• Sonuç bulunamadı

Genç Araştırmacılar Tartışıyor

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Genç Araştırmacılar Tartışıyor"

Copied!
282
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

Siyasi İlimler Türk Derneği

VIII. Lisansüstü Konferansı Bildirileri Seçkisi

Editörler

Şule Kut

Hasret Dikici Bilgin

Zeynep Alemdar

Umut Azak

(2)

Tel :0216 677 16 30 Faks :0216 677 16 47 e-mail :okan@okan.edu.tr Web :www.okan.edu.tr Editörler Şule Kut Hasret Dikici Bilgin

Zeynep Alemdar Umut Azak

Üretim : es yayınları

Sayfa Düzenleme : es yayınları Kapak Tasarım : es yayınları Basım ve Ciltleme : es yayınları

Bu kitabın her türlü yayın hakkı Okan Üniversitesi Yayınevi’ne aittir. Okan Üniversitesi Yayınevi’nden yazılı izin alınmaksızın alıntı yapılamaz, kısmen veya tamamen hiç bir şekilde çoğaltılamaz, basılamaz, yayımlanamaz. Kitabın, tamamı veya bir kısmının fotokopi makinesi, ofset, bilgisayar veya internet ortamında kullanılması, kaset veya CD’ye kaydedilmesi yasaktır. Okan Üniversitesi Yayınevi, anılan türden yasa dışı davranışta bulunan kurum ve kişilere karşı her türlü hakkını korur.

GENÇ ARAŞTIRMACILAR TARTIŞIYOR

Siyasi İlimler Türk Derneği VIII. Lisansüstü Konferansı Bildirileri Seçkisi İstanbul: Okan Üniversitesi Yayınları, 2014

xii,210 s. ; 24 cm. ISBN 978-605-5899-24-0

1.Siyaset Bilim 2.Türk Dış Politikası 3. Türkiye’de Sosyal Politika 1.Title.

(3)

Önsöz

5

Şule Kut

Türk Dış Politikasında Güvenlikleştirme ve Yunan “Ötekisi” 7 F. Aslı Ergül

Kültür Diplomasisinin Sınırları: Türk Kültürü ve Sanatının Uluslararası Platformlarda Tanıtımı (1980-2010) 29 Şeyda Barlas

Sovyet Dil Politikaları ve Özbek Kimliğinin Oluşumu 61 Mustafa Murat Yurtbilir

Bir “Garip” Demokratikleşme: Demokrasiye Geçiş Döneminde İleri Ve Geri Kavramlarının Kurgulanışı Ve Orhan Veli’nin

Yaprak Dergisi (1 Ocak 1949 - 15 Haziran 1950) 77 Burcu Çulhaoğlu

Uygulanmayan Bir Girişim: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu

Ne Anlama Geliyor? 99

Gökhan Umut

Milli Birlik Komitesi Genel Kurul Toplantı Tutanaklarında

Militarizasyon Süreçleri 113

Erol Subaşı

İnternette Milliyetçiliğin Tezahürleri: Türkiye'deki

Türk Milliyetçisi Sitelerin Söylemsel Analizi 129 U. Sercan Gidişoğlu ve Kerem Rızvanoğlu

Linç Kültürü ve Milliyetçilik Üzerinden Türkiye’ye Bakmak 155 Suna Yılmaz Açıkel

(4)

Tebessüm Öztan

Kendi Öteki'sine Dönüşmek: Türkiye'de Kürt Milliyetçiliği ve

Kürt Tarih Tezi 191

Şermin Korkusuz

Türkiye’de Sosyal Politika ve Milliyetçiliğin Kesişmesinde

1934 İskan Kanunu ve Çingeneler 211 Özlem Bayraktar Akkaya

Türkiye’deki Kadın Derneklerinin Avrupalılaşması:

Kader ve Kagider Örnekleri 227

Damla Bayraktar

Türkiye'deki Cumhuriyetçi ve İslami Kadın Sivil Toplum Örgütlerinin Sosyal Adalet Görüşlerinin Teorik Analizi:

Farklı Talepler ve Rakip Gelenekler 249 Kadir Aydın Gündüz

Yurttaşlık ve Toplumsal Hareketler: Toplumsal Mücadeleler

Bağlamında Gelişen ve Değişen Hakların Tarihsel Değerlendirmesi 269 Ezgi Pınar

(5)

Türkiye’de 1960’lı yıllardan bu yana siyaset biliminin gelişimi ve üniversitele-rimizin uluslararası bilimsel ağların bir parçası olması yönünde çalışmalar ya-pılmaktadır. Siyasi İlimler Türk Derneği (SİTD) bu çabaların sonucunda, arala-rında Fethi Çelikbaş, Fadıl Hakkı Sur, Yavuz Abadan, Zeki M. Alsan, Bedri Gürsoy, Ahmet S. Esmer, Sadun Aren, Aziz Köklü, Turhan Feyizoğlu, Bahri Savcı, Seha L. Meray ve Suat Bilge’nin bulunduğu, dönemin önde gelen aka-demisyenleri ve büyükelçileri tarafından kurulmuştur. Derneğimiz siyaset bilimi alanında ulusal ve uluslararası araştırmalar yapmak, yapılan araştırma ve çalış-maları teşvik etmek ve çalışma sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmayı hedefle-mektedir. Bu kapsamda SİTD Türkiyeli genç araştırmacıları teşvik etmek ve genç nesille deneyimli akademisyenleri bir araya getirmek amacıyla Tür-kiye’nin tek düzenli ve ulusal çaptaki Lisansüstü Konferansı’nı düzenlemekte-dir.

SİTD Lisansüstü Konferansları 2003 ve 2004 yıllarında İstanbul Bilgi Üni-versitesi, 2005 yılında Hacettepe ÜniÜni-versitesi, 2006 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi, 2007 yılında Erciyes Üniversitesi, 2008 ve 2009 yıllarında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, 2010 ve 2011 yıllarında Okan Üniversitesi’nde ve 2012 ve 2013 yıllarında Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde düzenlenmiştir. Diğer bir deyişle on yıldır, bu konferanslar yoluyla başta siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler olmak üzere tarih, sosyoloji, felsefe, hukuk ve iktisat gibi çok sayıda bölümde yüksek lisans ve doktora yapan öğrenciler araştırmalarını birbirleriyle ve öğretim üyeleriyle paylaşma fırsatı bulmuştur.

2010 yılında yedincisi düzenlenen konferansın akabinde bildirilerden oluşa-cak bir seçkiyi basılı hale getirme fikri ortaya çıkmıştır. Bu kitapta sizlerle Tür-kiye’nin genç araştırmacılarının gündeminin en azından bir kısmını paylaşabil-mekten mutluluk duyuyoruz.

Saygılarımla,

Şule Kut

(6)
(7)

VE

YUNAN “ÖTEKİSİ”

F. Aslı Ergül

ÖZET

Uluslararası ilişkiler disiplininin gözde çalışma alanlarından olan güvenlik çalışmaları, Kopenhag Okulu’nun kimlik ve söylem analizi getiren eleştirel yaklaşımıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Güvenlikleştirme çalışmaları da diye-bileceğimiz bu eleştirel yaklaşım, tarihsel söylem ve pratikler bütünü haline gelmiş olan klasik güvenlik anlayışında konuların nasıl bir süreçten geçerek politize olduğunu ve sorun haline ge(tiri)ldiğini çözümlemeyi amaçlar. Bu makalenin temel sorunsalı, klasik güvenlik anlayışının hakim olduğu Türk dış politikasının toplum tarafından nasıl algılandığını incelemektir. Bu çalışmada, Türkiye’nin jeostratejik “hassasiyetleri” sebep gösterilerek çeşitli olağandışı politik uygulamaların normalleştirilmesi, Sevr Anlaşması’ndan bu yana “dış mihrakların gizli bir planı olduğu” yönünde toplumda var olan endişe, bazı uluslararası konuların neden Türkiye için “milli dava” haline geldiği konuları tartışılacaktır. Türk dış politikasında Yunanistan’ın yeri çalışmanın en önemli hareket noktalarından biridir. İki ülke arasında çözülmeyi bekleyen Ege Denizi, adalar, Kıbrıs veya kara suları gibi konuların siyasi çevreler tarafından topluma nasıl yansıtıldığı ve tarihsel önyargılarla bezenmiş bakış açılarının iki ülke ilişkisine etkisi bu çerçevede ele alınacaktır. Güvenlikleştirme söyleminin et-kisinden sıyrılmış, Yunanistan’ın “öteki” olmaktan çıkıp sadece bir “komşu” olarak algılandığı ve dokunulmaz olarak görülen çeşitli uluslararası sorunların irdelenebildiği bir dış politika analizi, verimli bir entelektüel zemin hazır-layarak Türkiye’nin bölgesinde ve dünyadaki yerini anlamaya yardımcı olacağı konusuna yapılan vurgu ile makale sona erecektir.

Anahtar kelimeler: Türk Dış Politikası, Yunanistan, Güvenlikleştirme, Söylem Analizi

(8)

AND

THE GREEK “OTHER”

ABSTRACT

Security studies, one of the popular research areas of international relations discipline, is developed with the critical view point of the Copenhagen School based up on the analysis of identity and rhetoric. This critical approach which can be called as securitization studies aims to figure out how topics are politi-cized and turned into problems within the classical security understanding whole of historical rhetoric and practices. To this extent, examining the social perceptions of Turkish foreign affairs’ classical security is the main problem-atic of this article. In this study, the normalization of several extraordinary po-litical applications with the excuse of Turkish geopopo-litical “vulnerabilities”, the existence of social anxiety about the “hidden agenda of foreign powers” since the Treaty of Sevrés and the reasons of why some international law issues be-come such “national thesis” of Turkey are going to be discussed. Thus, the place of Greece in Turkish foreign policy is the most important subject-matter of the act-rhetoric analysis. In this regard, the ways of the political elites’ rep-resentation of the bilateral issues such as the Aegean Sea, islands, Cyprus or territorial waters to their societies and the mutual perceptions of each nation grounded on historical prejudices are going to be handled within their effects on the relationship of these states. The article will conclude with pointing out the foreign affairs analysis purified from the influence of securitization rheto-ric, accepting Greece as a “neighbor” instead of “other” and able to touch the untouchable international problems may help to prepare a fruitful intellectual ground for understanding the place of Turkey in its region and the world.

