Munise Başikoğlu’nun Hatıraları IV
Babam Rıza Tevfik
ar?/
b
■\A/o 6 o
- ¡y
g
Babam ın A m erika’ya gittiği 1928 yılında, biz de İzm ir’den İs tanbul’a temelli olarak nakletmiş tik. A radan beş ay kadar bir za man geçmiş ve bu m üddet zarfın da m ektuplaşamamıştık.
Babamın New Y ork’tan yazdı ğı 12 Ocak 1929 tarihli ilk m ektu bunda, şöyle diyordu:
“ ...İstan b u l’a avdet edişiniz çok iyi oldu, çünkü sen İstanbul çocuğusun. O güzel şehrin neresi ne baksan için açılır. Hısım ak ra ba da var, bildiklerin de var, ara- sıra görüşmek ve gönül almak yo lunu bilirler. Elhasıl iyi oldu.
Konferans için vakitsiz gelmişiz, mâm âfih ismimi ilân ettiler, bek liyoruz. Burada yerli olmıyanlara kanun pek sıkı. Daimi iş bulmak güç. Şimdi istedikleri bir kitabı yazmakla meşgulüm. Fakat hiç ra hat değilim, pek yavaş gidiyor.
Ammân’dan tekaütlüğümü iste dim, kabul ettiler. Çekilip Suriye’ de ucuz bir yerde oturacağız.”
Yine beş aylık bir sessizlikten sonra, Flushing’den yazdığı 13 H az iran ta rih li m e k tu b u n d a, A m erika’dan pek memnun olm a dıkları anlaşılıyordu. Suat abla mın apartm anı çok küçük olduğu için, bir müddet beraber oturduk tan sonra ayrı bir daireye çıkma ğa mecbur olmuşlar. Ablam ile eşi çalıştıkları için ancak hafta sonları
buluşabiliyorlar ve bu sebeple yal nızlık hissetmeğe başlıyorlar. Sa- id de bu sıralarda, Princeton Üni versitesine devama başlamış ve orada kalıyordu.
Babam konferans için hazırlan- m aktadır. International Educati- on Cemiyeti tarafından bastırılmış olan ilânlardan bir tane de bana göndermişti. İki sahifelik olan ilâ nın üst kapağında babamın yuvar lak sakallı Arap kıyafeti ile bir res mi var ve altında:
“ A Message from the Near and Middle E ast” yazılı. Birinci sahi- fede babamın tercümei hali, diğer sahifede hakkında konferans ve receği konuların bir listesi ve Ar- navutköy Amerikan Kız Kolejinin Müdiresi Dr. P atrick’in babam hakkında beyanatı var:
Babamın, zamanın en büyük Türk şairlerinden biri olduğunu, H arb-i Umumîde Kız Koleji’nde Türkçe, İstanbul Üniversitesi’nde de felsefe profesörlüğü yaptığını, kendisinin, sınıfına kadın öğren ci kabul eden ilk öğretmen oldu ğunu, yedi lisanı ana dili gibi bil diğini, bilhassa, Türkçe, A rapça ve Farsça lisanlarında büyük oto rite olduğunu övgü ile anlatm ak tadır.
Fakat babam şöyle yazıyordu “ ...A m erika’da yazı yazmakla bir az para kazanm ak mümkün
fakat burada uzun m üddet o tu r mak hakkına mâlik değiliz. Vak timizin çoğu hep resmî tavsiyeler le, gidip gelmekle geçti. Hususa ki burası pek pahalı ve yorucu bir m em leket.”
Herkesin bir m akina gibi çalış tığı New Y ork’un havası ile ba bam ve annem imtizaç edemedik lerinden tekrar A rabistan’a avdet etmeğe karar veriyorlar.
1931 yılında, Beyrut’a babamı ve annemi ziyarete gittiğim za man, kendisine: Ne için Amerika’ da konferans ve yazılarına devam etmediğini sormuş ve şu cevabı al mıştım:
“ A m erika’da edebiyat para ge tirmiyor. O rada cam ve çerçeve takm asını bilen adam a daha çok para veriyorlar.”
On üç ay Amerika’da kaldıktan sonra, 1930’da A m m ân’a avdet ederken evvelâ Beyrut’a çıkıyorlar ve Cunya’da oturan babamın çok eski dostlarından Miralay emeklisi Necip beyi ziyaret edip bir hafta evlerinde misafir kalıyorlar. A m m ân’dan 12 Şubat 1930 tarihli bir m ektup alıyorum:
“ ...A m erika’ya gidip gelmek için büyük bir m asraf ve zahmet çektik. Said’i Princeton Üniversi tesine yerleştirmek lâzım geldi ve o işi de yaptık. Onun istikbalini kurtardık. Fakat şimdi Nazif’in
Rıza Tevfik sürgünde, eşi Nazlı Hanım'la birlikle tarihi harabeleri gezerken
Hıza Tevfik
tikbali için tekrar A m m ân’a dön dük. Amerika’da iken tekaütlüğü müzü istemiştik. Kabul edildiğine dair m ektup aldık, buraya gelin ce iş başka türlü oldu.
Tekaüt kanunu henüz çıkmamış olduğu için Emir A bdullah bana yirmi beş liralık bir maaş veriyor ve bunu iyilik ve dostluk için ya pıyor.
H akikatte hiç iş yok, fakat beş dakika da rahat yok. G it, gel bo şuna vakit geçir, işte bundan iba ret.
Biz b uralarda ayda altı Ingiliz lirası sarf ederek pek bol ve rahat yaşayabiliriz. H albuki, altı lira ile A m erika’da ancak altı gün sefila- ne bir hayat sürülebilir. M âm âfih ben burasını, her yerden iyidir di ye intihab etmedim. Bir fırtınada gemisi ile beraber batıp da bir ta şa sarılan adam gibi buraya düş tüm . Bastığımız taş sağlamdır, fa kat sahil yabânî.
Şimdilik annenle beraber Başve kil Haşan Paşada misafiriz, bırak m ıyorlar. İki odalı bir ev tuttuk, fakat soğuk, yağmur ve rüzgâr ol duğu için hâlâ taşınam adık.
Biz artık A m m ân’dayız ve bu rada ne kadar oturacağım ız m u
abam Rıza Te
kadderata tabî bir meseledir. Biz de bilmiyoruz ve hiç burada o tu r mak arzusunda değiliz. Fakat, eli mizde değil m ukadderata tâbi- yiz.”
Bir an evvel emekli maaş mese lesinin hal olunmasını ve olur ol maz arzuladıkları gibi C unya’da, deniz kenarında, serbest bir yaşam sürmeyi düşünüyorlar ve artık A m m ân’da çok sıkılıyorlar. Bu ara İstanbul’a olan hasretini de yazıyor, 20 N isan 1930 tarihli m ektubunda:
“ ...işte kızım, size ve iki üç ak raba ve dostlarımıza olan iştiyakı m ızdan ve hele çocukluğumu bi len Gelibolu ve İstanbul sahilleri ne hasretim den başka bir mahzu- niyetim yoktur. Sık sık gelen bu şairane hissiyatım beni pek m ah zun etm ektedir. Hele Boğaziçinin füsunkâr sahillerine ve m ehtapla rına o kadar mütehassiriz k i.”
K ararları katidir, m uhakkak C unya’ya gidip oraya yerleşecek lerdir. Aynı m ektupta devam edi yor:
“ ...G ayet zarif, sakin, ucuz olan Beyrut civarında “ C unya” köyünde yaşıyacağız. En dilber deniz kenarı, çamlar ve Lübnan dağları daimi bir bahar içinde bir hayat, hiç kış olm uyor. Bu kara rım ızdan m em nunuz. Sonra Am- m ân Beyrut’tan altı kere daha pa halı. Biz de artık buralarda hısım ve akrabadan pek uzak yaşayarak uzun seneler geçirdiğimiz için pek garipsedik. Hiç olmazsa Beyrut’ ta N azif’e yakın yaşarız ve orada hayli kibar Türk aileleri var, biraz görüşürüz. B uralarda Türkçeyi unutacağız.”
______ XII______________ 1931 yılındayız. Uzun bir sessiz likten sonra 24 Şubat tarihli Cunya’- dan yazılmış oldukça sevindirici bir mektup alıyorum:
“ ...Bizim tekaütlük meselesi hal oldu ve yirmi İngiliz lirası aylık ile tekaüt olduk. Yirmi günden beridir, Cunya’da ihtiyar-ı ikamet etmiş bi zim eski dostumuz mütekait Mira lay Necip beyin evinde oturmakta yız. Büyük Ada’da onunla uzun müddet komşuluk etmiştik, seni ve ablalarım pek iyi bilir, benim kırk senelik dostumdur.
Buraları cennet gibi güzel ve ga yet âsude ve ucuz bir yerdir. Muz ve portakal bahçeleri ile hurma ağaç ları ve çam ormanları arasında pek
lâtif bir köşkte oturuyoruz. Karşımızda nihayetsiz Bahri Sefıd (Akdeniz), arkamızda Lübnan dağ ları silsilesi var ki, her taraf güzel ve muntazam şehirler ve köylerle mes kûndur. Bulunduğumuz noktadan bu dağlara otomobil ile bir saatte çı kılır. Güneş dağlar ardından doğar, karşımızda Bahri Sefidin engin ufuklarında sulara batar ve biz her akşam bu dilber manzarayı oturdu ğumuz yerden, lâtif çam ağaçlarının dalları arasından seyrederiz.
Hiç bu kadar güzel manzara ola maz. Sonra ay hilâl olduğu zaman, acayip bir vaziyette o güzel denizin üzerinde ufukta bir nazik Gondole gibi durur.
Ne dilber, ne şairane, ne kadar da sâkin, rahat bir yer. Burada yaşa mağa ve kitaplarımı burada yazıp bütün eserlerimi tekmile karar ver dim.
