik keyfi uygulamalarını da en aza indirmiştir. Ne tür hukuk alanına (şer’i-örfi) ait olursa olsun bir hukuk uygulamasının kadının izni olmadan yapılmasıda yasaklanmıştır.23

Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan teşkilat düzenlenmesi esnasında yargı kurumu için de esaslı değişiklikler olmuştur. Bu dönemde çıkarılan bir kanun-nâme ile I. Murad zamanında ihdas edilmiş olan kazaskerlik makamı Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye ayrılarak, bütün kadılıklar bu iki makamdan birine bağlanmıştır.Ayrıca bu kanun-nâmede kadıların mahkemede alacakları harçlar ve rütbe ve derecelerine göre yazışmalarda kendileri için kullanacakları elkab da belirlenmiştir.

XVIII. yüzyıl sonlarında başlayıp XIX. asır boyunca da devam eden yenileşme hareketi döneminde çıkarılan hatt-ı hümayunlar ve nizamlarla yargı işlemleri yeni bir düzene sokulmuştur.24

21

Necati Aktaş; Üsküdar’a Ait h. 1178 – 1179 tarihli Şer’iyye Sicil Defteri, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2002, s. 5.

22

İ. Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, TTK Yayınları, Ankara 1988, s. 116. 23

M. Âkif Aydın; a.g.m. , s. 342. 24

Mustafa Oğuz; Girit’e "Resmo"Ait h.1061-1067 Tarihli Şer'iyye Sicil Defteri, Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2002, s. 7.

(20)

Mehâkim-i Şer’iyyenin çalışmalarını daha verimli kılmak için 1253(1837) yılında “Meclis-i Valâ-yı Ahkâm-ı Adliyye ve Şûrâ-yı Bâb-ı Ali” adında iki encümen kurulması ve bunlara ek olarak biri kazasker, kadı ve naiplere ve diğeri de tüm devlet memurlarına ait olmak üzere iki ceza kanununun yürürlüğe konması takip etmiştir.25Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme yapısındaki en köklü değişlikler ise, Tanzimat sonrasında meydana gelmiştir. 1840’ta Ticaret Nezareti’ne bağlı olarak İstanbul’da kurulan ticaret meclisini, 1847 ve 1848 yıllarında yayımlanan iki nizamname ile ticaret mahkemesine dönüştürülmesi izlemiştir.26

Yargılama alanında atılan ilk adım Gülhane Hatt-ı Hümayunu esas alınarak hazırlanan ve ister müslim isterse gayr-i müslim olsun herkesin hukuk önünde eşit olduğu, temel hakları güvence altına alan iki ceza kanunu çıkarılıp yürürlükteki cezalara ek yeni hükümler getirilmiştir. Bunlardan biri 3 Mayıs 1840 tarihinde ve diğeri ise 14 Temmuz 1851 tarihinde çıkartılmıştır. 1840 tarihli Fransa ceza hukuku örnek alınarak hazırlanan ve 1858 tarihini taşıyan bir ceza hukuku çıkartılmıştır. Devlet tarafından alınan bu yeni kararlar; yargı alanında bir takım köklü değişiklikler yapılmasını gerekli kılıyordu. Bunun için ilk önce 5 Mayıs 1855 tarihinde “Bi’1-umum Mehâkim-i Şer’iyye Hakkında Nizam-nâme” ile hüccetlerden alınacak yeni harç miktarları tespit edilmiştir. Bunun yanında da bu mahkemelerin görev ve yetkileri ile kadıların mesleğe girişleri ve uyacakları kurallar hakkında“Tevcîhât-ı Menâsıb-ı Kaza Nizam-nâmesi” yayınlanmıştır. Bir de kadı yetiştirmek amacına yönelik olarak Mekteb-i Nüvvâb açılması karara bağlanmıştır.27

Klasik mahkemelerin yanı sıra toplu hâkimli ilk ceza mahkemesi İstanbul’da Tanzimat sonrasında bir meclis-i tahkikatın kurulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu alanda en köklü değişiklik 1864 vilayet nizamnamesiyle bütün devlet dâhilinde ceza ve hukuk mahkemelerin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Nizamiye mahkemelerinin temelleri 14 Şubat 1870 tarihli bir nizam-nâme ile atılarak Mehâkim-i Şer’iyyenin yükünü hafifletmek amacıyla birtakım görevlerin yerine getirilmesi bu mahkemelere devredilmiştir. 1 Kasım 1870 tarihli nizamname ile kurulan İcra Cemiyeti ile 15 Aralık 1870 tarihli nizam-nâme ile kurulan Havale Cemiyeti ile Şer’î mahkemelerin bazı

25

Aktaş; a.g.t. , s. 10. 26

M. Âkif Aydın; a.g.m. , s. 344. 27

(21)

yetkileri ellerinden alınmıştır. Nizamiye Mahkemeleri 11 Ocak 1872 tarihli “Mehâkim-i Nizamiye Hakkında Nizam-nâme” ile tam olarak kurulmuş, 1879’da çıkarılan Mehâkim-i Nizamiye’nin teşkilat kanunu ile mahkemelere yeni bir yapı kazandırılmasıyla üye sayıları azaltılmış ve ilk defa bu kanunla savcılık kurumu Osmanlı ceza yargılaması içinde yer almıştır. Bu mahkemelerin kurulmasıyla klasik Osmanlı mahkemeleri, görev alanı daha çok ahval-i şahsiye ile sınırlı hale gelen şer’iyye mahkemelerine dönüşmüştür. Nizamiye mahkemeleri Adliye Nezareti’ne, Şer’iyye mahkemeleri ise Şeyhülislamlığa bağlı kalmayı sürdürmüştür. 29 Ocak 1888 tarihinde yani Mecelle'nin yayınlanmasından 12 sene sonra çıkarılan “Mehâkim-i Şer’iyye ve Nizamiye’nin Tefriki ve Vezâifi Hakkında İrâde-i Seniyye” ile de Şer’iyye ve Nizamiye mahkemelerinin görev yetki ve sınırları daha da belirgin hale gelmiştir.28