(9)

Güvenlikleştirme, uluslararası ilişkiler disiplininde özellikle 1980’lerden sonra kullanılmaya başlanan bir kavramdır. Güvenlikleştirme yaklaşımı, 1983 yılında Kopenhag Okulu’nun temsilcilerinden Barry Buzan’ın “People, States and Fear: The National Security Problem in International Relations” kitabında güvenlik çalışmalarına sosyal bakış açısı getirmesi ve devamında aynı okulun Ole Waever ve Jaap de Wilde gibi diğer temsilcilerinin yaptıkları yayınlarda bu bakış açısını derinleştirmesi ile literatüre kazandırılmıştır. Güvenlikleştirme çalışmaları, klasik güvenlik çalışmalarını farklı bir boyuta taşımakta; savaş, barış, ulusal güvenlik veya dış tehdit gibi sık sık gündeme gelen güvenlik ko-nularını inşacı (constructivist) bir bakış açısı ile sosyal ve tarihsel yönlerden de ele alarak bu konulardaki kemikleşmiş düşünce yapısının temellerini sorgulaya-rak analiz etmektedir.

Klasik anlamdaki güvenlik çalışmalarına bakıldığında; güç, ordu, kontrol yeteneği veya ittifak gibi materyalist kavramların altının çizildiği görülür. Ör-neğin neo-realist yaklaşımın temsilcilerinden Stephen Walt’a (1991, 212) göre, güvenlik çalışmaları temelde tehlike, fayda ve askeri güç kontrolünü inceler. Dolayısıyla, gücün devletler tarafından savaşa hazırlık, savaşı engelleme veya savaşa girmek için nasıl kullanıldığını anlamak, güvenlik çalışmalarının ana konusunu oluşturur. Bu bağlamda düşünüldüğünde, güvenliğin, özellikle gücün meşru kullanımı hakkına sahip olan devletler ve devlet politikalarına odaklan-dığı görülür. Güvenlik çalışmalarının, neo-realist yaklaşım çerçevesinde dev-letleri, grupları veya bireyleri tehditlerle örülü bir dış dünyaya karşı kendini koruma rasyonalitesi ile hareket eden “verili” (given) varlıklar olarak görmesi durumuna yapılan en yerinde eleştirilerden biri olan güvenlikleştirme çalışma-ları ise; verili kabul edilen ve bir rasyonaliteye bağlanan bu davranış biçiminin, nasıl ve hangi aşamalardan sonra “sosyal gerçekler” olarak algılandığını araştı-rır (Krause ve Williams 1996, 242). Güvenlikleştirme çalışmalarının amaçları arasında güvenlik konusunun niye sadece belirli kesimlerce “uygulanabilir” veya “konuşulabilir” olduğu konusundaki anlayışı irdelemek ve güvenlik tehdi-dinin nereden geldiğiyle ilgili ortak inanca sahip izleyici topluluğunun bu ka-nıya nasıl vardığı üzerine analizler yapmak sayılabilir (Wæver 1995, 4). Dolayı-sıyla burada üzerinde durulan, güvenlik adı altında ele alınan bir konunun ken-disinden çok, o konunun aktörler tarafından nasıl ele alındığı ve güvenlikleşti-rildiğidir.

(10)

Kavramlara siyasi boyut katarak, kişileri bu konudaki siyasi tutumlarını açıklamaya yöneltmek demek olan politizasyon, aslında güvenlikleştirme kav-ramı ile iç içe geçmiştir. Politizasyon sürecinin ileri bir boyutu olarak düşüne-bileceğimiz güvenlikleştirme, var olduğuna inanılan bir tehlikeyi, acil müdahale gereksinimini veya politikanın normal işleyişinin dışına çıkılmasının meşru görüldüğü bir durumu tanımlamak için de kullanılabilir (Buzan, Waever ve de Wilde 1998, 23-24). Güvenlik kavramının kurumsal düzeyde paylaşılan tarihsel söylemler ve pratiklerin bütünü olduğundan hareketle, Ole Waever’ın da altını çizdiği gibi, güvenlikleştirme çalışmalarının amacı, “tehlike veya tehdit” algısı-nın nasıl bir süreç içerisinde politize edildiğini belirlemektir.

Anti-demokratik olmakla veya gereğinden büyük bütçeye sahip olmakla eleştirilen bir politikanın veya askeri müdahalenin, siyasi aktörler tarafından “ulusal güvenlik” söylemi ile toplumun gözünde meşrulaştırılması bir güven-likleştirilme uygulaması olarak ele alınabilir. Bu uygulamanın başarısı öncelikle hitap edilen toplumun bu konuda iyi ikna edilmiş olması ile ölçülür. Toplumun işaret edilen konunun ulusal güvenlik için stratejik bir öneme sahip olduğunu düşünmeye başlaması ve alınan olağanüstü tedbirlerin güvenlik nedeniyle bir zorunluluk olduğuna inanması; güvenlikleştirilen bir konu ile ilgili aktörlere geniş bir hareket alanı sağlar. Wolfers’ın da belirttiği gibi, bir politik formül olan “milli güvenlik”, bir taraftan geniş tabanlı konsensüs için sağlam bir alt-yapı oluştururken, diğer taraftan da uygulayıcıların istedikleri her türlü politik aracı kullanmasına olanak sağlar (Wolfers 1962, 142). Der Derian, her türlü olağandışı uygulamayı mubah kılan bu durum için “güvenliğin metafizik yum-ruğu” tanımını kullanır (Der Derian 1995, 24-25).

Güvenlikleştirme sürecinin üç temel analiz birimi vardır: Aktör, obje ve he-def kitle. Aktör, güvenlikleştirme eylemini yapan birim yani muhtemelen devlet yetkilileri veya politik karar vericilerdir. İkinci birim olan obje, tehlike altında olduğu söylenerek korunması gereken bir toprak parçası, kavram veya söylem-dir. Bu obje coğrafi bir alan olabileceği gibi özgürlük, ulusal haysiyet veya ta-rihi değerler gibi tamamen soyut bir kavram da olabilir. Üçüncü birim olan he-def kitle ise, bahsedilen konunun güvenlik tehlikesi yaratabileceğine inandırıl-ması gerekenler olarak güvenlikleştirme söyleminin dinleyicileridir. Bu kitle de genel olarak millet veya halk diyebileceğimiz geniş bir tabana yayılabilir.

(11)

En önemli güvenlikleştirme aktörü, geniş bir halk kitlesine ulaşabilme ola-naklarıyla devlettir. Devletin bürokratik kurum ve çevreleri, uygun güvenlik söylemleriyle, bir konuyu veya objeyi olduğundan daha hassas bir şekilde suna-bilmektedirler. Bu çevrelerin politik tercihleri, kuralların dışına çıkabilme kapa-siteleri ve normal politikaya ara verilmesi ile ortaya çıkan güvenlikleştirme (Williams 2003, 518) sürecinde yaşanan, güvenlik söyleminin olduğundan daha hayati veya politik bir mesele şeklinde aksettirilmesidir. Bu tarz bir güvenlik algısında, bürokratik elitler tipik veya olağan olmayan bir güvenlik söylemi ile vatandaşları var olan veya kendilerince “yaratılan” bir dış güce karşı sürekli uyarmaktadırlar. Nitekim güvenlikleştirme de aslında reel anlamda gerçekleşen olaylardan çok, söylemin elitler ve karar alıcılar tarafından sürekli gündemde tutulması ile bu konuda atılan doğru ya da yanlış bütün adımların halkın gö-zünde meşruiyet kazanmasıdır.

Dış politika alanında bir “ulusal güvenlik problemi” olarak güvenlikleştirilen bir konunun gerçekte devletin veya milletin varlığını sürdürebilmesi için hayati bir gereklilik olması şart değildir. Güvenliğinin sağlanmasına çalışılan “şey” çoğu zaman aslında sadece bir “düşünce”dir. Önemli olan, toplum üzerinde etkili olan güç sahibi kişilerin güvenlik objesi haline gelen düşünceyi veya ko-nuyu toplum huzuru için “hayati değerde bir sorun” olarak şekillendirerek top-luma sunabilmektir. Başarılı bir güvenlikleştirilme, bunu yapan aktör veya ak-törlerin konumu ve halkı etkileme kapasitesi ile doğrudan bağlantılıdır. Eğer süreç başarılı işlediyse, sıkı ekonomik tedbirlerden olağanüstü hal ilanına, se-ferberlikten savaşa kadar her türlü karar ve uygulama, halk tarafından bu kap-samda meşru araçlar olarak kabullenilebilir. Bu “meşruiyet” algısı öyle bir ko-numa getirilebilir ki, güvenlikleştirilen konunun akademik veya politik anlamda tartışmaya açılması bile sanki ulusal güvenliğe karşı bir tehdit veya yasadışı bir girişim olarak algılanmaya başlanabilir. Böylece, bir dış politika meselesi, ülke-nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü tehdit eden bir hassasiyet haline dönüştürü-lebilir.

Buzan, Waever ve Wilde “Security: A New Framework for Analysis” (1998) adlı kitaplarında güvenlikleştirmenin uygulanabildiği beş alana işaret etmekte-dirler: Askeri, politik, ekonomik, toplumsal ve çevresel alanlar. Güvenlikleş-tirme söylemleri aynı anda birden fazla alanı içerebilir. Örneğin, bir ülkeye komşu bir ülkeden gelen çok sayıdaki göçmenin varlığından duyulan bir

(12)

rahat-sızlık karşısında, toplumun huzur ve güvenliği için bu göçmenlerin ülkelerine geri gönderilmesi gerektiği şeklinde bir söylem geliştirilebilir. Bu propaganda sırasında, göçmenlerin ekonomik anlamda yük oluşturması bağlamında bir söylem geliştirilirken; aynı zamanda toplumsal huzur ve güvenliğin tehdit al-tında olduğu da ifade edilebilir. Güvenlikleştirme söylemi böylece hem politik hem de askeri alanları da içine alacak şekilde genişletilebilir. Farklı sebepler öne sürülse de temelde söylem “ulusal güvenlik” çerçevesinde değerlendirilebi-lir ve devletler “güvenlikleştirme” yoluna giderek azınlıklar, sınır güvenliği veya enerji ihtiyaçları gibi birçok değişik alanda halkı etkilemeyi seçebilirler.