Bir yeni ve güzel ev tuttuk ki va ziyeti Lübnan dağlarına yakıtı bir
Plateau üzerinde olmak İtibarile pek
güzel pek sağlam bir binadır ve ga yet geniş odaları ve sofası var.
İşte bu büyük evin kirası senede yirmi iki Osmanlı altınıdır. Am mân’da çamurdan, üç küçük odalı evimizin kirası senede yirmi iki İn giliz altını idi. Farka bak. Burada her şey öyle ucuz. O halde, benim tekaüt maaşım olan yirmi lira Am mân’da aldığım kırk liradan pek çok fazladır. Bundan mâada tamamile de hürriyetime malikim ve dünyamn en güzel yerlerinden birinde oturu yorum.
Tabiîdir ki, bu da bir büyük kâr dır. Çünki burada en âlâ zeytin ya ğının iki okkası on iki kuruşadır. Portakal tartı ile alınıyor. Muzun bir koca salkımı on kuruş altın para, in san taşıyamaz. Burada gayet dilber ve büyük pembe bir bardak eriği vardır ki ismine (Istanbulî) derler ve hakikaten İstanbul’dan getirilmiştir. Onun beyaz ve mor cinsi de vardır. Pembesi ve beyazı yarma şeftali gi bi açılır ve gayet güzel kokuludur. Ondan sonra burada kış olmuyor ve odun, kömür ve soba masrafı yok.
Nazif ekseriya geliyor. Artık her hafta gelecek. Sen bizi ziyarete ge lirsen gayet geniş odalar var. Şimdi eşya ısmarlamakla meşgulüz. Artık muhacirlik hayatından vazgeçeceğiz tabiî.
Sana gönderdiğim resimde henüz misafir bulunduğumuz Necip beyin evinin lâtif manzarasını ve gayet en gin bahçesini, çamlıklarını ve hur ma ağaçlarını görürsün, önünden tren geçer ve istasyon kapının kar- şısındadır. Çamlıklar ciheti namü-52 • 372
ray), Refik Halid'in eşi, Refik Halid'irı oğlu, Rıza Tevfik’in eşi.
c
tenahi denize nâzırdır. inşallah bir kış burada bizimle beraber geçirir sin. Yazın çok sıcak ve rutubetli olur. Herkes Lübnan dağlarına ka çar.
İstanbul’dan Haydar Paşa treni- le Haleb’e ve oradan Beyrut’a pek kolay, pek ucuz ve pek rahat seya hat edilebiliyor.”
Aile dostumuz Mektupçu Şevket beyin oğlu Sabih bey, daha evvel kendi arzusu ile Cunya’ya gidip yer leşmişti. Babamla gençliklerinden beri teklifsiz görüştüklerinden âde ta bizim aileden sayılırdı. Cunya’- da da beraber olunca, Sabih bey, ba bamın yazdığı gibi akşam yemekle rinden sonra beraberinde getirdiği udu ile Türk müziğinden parçalar çalıp şarkı söylüyorlar.
Çok iyi hatırlarım: Küçüklüğü müzde, bir zamanlar Kadıköy’ünde oturduğumuz sıralarda, bize çok ya kın bir köşkte oturan Sabih bey ai lece her akşam yemeklerden sonra müzik saatleri tertiplerler ve Türk müziğini şarkı ve türkülerini çok se ven babam bu toplantılara sık sık iş tirak ederdi. Bu toplulukta piyano ile de Türk müziğinde usta olduğu nu daha sonra öğrenecektim.
Aynı senenin yazında, babam yazdığı bir mektubunda:
“ ... Arasıra birdenbire içime bir hüzün çöküyor. Türkiye ve bütün görüp gezdiğim yerler hakkında bü yük bir hasret duyuyorum.
Dün yine Gelibolu’yu, orada ge çen çocukluk hayatımı ve daha bir çok şeyleri ve yerleri hatırladım. İki saat sâkin sâkin oturduğum halde, hep bu yerleri dolaştım. Eğer bu ga rip duygularımı bir şiir şekline so- kabilse idim, dünyanın en güzel lyric şiirlerinden biri olurdu.”
diye yazıyor. Bazan da herhangi bir vesileden dolayı hepimizin dağınık bir halde olduğunu düşünerek mah zun oluyor.
Beş aylık bir sükûttan sonra 12 Ağustos tarihli mektubunu aldım:
“ ... Biz seyahatten geleli beş on gün oldu. Kırk sekiz elli gün kadar Suriye’nin Şimal taraflarında dolaş tık. H attâ Türkiye hududuna yirmi kilometre kadar yakın yerlerde do laştık.
Halep’te, giderken on gün, gelir ken de on iki gün kadar vakit geçir dik. Antakya’da on beş gün kaldık. Bu eski memleket ahalisi hemen kâ- milen Türktür. Bizi zaten onlar da vet etmişlerdi, çok hürmet ve îtîbar gösterdiler. Hâsılı iyi gezdik, eğlen dik. Şimdi Cunya’daki güzel ve ha vadar evimizde pek rahat yaşıyoruz. Her gün sabahleyin anne ile deniz kenarına gidiyoruz. Orada bir yer de kuytu bir yer var ki, sahili ince kumluk ve çakıllıktır. Birçok büyük taşlar arasında havuz gibi bir yerdir. Bir adam boyu da derin. Orada an ne ile soyunuyoruz, elbiselerimizi taşların kovuğuna yerleştirdikten sonra denize giriyoruz. Bazan iki sa at kadar denizde çırpınıp duruyoruz, çünkü ben anneye yüzmek öğretiyo rum. Sonra eve gelince güzel bir çay içiyoruz, bir saat kadar istirahat edip mektup ve gazete okuyoruz. Sonra öğle yemeği hazırlıyoruz, çün- ki bundan mühim işimiz yok. Öğle yemeğinden sonra iki saat uyuyoruz, ikindi üzeri yine çay ve taze yemiş yedikten sonra bir az iş görüp ak şam serinliğinde bir gezinti yapma ğa çıkıyoruz.
Akdeniz karşımızda namütenahi görünür ve çam ormanları altında muz tarlaları üstünden güneşin gu
rubunu seyrediyoruz. Görmelisin buraları ne güzel, ne rahat yerlerdir. Hattâ, şu sıralarda güneş bizim evin sokak kapısı merdiveninden o kadar lâtif bir tablo teşkil ederek gurup ediyor ki, ressam olsam mutlaka o müstesna manzarayı tasvir ederdim. Şöyledir:” diye babam bir güzel hur ma ağacı ile bir evin arasından ba tan güneşin büyük bir resmini çiz miş ve güneşin kan kırmızısı rengin de olduğunu ve yirmi dakikada bat tığını yazıyor.
Babam benden bazı kitaplar isti yordu;
İstanbul’da basılmış ve Bâb-ı-Âli caddesinde İkbal Kütüphanesi sahi bi Hüseyin Efendi’den:
1- Yusuf Akçora’nm “ Türk Yılı Takvimi” , ayrıca bu kitaba “ Türk Yurdu Salnamesi” de deniyormuş. Hangi harflerle olursa olsun.
2- “ Türk Teceddüt Edebiyatı-Ta- rihi” yazan İsmail Habib.
Cunyâ’yı ziyaret etmeğe ve yolcu luğu vapurla yapmağa karar vermiş tik, bunu babama bildirince, hemen Beyrut Emniyeti Umumiye Dairesi’- nden bana bir izinname almak için teşebbüse geçiyor. Eşim görevinden ayrılamadığı için ben Rıza ile yalnız gidecektim. Fransız Konsoloshane sinden pasaportumu vize ettirip yolculuk işlemlerimi tamamladıktan sonra, o zamanlar Kuş Dili’nde otu ran, Sabih beyin ağabeysi Hamit Şevket beyi ziyarete gittiğim bir gün, Beyrut’a babamı görmeğe gitmek için hazırlandığımı söylediğim za man çok memnun olmuş ve kendi sinin de hem senelerden beri görme diği kardeşi Sabih beyi hem de ba bamı görmeyi çok arzu ettiğini ve Beyrut’a beraber gittiğimiz takdir de ikimiz için daha kolay olacağını söylemişti. Ben de son derecede memnun olmuştum. Çünki henüz üç buçuk yaşını doldurmamış oğlum la uzun yolculuğa çıkmak benim için kolay olmıyacaktı. Hamit bey de yaşlı olduğundan beraber yolculuğa çıkacağımız için içi rahat etmişti.
Bu havadisi acele babama yazmış tım. Habere çok sevinen babam Ha mit beyi kendi evine davet etti. 1931 yılının Ekim ayının 12’sinde Bey rut’a hareket eden “ Pierre Loti” va puru ile yolculuğa çıktık. Altı gün süren yolculuğumuz boyunca, hava son derece lâtif, deniz sâkindi. Hal buki, gündönümü fırtınaları olurşa diye babam merak ederek Ekim ve Kasım’da vapurla yola çıkmayı sa kıncalı buluyordu.
Vapurumuz yavaş yavaş Beyrut limanına girerken ben de artan he yecanla karışık bir sevinç içinde
Yine sürgün yılları, Nazlı Hanım, Perazat Hanım (Süleyman Şefik Paşa 'nın kızı daha sonra Mithat Perin’in eşi) ve Rıza Tevfik.
mit beyi beklemeden acele pasapor tumu kontrol ettirmiş ve Rıza ile gü verteye çıkmıştım.
Vapurun kalabalık güvertesinde oradan oraya koşturuyor, limanın ortasında demirleyen vapurun etra fını saran kayıklara bakıp babamı arıyordum. O kadar kalabalık ve gürültü vardı ki. Motorlar ve kayık lar birbirine karışıyor, uzun fesli adamlar biribirlerine Arapça bağı rmıyorlardı. Ben ise yadırgadığım bu yabancı muhitin ve havanın neden olduğu sersemlikle, gözlerimi kayık lara dikmiş babamı ve annemi bul mağa çalışıyordum.