1917’de İttihat ve Terakki hükümeti, gerçekleştirdiği bir dizi reform çerçevesinde bu mahkemeleri şeyhülislamlıktan alıp Adliye Nezareti’ne bağlamışsa da 1919 yılında şer’iyye mahkemeleri şeyhülislamlık kurumuna iade edilmiştir. Tanzimat döneminde Divan-ı Hümayun’un artık işlevsel olmaktan çıkmasının doğurduğu boşluğu dolduracak üst mahkemelerin birbiri peşi sıra kurulduğu görülmektedir.29

4.Mahkemelerde Yargılama ve Usûl

Osmanlı Devleti’nde İslâm hukukunun Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine bağlı vatandaşlar olmakla beraber Hanefi mezhebine bağlı olanların sayısı fazlaydı. Osmanlı kadısı yargılamayı Hanefi mezhebinin kurallarına göre yapmaktaydı. Fakat davacı davasının diğer üç mezhepten birinin kurallarına göre bakılmasını talep etmesi halinde ise taraflar o mezhebin alimlerinden birini kendilerine hakem olarak tayin ederlerdi. Kadı duruşmada hazır olmayan taraf aleyhinde, kişinin vekilinin hazır olması halinde hüküm verebilirdi. Hüküm, kişi mahkemede yoksa ve vekili de yoksa verilemezdi. Osmanlı Şer’iyye mahkemelerinde hukuk ve ceza ayrımı yoktu. Mahkemeler hem her türlü yargılama ile hem de aynı zamanda noterlik işleriyle de uğraşırdı. Hâkimlerin yargılama yetkileri, coğrafi bakımdan idari kuruluş sınırlarına göre sınırlandırılırdı. Yer itibariyle yetkili mahkeme, davalının bulunduğu yer mahkemesiydi. Ancak devamlı

28

Ahmet Akgündüz; Şer’iye Sicilleri, C. I, TDAV Yayınları, İstanbul 1988, s.78. 29

(22)

ikamet gibi bir şart yoktu. Bir bölgede geçici olarak ikamet eden kişi aleyhine, o yer mahkemesinde dava açılabilirdi. Kural olarak bir hâkim, kazası dâhilinde meydana gelen her türlü davaya bakardı; ama bakabileceği davaların sınırlandırılması mümkündü. Yargılamada kendilerine yardım etmek üzere hâkimler, kendilerine naib tayin edebilirlerdi. Sicillerden anlaşıldığına göre bunlar, genellikle ilk soruşturma işlemlerini yürütmekle görevlendiriliyorlardı. 30

Mahkemelerde dinleyicilerin bulunması temel bir prensipti. İslâm hukukçularının genel kanaatine göre açıkta cereyan etmeyen bir duruşma şüphe arzetmekteydi. Osmanlı mahkemelerinde açıklık prensibi olmalıydı. Mahkemelerde duruşmaların açık olduğu şer’iyye sicil defterlerinde her kaydın altında o dava ile ilgili bir takım kimselerin isimlerinin yazılı olmasından anlaşılmaktadır. Bunlar davaya göre değişmektedir. Bazı davalarda şehir kethüdası, müderrisler, yeniçeri ihtiyarları, esnaf davalarında esnaf ileri gelenleri, dinleyici ve şühûdü’l-hal üyeleri gibi kişiler yer almaktaydı. Dava, bir kimsenin hâkim huzurunda diğer kimseden hak talep etmesidir. Kadı kendisine müracaat olup, davayı görmek istediğinde ilk önce davacıyı dinler, sonra davalıyı dinlerdi. Sonra davalıya davacının iddiası ile ilgili bir takım sorular sorardı. Eğer davalı müddeinin iddiasını kabul ederse karar safhasına geçilir ve mesele sonuca bağlanırdı. Eğer davalı iddiayı reddederse bu takdirde kadı davacıya iddiasını ispatlaması için ona zaman verirdi. Şayet davacı iddiasını ispatlamak için hukukî delil getiremez veya lehine şahitler bulamaz ise, onun talebi üzerine kadı davalıya yemin etmesini emrederdi. Eğer davalı yemin ederse dava düşer, yemin etmeyi reddederse o takdirde hüküm davacı lehine davalı aleyhine verilirdi. Şahadet, İslâm Hukukunda bir ispat aracı olarak kabul edilmiştir. Kadı ifadelerini almadan önce şahitlerin iyi hal ve ahlâk sahibi olup olmadıklarını tespit etmek zorundaydı. Kadının şahidin dürüstlüğü üzerinde objektif kıstasların dışındaki değerlendirmelere bile başvurduğu olurdu. Örneğin, kilise veya havraya gitmeyen bir gayrimüslimin şahadeti geçerli değildi. Ayrıca, bir mahkemede kabul edilen şahadetin bir ispat vasıtası (delil) olarak bir başka mahkemeye getirilebilirdi. Kadı bunu kabul ettiğinde, ne davacı ne de davalı bunun reddini talep edemezlerdi. Kadı ispat için şehadetle yetinmez ve gerektiğinde keşif yapılmasını

30

Abdülaziz Bayındır; “Örneklerle Osmanlı’da Ceza Yargılaması“, Türkler, C. X, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 69.