Bir konunun gerçek politik çerçevesinin dışına çıkarılarak farklı alanlara kaydırılması ve böylece bir güvenlik hassasiyetine dönüştürülmesi temeline dayanan güvenlikleştirmenin, aslında bir eylemden çok söylem üretme oldu-ğunu söylemek mümkündür. Bundan dolayıdır ki, her güvenlikleştirme eylemi özünde “söz-eylem” (speech-act) barındırır. Başka bir deyişle, bir konunun “hassas” olduğunun söylenmesi, gerçekte o konuya “hassasiyet” kazandıran en önemli eylemdir. Böylece söylem kendi eylemini doğurur. Konunun önemine vurgu yapılması ile konu önemli hale gelerek belleklerdeki yerini alır ve buna uygun bir toplumsal davranış oluşur. Böylece her türlü önlem ve müdahale de meşruiyet kazanmış olur. Güvenlik kaygısı ile yapılanlardan çok, yapılması gerekenler ile ilgili söylenenlerin altı çizilir. Yapılması gerekenler o anda sahip olunandan daha fazla yetki kullanımı gerektirdiği için, devlet ve elitlerin yetki-lerinin üzerine çıkabilmesi için halktan bir nevi özel yetki talep etmesinin önü bu şekilde açılmış olur.

Her toplumun veya milletin, tarihsel ve sosyo-psikolojik gelişimi içerisinde geliştirmiş olduğu kalıplara veya toplumsal hafızaya uygun olarak kendine özgü güvenlikleştirme gelenekleri olabilir. Bu yönüyle güvenlikleştirme kavramı, uzun bir süredir güvenlik çalışmalarından gizliden gizliye aforoz edilmiş tarih, kimlik ve kültür gibi sosyal analiz düzeylerini güvenlik çalışmalarına eklemle-yerek daha geniş bir bakış açısı sunar. Güvenlikle ilgili söylemlerin, seslendiği toplumda nesilden nesile aktarılan önyargı, deneyim ve birikimler üzerine inşa edildiği düşünüldüğünde; her milletin kendine özgü kimlik ve kültürü içerisinde oluşturulmuş farklı güvenlikleştirme örnekleri ile karşılaşılacağını söylemek yanlış olmaz. Kimlik kavramı ve toplumsal kimlikler güvenlikleştirme çalış-malarının temel araştırma alanlarındandır.

(13)

Kimlik kelimesi “kim olmakla” ilgili olduğu kadar, “kim olmamakla” da il-gilidir. Toplumsal boyuttaki kimliklerin tarihten gelen ortak deneyim ve kültü-rel birikimle yakından ilişkisi vardır. Benzerlikler ve farklılıklar dünyasında “yaratılmış” olan toplumsal kimlikler, “biz” ve “öteki” ikileminden beslenir. İyi, güzel ve faydalı olan özellikler ile tanımlanan “biz” algısı, ontolojik olarak bu pozitif değerleri anlaşılır hale getiren ve çoğu zaman negatif vurgularla anı-lan “öteki”ne ihtiyaç duyar. Bütün kültürel kimliklerin içerdiği bir “başkası” vardır (Yurdusev 1997, 20). Genellikle kötülenen, küçük görülen veya sevilme-yen özellikler ile tanımlanan “öteki”, çoğu zaman bir “dış tehdit” olarak algıla-nır. Birbirinden haberi bile olmayan iki farklı kimlik yerine, yakın çevrede bu-lunan ve benzer çıkarları olan iki kimliğin birbirini ötekileştirmesi kimlik olu-şumlarında oldukça sık rastlanan bir durumdur. Bir dış tehdit tarafından bö-lünme veya saldırıya uğrama tehlikesi, toplumların birlik ve dayanışma duygu-sunu kuvvetlendiren bir etkendir.

Aynı coğrafi bölgede bulunan ve bağımsızlık mücadelesi çerçevesinde aynı topraklar üzerinde hak iddia eden milletlerin kimlik inşalarında, “öteki” millet-lerin ayrı bir önemi vardır. Toprak bölüşümü konusunda tarihten gelen anlaş-mazlıklar, nüfus sorunları veya coğrafi alanlardan faydalanma konularındaki rekabet, bu milletlerin birbirlerini ötekileştirmeleri ile sonuçlanır. Milli güvenlik kaygılarının altını çizen “biz” ve “öteki” ikilemi, aynı milli kimliği taşıyan in-sanların, diğer kimliğe karşı çıkarlarını koruması temelinde yükselir ve iki kim-lik arasında anlaşılması kolay sınırlar çizer.

Ötekileştirme, Türk milli kimliğinin oluşumunda milli güvenlik algısında da önemli bir yer tutar. Osmanlı İmparatorluğu’nun altı yüzyıl süren kozmopolit yapısı içinde farklı kültürler, diller ve dinler ile bir arada yaşamış olan Türklerin sonrasında bu çoğul yapının çökmesi ile birlikte üniter bir ulus-devlet kurma mücadelesi içine girdiğini biliyoruz. Çoğulcu yapıdan üniter yapıya geçişin sancılarının yaşandığı bu süreçte, “biz”i tanımlamak için “öteki”nin altı çizil-miştir. Bu vurgunun sebebini tarihte aramak gerekir.

İmparatorluğun son yüzyılı içinde Müslüman Türk bürokrasinin toplumları bir arada tutma çabasının sonuçsuz kalacağının anlaşılmasıyla, Osmanlılık çağ-rısının Türklük çağrısına dönüşmesi çok fazla zaman almamıştır. Gayrimüslim veya Türk olmayan halkların milliyetçi direnişlerine karşı devlette ve Müslü-manlar arasında gelişen kızgınlık, Türk milli kimliğinin ve psikolojisinin

(14)

geli-şiminde büyük önem taşır. Ötekileştirme duygusunu körükleyen bu düşüncele-rin yanında, “Misak-ı Milli” sınırları üzedüşüncele-rinde başka kimlikler tarafından hak iddia edilmesi ve hatta çeşitli sıcak çatışmalar da, önemli bir itici güç olarak, Türk milli kimliğinin birden çok “öteki”ye sahip olmasına zemin hazırlamıştır. Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi sırasında toprak mücadelesine giriştiği Yunanistan belki de en ilgi çeken “öteki”dir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki sosyal sistemde Millet-i Hakime yani egemen ulus olarak daha üstün olarak kabul edilen Müslüman-Türkler için, bir zamanların Millet-i Sadıkası olan Or-todoks-Yunanlıların Anadolu’yu işgal etmesi çok travmatik bir deneyim ol-muştur (Çalış 2001, 62). Dönemin “Düvel-i Muazzama” olarak adlandırılan ülkelerinden olan İngiltere, Fransa veya İtalya’nın Anadolu’ya çıkmalarına karşı büyük çapta toplumsal bir direniş oluşmamışken Yunan ordusunun Anadolu’ya çıkışı karşısında topyekün bir mücadele başlatılmasının altında bu psikolojik motivasyon yatar. Anadolu’nun kaybedilmesi tehlikesi karşısında milliyetçi uyanışın simgesi sayılabilecek İttihat ve Terakki Partisi’nin önde gelen asker ve bürokratlarının liderliğinde geniş tabanlı bir halk hareketi oluşturulması sıra-sında geniş kitlelere kimlik merkezli bir söylem ile ulaşılmıştır. En temel gü-venlik ihtiyacı olan bağımsızlığın ve toprakların kaybedilmesi korkusu, askeri ve sivil elit tarafından yürütülen bir bilinçlendirme çalışması ile Anadolu’nun en ücra köylerine kadar ulaşan bir savunma hareketini başlatmış ve Kurtuluş Savaşı’nın fitili ateşlenmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzlerce yıllık mirası ile çağdaş Batılı medeni-yet anlayışını harmanlayan Türkiye Cumhurimedeni-yeti’nin milli kimlik ve güvenlik anlayışında bu tarihsel sentezin varlığı hissedilebilir. İmparatorluk düzeninin kemikleşmiş devlet geleneğinin devam ettiğini halen gözlemleyebildiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nde, dış politikanın devlete yakın çevrelerin ve bürokratik elitlerin kararları ile yürütülmesi durumu hala değişmemiştir. Dolayısıyla Cum-huriyet dönemi boyunca da, Türk dış politikası devletin ve elitlerinin özel alanı olarak kabul edilmiştir. Türkiye’nin ulusal çıkar ve güvenlik hedeflerinin bu elitler tarafından belirlendiği konusunda toplumda da bir kanıksama mevcuttur. Bu bağlamda Türk dış politikasının yapısal sorunlarından biri olarak, karar alma süreçlerine geniş toplum kesimlerinin veya bireylerin katılımının eksikliği dik-kat çekicidir. Bürokratların tekelinde olan Türk dış politikasında, tarihsel veriler veya klişe bilgiler ile oluşturulmuş güvenlik kaygısı temelli “öteki” figürünün,

(15)

başka kesimler tarafından eleştirilmesi veya değişime açılması olasılığı oldukça düşüktür. Dolayısıyla Türkiye’de dış politikanın güvenlik söyleminin askerî ve sivil bürokratik elitin denetiminde olduğunu söylemek yanlış olmaz (Bilgin 2005, 183). Bu noktadan hareketle, Türkiye’deki güvenlikleştirme söylemleri üzerinde vatandaşlar veya karar alıcı olmayan toplumsal kesimler tarafından değişiklik yapılmasının zor olduğu sonucuna varılabilir.