Birdenbire, gözlerim vapurumu za doğru yaklaşan beyaz tenteli bir kayığa takıldı. İşte, babam başını tenteden dışarı çıkarmış bize el sal lıyordu. Güverteye yanımıza çıktık ları vakit sarmaş dolaş olmuş dokuz yıllık özlemimizin acısını bir an ol sun çıkarmıştık. O gün hafta arası olduğundan, Beyrut Amerikan Üni versitesinde yatılı olan Nazif gele memişti.
Sevimli yüzünü çevreleyen gür, beyaz sakalına rağmen çok dinç gö rünüyordu babam. Annemi de sıh hatli ve genç bulmuştum. Babam Hamit beyle gümrükte kalmış, biz de annemle bir otomobile binip as falt yolu takiben Cunya’ya doğru yola çıkmıştık.
Kalabalık Beyrut şehrinden uzak laştıkça yollar tenhalaşıyor, otomo bilimiz düz ve muntazam yolun üze rinde kayıyordu adeta. Bir hayli yol aldıktan sonra bir yerde kıvrılarak asma köprüden geçerken sağ tara fımızdaki yüksek kayalardan müt hiş gürültülerle köpürerek akan ve köprünün altından hızla uzayıp gi den suların meşhur “ Nehrü’l-Kelp” olduğunu annemden öğrenmiş ve doğanın bu görkemli güzelliği beni büyülemişti. Sonra yine düz yola çı kıp siyah bir şerit gibi uzayıp giden asfalt yolun iki tarafında, sık ve muntazam bir dizi halinde gayet yüksek Okaliptüs ağaçlarına baka kalmışım.
Son süratle bir süre daha gittik ten sonra yolumuz meyva bahçele rinin arasından geçiyor. Solumuzda Akdeniz ve muz bostanlan, sağımız da portakal, turunç, mandalina ve limon bahçeleri uzayıp gidiyor. Ne hoş bir görüntü.
Hiç durmadan katettiğimiz bir sa atlik yolculuktan sonra otomobili miz yokuşça bir toprak yola sapmış ve iki katlı taş bir binanın dış demir kapısı önünde durmuştu. Kapıda, Miralay Necip bey, binanın alt ka tında kiracı ve babamın komşusu
Sabri bey bizi karşılamak için bek liyorlardı. Binanın sağında, demir parmaklıkları sarmaşıklarla sarılı yan merdivenden ikinci kata çıktık. Burası, babamın son mektupların dan birinde, kiraladığından bahse dip krokisini çizdiği set üzerindeki evdi. Ev, babamın tarif ettiği gibi her tarafı geniş pencerelerle çevrili, güneşi bol, havadar ve ferahtı.
Evin cephesindeki balkona çıkın ca, sağ tarafta yemyeşil çamlarla ör tülü Cebel Lübnan. Eteklerinde por takal bahçeleri içinde güzel evler. Solda, uzaktan Beyrut şehri görünü yor. Bu çok güzel, şirin kasabayı ça bucak sevmiştim.
Hemen odama yerleştim. Sabih beyin evi çok küçük olduğu için ba bamın Hamit bey için hazırladığı odaya da Hamit bey yerleşti. O ak şam Necip bey ve ailesi, Sabri bey eşi ve kızları geç vakte kadar bizimle vakit geçirdiler.
Ertesi sabah çok erken saatte, burnuma çarpan taze kahve koku su ile uyandım ve kalktım. İstan bul’da olduğu gibi, Cunya’da da sa bah kahvesi içiyordu babam. Her sabah annem erken kalkıp, hemen bir içimlik çekirdek kahveyi kavu rup el değirmeninde çekiyor ve pi şirip babama getiriyordu. Yine İs tanbul’da olduğu gibi yatağında içi yordu kahvesini. Hepimiz kalkınca çaylarımızı içiyorduk. Babam yalnız çay içerdi kahvaltılarda.
Düzenli bir yaşantıları vardı. Her sabah kahvaltıdan sonra torbaları alır hep beraber çarşıya inerdik. İlk iş postahaneye uğrayıp mektup olup
olmadığına bakmaktı. Ondan son ra alışveriş işi yapılıyordu.
Babam Cunya çarşısının en iyi müşterisi olmuş, özellikle yemişçile rin. Bunlar, babamı elinde torbala rı ile çarşıya indiğini görünce hemen dükkân kapılarının dışına çıkıyor, yarı bele kadar eğilip selâm verip karşılıyorlar ve Arapça hatır soru yorlardı. Yemişçilere doğru giderken babam anlatırdı: “ Her şey maska raca ucuz. Dünyanın en güzel ve tat lı portakallarının üç kilosu on ku ruş, en temiz ve lâtif muzun kilosu ise on beş kuruş.”
Annem ve babam şeker ihtiyaçla rını taze yemişten alıyorlar, reçel ve tatlı hiç yemiyorlar ve yapmıyorlar dı. Fakat ikramı çok seven babam şekerin zararlı olduğunu bildiği hal de ben ve oğlum çok seviyoruz diye cömertçe şeker de almağa başladı. Bol bol reçel ve helvalar yapıyor duk. Cunya’da, babamın alışveriş yaptığı bir Ermeni bakkal vardı, çok iyi Türkçesiyle babamla ahbap gibi konuşurdu. İki üç gün sonra yine şe ker almağa gittiğimiz zaman bakkal şaşkın: “ Şekere çok para veriyorsu nuz. Ne çok şeker almağa başladı nız.” diye konuşunca. Babam: “ Mi safirlerim reçel ve tatlı çok seviyor lar, onlar için alıyorum. Maamâfıh, korkma, denizde kum biter, bende para bitmez” diye lâtife etmişti.
Pastırmayı da çok seven babamın burada bir de meşhur Kayserili pas tırmacısı vardı. Babam onun bir nu maralı müşterisi idi. Aynı İstanbul’ da yapmış olduğu gibi, Cunya’da da nefis pastırmayı evden eksik etmi
yordu. Cunya’da yalnız çok sevdi ği çilek ve kereviz yoktu.
Alışveriş bittikten sonra ağır tor balarımızla doğru deniz kenarına gi diyor, denize girip yüzüyorduk. Sonra da sahildeki yüksekçe kaya ların üstüne çıkıp oturuyor ve tor badan muz ve portakal alıp yiyiyor- duk. Böylece hararetimizi gidererek öğle vaktine kadar güneş banyosu yaptıktan sonra nisbeten hafifleyen torbalarımızla eve dönüyorduk. Ha- mit bey denize giremediği için evde kalıyor, babamın kütüphanesinde okumakla vakit geçiriyordu. Günü müzün en telâşlı ve faal zamanı olan öğle vakitleri bir âlemdi.
Babam yemek konusunda eskiden beri çok meraklı ve müthiş titizdi. İtina ile hazırlanmış zengin ve lez zetli Türk yemeklerini severdi. Ken disinin büyük bir titizlikle hazırla dığı leziz mayonezli patates ve ka rides salataları ile tanınmıştı. Fakat, artık faideli, kolay ve az yağlı ye mekler hazırlıyorlardı. Arada bir, çok sevdiği zeytinyağlı dolmaları, puf ve Tatar börekleri de yapıyor duk. O zaman rejimin dışına çıkmış oluyorlardı.
Beyrut’a geldiğimin beşinci günü, Nazif Beyrut’tan Cunya’ya gelince evimizin içi neşe ve mutluluk ile çal kandı. Her hafta sonu gelecekti Na zif.
Ekim ayı sonlarına yaklaştığımız halde Cunya’da oldukça sıcak var dı. öğlen üstü bir saat dinlendikten sonra, çaylarımızı içiyor, hemen yü rüyüşe çıkıyorduk. Hafta sonu ta tillerinde Nazif de iştirak ediyordu. Cunya’nın asfalt ana caddesi ten ha ve pek az sayıda araçların geçti ği düz ve temiz bir yol olduğu için, çok rahat bir şekilde bazen üç saat kadar yürürdük. Babam daima uzun yolu seçtiğinden, bazan Cun- ya Körfezi’nin Kuzey sahilinde “ Muameleteyn” isminde küçük bir köye kadar yürür ve dönüşte yine yürüyerek kumsal sahili takip ede rek Cunya’ya varırdık.
Seyretmekten büyük bir zevk duy duğu gün batışını kaçırmamak için gurup zamanı, sık çam ağaçlarının altına oturuyor, çok iri görünen gü neşin engin ufukta gözden kaybolu şunu seyrediyorduk. Yine bir gün böyle çamların altında oturmuş gü neşin alçalmasını bekliyorduk.
“ Bak Munise, şimdi güneş batar ken tıpkı baş aşağı kapatılmış ayaklı bir kaseye benzeyecek.” Bir iki da kika sonra güneş ufukta babamın tarif ettiği gibi göründü ve bu şekli ni bozmadan yavaş yavaş sulara gö müldü. Babam: “ Ne güzel” dedi ve
bir an daldı, sonra: “ İstanbul’un manzaraları da çok güzeldir” dedi. Hemen sordum: -En güzel yeri ne residir? -“ Boğaziçi Hisar Kaleleri” diye cevap verdi.
Cunya’ya geldiğimin ikinci ayın da, bir geziden dönen Sabih beyin de aramızda bulunmasile, o güne kadar nisbeten sâkin geçen günleri miz birden daha hareketli ve neşeli geçmeğe başlamıştı.
Yaradılış itibarile son derece ne şeli ve ilginç bir kişi olan Sabih bey, kardeşi Hamit bey ve babamla be raber olduğu zamanlar olayların gü lünç taraflarını bulup ustalıkla an latarak hepimizi gülmekten kırardı. Çok eski dost olduklarından, babam da en çok Hamit ve Sabih beylerin bulunduğu toplulukta keyfî gelir ne- şelenirdi.