(23)

isterdi. Osmanlı sisteminde gereken halde keşfe çıkmak, taleb durumunda tereke taksimi vs. gibi konular için etraf köylere gitmek bizzat kadının görevi idi.31

Kadıların mahkemelerde verdikleri hüküm hiçbir sözlü münakaşaya ve yorum farklılığına sebep olmayacak şekilde tam, açık ve kesin olurdu. Hâkim, hükmünü verdikten sonra, gerekçesiyle beraber hüküm ve tenbihi ihtiva eden bir i’lâm düzenleyip davacıya ve gerekiyorsa davalıya kararının birer nüshasını verirdi. İ’lamın bir suretini de kendi koruması altında bulunan sicile kaydettirirdi. Verdiği hükmün de gerekçesini yazarak, haksız çıkan taraf, aleyhine nasıl hüküm verildiğini görüp şer’i hükümlere ve yargılama usullerine uygun olup olmadığını anlamak için i’lâmı, ulemaya gösterebilirdi. Bu yolla da yargı denetlenmiş olurdu.32

B. OSMANLI DEVLETİ’NİN ADLÎ TEŞKİLATI

“ Adâlet; “tavır, davranış ve hükümlerde doğru olmak, hakka göre hüküm vermek, Hak sabine hakkını vermek, haksızları terbiye etmek, insaf, eşit olmak, eşit kılmak” gibi anlamları taşıyan Arapça bir masdar-isimdir. Farsça “dâd” kelimesi de, Osmanlı’da genel olarak “adâlet” anlamında kullanılmıştır. Ancak ikisi arasında fark vardır. Adâlet, bizzat adâletli davranıp zulmetmemektir. “Dâd” ise başkalarının zulm yapmasını engellemek ve bir zulüm yapılmışsa onu ortadan kaldırmaktır. Yine aynı kökten bir masdar-isim olan “orta yol, istikamet, eş, benzer, misil, bir şeyin karşılığı” anlamlarına gelen adl kelimesi, sıfat olarak kullanıldığında âdil kelimesi ile eş anlamlıdır ve Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) de birisidir.”

Eşitlik ve adalet birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İslâmi açıdan adâlet herkese hakkı olanı vermektir. İlahiyat açısından baktığımız zaman ise adâletin başı Allah’ın birliğine inanmaktır. Adâlet anlamında Kur’an da yeralan başka bir terimde “kıst” terimidir. Kur’anda bu kelime 25 yerde geçmekte olup; iki yerde “yoldan sapan” anlamında, 23 yerde ise “adâlet” anlamında geçmektedir. İslâm akâidine göre devlet bakanında bulunması gereken şartlardan biri de adaletli olmasıdır. Osmanlılarda adâletnâme geleneğinin varlığına rastlarız. Adâletnâmeler Devlet adamlarının sahip oldukları yetkileri kötüye kullanmalarını ve halka zülmetmelerini yasaklayan bir padişah

31

İlber Ortaylı; “ Osmanlı Şehirlerinde Mahkeme”, Prof. Dr. Bülent Nuri Eser Armağanı, Ankara Hukuk Fakültesi Yayınları, No 417, Ankara 1977, s. 245-264.

32

(24)

hükmüdür. Osmanlı anlayışına göre, adâlet, devlet, kanun, hükümranlık, ordu, servet, halk birbirinden ayrılmaz bir bütün gibidirler. Birinin yok olması demek bütünün parçalanması anlamına gelmekteydi. Yavuz Sultan Selim, Osmanlı padişahlarının arasında en âdil olanı olarak sayılmıştır.33

1.Şeyhülislam ve Müftüler

Osmanlı Devleti’nin hukuk sistemi İslâm hukuku olup hukukî meselelerde Hanefi mezhebi esas alınırdı. Buna göre Müftü: Osmanlı Devletinde Hanefi fıkhı üzerine kendisine sorulan şer’i ve hukukî meselelere ait sorulara dinî hükümlere uyarak karar veren kişiye denir. Verilen karara da fetva denilmiştir. Müftülere Şeyhülislam ünvanı da verilmiştir. 34

“Türk Hukuk Lügatında Şeyhülislam tabiri şöyle ifade edilmektedir: Bidayette halk arasında tahaddüs eden münazaa ve ihtilâfları ilmen halle müktedir, ilm ve fazlı ile müştehir en yüksek zevata verilen bir unvan iken sonraları resmiyet iktisab ederek müftü ve kadıların ve tarik-i ilmiyenin merci-i resmîsi olmak üzere padişah tarafından ifta makamına tayin olunan zata itlak ve tahsis olunmuştur.”35

Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında sultanlar başta Şeyh Edebâli olmak üzere, Dursun Fakih ve Şemseddin Fenâri gibi dini konularda alim olanlardan fetva almak, şer’i meselelerde ve saltanat işlerinde istişare etmek üzere bu kişilere müracaat ediyorlardı. Ancak bu aşamada, bu ilişkiler resmi bir hale getirilememiş ve bu kişilere şeyhülislam ünvanı verilmemişti. Daha sonra müftüler içinde, başkent müftüsüne şeyhülislam ünvanı verilerek bu ilişkiler resmi bir hüviyete büründürülmüştü. Şeyhülislamlar artık devletin bir memuru haline gelmişlerdir.36

Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren padişahlar hem sultan hem de halifeydi. Bu Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi sonuçlarından biridir. XVI. asırdan itibaren ilmiye sınıfının başı ve mevâli denilen büyük kadılar, tayine yetkili bulunan makama önceleri

33

Nejdet Gök; “Türk-İslâm Kültüründe Adalet Anlayışı ve Osmanlı Uygulamalarından Örnekler”, Türkler, C.XI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 62-67.

34

İ. H. Uzunçarşılı; a.g.e. , s. 173. 35

Türk Hukuk Lugatı, Türk Hukuk Kurumu Yayınları, Ankara 1944, s.311. 36

Cemal Fedayi; “Osmanlı Devletinde Şeyhülislamlık Kurumu“, Osmanlı, C.VI, Yeni TürkiyeYayınları, Ankara 2000, s.447.

(25)

müftü veya hoca denirken, XVII. asırdan itibaren ise artık Şeyhülislam denmeye başlandı.37

Fıkıh ilminde fetva verme ve yargılama yetkilerinin bir kişinin bünyesinde toplanamayacağı ifade edildiği için müftüler ve onların mercii olan Bab-ı Meşihat yargı işlerine müdahale edemezdi. Şeyhülislamların yetkileri XVI. asırdan itibaren yavaş yavaş artmaya başlamıştır. 1574 yılına kadar kadı ve müftüleri sadrazam atarken, yetki şeyhülislamlara verilmiştir. Aynı şekilde müderris ve kazaskerlerin atanmasından da şeyhülislam sorumlu olacaktı. Atama sırasında sadrazamın görüşüne başvurması gerekiyordu. Şeyhülislamların verdikleri fetvalar iki şekilde olurdu:

Birincisi: hususi şahısların şer’i bir mesele hakkında sormuş oldukları sorulara verdikleri cevaplardır.