Askeri ve bürokratik elitler tarafından belirlenen ve milli güvenlik kaygıları ile hareket eden geleneksel dış politika söylemi bağlamında, Türkiye’nin yakla-şımını etkileyen belli başlı iki bileşen vardır: Coğrafi determinizm ve toprak kaybı korkusu. İlk bileşen olan coğrafi determinizm güvenlikleştirme süreci içerisinde önemli bir psikolojik faktör olarak yer alır. Türkiye’nin jeopolitik önemi ve bölge coğrafyası içindeki hassas konumu söylemi ile her türlü dış siyaset konusu büyük bir ulusal güvenlik tezi haline dönüştürülebilir. Böylece “Türkiye’nin coğrafi konumundan kaynaklanan hassasiyetler” tezi ile birçok iç ve dış siyasi uygulama, antidemokratik veya olağandışı olsa da, toplum tarafın-dan onay görmesi gereken birer “milli dava” olarak meşrulaştırılabilir.

Demokratikleşme veya refah düzeyi ile ilgili birçok eleştiri, Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar gibi istikrarsız bölgelerin ortasında yer al-masından kaynaklanan “özel” konumundan dolayı “farklı” demokrasi uygula-malarını gerektiren bir ülke olduğu ileri sürülerek geçiştirilebilir. Örneğin eski milli savunma bakanlarından Sabahattin Çakmakoğlu Türkiye’nin milli güven-liğini “komşu ülkelerdeki istikrarsızlıklar ve belirsizlikler” üzerine kurarken (Çakmakoğlu 2002); veya Bülent Ecevit demokratikleşme için ortaya çıkan toplumsal baskı karşısında Türkiye’nin coğrafi konumunun “özel bir demok-rasi” gerektirdiğini (Aydınlı ve Waxman 2001, 385) söylerken; tam da coğrafi determinizmin üslubuna uygun açıklamalarda bulunmuşlar ve günün getirdikleri ve ihtiyaçlar ile değil, “coğrafi durumun yarattığı güvenlik hassasiyeti” ile te-mellendirilmiş söylemler kullanmışlardır.

Bu konudaki örnekler çoğaltılabilir. Örneğin Halil İnalcık’a (2005, 20) göre, “Türkiye’de hükümetler ve politikalar değişebilir, fakat uzun vadeli jeostratejik güvenlik gerekleri değişmez”. Bu çerçevede, Türkiye’nin, Ege’deki adalar, Kıbrıs veya Orta Doğu konularında, her türlü uluslararası durumda var olduğu kabul edilen ve tartışılmayan jeostratejik amaçlar doğrultusunda hareket etmesi beklenir. Uzun süre önce saptanmış ve değişime açık olmayan amaçlara

(16)

odak-lanmış dış politika manevralarında, ayrıca sorunların da içiçe geçmiş olduğu görülebilir. Türk-Yunan ilişkilerinde Kıbrıs ve Ege Denizi birbirinden farklı iki konu olsa da, her iki ülkenin dış politikasında birbiriyle bağlantılı olarak ele alınır. Birinin çözülmesinin diğerinin çözümünü direk etkileyeceği yönünde psikolojik bir bağ olduğu açıktır (Larrabee 1990, 188).

Özünde statükocu bir politikayı beraberinde getiren bu tarz yaklaşımlar, coğ-rafi determinizm ile beslenir. Ulusal güvenlik çıkarları ile örtüşmeyen değişim veya yenilik istekleri politik çevrelerce ağır bir dille eleştirilebilir. Dil, toprak bütünlüğü veya ulusal birlik gibi konularla ilgili değişim talepleri kimi zaman “vatan hainliği”ne varacak düzeyde suçlamalara maruz kalır. Ulusal güvenliğin olmazsa olmazları olan bu tarz hassasiyetler çoğunlukla coğrafi determinizmin sert kabuğunun içinde hapsolmuştur.

Coğrafi determinizmin kıskacında kalan Türk dış politikası, böylece Tür-kiye’nin sosyo-ekonomik veya politik ihtiyaçları doğrultusunda geliştirilen bir strateji olmaktan çıkıp; bölgesel dinamiklere endeksli ve değişime kapalı bir tablo çizer. Hatta Türkiye’ye gerçekte olduğundan daha büyük bir “bölgesel güç” kaftanı biçilmesi; dış politika manevralarında esnek çıkar analizleri yerine, “büyük hedefler” dışına çıkamayan dar bir bakış açısı sunar. Sander’in (1994, 419), Türkiye ve bölgesel dinamikler ile ilgili olarak, “Türkiye, Doğu Avrupa ve Batı Asya alt-sistemleri ile Körfez, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinin kesişme noktasındadır. Hem Soğuk Savaş döneminde, hem de bu-gün dünyanın bu coğrafi bölüntülerinde bir ‘mihver’ görevi üstlenmiştir. Dola-yısıyla, dünyanın bu bölgelerindeki köklü değişikliklerin Türkiye’nin dış politi-kasının planlanması ve uygulamasında belirleyici olması kaçınılmazdır” şek-linde ifade ettiği bakış açısı, Türk dış politikasının ne denli deterministik algı-landığına örnek olarak gösterilebilir.

Türk dış politikasının ilk bileşeni olan coğrafi determinizme yer yer benze-yen ikinci bileşen de, toprakları kaybetme veya terk etmeye zorlanma korkusu-dur. Bu korkunun Osmanlı tarihine ve Sevr Anlaşması’na uzanan köklü bir geçmişi vardır. Azınlıkların Osmanlı İmparatorluğu’nun son yüzyılında patlak veren milliyetçi ayaklanmaları ve imparatorluktan kopmaya başlamaları, sosyal ve ekonomik sorunlarla birleştiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bü-tünlüğünün sona ermesi ve Devlet-i Âliye’nin güvenlik anlayışının sonu an-lamına geliyordu. Bu bağlamda, azınlıklarının kendi kaderlerini tayin hakkı ile

(17)

ilgili olarak Osmanlı tarihinden gelen olumsuz kanı, Türk devlet geleneğinde ve toplumsal hafızada hala yer yer farkedilebilir. “Ülkenin iç ve dış düşmanlar tarafından parçalanmak istenmesi” şeklinde de özetlenebilecek bu düşünce, dolaylı veya dolaysız yollarla sürekli işlenen bir korku şeklinde bilinçlerdeki yerini almıştır (Bilgin 2005, 183). Realist bakış açısının bir ürünü olan bu anla-yışa göre; Türkiye sürekli tehdit altında bulunmaktadır ve “dış güçler” ya da “ bazı dış mihraklar” olarak nitelenen bazı kesimlerce gelişimin daima önü kesil-mektedir ( Uzgel 2004, 416-417).

Reelpolitik anlayışın etkili olduğu bu tarzdaki bir Türk dış politikasında, Türk-Yunan ilişkilerinde kangren olmuş çeşitli sorunların bulunması da kaçı-nılmazdır. İkili ilişkilerde uluslararası hukuk ve diplomatik diyalog ile kolayca aşılabilecek pek çok konu, kolayca birer güvenlik problemi haline gelebilir. Türkler ile Yunanlılar arasındaki karşılıklı güvensizlik algısı, iki ülkenin strate-jik davranışlarını derinden etkilemektedir. Her iki ülkenin de dış politikalarını belirlerken karşısındakine göre karar aldığı düşüncesi egemendir (Moustakis 2003, 77-78). Türkiyeli ve Yunanlı politikacılar, milli çıkarları ile uyuşmayan birçok gelişmenin nedeni olarak rakip devleti görür. İki ülke arasında tarihten ve bulundukları coğrafyadan kaynaklanan ve yer yer çatışmaya da dönen an-laşmazlıklar, ister istemez birbirlerini “tehdit unsuru” olarak algılamalarına neden olur (Büyükçolak 2002, 82). Türkiye ve Yunanistan ilişkilerindeki bu güvensizlik üzerine kurulu olan anlayış, birçoklarına göre gerçekte var olanın görünmesinden başka bir şey değildir. Öyle ki, Yunanistan’ın ortaya çıkan her türlü güvensizlik artırıcı olayın baş aktörü olduğu ve iki ülke ilişkilerini sürekli gerginleştiren taraf olduğu iddiası azımsanmayacak bir destek bulmaktadır (Kurubaş 2006, 325). Türkiye’de Yunanlılara karşı oluşan bir güvenlik endişe-sinden söz etmek mümkündür. Ancak, kısa bir literatür incelemesi veya milli söylemleri konu alan bir araştırmayla, Türklerle ilgili güvenlik kaygılarının Yunanistan için daha ağır bastığını söyleyebiliriz (Büyükçolak 2002, 82). Çünkü Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparak kurulduğu günden beri güvenlik anlayışı içinde Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin güvenlik anlayışı içinde Yunanistan’ın işgal ettiği yerden nispeten daha fazladır.

Karşılıklı güvensizlik problemi tam anlamıyla bir türlü aşılamamış; Türkiye ve Yunanistan arasında yaşanan yumuşama dönemlerinde bile Kıbrıs, azınlıklar veya karasuları gibi ciddi sorunlara eğilebilinecek bir aşamaya bir türlü

(18)

geline-memiştir. Taraflar sorunların neler olduğu konusunda bile uzlaşmaya varama-maktadırlar. Görüşmelerin sıklaştığı dönemlerde bile, 2000 yılının Ekim ayında Türkiye’de yapılan NATO tatbikatı sırasında çıkan gerginlikte olduğu gibi, yakınlaşma sürecinin bir anda ortadan kalkması olasılığı her zaman vardır (Demirtaş-Coşkun 2006, 291). Aslında belirtilen sorunlardan hiçbiri çözüleme-yecek durumda değildir. Sorunları bu kadar çözümsüz kılan, her iki tarafın da önyargı ve güvensizliklerinden bağımsız hareket edemiyor olmalarıdır. Ne ya-zık ki Ege Denizi’nin her iki yakasında da, iki ülke arasında var olan sorunların yakın zaman içerisinde ve kolayca çözülme olasılığı olmadığı ve bu sorunlarla birlikte yaşanması gerektiği yönünde bir anlayış hâkimdir (Aydın 2004, 43 ve 46).