Soframızda Beyrut’un meşhur ra kısı “ Zahle” de bulunduğu zaman lar, daha neşeli bir hava içinde ge çerdi sofra sohbetlerimiz. Böyle an larında, babam gençliğinde başın dan geçmiş heyecanlı olayları, ken disine özgü hoş sohbetliği ile anla tır, biz de gözümüzü kırpmadan din lerdik.
Cunya’da kendisini çok sevdiren babamın bu dostlardan başka Türk ve Arap ailelerinden ahbabları da vardı fakat onlarla seyrek ve biraz resmî görüşürdük. Sık sık gittiğimiz dostlar Necip ve Sabih beylerdi. Ba zı akşam yemeklerinden sonra ba bama gelirlerdi. Hoş sohbet ve mü zik ile vakit geçirirdik. Babam ben den bazı plâkları getirmemi istemiş ti. Sesine hayran olduğu Münir Nu- reddin’in, Safiye Ayla’nın ve Tan- burî Cemil’in bazı plâkları ile öz zeybek havalarından özellikle Sarı Zeybeği istemişti. O sıralarda yalnız Necip beyde gramofon vardı. Bazı akşamlar onları ziyarete gittiğimiz zaman, babam plâklarını da alır orada çalardı.
En sevdiği ve en çok dinlediği, Münir Nureddin’in “ Neden hiç dur-, madan bu gönlüm sevdi seni” Safi ye Ayla’nın “ Bekledim de gelme din” plâkları idi.
Zeybek havalarını ise hiç beğen memişti. Benden istediği öz zeybek havalarından Sarı Zeybeği her yer de aramama rağmen bulamamış ve o zaman çıkan zeybek havalarından almıştım. Bana -şimdi bunlar var- demişlerdi. Babam bu plâkları din ledikten sonra:
“ Bunlar öz zeybek değil, ö z zey bek, Sarı zeybek ve Yörük zeybeği ni modernleştirmişler. Son zaman larda Zeybek oyununda değişiklik ler yapılmış. Yalnız tempo tertip et
mek ve ona ayak uydurmak ile (ya ni adî vezin ile) Zeybek havası uy- durulabilir. Böylece kolayca bir zey bek havası icad edilmiş olur.
Ananevi ve tamamile Millî ve hat ta mevziî Zeybek havasına asrîlik ve Alafrangalık nezaketi sokmak iste yerek maskara figürler sokulmuş” diye Öz Zeybeğin değiştirilmesine üzüldüğünü belirtmişti.
1932 yılının başında, babam özel olarak İslâm Kongresi’ne davet olundu ve gitti. Kongre dolayısile bulunduğu Kudüs’ten bize bir mek tupla bilgi veriyordu:
“ ...Kongre iki hafta kadar sürdü ve Emir Abdullah bütün Kongre azâsını Şarkül-Urdün hududunda ‘ö lü Deniz’ civarında (Süne Shoo- ney) ovasına davet etti ve orada iki yüz altmış kişiye geniş çadırlar al tında bir bedevî ziyafeti verdi. Ben bir hafta Emir’de misafir kaldım ve Kudüs’e avdet ettim.
Bu Kongre münasebetile dünya nın dört köşesinden Kudüs’e gelen birçok mühim şahsiyetle görüştük ve tanıştık.”
Kudüs’te bir ay kadar kaldıktan sonra Cunya’ya avdet etti. O sıra larda Halep’te oturan Refik Halid ve eşi Nahil hanım bir gün bize mi safir geldiler ve on beş gün kadar kaldılar.
Son derece hareketli, neşeli ve se vimli olan Refik Halid ve eşi bizim programa uymuşlardı. Beraber ye mek hazırlıyor, sonra hep birlikte çı kıyor, Necip ve Sabih beylerle de birleşip uzun yürüyüşler yapıyor duk.
Boğazlarına meraklı ve oldukça iştahlı olan misafirlerimiz için ye mek listesinde bazı değişiklik yapıl mış, çok hafif yemeklerin yerine an nemin çok nefis su böreği ve benim puf böreği ile dolmalarım ilave edil miş ve liste bir hayli zenginleşmişti. Babamın da hazırladığı ve yalnız kendisinin yapabildiği o son derece de nefis, mayonezli patates salatası da bulunduğu zamanlar, soframız çok iştah açıcı ve çekici olurdu. Ta biî, böyle sofralarda “ Zahle” eksik olmaz, hele Hamit ve Sabih beyler • de bulundukları için çok eğlenceli olurdu sofra âlemimiz.
Akşamları da yine kah bizde kah Necip beylerde yine biraraya gelir dik ve Sabih beyin Ud ile çaldığı ve söylediği şarkıya herkes iştirak eder di.
Yalnız olduğu zaman, Sedef işle meli zarif sazını alır, bildiklerini ça lar, Türk müziğine olan hasretini gi dermeğe çalışırdı babam. Fakat bü tün bu hareketli, neşeli ve eğlenceli
R ıza T e v fik Babam Rı
bu balkondan mümkün oluyor, ne güzel!..”
Burada başka bir güzellik daha vardı: Sahilden gelen denizin sesi, önümüzdeki kayalara vururken he men tatlı mırıltılarile taşlara sarılır, bazan da kudurarak korkunç vuruş- larile beyaz köpüklerini havaya püs- kürtürdü. Görünüm korkunç fakat görkemli olurdu.
Geniş balkona açılan büyük sofa nın ortasında duran masanın üzerin deki gramofondan gelen Türkçe şar kılar, denizden gelen seslerle birle- şiyor, sihirli bir anlam taşıyordu. Doğanın büyüleyici dekoru içinde, babam ve annemle yalıda geçirdiği miz üç haftalık mutlu günlerimin so na ereceği an yaklaşıyordu. İstan bul’a dönmek zamanım gelmişti.
Haziranın on ikisinde kalkan “ Patria” vapuru ile hareket etmem kararlaştırıldı. O ayrılış gününün sa bahı, odamda bavullarımı hazırlar ken babam yanıma geliyor ve “ Gümrükten geçiremiyeceğin kulla nılmamış herhangi bir şeyi alma” di ye tenbih ediyor.
Rıza, odanın bir köşesinde dağı nık duran oyuncaklarının arasında, biraz şaşkın, büyükbabasının ken disine aldığı oyuncakların birini alıp, birini bırakıyor. Kararsızlık içinde, hangisini alıp götüreceğini bilemiyor. Nihayet, büyükbabasının bir marangoza yaptırmış olduğu tahta arabasını kucağına alarak ba bamın yanına geliyor: “ Büyükbaba, bu arabamı saralım götürelim” di ye yalvaran gözlerle büyükbabasının yüzüne bakıyor. Büyükbaba: “ Şim dilik o arabayı sarıp saklıyalım. İle ride onu sana göndereceğim” diye söz veriyor.
Patria vapurunun kalkmasına bir- buçuk saat vardı. Kamaramda bir müddet beraber oturduktan sonra, hepimizi saran derin bir hüzünle ve dalaştık ve ayrıldık,
f Cunya’da kaldığım o mutlu gün lerimde babamın, siyasetten uzak kalmasının yarattığı rahatlık içinde kişiliğim daha iyi tanıyabilmiş ve do ğaya olan tutkusunun derinliğini an- lıyabilmiştim.
Hep birlikte yaptığımız uzun yü rüyüşler, şâhâne gurupları seyret mek için çamların altında oturduğu muz o günler bir daha geri gelmiye- cekti.
Yeniden başlıyacak olan ve daha ne kadar süreceği belli olmıyan öz leme yeniden alışmağa çalışacak tım.
Sürecek
Bu harikulâde güzel ve görkemli görünümün karşısında zevkle yeme ğimizi yemiş ve o yumuşak, hoş ko kulu havanın etkisi ile gevşemiş, zakkum ağaçlarının yarı gölgesinde dinlenmiştik.
Bu arada da babam bu nehir hak kında bilgi vermişti bana: “ Bu de reye Araplar ‘Nehrül-Kelp’ derler. Köpek deresi demektir. Altı bin se neden beri akan meşhur bir deredir. Her iki tarafı yalçın taşlıktır. Eski Mısır Firavunları ve Asûrî kralları ve daha birçok imparatorlar hep bu dere içinden asker sevk ederek mem leketleri zaptetmişler ve derenin de nize döküldüğü yerlerdeki kayalara kendi kabartma resimlerini ve zafer lerini gösteren tasvirleri kazdırıp bı rakmışlardır. Gayet tarihî bir yer dir.”
Bir akşamüstü balkonda çayları mızı içiyor ve etrafımızdaki güzel manzarayı seyrediyorduk. Babam sağ tarafımızdaki Lübnan dağları sı rasını elile işaret ederek:
“ Güneş, büyük bir duvar gibi gö rünen bu dağlar silsilesinin arkasın dan doğar. Asıl Cunya bütün bu dağların eteğindedir. Gayet güzel ve temiz olan bu körfezi kucaklar” de di. Sonra, sol tarafa bakıyoruz, açık deniz, Akdeniz. Güneş bu denizin ufuklarından batıyor her akşam baş ka bir lâtif görünümde. Babam bu sefer karşımızdaki ufak dağ tepele rini işaret ederek:
“ Bunlar Lübnan dağlarının ufak tepeleri, Cunya körfezinin öteki ta rafını kucaklar ve bir burun ile son bulur. Bütün bu tabiî güzellikleri ra hat rahat Ve doya doya seyretmek
Nazlı Hanım, Munise, Hanım Munise Hanım’ın oğlu Rıza Başikoğlu ve Rıza Tevfik Cünye'de
geçen günlere rağmen anlıyorum ki, boş geçiyordu babamın günleri.