İkincisi: kamuyu ilgilendiren konularda padişahın sorusu üzerine verdigi cevaptır. Bu, genelde hukukî düzenlemelere esas teşkil ediyordu.

II. Mahmut tarafından Ağa kapısı şeyhülislamların makamı haline gelmiştir. 1836 yılında ise şeyhülislamlık ile alakalı daireler burada toplanmıştır. Burası “Bab-ı Meşihat” ve “Bab-ı Vâlâ-ı Fetva” diye meşhur olmuştur.38

Şeyhülislamların görevlerini genel olarak ikiye ayırabiliriz: 1. kadı, müftü ve müderislerin tayini ve terfileri vb.

2. Dinî-siyasî nitelikli olan fetva, Divan-ı Hümayuna bilgi verme gibi bilgiler. Bu görevler şeyhülislamı siyasî bir aktör konumuna getirmiş ve sistemin işlemesinde önemli roller görmesine imkan vermiştir.39

15. asırda şeyhülislâm ve müftü beş yüz akçenin beşte biri kadar yevmiye almakta idi.40

“Kısaca Şeyhülislamlık, Osmanlı siyasî-idarî sisteminde, idarî ve dinî işlevleri olan, sistemin işleyişinde daha ağır basan siyasî otoritenin bazı davranışlarını meşrulaştıran, bazıları da kontrol eden bir kurum olarak karşımıza çıkmaktadır.” 41

37

A. Akgündüz; a.g.e. , s.66. 38

M. Zeki Pakalın; Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.II, MEB Yayınları, İstanbul 1983, s.233.

39

Cemal Fedayi; a.g.m. , s.445. 40

(26)

2.Kazaskerler

Osmanlı devletinde yargı gücü adına Divan-ı Hümayun’a katılarak askeri sınıfın şer’i ve hukuki işlerine bakan ve kaza sancak kadılarının tayin yetkisi olan makama kazaskerlik denmektedir.42

Kazaskerliğin resmi bir kurum halinde ortaya çıkışı I. Murat dönemi başlarında olup; bu müessesenin başına getirilen ilk kişi ise Çandarlı Kara Halîl’dir. Bursa kadılığından Kazaskerliğe, oradan da vezirliğe geçmiştir. Kazaskerliğin bir kurum haline gelmesi ise Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşmiştir. I.Murat’ın saltanatının son yılında Karamani Mehmed Paşa’nın arzıyla Rumeli ve Anadolu Kazaskerliği ortaya çıkmıştır. Yavuz Sultan Selim döneminde bir ara merkezi Diyarbekir’de olmak üzere Arap ve Acem kazaskerliği ihdas edilerek kazasker sayısı üçe çıkartılmıştır. Sonuncu kazaskerliğin devletin merkeziyetçi yapısıyla uyuşmaması nedeniyle bir süre sonra lağvedilerek Anadolu kazaskerliğine bağlanmıştır. XVI. yüzyıl sonlarına kadar kazasker tayinleri veziriâzamın muvafakatini almak şartıyla şeyhülislâmlığa bırakılmıştır.43

Kazaskerliğe mevleviyet denilen beş yüz akçe yevmiyeli büyük kadılıklardan gelinirdi. XVI. asrın ikinci yarısına kadar kazasker olmak için muayyen bir düzen yokken; bu tarihten sonra Anadolu kadılığına Anadolu kazaskeri pâyesiyle İstanbul kadılığı yapanlar getirilmeğe başlanmış ve oradan Rumeli kazaskerliğine gelmek kuralı teessüs etmişti. Daha sonra ihdas edilen pâye kanunuyla gerek mevleviyetlerin ve gerek kazaskerliklerin öncelikle o makamın pâyesini alıp sonradan kazasker tâyin olunmaları kanunu getirildi. Rumeli kazaskerliğinde bulunmuş olan kazaskerler, eğer Anadolu’dan mâzul olanlar arasında müstahik birisi yoksa tekrar Rumeli kazaskeri olmaları geçerli idi. Eğer varsa onların kıdemli ve âlimleri ve hüsn-i zan kazanmış olanlarının Rumeli kazaskerliğine getirilmesi önemliydi. Aralarında dört beş defa kazasker olanlar dahi vardı.44

1554 yılına kadar bütün müderris ve kadı adaylarını seçip tayin edebilmek üzere sadrazama arz etmeye yetkiliydiler. Bu tarihten sonra ise yetkileri şeyhülislam lehine ve

41

Ahmed Akgündüz; Belgeler Gerçekleri Konuşuyor 4, OSAV Yayınları, İstanbul 1997, s. 203-204. 42

M. Zeki Pakalın; Osmanlı Tarihi Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, s.233. 43

Mehmet İpşirli; “Kazasker Maddesi”, İslâm Ansiklopedisi, C.XXV, TDAV Yayınları, İstanbul 2001, s.141.

44

(27)

kendi aleyhlerine olmak üzere daraltılmıştır. Kazasker kendi bölgelerindeki kaza kadılarını, askerî kassamları, alt rütbeli bazı müderrisler ile meslekleri ile ilgili bazı görevlileri tayin yetkisine sahip olmuşlardır.