Bu süreci incelemek için, yukarıda belirtilen coğrafi determinizm ve toprak kaybı korkusu gibi faktörlerle birlikte, Türkiye’nin Yunanistan ile ilişkileri ele alınabilir. Uluslararası ilişkiler literatüründe de “Sevr Sendromu” olarak bilinen ve Türkiye’nin “dış mihraklar” tarafından parçalanmak istendiği şeklindeki toprak kaybı korkusuna dayanan komplo teorisi, Türk toplumunun ve Türk dış politikasının anlaşılması için incelenmesi gereken bir konudur. Erol Mani-salı’nın “AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?” kitabında (2006) bu konuyu işleyiş biçimi, bu düşünceye örnek teşkil eder niteliktedir. Manisalı, AB’nin Türkiye’yi üyelik sürecinde Lozan Anlaşması’nın şartlarından uzaklaştırıp yavaş yavaş Sevr’e adapte edeceğini ve böylece ülkeyi böleceğini iddia etmektedir. Birgül Demirtaş-Coşkun da AB üyelik süreci ve Yunanistan’ın nihai hedefleri konu-sunda bezer bir şüphecilik göstererek şöyle söylemektedir: “Atina’nın An-kara’ya yönelik politikasında meydana gelen değişim, Yunanistan’ın Tür-kiye’yle müzakere masasına oturarak sorunları çözmek istemesinden değil, Türk tarafıyla görünüşte yakınlaşarak, AB perspektifi sunarak Ankara’dan tek taraflı tavizler almak istemesinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik dış politika amaçları önceki dönemle aynıdır, sadece amaç-larına ulaşmada kullandığı yöntemi değiştirmiştir” (Demirtaş-Coşkun 2006, 291).

Yunanistan ile ilgili olarak Türk toplumunda ve hükümetlerde yerleşmiş olan şüpheciliğin köklerini tarihte arayabiliriz. Osmanlı İmparatorluğu son dö-nemlerinde hızla büyük bir daralma yaşarken, Yunanistan’ın eski Osmanlı top-rakları üzerinde genişlemesi; Türk toplumunda toprak kaybı paranoyasının en

(19)

önemli unsurlarından biri olarak neden Yunanistan’ın görüldüğü konusunda ipucu olabilir.

Yunanistan topraklarını beş genişleme süreci sonucunda genişletmiştir. Bi-rinci genişleme 1864’te İngiltere’nin İyonya adalarını (Yedi Adalar) vermesiyle, ikinci genişleme 1881’de Teselya ve Epir’in bir kısmının verilmesiyle, üçüncü genişleme Balkan Savaşları sonrasında Girit, Güney Epir, Selanik, Make-donya’nın büyük kısmının ve bazı Ege Adalarının ele geçirilmesiyle, dördüncü genişleme Lozan anlaşması sonrası Batı Trakya ve Doğu Ege Adalarının veril-mesiyle, beşinci genişleme ise 2. Dünya savaşı sonrasında Oniki Ada ve Meis’in İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesiyle olmuştur (Kurubaş 2006, 322-323). Batılı ülkelerin de desteği ile topraklarını genişletmiş olan Yunanis-tan’ın bağımsızlık sonrası dinamik bir seyir izleyen dış politikası karşısında; Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan beri durağan ve korumacı bir dış siyaset izlemektedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile elde kalan toprakların korunması ve her türlü savaş ihtimalinin bertaraf edilmesi genel olarak Türk dış politikasının en önemli stratejilerindendir. Lozan Anlaşması sonrası bölgede kurulmuş olan hassas sistem, kurulan bu düzenin değişmemesi anlayışındaki Türk hükümetleri için büyük önem taşır. Ege Denizi’nde Lozan Anlaşması ile yürürlüğe konulan sistemin bozulması düşüncesi, iki ülkenin ilişkilerini olum-suz yönde etkileyecek bir gelişme olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla, Ege Denizindeki adaların kıta sahanlığı ve kara suları konusunda değişim talep eden Yunanistan’ın bu tavrı, “tek taraflı uygulamalar ile sistemi kendi lehine dön-dürme telaşı” ve “Türkiye’nin Ege Denizi’ndeki varlığını en aza indirmeye çalışması” olarak görülmektedir (Aydın 2004, 44-45). Yunanistan’ın Türkiye aleyhine genişlemesi konusundaki paranoya, özellikle realist dış politika anlayı-şında geniş yer bulmaktadır. “Yunanistan’ın kuruluş temeli atılırken (bunun altında) Türk halkına saldırı, Türk topraklarını sahiplenme niyeti yatmaktadır.” diyen emekli General Hamdi Ertuna, bu bakış açısı düşünüldüğünde bir istisna değildir (Uzgel 2004, 420).

Sadece aydın çevrelerde değil Türk toplumunda da “bölünme” ve “dış düş-manların gizli gündemleri” ile ilgili bir paranoya söz konusudur. 2005 yılında yapılan geniş tabanlı bir ankete katılanların yüzde 72’si, “Türkiye’nin dış düş-manlarca bölünmek istendiğine inandığını” belirtmiştir. Yüzde 40 gibi bir kesim aynı zamanda “Türkün Türk’ten başka dostu yoktur” deyişinin halen geçerli

(20)

olduğuna inandıklarını söylemiştir (USAK 2005). 1920 yılında imzalanması gündeme gelen ancak sonrasında fesh edilen Sevr Anlaşması’nın, neredeyse bir yüzyıl sonra halen Türk milli kimliğinin toplumsal hafızasında bu denli etkili olması düşündürücüdür. “Dış ve iç mihrakların Türkiye’yi bölmek ve toprakla-rını paylaşmak konusunda hala gizli bir anlaşmanın hükümlerini yerine getir-dikleri” konusundaki inanç, milli güvenlik ile ilgili olarak, toplumda bir “gü-vensizlik kompleksi” gelişimine de zemin hazırlar.

Toplumda oluşmuş olan bu güvensizlik zemininin anlaşılabilmesi için, top-lumsal hafızada önemli bir yeri olan Birinci Dünya Savaşı’na ve devamında imzalanan anlaşmalara bakılabilir. Savaştan sonra galip devletler tarafından Anadolu’nun işgal edilmesi ve Sévr Anlaşması ile doruk noktasına çıkan toprak kaybı korkusunun oluşmasında, Türkler için belki de en önemli aktör Yunanis-tan’dır. 1821 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun idaresinden kopan Yunanistan için, tarihi Helen İmparatorluğu’nun sınırlarına yeniden ulaşmak arzusu, uzun süre dış politikalarındaki itici güç olmuştur. Yunancada “Megali İdea” yani “büyük hayal” denilen bu düşünceye göre Mora, Trakya, Teselya, Batı Ana-dolu, Ege Adaları, Girit, Kıbrıs ve İstanbul’u da içine alan geniş bir coğrafyanın Yunan idaresine geçmesi hedeflenir (İnalcık 2005, 13). Yunan milliyetçiliğinin Osmanlı İmparatorluğu içinde canlanmaya başladığı zamanlardan beri Yunan-lılar arasında etkili olan bu düşünce; imparatorluğun savaşta yenilip İtilaf güçle-rince Yunanistan’a Anadolu’dan pay alma ayrıcalığı tanındığı zaman, artık ha-yata geçmeye hazır görünüyordu. 1919 yılında Yunan ordusunun İtilaf devletle-rinin de beklediğinden daha büyük bir coşku ve acelecilik ile başlattığı Batı Anadolu’nun ve İzmir’in işgali, “Megali İdea”nın sınırlarına ulaşmak için atılan en net adımlardan biriydi. Anadolu’da büyük bir karşı halk hareketinin oluşması ve Yunanlıların geri çekilmesiyle sonuçlanan bu girişim, iki ulus tarafından farklı şekilde anılan bir tarihsel olaydır. Yunanlıların “Küçük Asya Felaketi” olarak andıkları bu askeri başarısızlık, Türkler için bağımsızlık mücadelesinin ve Anadolu topraklarının kazanıldığı “Kurtuluş Savaşı”dır. “Seçilmiş travma” olarak her iki toplumda da nesilden nesile aktarılan ve simgeselleşen bu olay, bir toplumsal kimlik ifadesi olarak belleklerdeki yerini korumaktadır.

Yunanlılara karşı girişilen toprak mücadelesini kazandıktan sonra imzalanan Lozan Anlaşması (1923) ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikasında, bu olay kuşkusuz ki bir dönüm noktasıdır. “Megali İdea” düşüncesinin artık

(21)

Yunanistan’da gündemden düşmüş olması ve uzunca bir süredir bu yönde bir girişim bulunmamasına rağmen; Türkiye’de Yunanistan ile ilgili kuşkucu yak-laşım hala mevcuttur. Cumhuriyet tarihi boyunca Yunanistan’a karşı takınılan bu tutum, zamanla hafifleyen, bazı olaylarla tekrar canlanan, ama çoğunlukla hiç kaybolmayan bir seyir izlemiştir. Ulusal güvenlik kaygıları ile beslenen bu tutum Anadolu’daki Rum azınlık ile ilişkilerde de önemli yer tutar. Osmanlılar zamanında ilk büyük çaplı milliyetçi bağımsızlık ayaklanmalarını başlatarak diğer halkların da İmparatorluktan kopmasına önayak olan Rumlar için kulaktan kulağa dolaşan “içimizdeki düşman” (Belge 2003, 181) söyleminin etkileri cumhuriyet döneminde de devam eder.

Yunanistan ile ilgili Türkiye’deki realist söylemin en önemli parametreleri şöyle sıralanabilir:

1. Yunanistan kurulduğu günden beri Türkiye sınırları aleyhine genişlemek-tedir ve genişlemeye devam etme arzusu içindedir.