Uç ay için geldiğimiz Cunya’da günler ve haftalar farkına varmadan çabucak geçmişti. Oranın havası oğ luma ve bana yaramış, ikimiz de ki lo almıştık. Buna memnun olan ba bam:
“ Buranın havası size yaradı, ha zır gelmişken yaz başına kadar ka lın. Yazın Cunya müthiş sıcak ve ru tubetli olur. Herkes dağlara kaçar. Siz buranın sıcağına dayanamazsı nız, yaz başına kadar kalın” diye bi zi bırakmamıştı.
Hamit beyin emekli maaşım alma zamanı geldiği için hemen İstanbul’a dönmesi lazım geliyordu, bizimle yaz başına kadar kalamıyacaktı.
İlkbaharın gelmesile bahçelerin yüksek taş duvarlarından sokakla ra sarkan yâseminlerin ve alabildi ğine uzayıp giden bahçelerdeki por takal ve limon ile mandalina çiçek lerinin keskin kokuları birbirine ka rışmış ve Cunya’mn havasım sarmış tı. İnsanı sarhoş eden yumuşak ve hoş bir hava. İşte böyle güzel bir Mart sabahı Nehrül-Kelp’e gitmiş ve biz bu meşhur nehrin kenarında kır mızı ve pembe çiçek açmış zakkum ağaçlarının gölgesinde piknik yap mıştık. Derenin daha yukarılarında, dağ eteklerinde portakal bahçeleri vardı. Karşı kıyıda bazı yerleri çim le kaplı olan yalçın kayaların üze rinden akan sular insanın içini ürperten gürültülerle tarihî dereye dökülüyor, ince bir su tabakası ha linde çimlerin üzerinden süzülüp ak tıkça, çimler güneşin ışığı altında yaldız gibi parlıyordu.
Munise Başikoğlu’nun Hatıraları V
Babam Rıza Tevfik
XIII
İstanbul’a dönüşümden bir haf ta sonra babamın bir mektubunu al dım. 15 Haziran tarihli idi:
Bugün seni ve Rıza’yı Patria vapuruna bırakalı üçüncü gün. Va purunuzun bizim evin önünden geç mesini epeyce bekledik. Nihayet geç geçti. Galiba vaktinde hareket etme di. Biz balkonumuzda sizi selâmla dık ve vapurunuzu selâmetledik.
Anne sizden ayrıldıktan sonra çok müteessir oldu ve fena halde ağlıyor du, bir kolunda Nazif, diğer kolun da ben, otomobil meydanına kadar geldik. Nazif bizden ayrılıp Beyrut’ ta kaldı. Biz ikimiz evimize geldik. Evin ıssızlığı ve sizin odanızın pe rişanlığı büsbütün hüznümüzü art tırdı. Rıza’nın eski patikleri, kırık otomobili, tahta arabası ve birkaç oyuncakları ötede beride duruyor du. Anne bu hali görünce yeniden ağlamağa başladı ve akşama kadar bu mahzunluğumuz devam etti.
Çok yorgun ve bîtab olduğumuz için öğle uykusuna yattık. O akşam anneyi zorla çıkardım, Sabih beylere götürdüm. Bütün dostlar da oraya geldiler. Akşam yemeğini hep bera ber orada yedik. Biraz eğlendik ve geç vakit eve avdet edip hemen ya tağa serildik.
Sizden ayrıldıktan sonra bizim evimize çöken sükunete hâlâ alışa madık. Galiba sizi pek çabuk ve pek çok özleyeceğiz.
Beyrut’ta çıkan bir mühim Arap ça resimli mecmua benden bahsedip uzun makaleler yazıyor ve son fo
toğraflarımı da basıyordu. Bu haf taki nüshasında, Rıza’yı kucağıma alarak çıkartmış olduğum çıplak res mini basmış, bir de uzun makale yazmış ve benim Amerika’da Fran sızca olarak yazmış olduğum bir uzun şiiri de Arapçaya pek güzel ter cüme etmiş.
Bana üç nüsha geldi, çok mem nun oldum. Rıza hakkında diyor ki: ‘Bu güzel, sıhhati yerinde altın gibi çocuk Filozofun torunudur. Büyük babası ile beraber Cunya sahillerin de spor yapıyorlar.’
Görüyor musun, senin koca he rif!.. İstanbul’dan evvel burada şöh ret oldu ve nam bıraktı. O mecmu anın sahifesini kestim, sana bu mek tup içinde gönderiyorum.
Sen bu resmi Rıza’ya gösterirsin ve burada geçirmiş olduğu hayatı hatırlatırsın.”
Aynı mektubunda Rıza’ya nasıl bakmam, neler yedirmem lâzım gel diğini yazıyor. Özellikle konserve yemeklerden kati surette sakınma mı, şeker yerine bal ve iyi pekmez yedirmemi tenbihliyor. Kendisi kon serve düşmanı olduğu için şöyle de vam ediyordu:
“ ... Konserve yemeklerden bir katre bile tattırma. Sen de zerre ka dar tatma. Peynir ekmek yiyiniz çok daha faidelidir. Konserve yiyenler kanser hastalığına hazırlanıyorlar demektir.
Sakın ilâca alıştırma. Şimdilik söyleyeceğim şeyler bu kadardır.
İnşallah İstanbul’a selâmetle va sıl olmuşsundur. Tabiî, bir iki gün istirahat ettikten sonra bazı kimse
leri ziyaret eder ve benden selâm gö türürsün. Evvelâ Besim Ömer Pa- şa’ya gider ve resimlerimizden gö türür, kendisine takdim edersin. Sonra Dr. Abdullah Cevdet’e git, benden selam söyle, bana seninle göndermiş olduğu şiir kitabından dolayı çok mahzuz ve müteşekkir ol duğumu söyle. Mümkün olsa da Abdülhak Hamit beyi görmek için
Şamlı Sabir B e y’in evinin önünde; Rıza Tevfik’in kucağında Rıza Başikoğlu, yanındaki şapkalı Hamit Bey (Çengeioğiu), 51
»
5/
kendisinden söz alsan, Maçka Pa- las’a gitsen, benim hürmetlerimi takdim etsen.
Senden bazı kitaplar da soraca ğım, fakat hele biraz rahat et de son ra. Bu mektubu kısa yazmağa mec burum, vakit yok. Havadis-i mü himine de yok. Sen bize İstanbul ha vadisi ver. Bâkî afiyet.”
Hiç bıkmadan tekrarladığı nasi hatlerinden başta geleni, bilinçli gı da alıp, hasta olmamak ve lüks şey lere heveslenmemek.
27 Temmuz tarihli mektubunda şöyle yazıyor:
Sen şimdi madem ki evin m asraf meselesini idare ediyorsun, başka şeylerden ekonomi yap, fakat yemeklerden yapma. Her şeyin en iyisini alın, sağlam ve adamakıllı ya pılmış yemekler yiyin. Biz nasıl mas raf ediyorduk bilirsin, hem iyi ve besleyici yemek hazırlamak hem ko lay hem daha faidelidir. Her şeyden ziyade sıhhat düşünmeli ve süs ka bilinden sayılan şeylere gönül bağ lamamalı, onları tedarik edemiyo rum diye üzülmemeli. Lüks eşyanın nihayeti, hududu yoktur ve yiyecek içecek, basit elbise ve ev eşyasından mâdâ hep lükstür. Sizin hamdolsun kendinize göre döşeli, dayalı eviniz var. Şimdilik fazlasına heves etme yiniz. Biraz para tutunuz, dünyanın bin türlü hali var. inşallah dünya nın hali de düzelecektir.
Şimdi Cunya’nın en sıcak devri, evvelâ sabah saat altı sularında an ne ile beraber mayolarımızı giyip ayağımıza da terlikleri geçirdikten sonra, hemen kapımızın önünden bir dakikada o güzel taş merdiven lerden denize giriyoruz ve bir buçuk saat yüzüyoruz. Yeni evimizden ve hayatımızdan memnun, kendi hali mizde yaşıyoruz. Artık hep burada oturacağız. Şimdi bizim deniz iki gündür öyle müthiş dalgalarla çal kalanıyor ki, görülecek şey. Bütün gece taş koğuklanna dehşetli darbe ler, sadmelerle daimi uğultular için de uyuyoruz ve uzak memleketlere vapurla seyahat ediyoruz gibi geli yor. Ne güzel.”
Babama yazdığım son mektupla rımda, Nazif’i İstanbul’a gönder mek isteyip istemediğini ve bu ko nuda ne düşündüğünü sordum. Ay nı mektubunda:
Nazif’in İstanbul’a avdet edip orada kalmasını pek arzu edi yorum ki bu da pek tabiîdir. Bizim son ve en büyük arzumuz budur. Lâkin bu hususta maddî, manevî, İktisadî ve siyâsi o kadar güçlükler var ki, bu mektupta tamamile izah etmeğe imkân yoktur.
Sporu seven Rıza Tevfik
Biz Nazif’i İstanbul’a göndermek istiyorsak, orada çalışsın ve bir mes lek edinsin ve kendi memleketinde bir mevkî tutup İstanbul’da doğmuş bir Türk olmak haysiyeti ile hizmet etsin ve rahat yaşasın diyedir. Çün- ki bu yabancı yerlerde kaybolup gi decektir. Acaba Nazif orada yalnız başına çalışıp da muvaffak olabile cek mi? Sonra, onu istediğimiz mek teplere bu yaştan sonra kabul ede bilecekler mi? Bu hususta çok mü tereddit bulunuyoruz. Bir de mas raf meselesi var. Kendi başına İstan bul’da yaşarsa, ona nereden bulup da para yetiştirebileceğiz, bilmiyo rum.
işte endişelerimiz ve hesaplarımız bu gibi mülâhazalar etrafında dönü yor ve bizim âhir ömrümüzde cid den rahatımızı bozuyor. Maamâfih ben merak ettim, Nazif’in meselesi ve müşkilâtı için Beyrut’a gidip Türk Konsolosluğu’ndan birçok şeyler sormağa karar verdim ve ge çen gün Nazif’i de beraber alarak Beyrut’ta Türk Konsolosuna gittik ki pek nazik bir adamdır. Bizi pek iyi kabul etti ve Nazif için konuştuk. Pasaportları istemişti, gösterdik. ‘Bu pasaportu yalnız vize ettirmek le Türkiye’ye avdet edilebilir ve Türk olduğu için Türkiye’de yalnız bir sene oturmakla yine Türk tâbi- yetini ihraz edebilir. Maamâfih mü saade buyurursanız ben bir kere res men Türkiye Hükûmeti’ne yazayım ve katî malûmat alayım’ dedi. Biz de pek muvafık gördük. Zaten bu sene İstanbul mekteplerine kayıt olunabilmek zamanı geçmiş bulun duğu için ve o mekteplere girebilmek için behemahal burada bir idadî şe- hadetnamesi almağa muhtaç bulun
duğu için Nazif’i derhal yine Ame rikan Üniversitesi’ne leylî olarak gönderdik; bir sene sonra küçük ti caret (course)unu bitirip şehadetna- me alacak ve o şehadetname ile Ulûm-u İktisadiye ve Şehbenderlik mektebine girecek. O mektepte yaş kaydı yokmuş. Nazif yirmi beş ya şma bastı.