Kazaskerler Divan-ı Hümayunun aslî üyesi olup; divan günlerinde divana mutlaka katılmak zorunda idiler. Divan’daki bazı davalar dinlenmek üzere Rumeli Kazaskerine havale edilirdi. Anadolu kazaskeri, özel yetki verilmedikçe dava dinleme yetkisine sahip değildi. Divan’da müzakere edilen resmi konuların şer’i sorumluluğu kazaskere aitti. Kazaskerler Cuma günleri Sadrazam konağında Huzur Mürâfaası denilen yargılamaların yaplıdığı Cuma Divanı’na katılarak; Sadrazamla beraber Divan’a arz edilen davaları görüşürlerdi. Ayrıca Salı ve Çarşamba günleri dışında da kendi konaklarında dava dinleme yetkisine sahiplerdi. Kazaskerlik müessesinin bu yapısı ve ifa ettiği işlevler, Tanzimat’tan sonra azalarak Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına doğru kazaskerlerin yetkileri tamamen ellerinden alınmıştır.45

3.Kadı

Halk arasındaki sorunların görüşülüp karara bağlandığı makama “kaza makamı” adı verilirdi. Kazanın tarihi eski dönemlere kadar dayanmaktadır. İnsanoğlu ta yaratılışından beri kendisiyle başka bir kişi arasında bir sorun olduğu zaman bu sorunun, çözümlenip karar bağlanması için başka bir kişinin otoritesine ihtiyaç duymuştur. Kabilelerin kadıları olan kişiler o kabilenin akıllı ve ileri gelenleri arasından seçilmekteydi. Aklı ve bilgisiyle kabiledeki diğer kişiler arasından sivrilererk ayrılan kişi, kadı olur ve kişiler arasındaki sorunları çözüme kavuştururdu. Cahiliye döneminde de Araplarda benzer bir durum söz konusu idi. Hz. Muhammed (S.A.V) İslâm’da yargı işlerini ilk uygulayandı. Daha sonra ise bu görev halifeler tarafından devralınmıştır. Yargılama işi halifenin görevleri arasında idi. İşlerin ve sınırların büyümesiyle beraber, halifeler yargı işlerine bakmakla vazifeli olan özel memurlar tayin etmişlerdir. İslam’da bu uygulamayı ilk başlatan Hz. Ömer’di. Şahâbeden Ebudderya’yı Medine’ye; Şurayh’ı Basra’ya, Ebû Musa el-Eşari’yi Kufe’ye kadı olarak tayin etmiştir. Mısır’da kadının görevlendirilmesi ve atanması valilerin görevleri arasında idi. Kaza teşkilatı’nın oluşmaya başladığı ilk yıllarda, vilayetlerin her birine birer kadı görevli olarak

45

Ahmet Akgündüz; “Şer’iyye Mahkemeleri ve Şer’iyye Sicilleri”, Osmanlı, C. X, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 54-55.

(28)

gönderilmiştir. Sınırların genişlemesiyle beraber, büyük yerlere birden fazla sayıda kadının görevlendirildiği de olmuştur. İslâm’ın ilk yıllarında kadıların görevi; kişiler arasındaki sorunları çözüme kavuşturmaktan ibaret idi. Ancak halifelerin başka işlerle meşgul olmaya başlamaları üzerine, duruma göre kadılarda başka işlerle meşgul olmaya başlamışlardır. Müslümanların genel hukuku ile ilgili işlerin görüşülmesi kadıların görevleri arasına eklenmiştir. Savaşa giden askerlerin komutanlığını kadıya veren halifelerde olmuştur. Fatımilerden Mustansır zamanında Ebû Muhammed el Baruzî hem vezirlik hem de kadılık vazifesini elinde tutan ilk kişi olmuştur. İslâm’ın ilk yıllarında kadılar halka açık olan meclis şeklinde bir yerde davalara bakarlardı. Mescid ve Camiler seçilmiştir. Davacılar kadıya dertlerini bizzat huzurunda anlatırlardı. Kadı halkın önünde kararını açıklardı. Kara vermek çok önemli bir sorumluluk istiyordu. Bu yüzden birçok âlim ve dindar kişi yargılamaktan kaçınırdı. Kadılık görevi bir kişiye verildiği zaman kişi bir tören ile Camiiye götürülerek, görevlendirildiğine dair halife tarafından verilen “sicil”(berât) okunması için tören tertip edilirdi. Kadıya verilen maaşta devletlere ve zamana göre farklı uygulamalar yapılmıştır. Hz. Ömer zamanında 100 dirhem nakit ile bir miktar buğday verilirdi. Abbasiler’de Mısır kadısının maaşı aylık 30 dinara yükselmiştir. Me’mûn döneminde 4 bin dirheme yükseltilmiştir. 46

Osmanlı’da adâletin, en üst seviyede sağlanabilmesi için, bütün Osmanlı İmparatorluğu, kaza adı verilen kadılıklara ayrılmıştır. Kaza kadının yargı alanı içine giren bölge anlamına gelmektedir. Osmanlı mahkemelerinde, davayı izlemek için şuhûdü’l-hal adını taşıyan müderrisler ve kaza veya şehrin ileri gelenleri arasından seçilen âyân ve eşraflardan oluşan bir heyet hazır bulunur ve kadı bunlar ile müşâverede bulunurdu. Osmanlı mahkemelerinde davaların en kısa süre içinde çözümlenmesi ve kadının tarafsızlığı son derece önem taşımaktaydı.47

Osmanlı sivil idaresinin esası büyük bir kasaba veya şehir ile kazalardan oluşmaktaydı. Tanzimat’tan sonra kazadan daha küçük idari bölge olarak teşkil olunan nahiye önceden mevcut değildi. Her kazanın başında en büyük sivil ve adlî amir kadı idi.48

46

Corcî Zeydân; İslâm Uygarlıkları Tarihi, C. 1, İletişim Yayınları, Çeviren Nejdet Gök, İstanbul 2004, s.304-309.

47

Nejdet Gök; “Türk-İslâm Kültüründe Adalet Anlayışı ve Osmanlı Uygulamalarından Örnekler”, Türkler, C.XI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002, s. 66-69.

48

Mustafa Akdağ; “Osmanlı Müesseseleri Hakkında Notlar”, AÜDTCF Dergisi, XIII/1-2, Ankara 1955, s. 76.

(29)

Kadılar Osmanlı adliye teşkilatının mihenk taşlarından biriydi. Ülkedeki hak ve adalet esasları Kadıların ehliyet ve sıfatlarıyla doğrudan ilişkili olduğu için kadılardan bazı vasıf ve şartları taşımaları istenmiştir. Bu şartlar şunlardı: Kadıların tam emniyet sahibi olması için akıl baliğ ve hür olması, Müslüman olması, Medresetü’l-Kuzat’tan mezun olmaları, 25 yaşını doldurmuş olmaları; anlayış, kuvvet, dürüstlük, güvenilirlik, şahsiyet vb.