2. Yunanistan kuruluşundan itibaren başta Batılı devletler olmak üzere bü-yük devletlerin desteğini hep arkasında bulmuş ve bu rahatlıkla hareket etmiştir. 3. Yunanistan Türkiye’yi kuşatmak ve zayıflatmak için düşman ülke ve gruplarla işbirliği yapmaktadır (Uzgel 2004, 419-425).

Yukarıda ana hatları ile verilen bu önyargılara Türk tarihi, Türk-Yunan iliş-kileri gibi konuları anlatan herhangi bir tarih kitabında açık veya üstü örtülü bir şekilde rastlamak mümkündür. Yunanlıların kurdukları devletin en önemli amacı, Türk topraklarını da içine alan yeni bir imparatorluk kurmak olarak res-medilirken; Osmanlılar zamanında onlara tanınan esnek ve huzurlu ortamın değerini bilememiş ve isyan etmiş olmaları konusu da gizliden gizliye işlen-mektedir (Millas 2004, 54). Türklerin tarih boyunca yaptığı başarılı işler, ka-zandığı savaşlar veya yardım ettiği halklar konusunda uzun anlatımlar mevcut-ken, eski Yunan tarihi, Bizans İmparatorluğu veya Anadolu’daki Rum etkisi gibi konular oldukça aza indirgenmiştir. Böylece Türk tarihinde ve sosyo-kültü-rel mirasında izleri gözlemlenebilecek Yunan etkisi, bu şekilde bir sırt çevirme veya önemsizleştirme ile ortadan kaldırılmış olmaktadır.

Farklı bakış açısından kaynaklanan sorunların, ikili ilişkilere çeşitli konular ekseninde yansıdığı görülmektedir. Kıbrıs, Ege adaları, kara suları veya

(22)

azın-lıklar gibi iki ülke arasında yıllardır süregelen tartışmalar; Türkiye’nin hassas coğrafi konumu ve değişmez ulusal çıkarları söylemi ile iç içe geçmiştir. Kıbrıs sorununu adanın kendi iç dinamikleri, sosyal yaşamın gereklilikleri veya ulusla-rarası hukuk ile ele almak yerine, Türkiye’nin savunması için asla vazgeçilme-mesi gereken stratejik bir kara parçası veya uluslararası alandaki önemli bir kozu olarak görmek; sorunu çözümden tamamen uzaklaştıran bir yaklaşım olsa da tercih edilebilmektedir.

Kıbrıs sorunu, Türk-Yunan ilişkilerinde belki de üzerinde en çok tartışılan ama çözüme en uzak görünen konudur. Türkiye ve Yunanistan ile sosyal, kültü-rel ve siyasi olarak yakın bağları olan bu Akdeniz adasının her iki ülke için önemi; her türlü ulusal veya uluslararası toplantıda sıklıkla dile getirilen bir konudur. “…Yunanistan ile Türkiye arasında başka sorunlar bulunsa da, Kıbrıs 1950’lerden bu yana iki ülke arasındaki ilişkilerde belirleyici bir öneme sahip olmuştur… Kıbrıs’ta ortaya çıkan her çatışma ve bunalım doğrudan Türk-Yu-nan ilişkilerinde yansımasını bulmuştur” (Uzgel 2004, 314).

Türk dış politikasında hem Yunanistan’la hem de AB ile ilişkilerin önemli bir kısmını Kıbrıs ile ilgili görüşmeler oluşturmaktadır. Kıbrıs’ta 1984 yılında bağımsız bir ülke olarak kurulmuş olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, teoride Türkiye’den siyasi ve ekonomik anlamda ayrı olarak tanımlansa da, pratikte Türk siyasetinin hem iç hem de dış konularından biri olarak kanıksanmış bir durumdadır. İlhan Uzgel, Kıbrıs sorununu, Türkiye’nin ABD’den Avrupa’ya, Orta Doğu’dan Balkanlar’a kadar herkesle ilişkilerini etkileyen bir dış politika unsuru olarak tanımlar (Uzgel 2004, 317-326). Türk hükümetlerinin zaman zaman bütün Türk dış politikasını kaplar hale gelen Kıbrıs sorunu ile ilgili ta-kındıkları tutum “Türkiye’nin izlemekte olduğu dış politikanın başarısının bir ölçüsü olmuştur” (Gönlübol 1996, 337).

Kıbrıs konusu Türk-Yunan ilişkilerinde de değişmez bir dinamik ve pazarlık malzemesi olarak varlığını sürdürmektedir. Kıbrıs, Türkiye’nin güneyinde yer alan bir komşu veya sosyo-kültürel bağlarının olduğu bir ada olmaktan daha çok, Türkiye’nin savunmasında stratejik öneme haiz bir kara parçası şeklinde değerlendirilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca her ne kadar Akde-niz’den bir askeri saldırı yaşanmamış da olsa, bu adanın jeopolitik olarak Tür-kiye için vazgeçilmez olduğu konusunda geniş bir anlayış mevcuttur. Gerçekten

(23)

de İnalcık “Kıbrıs’ı savunmak aynı zamanda Türkiye’yi savunmaktır” (İnalcık 2005, 26) derken, adanın Türkiye’ye bağlı kalmasını bir milli dava haline ge-tirmekte ve Türkiye’nin güvenliği için asla ödün verilmemesi gereken bir konu olarak sunmaktadır. Benzer ifadeleri geniş siyasi çevrelerde veya halk arasında da görmek mümkündür. Adanın coğrafi, ekonomik veya siyasi anlamda Türkiye için getirileri ve götürülerini “Kıbrıs Türklerindir” benzeri bir söylem ile ta-nımlamak, çözümsüzlüğe eş değer bir anlayış yaratmaktadır.

Kıbrıs’taki Türk varlığı ve iki toplumlu yapılanma, muhafazakâr kesimler için, Yunanistan’ın Türkiye aleyhine topraklarını genişletmesi projesinin en-gellenmesi konusunda hayati önemdedir. Onlara göre “Dış güçler tarafından desteklenen yıkıcı ve bölücü mihraklar planlı ve programlı olarak hareket et-mektedirler (…) Batılı devletler (…) Türkiye’ye karşı her zaman Yunanistan’ı ve Rumları desteklemekte ve Kıbrıs’ın Rum egemenliğine geçmesi için baskı yapmaktadırlar” (Uzgel 2004, 417 ve 420). Dolayısıyla, Kıbrıs sorunu ile ilgili herhangi bir olumlu gelişme, adadaki Rum halkı veya Yunanistan için de olumlu bir nitelik taşıyorsa; bu kesimler tarafından büyük bir şüpheyle karşıla-nabilir ve Türkiye için Yunanistan karşısındaki kalelerinden birini kaybetmesi şeklinde algılanabilir.

Kıbrıs sorununda Yunanistan’ın izlediği politika konusunda Türkiye’de ciddi bir güven eksikliği mevcuttur. Emekli Korgeneral İhsan Gürkan, Türk ordusunun 1974’te Kıbrıs’a yaptığı müdahalenin “iyi niyetinin” tersine, Yuna-nistan’ın o dönemdeki tutumunu “tümüyle saldırgan” olarak nitelemektedir. Bu görüşünü şöyle temellendirmektedir: “1954 tarihli Beyaz Kitap’ta, yani Yunan Hükümeti’nin izlediği politikayı içeren belgenin 3’üncü sayfasında, Yunan Devleti’nin kuruluşundan beri, halkı tümüyle ya da büyük bölümüyle Yunanlı olan adaların kurtarılması ve Yunanistan’a ilhak amaçladığı açıkça yazılıdır. Kitap bu adaları şöyle sıralamaktadır: İonien Denizi Adaları; Girit; Ege Adaları; Onikiadalar ve Kıbrıs” (Gürkan 1994, 140). Türkiye’de Yunanistan’a karşı var olan güvensizlik, aynı zamanda Kıbrıs Rumlarına karşı da söz konusudur. rıs Rumları ile Yunanlılar arasındaki farklar göz önüne alınmadığı gibi; Kıb-rıs’ta Rum kesiminin izlediği politikalar, Yunan dış politikasının bir uzantısı olarak görülür (Uzgel 2004, 355-356).

(24)

Yu-nanistan arasındaki tartışmaların genellikle meselenin özünden uzaklaşılıp “ulu-sal güvenlik” temelli pazarlıklar haline gelmesi de zaman zaman rastlanabilen bir durumdur. Örneğin, Kalolimni Kayalıkları’nın 5 km doğusunda ve Muğla’nın 7 km batısında olan Kardak Kayalıkları, 1995 yılı sonunda Türk bandıralı bir geminin orada karaya oturması ile, bir anda, sadece keçilerin yaşa-dığı ve kimselerin uğramayaşa-dığı bir kayalık olmaktan çıkmış ve iki ülkenin, uğ-runa savaşın eşiğinden döndüğü önemli bir kara parçası haline gelmiştir. O ta-rihe kadar kimsenin adını bilmediği Kardak Kayalıkları, her iki ülkenin karşı-lıklı restleştiği ve asker çıkardığı bir rekabet alanına dönmüştür. Kriz özellikle ABD’nin araya girmesiyle diplomatik yollarla çözülmüş olsa da, her iki ülkenin de toplumsal hafızasında derin izler bırakmıştır. Kardak Kayalıklarının ne Tür-kiye ne de Yunanistan için gerçekte ekolojik veya ekonomik bir değer taşımadı-ğını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu Kayalıklar, bir anda bir “ulusal güvenlik” meselesi haline gelmiş ve Ege Denizi’nde karşılıklı hak iddialarının sembolü olmuştur. Tam da “güvenlikleştirme”nin ruhuna uygun olarak, Türkiye ve Yu-nanistan Kardak Krizi’nde kayalık için değil kayalığın temsil ettiği “düşünce” için savaşmaya hazır hale gelmişlerdir. Devlet adamları, bürokratik çevreler ve medyanın o dönemde geliştirdikleri söylemler, konuyu ulusal güvenliğin hayati bir sorunu haline getirerek süreci işletmiştir.