Her ne olursa olsun, İstanbul’a avdet edebilmesi için resmî bir mü- sade ile hak kazanmasına çalışıyo ruz. Bakalım, Konsolosun vereceği malûmatı sana bildiririz.”
Bu ara, yapılacak birkaç önemli görevlerim vardı babam için. Evve lâ -meşhur şair ve aziz dostum- di ye bahsettiği Abdülhak Hamit beyi ziyaret edecek ve babamın kendisi ne yazdığı mektupla resimleri tak dim edecektim, buna karşı, babam için şairden imzalı bir resim isteye cektim.
Bir gün büyük şairin Maçka Pa- las’taki dairesine gittim. Çok şık gi yinmiş olarak, yazıhanesinin yanın daki koltuğa oturmuş kitap okuyor du.
Babamın mektubunu Lusien ha nımla beraber büyük bir ilgi ile okurken hem çok neşelendiler hem de mahzun oldular.
ikinci ziyaretim, babamın: “ pek insaniyetli bir adam, pek hakikatli bir dost olduktan maadâ, Türkiye’ de müstesna bir şahsiyet-i mümta- ze” diye andığı Dr. Besim Ömer Pa- şa’ya oldu. Paşa da son derecede memnun oldu babamın mektubuna.
Sıra, Abdullah Cevdet beyi ziya rete geldi, babamın kendisine yaz dığı bir mektubu, Fransızca olarak yazdığı “ L’Exil” ismindeki şiirini ve birkaç fotoğrafını götürüp takdim
edecektim.
Ne yazık ki, münasip bir günü beklerken, gazetede Abdullah Cev det beyin âni olarak kalp krizinden öldüğünü okuyunca ne yapacağımı şaşırmış, kendisini çok iyi tanıdığım için hem üzülmüş hem de babamın bu arzusunu yerine getirememiştim.
Babam da bu acı haberi hemen öğrenmiş ve bana bir mektup yaza rak: “ Zavallı dostum Abdullah Cev det’in birdenbire sekte-i kalbiyeden vefat etmiş olduğunu gazetelerde gördüm, çok müteessir oldum.” di ye üzüntüsünü belirtmişti.
Aynı mektubunda benden şu ki tapları istiyordu:
“ 1. Külliyat Dîvan-ı Fuzulî, Köprülü Fuat bastırmış, Zaman Kü tüphanesinden alınacak.
2. Âşık Paşa Zade Tarihi, Maarif Nezareti bastırmış. İkbal Kütüphanesi’nin sahibi Hüseyin Efendiden alınacak.
3. Nedim Dîvanindan, Halil Nihat bastırmış.
4. Hamitnâme, 5. Dîvan-ı Leylâ 6. Dîvan-ı Niyazi
7. Rübaiyyat ve ne kadar böyle dî van varsa gönder, işime yarıyor.
Hamid’in Yabancı Dostlar, Ru şen Eşref’in Damla Damla ’sini da gönder.”
Bütün bu istediği kitapları bulup göndermekle meşgul olurken 1933 yılına girmiş bulunuyorduk. Mek tuplaşmalarımız düzenli bir şekilde devam ediyordu. Yeni yılın ilk mek tubunda:
“ ... Kânunuevvelin 26’ncı günü yeni sene başını hoş geçirmek için Refik Halit, hanımı ve oğlu ile be raber bize misafir gelmişlerdi, bu sa bah Haleb’e avdet ettiler.
Geleceğini bize vaktile haber ver mişti, zaten bekliyorduk. Her gece alay, eğlence, ziyafet, hele bu neşe li insanların boğazına hizmet etmek için her gün harıl harıl yemekler ha zırlamak, sonra durup dinlenmeyip deniz kenarlarında, orada burada sürtüp dolaşmak ve birçok fotoğraf lar çekmekle günlerimiz geçti. Ha valar da talihimize o kadar güzel ve parlak oldu ki, her günümüz hoş geçti.
Yanıbaşımızda fevkalâde güzel bir de portakal bahçesi var ki, bizim yemek odasının yanındaki büyük muz bahçesinin bir kısmını teşkil eder. Oraya iki günde bir gidip ağaç lar üzerinden istediğimiz gibi porta kal seçerek alıyor ve on, on iki ok ka portakalı sıkıp suyunu içerek iki güne varmadan bitiriyorduk.
Sabih bey dahi daima bizimle be raber olduğu için altı kişilik sofra mız pek gürültülü ve eğlenceli geç ti. Refik Halit’in pek güzel bir fo toğraf makinası vardı. Onunla bizim yeni evimizin etrafında ve Cunya’- da on sekiz filmlik fotoğraf aldı. Bunların bir kısmını Cunya’da ace le yaptırdık. Pek güzel çıkmış oldu ğu için sana birkaç tanesini bu mek tup ile gönderiyorum. Hep tanıdı ğın yerlerdir.
Elhasıl 1932 yılının son günlerini ve bu yeni 1933 yılının ilk günlerini pek neşeli, eğlenceli ziyafetlerle ge çirmiş olduğumuza pek memnunuz ve seni her an Rıza ile beraber ha tırladık.
Rıza’nın kırık otomobili de büyük balkonda daima duruyor. Ne vakit gelirseniz, onu denize atıp artık da ha güzelini alacağız.
Çünkü Rıza kadar güzel ve uslu, akıllı çocuk hiç yok, aradık bulama dık.”
Babam mektuplarında ara sıra Rıza’ya hitâben de böyle satırlar ya zar, onları Rıza’ya okumamı tem bihlerdi.
Fakat, yine endişeli günler başlı yor babam için. Mart ayında yazmış olduğu bir mektubunda:
“ ... Ara sıra Fransız gazetelerin de okuduğumuz haberler maatees- süf bize ancak keder ve hüzün veri yor.
Bu sefer harb olursa artık bu dün ya ve bu medeniyet ve bütün devlet ler mahvolur.”
Amerika’da bulunan Said o sıra larda Janet isminde bir Amerikalı kız arkadaşı ile beraber “ Academy of Fine Arts” -Güzel Sanatlar Akademisi-’ne devam ediyor ve hey- keltraşlık ve yağlıboya resmine ça lışıyorlardı.
Aralarında başlayan duygusal il giden sonra evlenmeye karar veri yorlar ve bu haberi ayrıntılı olarak bir mektupla babama bildiriyor Sa id. Bu mektubun kendisinde bırak tığı etkiden şöyle bahsediyor baban): “ ... Evvelâ anne ile düşündük ki, bu kızcağız Said’i bu kadar takdir edip seviyor ve diğer arkadaşların dan onu üstün buluyor demektir.
Said de onu beğeniyor ve ‘ben bu kızla evleneceğim’ diyor. Pekâlâ. Varsın evlensinler. Buna bir diyece ğimiz yok, itiraza hakkımız yok. Bu nu tasvip ettik.
Lâkin, Said Türkiye’den ve hat ta bizden de artık bütün bütün ay rılıyor demektir. Amerika yakın bir yer değil ki görüşmek için ziyaret kolay olsun. Ben artık yetmiş yaşı ma yaklaşıyorum. Tabiîdir ki, git
tikçe ölüme yaklaşmaktayım. Ölümden hiç korkmuyorum, fa kat benim en büyük emelim, ben ölürken sizi yine toplu bir halde ya nımda görmek ve sizinle konuşa ko nuşa bahtiyar ölmek idi.
Halbuki Nazif de bizi bırakıp gi decek ve kendisine bir meslek edi necek. Demek ki biz iki ihtiyar, âhir 'ömrümüzde öksüz kalacağız ve has
talığımızda yabancı ellere kalacağız, hiç bir kimseden bir teselliyet alama yacağız.
Yazık ki, beni ve efkâr ve hissi yatımı içinizde Said kadar iyi bilen kimse yoktu. Bu şeyleri düşününce benim gözlerim yaşardı. Biz zengin olsa idik, Amerika pek yakın bir yer ola idi, o kadar zararı olmazdı.
Fakat biz bir daha Amerika’ya he vakit ve nasıl gidebiliriz? İşte bu mü lâhaza bizi ebedî bir mahzuniyete mahkûm etti''.”
1933 yılının Haziranında Nazif, Beyrut Amerikan Üniversitesi’nden iyi derece ile diplomasını alıyor. Ay nı zamanda, daha yüksek eğitim için Amerika’ya bir burs kazandıktan başka, Musul Petrol Şirketi’nden orada çalışması için bir teklif alıyor. Bu başarıları ile, Cunya’ya annemin ve babamın yanına gelince, babam çok seviniyor ve iftihar ediyor.
Baalbek Harabeleri'nde ortada Rıza Tevfik, arkada solda Munise Başikoğlu 53 • 53
Rıza Tevfik çalışma odasında
anne ve ben İstanbul seyahatine çı kamayız sanırım.