Kadı’nın azlinde rol oynayan nedenler ise şunlardır: Aklını ve temiz kabiliyetini kaybetmesi, kör sağır ve dilsiz olması, görevinde irtikâp yoluna sapması, imanını kaybetmesi ve yolsuzluğunun anlaşılması vb.49Osmanlı Devleti’nde beylik döneminden beri fethedilen yerlere hukuku temsilen bir kadının, idareyi temsilen bir subaşının tayini kökleşmiş bir gelenekti. Osmanlı kadısı, İslâm devletleri içinde özgün bir yeri olan adliye ve mülkiye görevlisi idi. Memuriyette, kendinden önceki İslâmi asırlardaki meslektaşlarına göre daha geniş yetkilere sahipti. Ayrıca tahsili, mesleğe geçişi ve terfi itibariyle de gelişmiş bir hiyerarşiye ve kurallar bütünlüğüne tabidir. Osmanlı kadısı ilmiye sınıfına mensup olup; son İslâm devletinin geniş ve çeşitli coğrafyasındaki temsilcisi olması yanında, bu dünyayı baştan sona en iyi tanıyan memur tipi ve bu devletin hukukçular sınıfını kendi şahsında temsil eden meslek adamıdır. Mesleğe giriş, terfi, tayin yerlerindeki çeşitlilik sebebiyle bütün devlet görevlileri içinde kaza silkine girenlerin hem Osmanlı devlet işlerinin malî, idarî, askerî kompartımanlarını hem de Anadolu, Rumeli coğrafyasının birçok noktasını tanımaları kaçınılmazdı. Bugünün kaymakam, vali gibi memurlarının vazifesini kadı yapardı. Hâkimlik ve belediye reisliği de kadının sorumluluk alanındaydı.

Osmanlı merkeziyetçi idaresinin esasını, kadıların hiç bir aracı olmadan doğrudan doğruya Divan'a bağlı olmaları ve oradan emir almaları teşkil etmektedir. Seferber haldeki ordu ve askeri müesseselerin personel muamelatı hariç, devletin bütün müesseselerinin işleyişinin kadıların murakabe ve nezaretleri altında olması, kadılığın Osmanlı idaresindeki birinci planda gelen önemini açıklamaktadır. Orhan Bey zamanında kadıların eğitimi için ilk medrese kurulmuştur. İlk kadıların İznik, Bursa ve Edirne gibi merkezlere tayin edildiği, yeni fethedilen yerlere ikinci ve üçüncü derecede kadıların gönderildiği vekayi’nâmelerden öğrenilmektedir. Fatih Sultan Mehmed

49

İlber Ortaylı; Hukuk ve İdare Adamı Olarak Osmanlı Devleti’nde Kadı, Turhan Kitabevi, Ankara 1994, s.37.

(30)

kanun-nâmesinde kadıların alacağı harçları belirtmiş, hiyerarşiyi kurmuş, tedris, kaza ve ifta arasındaki muadeleti tespit etmiştir. Süleymaniye medreseleri kuruluncaya kadar kadıların eğitimini Sahn-ı Seman diye bilinen Fatih medreseleri vermiştir. Süleymaniye medreseleri kurulduktan sonra burayı bitiren kişi, kazaskerliğe müracaattan sonra bir nevi stajyerlik olan mülazemet için önemli sancaklara mevleviyet payeli kadıların yanına gönderilir ve mülazemet devri (üç beş yıl) sonunda İstanbul’a gelirdi. Ardından imtihanı verenler en alt kademedeki kazalardan birine tayin edilerek mesleğe başlarlardı.50

Kaza kadıları ise medreseden sonra müderrislik yerine kadılığı tercih edenlerden atanırdı.51Kadılar bir bölgeye iki yıl süreyle tayin edilirdi. Ancak bu sürenin kesilmesi veya uzatılması da mümkündü.52 Ancak bazı üst düzey kadılar kendileri görev yerlerine gitmeyip yerlerine yardımcıları olan naiplerini gönderirlerdi. Kaza kadıları Rumeli, Anadolu ve Mısır kadıları olmak üzere üç sınıfa ayrılırlardı. Kadıların tayini mutlaka padişah beratı ile olurdu. İlmiye mensuplarının tayin, yol ve nakil işlemlerini Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin daireleri yapardı; bunun için de kadının mesleğe intisabında bu dairelerden birini seçmesi gerekirdi. Dairelerde işlemler ruz-nâme denilen deftere kaydedilirdi. Kadıların meslekteki terfi ve özlük işleri ve benzeri işleri bu büroda yürütülürdü. Eğer bir kadının tayini bu deftere işlenmemişse elindeki berat hükümsüz olar adedilir ve iptali gerekirdi. Osmanlı Devleti’nde kadının tahsili, tayini, terfi ve çeşitli yerlerde görev yapma usulü, Osmanlı idarî yapısı ve memuriyetin mevzuatı açısından çok erken devirde gerçekleştirilen geniş bir memuriyet hiyerarşisinin varlığını gösterir.

Bir kadı mesleğinin başından sonuna kadar hiyerarşik olan bir basamağa doğru tırmanırdı. Bu sebeple kaza silkine mensup ilmiye üyeleri devletin son asrına kadar eğitim ve tecrübe bakımından seçkin bir zümre sayılırdı. Kadı, Osmanlı’nın idaresinin en zayıf olduğu bölgelerde bile bulunurdu. Osmanlılarda asırlar boyunca hâkimiyet sembolü olan bir memurdu. XV-XVII. yüzyıllarda herhangi geniş bir coğrafyada gerçekleştirilebilen böylesine merkeziyetçi ve kontrollü bir bürokratik sisteme ender rastlanır. Bir aday mülazemette en az üç yıl kalıp mesleği öğrendikten sonra en az

50

İlber Ortaylı; “Kadı Maddesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XXIV, TDAV Yayınları, Ankara 2003, s. 69-70.