Güvenlikleştirme ekseninde çeşitli dış politik gerginliklere sahne olmuş olan Türk dış politikası yanında, iç politikanın da zaman zaman benzer söylemlerin etkisiyle şekillendiği görülür. 1942-1944 yılları arasında gayrimüslimlere uy-gulanan ve büyük kısmının iflas etmesiyle sonuçlanan Varlık Vergisi uygula-masının “meşruiyetinin” sağlanması sırasında kullanılan söylemin de güvenlik-leştirme olduğu açıktır. İsmet İnönü 1942 yılında mecliste halkı “yabancı ülke-lerin çıkarları için çalışan açgözlü iş ve toprak sahipülke-lerine karşı” uyarırken (Aktar 2004, 83); ülkedeki Rum ve Ermeni azınlığın “ulusal güvenlik için ya-rattıkları tehdit” vurgusu ile Varlık Vergisinin uygulama zeminini hazırlamıştır. Uygulama 1944 yılında durdurulmuşsa da, ülkedeki sermayenin Varlık Ver-gisi’nden sonra büyük oranda Müslüman ve Türk işadamlarının eline geçmesi düşündürücüdür. Güvenliğin tehlikeye düştüğü iddiasıyla ortaya atılan söylem, temelde sermayenin el değiştirmesini sağlayan bir araç olmuştur.

(25)

amaçtan başka amaçlar için kullanılmasına verilebilecek bir başka örnek de, 1955 yılında yaşanan ve Rum azınlığın büyük oranda yurt dışına göç etmesiyle sonuçlanan olaylardır. 6-7 Eylül Olayları olarak anılan bu toplumsal hezeyanın, Yunanistan ve Türkiye arasında Kıbrıs konusunun sorun haline gelmeye başla-dığı 1955 yılına rastlaması tesadüf değildir. Rumlara karşı medyada oluşturulan saldırgan tavır, 1955 yılının 6 Eylül sabahında “Selanik’te Atatürk’ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı” söylentisi ile halk arasında bir infialin oluşmasına sebep olmuştur. Giderek büyüyen olaylar sonucunda İstanbul’daki Rumların işyerleri ve evleri talan edilmiş, birçok Rum baskılara dayanamayarak göç etmiştir (Akar 2003, 86-93). Olaylardan beş yıl sonra dönemin başbakan yardımcısı Fuat Köprülü verdiği bir demeçte, dönemin dış işleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun önerisi ile, aynı gün Kıbrıs konusunun görüşüldüğü Londra Konferansı’nda Türkiye’nin Yunanistan’a karşı elini güçlendirmek için, resmi makamlar tarafından 6-7 Eylül olaylarının fitilini ateşleyen olayların tezgâhlan-dığını anlatmıştır (Köprülü 1960). Olayların failleri konusunda hala tartışmalar sürse de, sonuç olarak 6-7 Eylül olaylarında yine Türkiye’deki ulusal değerler ve güvenlik ile ilgili hassasiyetin, dış politik manevralar için bir araç olarak kullanıldığı söylenebilir. Hem Varlık Vergisi uygulamaları, hem de 6-7 Eylül olaylarında resmi makamlar veya bu makamlara yakın medya çevreleri tarafın-dan ulusal değerlere saldırı ve güvenlik temelli geniş bir kampanya yürütülmüş, halk çeşitli söylemlerle yönlendirilmiştir.

Aradan geçen 50 yılın ve dönem dönem yaşanan yakınlaşmaların ardından, Yunanistan ile ilgili olarak Türkiye’de hala bir güvenlik endişesi devam et-mektedir. 2003 yılında Ali Çarkoğlu ve Kemal Kirişçi’nin yönetiminde hazırlan bir ankette “Türkiye’nin uluslararası camiadaki en kötü ‘dostu’ kimdir?” soru-suna yüzde 36,1 ile en çok Yunanistan cevabı verilmiştir. Devamında sorulan “Eğer bir askeri saldırı olsa sizce hangi ülkeden gelme olasılığı en yüksektir?” sorusunda da yüzde 29 ile Türkiye’nin “potansiyel düşmanı” olarak yine en çok Yunanistan başı çekmiştir (Çarkoğlu ve Kirişçi 2005, 126 ve 131). Elbette ki o dönemde yaşanan çeşitli siyasi gerginliklerin ve hala hatırlanan Kardak Krizi’nin verilen cevaplarla yakından bağlantılı olduğu açıktır. Ancak bu durum bile, Türkiye’de Yunanistan ile ilişkilerde varlığını sürdüren kuşkuyu ortaya koyan örneklerdendir.

(26)

ilişkilerinin normalleştirilmesi ve diğer ülkelerle de iyi ilişkiler kurma ekse-ninde devam ettiğini görüyoruz. Özellikle Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabında da anlattığı, “sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisi” (Davutoğlu 2001, 117) yerine, komşularla sorunları ortadan kaldırmak amacına odaklı bir dış po-litika oluşturma niyeti dikkat çekicidir. Türk-Yunan ilişkilerinde sorun haline gelmiş birçok konunun masaya yatırılarak tartışılmasına ve çözülmesine daya-nan bu strateji, geleneksel dış politika anlayışını temellerinden değiştirebilecek bir uygulama olarak, hem ulusal hem de uluslararası arenada takdir görmekte-dir. Ancak söylem olarak güçlü görünen bu yaklaşımın, somut adımlarla des-teklenmesi gereklidir. Ruhban okulu ve kültürel değişim gibi birkaç sorunda diyalog yoluna gidilmiş olsa bile, Kıbrıs veya adalar gibi önemli sorunlar henüz tam olarak tartışmaya açılmamış ve daha çok bir bekleme sürecine girilmiş gibi görünmektedir. Sorunların aşılabilmesi için konuların tartışmaya açılabilmesi kadar, söylem düzeyinde etkili olan güvensizlik algısının çözümlenmesine de ihtiyaç vardır.

Sonuç olarak, Türk dış politikasının anlaşılabilmesi için, güvenlik kaygısını tetikleyen araçların nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla kullanıldığına bakma-nın daha sağlıklı bir politik atmosfer yaratabileceği söylenebilir. Güvenlikleş-tirme manevralarıyla güvenlik kaygılarının yönetici elitler tarafından manüple edilmesi ve çözüm yerine sürece odaklı politikalar yaratılması gerçeği, Türk dış politikasının yeniden okunmasını gerekli kılar. Siyaset bilimcilerin bu noktada yapması gereken de, güvenlik konuları olarak ileri sürülen “milli davaların” içeriğini anlamak kadar, toplum için nasıl “önemli” hale getirildiğini ve nasıl kullanıldığını anlamaktır. Türk milli kimliği için vazgeçilmez bir “öteki” haline gelen Yunanistan’la ilişkiler konusunun, kimlik ve kültür temelli yeni düşünce araçlarıyla yeniden yorumlanması bu konuda yapılabilecek aydınlatıcı çalışma-lardan biridir. Türklerin yüzyıllardır süren Batı sevdasında, en batılı komşusu olan Yunanistan ile ilişkilerinin, “öteki”ne karşı sürdürülen bir mücadele şek-linde devam ettiği ve tartışılan konuların bu çerçevede çözümsüzlüğe sürüklen-diği unutulmamalıdır. Bugüne kadar birçok güvenlik çalışmasında incelenen Kıbrıs, Ege adaları, azınlıklar veya kara suları gibi kritik konuların Türkiye için neden ve nasıl “hayati konular” haline geldiğini yani nasıl “güvenlikleştirildi-ğini” görebilmek, Türk dış politikasında mümkün olabilecek yeni açılımlar ve

(27)

ilerlemelerle ilgili önemli ipuçlarını barındırır. Türkiye’nin Yunanistan ile iliş-kilerine malzeme olan konuları “milli dava” anlayışından çıkarıp, günün getir-diklerine ve toplumların ihtiyaçlarına göre ele alıp çözüm arayışına girmek et-kin bir dış politikanın öncülüdür. Bu bağlamda, soruna değil çözüme odaklı bir Türk dış politikası, çözümsüzlüğe terkedilmiş ve uluslararası ilişkilerde engel haline gelmiş birçok sorunu Türkiye’nin önünden kaldırarak ilerlemenin de önünü açabilir.

Kaynakça

Akar, Rıdvan. 2003. “İki Yıllık Gecikme: 6-7 Eylül 1955”. Toplumsal Tarih. 19 (117). Aktar, Ayhan. 2004. “Varlık Vergisi’nin Hikayesi”. Toplumsal Tarih. 20 (121): 82-87.

Aydın, Mustafa. 2004. “ContemporaryTurkish-GreekRelations: Constraints and Opportunities”,

Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean içinde, der. Mustafa Aydın ve

Kostas Ifantis. London and New York: Routledge.21-52.

Aydınlı, Ersel ve Waxman, Dov. 2001. “A Dream Become Nightmare? Turkey’s Entry into the European Union”, Current History, 100 (649): 381-388.

Belge, Murat. 2003. “Türkiye’de Zenofobi ve Milliyetçilik”. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce:

Milliyetçilik 4. Cilt içinde, der. Tanıl Bora. İletişim: İstanbul. 179-192.

Bilgin, Pınar, 2005. “Turkey’s Changing Security Discourse: The Challenge of Globalisation”,

European Journal of Political Research. 44 (1): 175-201.

Buzan, Barry, Waever, Ole ve de Wilde, Jaap. 1998. Security: A New Framework for Analysis. Boulder, London: Lynee Rienner Publishers.

Büyükçolak, K. Mehmet. 2002. “Yunanistan’ın Stratejik Analizi: Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Yunanistan’ın Savunma Politikaları, Güvenlik Stratejileri, Askeri Doktrini ve Silahlı Kuvvetleri”, Türkiye’nin Komşuları içinde, der. Mustafa Türkeş ve İlhan Uzgel. Ankara: İmge Kitabevi. 75-115.