Sonra, bizim tekaüt maaşımızla İstanbul’da insanca yaşayamayız el bette. İstanbul’da evimiz yok, bar kımız yok, dikili bir ağacımız yok. Sonra, Cunya’da gezdiğimiz gibi İstanbul’da gezmek istemem. Bina enaleyh, bence en mühim mesele pa ra meselesidir. Şu hale göre Nazif’i selâmetle İstanbul’a gönderdikten sonra, bizim için avdet etmek müm- kin olabilecektir sanıyorum.
Herhalde yine dediğim gibi kanu nun ilânım bekleyeceğiz, paramızın müsaadesine göre bir program ya pacağız.”
O yaz Cunya’da, babam, annem ve Nazif birlikte geçirmekte olduk ları mutlu tatil günlerinden bir gün, kapı çalınır. Gelen, Türkiye’nin Beyrut Konsolosudur. Evlerinde ağırladıkları ve babamın “ fevkalâ de nazik” diye bahsettiği Konsolos, Nazif’in İstanbul’a gitmesi için Türkiye Hükümetinden aldığı resmî izin kâğıdını getirmiştir.
Bu sevinçli haberi bizzat getiren Konsolosla çok mutlu bir hava için de geçen o günün ertesi günü, ba bam bana yazdığı 31 Ağustos tarihli mektubunda, bu ziyaret ve konu hakkında ayrıntılı bilgi verdikten sonra sevinçlerini şöyle anlatıyor:
“ ... Müjde, Nazif’e izin çıktı, üç gün evvel haberi aldık. Hazırlanıyo ruz. Nazif çok memnun, gidip ge lip beni ve anneyi öpüyor. Yalnız anne sevinç ve hüzün içinde her an tavrını değiştiriyor. Evvela, “ ah Na zif’e izin çıksa da vaktinde üniver siteye gitse” derken, şimdi Nazif’ ten ayrılacağını düşündükçe pek mahzun oluyor ve yavaş yavaş ağlı yor.
Halbuki anneye de biz istemedi ğimiz halde izin geldi. Lâkin o ka tiyen beni bırakıp da bir yere gitmez.
Her ne ise, bu işin Hükümet mua melesi ve resmî kısmı bitti. Bize, Na zif’i hazırlayıp göndermek düşüyor. Onunla meşgulüz.”
Tarih 18 Eylül, Cunya. Bu mek tupta Nazif’ten ayrılışlarını yazıyor babam:
“ ... Dün artık Nazif’in bavulları tamamen hazır olmuştu. Üç bavul, bir de keman kutusu, bir otomobil istedik, bizim yalının merdiveni önüne tam saat sekizde geldi. Hep çıktık, evvelâ Nazif’le anne veda edip öpüşürken resimler çektim. Sonra Sabih beyin evinin önüne ge lince onu da çağırdık ve otomobilin yanında hep beraber yine resim çek tik ve ayrıldık. Gümrükte işimizi bi tirdik ve Nazif bizimle bir son defa daha veda etti. Biz parmaklığın için de kaldık. Nazif’in rıhtım üzerinde bir resmini daha çektik. Sonra Cun- ya’ya döndük. Necip beylere gittik, orada Sabih bey de vardı. Beraber akşam yemeği yedikten sonra evimi ze geldik, hemen yattık.
Evimiz ıssız ve karmakarışık idi. Anneyi götürmeyecektim. Hatta bi zim yalının kapısında veda edip Na zif’i göndererek biz evde kalacaktık. Çünki, geçen sene vapura kadar se ni götürüp de veda ettikten sonra anne Beyrut sokaklarında fena hal de ağlamıştı ve eve geldikten sonra da devam etti idi.
Bu sefer ağlamıyacağına söz ver di ve çok ısrar etti, gümrüğe kadar Nazif’i götürdük, ağlamadı, lâkin bu sabah kalkıp da Nazif’in yatağı nı bomboş görünce hüngür hüngür ağladı ve güç yatıştırabildim.
Çocuklarını bu kadar derin bir şefkatle seven anne görmedim. Za vallı ne muhabbetli, ne iyi kalpli bir anneciktir. Artık şimdi onu avut mak ve eğlendirmekle meşgul olaca ğım.
Nazif’e gelince, annesini ve beni
İstanbul’a döndükten sonra Nazif Bey'in oğlu Ahmet Bölükbaşı ile birlikte.
Fakat bütün bu sevindirici haber lere rağmen, babam yine de mahzun ve meyûs, Nazif’e: “ Ne yazık ki ço cuklarımızdan hiç birisi İstanbul Darülfünunundan mezun olmak im kânını bulamadı.” diye üzüntüsünü belirtiyor. Bunun üzerine Nazif, İs tanbul’a gitmek için izni gelince, İs tanbul Üniversitesine kaydolup oradan da mezun olacağını babama vaad ediyor.
Üç dört hafta sonra, babamdan beni mahçup eden 8 Ağustos tarihli bir mektup alıyorum:
" ... Kızım Aff-ı Umumî olacak mış, gazeteler resmimi basmışlar, benim de Aff-ı Umumî listesine da hil olacağımı söylüyorlar. Sen dün yadan bîhaber imiş gibi yaşıyorsun, bize hiç bu mühim haberleri vermi yorsun.
Aff-ı Umumî’nin bize taallûk eden haberlerine gelince, son gaze te havadislerinden öyle anlaşılıyor ki, ben, Refik Halid ve diğer birkaç arkadaşlar affolunacakmışız. Her halde meselenin kati surette hal olunmasına ve hakikatin meydana çıkmasına daha iki ay var. En doğ rusu o zamana kadar beklemektir. On bir seneden beri bize karşı bes lenen bu fazla düşmanlığın bu ka nun ile bertaraf edilmesi elbette memnuniyeti mucip olan bir şeydir.
Tabiîdir ki, benim tekaüt maaşı mın miktarı belli iken aff-ı umumî kanunu ilân olunur olunmaz, Nazif,
büsbütün yalnız bıraktığına mütees sir olmakla beraber memnunen gitti. Ben de onu Beyrut muhitinden kurtardığım ve daha şerefli, vatanı na faideli ve daha parlak bir istik bal gösterdiğim için pek memnu num.
Fakat ben de bu sevimli herifin güzel gözlerini ve elmas dişlerini ve güler yüzünü bu sabah göremediğim için pek mahzun oldum ve daha şim diden mütehassırım. Fakat yine memnunum, çünki yalnız Nazif’te ümidim kaldı. Karakteri sağlam ol duğu için inanıyoruz ki, çalışacak ve işinde muvaffak olacaktır.”
XIV
Romanya’nın “ Dacia” vapuru Galata rıhtımına yanaştıktan saat lerce sonra, Nazif vapurdan çıkabil miş ve biz ancak akşam geç vakit evimize gelebilmiştik.
O sıralarda Beşiktaş’ta, Yıldız Caddesinde bir apartman dairesin de oturuyorduk. Nazif de bizimle kalacaktı. İstanbul Üniversitesi’ne girebilmek için hemen teşebbüse geçti. Bu müddet zarfında da ken dini yeni çevresine çabucak sevdir di ve dost kazandı.
İstanbul’daki Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’na girebilmesi için ya pılması lâzım gelen resmî muamele leri için, eski dostlardan yardım gör dü. Yeni Türkçe için kendini hazır
ladı ve imtihana girerek kazandı. Her türlü resmî muameleler tamam lanınca İstanbul Yüksek Ticaret ve İktisat Okulu’na girebilme hakkını resmen kazandı. Bütün bu hazırlık lar yapılırken aradan aylar geçtiği için, Nazif o yıl eğitimine başlaya- mamış, gelecek yılı beklemişti.
Nazif’in gelişi ile yaşantımız da ha canlı ve neşeli olmuştu. Babam la mektuplaşmalarımız devam edi yor ve herşey hakkında ayrıntılı ola rak yazıyordum babama.
O sıralarda Kıbrıs’ta oturan ba bamın eski dostu İsmail Hikmet bey (Ertaylan) babamı ve annemi Kıb rıs’a davet ediyor ve babam oradan yazdığı mektubunda:
“ ...B iz yirmi iki gündür Kıbrıs’ ta Lefkoşe şehrinde dostumuz Hik met beylerde misafiriz. Hikmet bey buranın Türk Lisesi müdürü olmuş, hanımı da Kız Okulu Müdiresi. Ki rası ayda üç İngiliz lirası güzel bir evde oturuyorlar. Ben burada şiir lerimin büyük kısmım bastırıyorum. Şimdilik bir (popular edition) yapı yoruz, ucuz olacak, çünki paramız yok. Sonra, pek temiz kâğıt ile re simli ve süslü bastıracağız.
Bakalım Kıbrıs’tan Cunya’ya ne vakit avdet edebileceğiz, bilmiyoruz. Her halde çok kalmıyacağız. Elham dülillah annenin de, benim de key fimiz iyidir.”
O günlerde, gazetelerin birinde babamın öldüğüne dair bir havadis
çıkmış. Abdülhak Hamit bey de doğru olup olmadığını anlamak için evime kadar gelmek zahmetinde bu lunmuştu. Beni görür görmez, “ Ba ban nasıl?” diye sormuş ve ben bu rivayetten habersiz, biraz da hayret le, “ İyidir efendim, mektup aldım, keyfi iyi imiş” diye cevap verdikten sonra, “ Bir şey mi var Beyefendi?” diye sorunca: “ Hayır, merak ettim” demişti. Sonra da mesele anlaşılmış tı, hakikaten gazete böyle bir şey yazmış, fakat benim haberim olma mıştı. Bunu babama yazdığım za man:
" ... Siz bizim sıhhatimiz hakkın da ne işitirseniz inanıp da keder et meyiniz. Her ne olursa biz size doğ rusunu yazarız. Benim kalbim yir mi yaşında sağlam bir adamın kal bi gibidir.