51

İ. H. Uzunçarşılı; Osmanlı Devletinde İlmiye Teşkilatı, TTK Yayınları, Ankara 1988, s.110-263. 52

(31)

yevmiyeli ve en az işi olan kaza kadılıklarında bulunan Anadolu ve Rumeli kazaskerinin dairesine intisapla göreve başlardı. Bir de Mısır için bir kariyer vardır. Görev süresi sonunda aday merkeze mazulen gelir ve bir üst derecedeki kazaya tayinini burada beklerdi. Kaza kadılıklarının en yüksek derecelisinde görevi tamamlayıp dönen kadı, merkezde “tahtabaşı” denen ve mevleviyet payeli sancak merkezlerine tayinini bekleyen kadılar arasında yerini alırdı. Bu ise meslekte aşılması zor bir basamak olup; bilgi seviyesiyle ve eserleriyle tanınmayan bir kimsenin mevleviyet payeli büyük merkeze tayini güç bir şeydi. En küçük dereceli mevali devriye mevleviyetinden sonra mahreç mevleviyeti, bilad-ı hamse mevleviyeti, ondan sonra da Haremeyn mevleviyeti gelirdi. Bunları da İstanbul kadılığı ile Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleri takip etmekteydi.

Osmanlı kadısının mülkî, beledî, malî, askerî ve adlî sahaları kapsayan görevleri göz önüne alınırsa onun kadar geniş bir görev alanına sahip bulunan bir başka memur olmadığı gibi memuriyet kompartımanı ve şahsiyeti onun kadar çeşitli olanı da yoktur denilebilir. İlmiye sınıfından olup; şer’i hukuk adamıdır. Mülki erkan içinde yer almaktaydı. Bütün yönetici zümre gibi askeri sınıfın bir üyesidir. Ve bir yerde yönettiği Müslüman halkın dahi merkezi devlet karşısında sözcüsü rolündedir. Şer’i hukuku uygulamakla vazifeli olduğu için merkezi hükümet memuru olduğu kadar ahalinin de devlet karşısındaki temsilcisi ve sözcüsü rolündedir. Gayrimüslim ahalinin yaşayışına dahili yoksa da o zümrenin de hukukunu gözetmek ve mali yükümlülüklerini yerine getirip getirmediklerine denetlemek görevi ile yükümlüdür.

Kadının değişik dinden kimselerin miras davalarına baktığına dair kayıtlar vardır. Gerçekte kadı şeriat adamı olarak Müslümanların hâkimidir. Ancak bazen cemaat adına onların taleplerini merkeze arz etmiştir. Ülkede pazar yeri değişikliği, imam ve müezzin tayini için gerekli olan arz onun görevdir. Kadılar görev sınırları içerisinde bulunan bütün vakıfların ve vakfiyelerinin tanzim ve tescil işlemlerini yaparlardı. Bu vakıfların vakfiyelerinin uygun idare edilip edilmediğini, mütevelli ve nâzırların muhasebelerinin kontrolü kadılar tarafından yapılmaktaydı. Vakıflara ait han, hamam, dükkân, ev ve sair akarın ihalelerini yaparlardı. Vakıf mütevellilerini denetlediği gibi tekkelerin kontrolünü yaparlardı. Ehliyetsiz derviş ve şeyhlerin ahaliyi ifsat etmemeleri için dikkatli olmak zorundaydılar. Vakıf medreselerinin nizamını gözeterek; usulsüz müderrisler ve idare hakkında merkeze arzda bulunurlar ve bilhassa talebenin durumunu denetlerlerdi. Bürokratik ihtisaslaşmanın olmadığı bir cemiyette belediyenin iktisadi kontrolü, çarşı,

(32)

pazar denetimi, her yıl ürün ve hizmetlere muhtesib, lonca kethüdası ve yiğitbaşılarıyla narh konması, fiyatları kontrol etmek, esnafı teftiş etmek, karaborsayı önlemek vs. gibi belediye işlerine de bakarlardı.

Mahallenin imam vasıtasıyla kontrolü, gibi görevler onun bir şehirde işleri en yoğun bir idareci olmasının sebebidir.

“Kısacası Osmanlı kadısı faal bir idareci, mali memur, müfettiş ve taşrada devletin rüknü olan bir görevlidir. Onu sadece makamında oturur bir hâkim olarak düşünmek yanlış olur.” 53

Kadıların görev ve yetkilerinin kısıtlanmasına yönelik düzenlemeler II. Meşrutiyet’in ilanından sonra da devam etmiştir. 3 Haziran 1909 tarihli kanun ile “Mehâkim-i Nizamiye’de bi’r-rü’ye i’lâma rabt edilen hukûk-ı şahsiyye da’vâlarının mehâkim-i şer’iyyede istimâ’ ve rü’yetinin memnu’iyyetine dair irâde-i seniyye ile Nizamiye Mahkemelerinde karara bağlanan şahsî hak davalarının bundan böyle Şer’î Mahkemelerde görülemeyeceği hükmü getirilerek; Şer’î Mahkemelerde; nikah, hidâne, talak, nafaka, kısas, diyet, miras vs. gibi fıkhî davalar görülebilecek ve bunun dışındaki bütün davalara Nizamiye Mahkemeleri bakılacaktı. “Hukkâm-ı Şer’ ve Me’mûrîn-i Şer’iyye Hakkında Kanun-ı Muvakkat” 19 Cemâziyelevvel 1331 tarihinde yayınlanarak Mehâkim-i Şer’iyye’nin merkez ve taşra teşkilatına yeniden bir düzenleme getirilerek; kazaskerlik, muhallefat ve evkaf mahkemeleri dahil olmak üzere bütün şer’iyye mahkemeleri 13 Ekim 1914 tarihli kanun ile Adliye Nezareti’ne bağlanmış olup Mahkeme-i Temyîz’de “Şer’iyye” adıyla yeni bir daire kurulmuştur.