Çakmakoğlu, Sabahattin. BBC Monitoring International Reports, http://www.monitor.bbc.com (erişim tarihi 25 Temmuz 2002)

Çalış, Şaban. 2001. Hayalet bilimi ve Hayali Kimlikler: Neo-Osmanlıcılık, Özal ve Balkanlar, Konya: Çizgi Kitabevi.

Çarkoğlu, Ali ve Kirişçi, Kemal. 2005. “The View from Turkey: Perceptions of Greeks and Greek-Turkish Rapproachment by the Turkish Public”. Greek-Turkish Relations in an Era of Détente içinde, der. Ali Çarkoğlu ve Barry Rubin. New York: Routledge. 117-153.

Davutoğlu, Ahmet. 2001. Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu. 13. Baskı. İstanbul: Küre Yayınları.

Demirtaş-Coşkun, Birgül. 2006. “Değişen Dünya Dengelerinde Türk-Yunan İlişkileri”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası içinde, der. İdris Bal. Ankara: Ankara Global Araştırmalar Merkezi. 273-292.

Der Derian, James. 1995. “The Value of Security: Hobbes, Marx, Nietzche and Baudrillard”, On

(28)

Şemsi Kuseyri’nin Fuat Köprülü ile yaptığı Röportaj. 5 Haziran 1960. “Fuat Köprülü 6-7 Eylül Olaylarını Açıkladı” Yeni Sabah.

Gönlübol, Mehmet ve diğerleri. 1996. Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995). Ankara: Siyasal Kitabevi.

Gürkan, İhsan, E. Korgeneral. 1994. “1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda Siyasal İradenin Oluşumu ve Askeri Uygulama”, Türk Dış Politikası’nın Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu. İstanbul: Der Yayınları. 133-142.

İnalcık, Halil. 2005. “Helenizm, Megali İdea ve Türkiye”, Doğu Batı Düşünce Dergisi:

İdeolojiler 4. Ankara: Doğu Batı Yayınları. 9-26.

Krause, Keith ve Williams, Michael C. 1996 “Broadening the Agenda of Security Studies: Politics and Methods”. Mershon International Studies Review, 40 (2): 229-254.

Kurubaş, Erol. 2006. “Türk-Yunan İlişkilerinin Psikopolitiği ve Sorunların Çözümü Üzerine Düşünceler”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası içinde, der. İdris Bal. Ankara: Ankara Global Araştırmalar Merkezi. 313-330.

Larrabee, Stephan F. 1990. ‘The Southern Periphery; Greece and Turkey’, Problems of Balkan

Security: Southeastern Europe in the 1990s içinde, der.Paul S. Shoup. Washington: Wilson

Center Press.

Manisalı, Erol. 2006. AB Süreci mi? Sevr Süreci mi?. İstanbul: Derin Yayınları.

Millas, Hercules. 2004. “National Perception of the ‘Other’ and the Persistence of Some Images”,

Turkish-Greek Relations: The Security Dilemma in the Aegean içinde, der. Mustafa Aydın ve

Kostas Ifantis. London and New York: Routledge.53-66.

Moustakis, Fotios. 2003. The Greek-Turkish Relationship and NATO. London, Portland: Frank Cass Publishers.

Sander, Oral. 1994. “Yeni Bir Bölgesel Güç Olarak Türkiye’nin Dış Politika Hedefleri”, Türk Dış

Politikası’nın Analizi içinde, der. Faruk Sönmezoğlu. İstanbul: Der Yayınları. 419-424.

Türkiye’de AB’ye Destek Azalıyor, USAK Stratejik Gündem, 27 Aralık 2005 http://www.usakgundem.com/haber/2387/t%C3%BCrkiyede-abye-destek-azaliyor.html (Erişimtarihi 11 Ocak 2011)

Uzgel, İlhan. 2004. Ulusal Çıkar ve Dış politika: Türk Dış Politikasının Belirlenmesinde Ulusal

Çıkarın Rolü, 1983-1991. Ankara: İmge Kitabevi.

Waever, Ole. 1995. “Security Analysis: Conceptual Apparatus”, Environmental, Economic and

Societal Security: Working Papers 10 içinde, der. Barry Buzan, Ole Waever ve Jaap de

Wilde. Kopenhag: Centre for Peace and Conflict Research. 4.

Walt, Stephen M. 1991. “The Renaissance of Security Studies”. International Studies Quarterly. 35: 211-239.

Williams, Michael. 2003. “Words, Images, Enemies: Securitization and International Politics”,

International Studies Quarterly. 47 (4): 511-531.

Wolfers, Arnold. 1993. Discord and Collaboration: Essays on International Politics. Baltimore, MD: Johns Hopkins UniversityPress.

Yurdusev, A. Nuri. 1997. “Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Türkiye ve Avrupa:

(29)

SANATININ ULUSLARARASI PLATFORMLARDA TANITIMI (1980-2010)

Şeyda Barlas

ÖZET

Bu çalışma temel olarak 1980 sonrasında yeniden yapılandırılan kültür politika-sında, uluslararası siyasetin beraberinde getirdiği dinamikler çerçevesinde, Türk kültür ve sanatının dış tanıtım aracı olarak kullanılmasını ele almaktadır. 1980 sonrası Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın teşviki ile düzenlenen uluslararası sanat sergileri, festivaller ve “Türk yılı” etkinlikleri bağlamında; küreselleşme süreci içinde Türkiye’nin ve Türk kültürünün nasıl ve hangi araçlar vasıtasıyla tanıtıl-dığı irdelenecektir. Sergilerin ve süreli olarak düzenlenen diğer kültürel faali-yetlerinin uluslararası platformlarda tanıtılmasının, bir çeşit kültürel reklam kampanyasına dönüştürülerek farklı toplumlara sunulmasının açmazları ele alı-nacaktır. 1980 sonrasında uluslararası platformlarda düzenlenen etkinliklerde meydana gelen içerik değişimlerini, sosyo-politik nedenleriyle açıklamaya çalı-şılacaktır. Küresel bakış açısı ile ele alındığında, uluslararası sergiler ve Türk Yılı etkinlikleri, farklı kültürlerin bir araya gelmesi açısından bir fırsat niteliğini taşımaktadır. Diğer taraftan Avrupa Birliği sürecinde kültürel ilişkileri geliştir-mek için başvurulan bazı stratejiler, Türk kültürünü tanıtmaktan çok pazarla-maya yönelik imgeleri taşımaktadır. Birtakım önyargıları yıkmak için kullanılan imgelerin daha sonra reklam amaçlı olarak yeniden kurgulanarak kullanılması kültür politikasındaki temel sorunların başında gelmektedir. Bu temel sorunsal çerçevesinde, son otuz yıl içerisinde değişen kültür politiklarının milli temsil-lerde ne şekilde yansıdığı irdelenerek, Türkiye’de kültür diplomasisinin nasıl yö-netildiği sorgulanacaktır.

Anahtar Kelimeler: Kültür siyaseti, kimlik ve kültürel çalışmalar, uluslararası sergileri, milli temsiller, çağdaş sanat

(30)

TURKISH CULTURTE AND ART IN INTERNATIONAL EXHIBITIONS (1980-2010)

ABSTRACT

This study focuses on the dynamics of cultural policy in Turkey after 1980s. In order to promote Turkish culture and art in international exhibitions, Turkish Ministry of Cultural Affairs and Tourism organized many international activities such as Turkish years or seasons, and festivals. This study explores how and in which ways the Turkish culture and art have been represented in the last thirty years. Analyzing promotional activities of Turkish art and culture in international scale exhibitions lead to negative consequences in terms of false description and oriental identity constructions. This paper aims to give the basic socio-political reasons behind the national representation in international art and culture exhibition. From a global perspective, these exhibitions are a chance to show richness and value of Turkish culture. However, in the EU integration process, strategies that were utilized in international exhibition aimed at promoting certain cultural codes and images. In order deconstruct prototypical image of Turkey, the exhibitions provided a site of constructed nation identity in visual art scene.

Keywords: Cultural policy, identity and cultural studies, international exhibitions, national representations, contemporary art

Şekil

Tablo I – Çarlık Dönemi Sayımlarında Orta Asya’da Özbek, Sart ve Tacik Nüfusları
Tablo II – Orta Asya Halklarının Okuma Yazma Oranları
Tablo 1: 1937-1943 yılları arasında dönüm başına çiftçi aile sayısı
Tablo 2: 1938 Anketine Göre Toprak Dağılımı
+2

Referanslar

Benzer Belgeler

Türkiye’de yaşayan Ermeni asıllı Türkler, mukadderatlarını Türkiye’nin mukadderatına bağ­ lamışlardır ve onlarla, dışarıda, Türkiye aleyhine intikam

Evrensel düşünebilen, etnik ve ulusal sınırlar içinde kalmayan, her türlü bilgiyi, kuralı değeri sürekli sorgulayan, sorunlara çözüm üreten, uzlaşmacı, hoşgörülü

Meşrutiyet Dönemi’nde Osmanlıcılık düşüncesini, kurucu- larından olduğu Osmanlı Demokrat Fırkası 13 aracılığıyla savunmuş Osmanlı demokratı bir aydın olan

*Yaşlı adama niçin niçin tahta çanaklarla yemek verilmiştir.. tahta çanaklarla

I uğgeneral Ö m er Yüksel Ö ztü rk 'ü n de katıldığı törende, Perran Kutm an'ın ağlamaktan yü zü şişerken. Nur Yoldaş ve Banu da ağlama krizleri

 Bilgi Teknolojilerine ĠliĢkin Bilgi Düzeyi DeğiĢkenine (Bilgi Düzeyi Oldukça Yeterli Olan ÇalıĢanlara Ait Veriler) ĠliĢkin Normal Dağılım Sınaması.

Sevgili dostlar, pazar sabah ı ''Cargill'' ile ilgili bir yazı yazmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde, Milliyet'in internet bask ısında Melih Aşık''ın ''Cargill

Sait Faik geleneksel öykü anlayışındar farklı olarak, kendi biçimi ve biçemi ile kısa öyküde yetkin ürünler vermiştir Sait Faik kent öykücüsüdür; kentin insanın,