Hekimler öyle diyor. Mîdem de taşı eritir. Merak etmeyin, öyle an sızın ölecek bir halde değilim. An nen de öyle; yalnız kaza olursa baş ka. Ondan sonra ölüm Allah’ın em ridir. Biz korkmuyoruz, gayet basit ve tertipli yaşıyoruz. Yapacağımız da bundan ibarettir.”
Kıbrıs’tan avdet ettikten sonra ilk mektubunda:
“ ... Hakikatli dostum İsmail Hik met beyin evinde iki ay kadar misâ- fir kaldıktan ve bir büyük İtalyan vapuru ile üç gün iki gece denizde sefer ettikten sonra Cunya’ya avdet ettik. Şiirlerimin bastırılması işi ile
Rıza Tevfik sürgünde Am m an’dan Akabe’ye giderken. Ortada Rıza Tevfik, sağda beyaz elbiseli Sadaret Müsteşarı Arif Bey, solunda Maan Mutasarrıfı. Arabanın arkasında ise Rıza Tevfik’in oğlu Sait bey kumları- temizliyor...
?ıza Tevfik
Hikmet bey alâkadar olacaktır.” 1934 yılının baharında babam ve annem geziye çıkıyorlar. Evvelâ Emir Abdullah’ı ziyarete gittiklerin de üç hafta alakonulduktan sonra, bir hafta da Kudüs’te kalıp Cunya’- ya avdet ediyorlar. Nereye giderler se, “ Güzel Cunya” dedikleri bu şi rin yeri özlüyorlar ve bir an evvel av det etmeyi arzuluyorlar.
Ağustos sonlarında Said ve Ame rikalı eşi Janet’in, Cunya’ya baba mı ve annemi ziyarete geleceklerini haber almıştım.
Said ve eşinin Cunya’da kaldığı beş ay zarfında babamdan mektup almamış, onun yerine birlikte çıkart tıkları bir resim almıştım. Babamla kaldıkları sürece çok meşgul olduk larından, her gün alışverişe çıktık larından, denize girdiklerinden, ev de yemek hazırlamak ve sonra Cun ya ve Beyrut’un görülecek yerlerini gezdirmekten mektup yazmağa va kit bulamadıklarını babam bana sonra yazacaktı.
Said ve Janet Amerika’ya dön dükten sonra babam yazılarına ve konferanslarına başlıyor:
1935 yılı Şubat’ında Beyrut Ame rikan Üniversitesi’nde Terbiye-i Be deniye hakkında bir konferans ve riyor ve çok beğeniliyor babam. Yazdığı diğer bir mektubunda:
“ ... Yavaş yavaş ihtiyarlamışız da haberimiz olmamış. Arasıra hasta lıklar bizi rahatsız ediyor. Maamâ- fih, midemiz çok daha rahat ve key fimiz çok daha iyidir, çünki ara sı ra bulgur pilavı ve patlıcan salatası ve çiğ zeytin yağ ile yoğurt yemek ten utanmıyoruz. Bilâkis Avrupa' nın en meşhur doktorları bu yemek lerin herşeyden daha mugaddi oldu ğunu ispat ediyorlar ve bizim tecrü bemize göre bu iddialar pek doğru çıkıyor. -Avam gibi siyah ekmek yi yiniz. Ispanak ve havuç ve sebze yi yiniz, günde iki kahve kaşığından zi yade şeker yemeyiniz, mümkünse iyi kötü fakat olgun yemiş yiyiniz, ha mur, yoğurt ve yumurta yiyiniz- di ye bağırıp duruyorlar.
Biz onların sözü ile hareket etti ğimizden beri fevkalâde faide gör dük ve sıhhatimizi tamamen ıslah et tik. Sen böyle yapmalısın (Natura- liste) usulüne göre yaşamalısın. Na fiz sana bu usulü anlatır, sen de mi de rahatsızlığından kurtulursun.
Hele Rıza’yı katiyen nâzik alıştır ma, sonra hiçbir rahatsızlığa muka vemet edemez. Buradaki tecrübele rimizi ve halk çocuklarının tarz-ı maişetini tetebbü ettim, sonra bu usulü bir buçuk senedir kendi evi mizde tatbik ettik ve istifade ettik.
Bunu da bir meşhur Fransız dokto runun çıkarmakta olduğu haftalık mecmuadan öğrendik. Bu adamın ismi Dr. Durville’dır ve dünyayı hayretlere bırakacak kadar hıfz-ı sıhhat usulünü değiştirdi. Bu dok torun yazılarını görseniz çok iyi olurdu.”
O yılın 23 Aralık’ta çekilmiş bir resmini göndermişti. Üzerinde siyah paltosu, başı açık olarak, yalısının geniş balkonunda, sırtını Lübnan dağlarına vermiş. Pamuk gibi beyaz uzun sakalı rüzgârın etkisi ile göğ sünün üzerinde dağınık bir halde; zeki bakışlı gözlerini Akdeniz’in ni hayetsiz ufuklarına dikmiş çok hey betli bir duruşu var. En çok sevdi ğim bu resmin arkasında şu satırlar var:
“ ... Sevgili Munise kızım. Unut ma. Sen burada iken bizim büyük balkondan Cunya dağlarının bu dil ber ve emsalsiz manzarasını çok de fa büyük bir neşe ile temaşa etmiş tik.
Yine unutma, hatırla. İnşallah yi ne gelir biraz dinlenirsiniz.”
Yine aynı yılın sonlarında yazdı ğı mektubunda, her gün postahane- ye uğradıklarını, bizlerden ve Ame rika’daki kardeşlerimden mektup buldukları zaman çok sevindikleri ni yazarak devam ediyor:
“ ... Filhakika biz buralarda çok yalnızlık sıkıntısı çekiyoruz ve sev diklerimizden haber alırsak zihni mizde biraz değişiklik, biraz kımıl dama ve yeni haberler almak gibi hareketler hasıl oluyor ve bizi oya lıyor. Çünki burasının manzarası başka tarafların manzarasına nisbet- le çok güzel ve havası pek lâtif ve mutedil olmakla beraber pek mono ton olduğu gibi eski dostlardan baş ka, hiç bizimle ciddi görüşecek kim secik yok diyebilirim. Tabiî herkes bizi tanıyor, iyi biliyor ve hürmet ediyor ve çok uslu ve iyi adamlar az değil, lâkin hepsi de tam mânâsile köylü ve çiftçi tipde adamlardır ki, bulgurdan, mercümekten başka dü şündükleri ve konuştukları yoktur. “ Well to do” ve hali vakti yerinde olanlar da onlardan farklı değil, çünki vaktile Amerika’ya gidip yi ne hammallık veya bakkallık ile bir kaç bin dolar kazanmış ve buralara avdet ettikten sonra ev b p k , bağ bahçe ve akaret edinmiş köylülerdir.
Dağlarda entellektüel kimseler yok değil, fakat çok nâdirdir ve ek serisi yine Amerika’da yaşamayı ter cih eder.
Onun için “ Society” miz yok ve candan konuşup biraz dertleşecek, biraz da hoş sohbet edecek, zevki
mize uygun ahbap olacak kimse yok.
Ben arasıra köy hayatını tecrübe etmekten hoşlanırım, fakat köylü lüğü hiç sevmem. Onun için bura ya ilk defa olarak geldiğimiz zaman, lâtif manzarasından, şehre pek ya kın olan dağlarının ve kumsal, de niz kenarlarının ve engin Akdeniz’ in ve muz, portakal bahçelerile, çam ormanlarının güzelliğinden pek hoş- lanmıştık. Çünki denizden çok uzak harabe yerlerden ve kum çöllerinden gelmiştik. Burasının havasını pek yumuşak ve yaşayışını da pek ucuz bulduğumuz için hakikaten sevinmiş ve bir müddet için bahtiyar vakit ge çirmiştik.
Şimdi durgunluğundan, kimsesiz likten, işsizlikten fena halde sıkılı yoruz ve medenî, faal ve çalışkan memleketleri özlüyoruz. Lâkin bu rada biraz yerleştik, ev eşyası, kitap vesaire aldık. Artık kalkıp başka bir yere göçmek bu yaşta bize fazla güç görünüyor.
Sonra, böyle uzun seyahat mas rafları yapacak tâkatımız yok. Te kaüt maaşımızdan başka bir varida tımız yok ve bu memleketlerde yazı yazmak ile, fikir beyan etmekle on para kazanmak mümkün değildir.”
1936 yılında babamdan ancak iki mektup alabilmiştim. Sebebinin bir çok acele yazılarını ve işlerini tesvi ye ile meşgul olduğunu yazarak ba zı havadisler veriyordu.
O yılın Mayıs başında yazdığı mektubunda:
“ ... Buraya, Çürüksulu Ahmet Paşa’nın kerimesi Belkıs hanım bi zi ziyarete geldi. Çok sevindik. Bir de muharebede kolunu kaybetmiş ve vücudu harab olmuş Miralay ismet bey geldi. Başvekil İsmet Paşa’nm adamı imiş. Şömendüferler idaresin de âzâ imiş. Geldi, beni gördü. Be nim eski arkadaşlarımdan biri idi. Pek memnun oldum.
Şimdilik bu kadar yazıyorum, çünki işim var.”
Aynı mektubunda, Oxford Üni versitesi’nde eğitim gören kızları ile Londra’da bulunan Ammân Başve kili Hasan Halit Paşa ve eşinin, an nem ile babamı Londra’ya davet et tiklerini de bildiriyordu.
Seyahate karar verince Cunya’da- ki yalıyı terk ederek eşyalarını bir başka dost evinde kiraladıkları iki odaya yerleştirip anahtarı Necip be ye emanet ediyorlar. Bir iki bavul ile Beyrut rıhtımından bir büyük İtal yan vapuru ile -ismini yazmamış- hareket ediyorlar.
Sürecek
56 • 56