Şer’iyye mahkemeleri, mütareke döneminde Şeyhülislamlığa bağlanarak yeni bir takım düzenlemeler yapıldıysa da Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra 8 Nisan 1924 tarihinde çıkarılan “Mehâkim-i Şer’iyyenin İlgasına ve Mehâkimin Teşkilatına Ait Ahkâmı Muaddil Kanun” ile ortadan kaldırılmış ve görevleri Asliye Hukuk Mahkemelerine devr edilerek kadılık ve naiplik unvanları tarihe karışmıştır.

Kadı ve naiplerin savaş zamanında görevleri daha da ağırlaşmakta idi. Çünkü ordunun yiyecek-içecek maddeleri ve giyecek malzemelerinin alınması, erzak ihtiyacının karşılanması, bunların bedellerinin ödenmesi, mühimmatın hazırlanması, menzil

53

(33)

işlerinin düzenlenmesi ile ilgili görevler için emirler; serdar, sancakbeyi ve beylerbeyi görevliler yanında; doğrudan kadılara da gönderilirdi. Sefer-i hümayun sırasında geçilecek yol, köprü, çeşmelerin tamiri ve erzak temininin başlıca sorumlusu idi. Yangın ve zelzele zamanlarında, ordu sevkiyatı, donanma inşası gibi olağanüstü durumlarda acilen inşaat işçi ve kalfası ve usta sevki, malzeme sağlanması için kadılara emir verilirdi.

Vezir, Beylerbeyi ve Sancakbeyi has ve tımarları kadı veya yardımcıları naipleri tarafından kontrol edilir; mukataaların teftişi, mültezimlerin, voyvodaların vs. mahalli idarecilerin yolsuzlukların soruşturulması da kadılar tarafından yapılırdı. Köylüler ve tımar sahipleri arasındaki arazi ve öşür davalarına da kadılar bakar, timar sahiplerinin toprak ihaleleri bizzat kadı huzurunda yapılırdı. Avarız vergilerinin toplanması, sefer zamanında gerekli okçu, kürekçi, beygir temini gibi ihtiyaçların karşılanması ve bunların nakli için iskelelerde at gemilerinin hazırlanması gibi sorumluluklar da kadıların görevlerindendi. Kadı ordunun tahıl, saman ihtiyacını karşılayarak konak yerlerine sevk ederdi. İstanbul’a erzak ve et, sebze ve meyve temini için civar şehir kadıları görevlidir; yabancı gemilere erzak devredilip kaçakçılık yapılmaması ve belirli yerlerde yağ vb. karaborsacılığının önlenmesi için kadılar tedbirli olmak zorundaydılar. Ülkede zaman zaman çeşitli şehirlerde kahvehane ve meyhaneler kapatılması ile ilgili yasağın gözetilmesinden de asayiş amiri olarak yine kadı görevli idi. Bu gibi yerlerin kapatılmaması için merkeze şikayet ve arzda bulunurdu. Kadının şehrin idaresinde özellikle sorumluluğunun ne kadar geniş bir görev manzumesi kapsadığı görülmektedir. Şehrin kalesinin muhafazasındaki kale dizdarı ve dizdarbaşı, o bölgede sancak beyi ve beylerbeyinden çok kadının sorumluluğu ve yönetimi altındadır. Bu aynı zamanda taşra idaresi ve asayişinde bir politik dengenin bir gereğidir. Yine kale ve şehirlerin muhafazası için gerekli olan olur olmaz yerlere ev ve dükkân yapılmasının önlenmesi, kalenin imar ve savunma düzeninin korunması, kasaba kalelerinin tamirinin bölge muhafızı tarafından yaptırılıp yaptırılmadığının denetlenmesi kadının sorumluluk alanı içindeydi. Görevleri arasında devşirme eminlerinin kontrolü de vardır.

Her esnaf teşekkülünün başındaki kethüdalar, o esnafın mahkeme huzurundaki takrirleri yönünde kadı ve naipler tarafından tayin ve azl edilirdi. Esnaf teşekkülleri arasındaki anlaşmazlıklar çözüme kavuşturulurdu. Bu ihtilafların çözümlenmesi hususunda kadı veya naipler o esnaf teşekkülünün kethüdasının fikrini alarak hüküm verirdi. Görev

Referanslar

Benzer Belgeler

Kıdvetü’n-nüvvab ve’l-müteşerri’în Kayseriyye kazasında bi’l-fi'l-naibü’ş-şer’i şerif olan Mevlana (…) zîde ilmühû tevkî'-i refî'-i hümâyûn vâsıl olıcak ma'lûm

Ma‘ruz-u dâi‘leridir ki: Gürün kasabasında Abdulfettah ağa mahallesi ahâlîsinden Kocabey oğlu işbu rafi‘ü’l-i‘lam Molla Ahmed bin Mustafa kasaba-i mezbûrenin

Sivâs vilâyet-i celîlesi dâhîlinde Gürün kâzası mahallâtından Şuğul Balâ Mahallesinde sâkin iken tarîhî i’lâmdan yirmi altı sene mukaddem vefât eden

Medine-i Ayıntab‟da Cevizlice Mahallesi ahâlisinden iken bundan „akdem fevt olan Es Seyyid Arab Çelebi ibni Hasan‟ın verâseti zevce-i menkûha-i metrûkeleri Hanım binti

Develü Kazası’nın nefsi Develü mahallâtından Yedek Mahallesi’nde sakin zatı Everek Kasabası mahallâtından Cami-i Cedid Mahallesi ahalisinden Mehmed Efendi ibn Ömer Efendi

Medine-i Ayntab’da Mestancı mahallesi ahâlisinden iken bundan akdem fevt olan Muhsin-zâde Ahmed Ağa el-Hâc Ahmed Ağanın verâseti zevce-i menkuhe-i metrukesi

Medîne-i Ayıntab‟da Tarla-yı Cedîd Mahallesinde sâkin iken bundan akdem fevt olan El Hac Ömer bin Halil ÇavuĢun sülbi kebîr oğulları Ali ve Yasin ve cüssesinin

takımında iken vefât ettiği veresesi tarafından verilen arzuhalde ifade olunan Aşir oğlu Mehmed bin Osman bin Mehmed’in ber-vech-i âtî vârisi olduklarını iddia iden