"NE MEMURLAR MAÁ$ AlABÜiYOP, NE DE ASKERLER,,
Y IL
Ö N C E
1885’de
İstanbul
sözüyle
m
E
Paris'te okumuş aydın bir Türk subayı ile konuş
tum. Sekiz ayda ancak iki aylık maaş çıkıyormuş.
Şükür ki açıktan pirinç, et, kahve, ekmek, hattâ
kumaş veriyorlarmış kendilerine. Subay, «Bunlar
da olmasa dilenmekten başka çaremiz kalmaya*
da olmasa perişan olacağız» diyor...
B
ELÇİKALI iktisatçı Emile de Laıveleye 1885 lerde Edirne’yi anlat maya devam ederken söyle diyor:«... Eski anıtlar fevkalâde az burada. En çok dikkatimi çeken de sermaye birikimiy le büyük işyerlerinin bulun mayışı oldu. Aslında ıssız bir bölge Edim e. Her şey öyle sine yakılıp, yıkılıp yok edil miş ki.. Buradan 112 kilo metrelik bir yol ayrılıyor De- deağaca. Dedeağaç bütün Rumelinin en önemli limanı. Hububat ihraç ediliyor bu limandan. Hattâ Fransa’ya bile şarap ihraç edildiğine rastladım. İstasyonlarda üs tüne Bordeaux damgası vu rulmuş bir çok boş şarap fı çısı gördüm. Fransız müşte riler hiç yakınmasınlar bun dan. Rumelinin şarapları ha rika şaraplar. İstanbullu bir tacir, Aşar Vergisinin henüz ürün daha topraktayken kon duğunu söyledi. Ürünün on da biri vergi olarak hesapla- nıyormuş. Bu arada vergi memurlarıyla köylüler arasın da rüşvet, bahşiş, avanta gır la gidiyor tabii. Köylüler ver gi memuru gelinceye kadar ürünlerini kaldıramadıkların dan, memurlar da kendilerine rüşvet verilinceye kadar köy lere gitmeyi geciktiriyorlar- mış. Şayet istedikleri para verilmezse, onlar da ürünün kalkmasını önleyerek, hepsi nin tarlada çürüyüp ¿ y a n ol masına sebep oluyorlarmış. Rumelideki bir çok köylü a- yaklanmalarına bu barbar vergi düzeni yol açmış.»
Emile de Laveleve bina vergilerindeki aksaklıkları da inceden inceye açıklayarak, vergilerini ödeyemeyenlerin binalarını onarma hakkı ala madıklarım bu nedenle de, vergi borcu büyüyenlerin so nunda evlerini yıkılmaya bı raktıkları belirtiyor. Ey sa hibi — kiracı ilişkilerini de şöyle anlatıyor:
«Para ödemeyen bir kira cıyla başa çıkmak çok zor. Müslüman yargıçlar pek iyi yürekli. Özellikle fakir kira cılardan yana çıkarak ev sahiplerine «Siz mal sahibi siniz, o kadar zenginsiniz, bu zavallıyı neden dışarı atma ya kalkıyorsunuz?» diyorlar.
Evsahlpleri de para verme yen kiracılardan kurtulmak için ya damlan yıkıyor, ya kapılan çıkartıyor, evlerini oturulmaz bir duruma getiri yorlar. Buna karşılık kiracı lar da öc almak için bazan yakıveriyorlar binalan.
OsmanlI toplumunda duy gularla yasalar henüz daha pek pederâne bir aşiret dü zeyinde. Bizdeki katı «Arz-ta- lep» kaidesi katiyen çalışmı yor burada. Bir yandan insaf sız bir vergi ve rüşvet b o zukluğu ile bir yandan bu duygusallık ve çağdışı tu tum, toplumdaki tüm düzen sizliğin nedenini yaratıyor.»
ûır sevinç yaratıyor insanda. En kötü hükümetlerle yöne timler bile denizin özgürlüğü ile doğal güzelliğini bozamı yorlar.»
«Ve nihayet işte Küçükçek- tnece. Artık tam anlamıyla «Şark»tayız. Üstünde leylek yuvalarının hafif hafif sallan dığı iri çınar ağaçlarının ak şam güneşiyle uzayan gölge leri altında, tahta parmaklık lı balkonlarıyla bir Türk evi görünüyor ilerde.
Yeşilköy’de indim. Beni bekleyen yakın dostlarımdan bir aileye misafir oldum bu rada. Trenle her gün bir sa atte İstanbul’a inmek müm kün buradan. Yeşilköy’ün Türkiye’ye benzeyen hiçbir yönü yok. İnsan kendisini burada Napoli körfezini süs leyen sayfiye köylerinden bi rinde sanıyor. Deniz kıyısın da sıralanan beyaz beyaz ev lerde ya Rum balıkçılar, ya yabancılar oturuyorlar. İran Büyükelçisine ait cici bir vil lâya yerleştim. Çiçek açmış nar ağaçlarıyla, dalları kiraz larla yüklü kiraz ağaçlarının gölgeleri düşüyor pencerele rime...»
I
stanbul
kuruluşunu, sanatla tekniğin yarışmasından ortaya çıkmış halka ait her çeşit anıtların yükselişini görüyoruz. Her yer kiliselerle, müzelerle, ü- niversitelerle, enstitülerle, sa raylarla, parlâmentolarla do nanıyor. Burada, bir gün uy gar dünyanın merkezi olaca ğı sanılan bu harikulâde gü zel başkentte ise. tam bir se faletin ortasına düşmüş bu lunuyorum. Bütün eski anıt lar yıkılıp gidiyor. Evler ha
çık mavi ve altın mozaikten yazılmış o dokunaklı sözlerin bile artık hiç bir anlamı kal mamıştır:
Aç besmeleyle iç suyu Han
Ahmed’e eyle dua» 1885 İstanbul kıyafetleri..
DÜZENİN TENKİDİ
Yazar eski Bizans sarnıç larım, İstanbul’un eski su
tanbul’a gelsinler. Ne me murlar maaş alabiliyor, hat tâ ne de askerler. Taşradan gelen paralar, dış borçlara gidiyor hemen. Bakanlıklar ağlaya inleye şikâyetlerini an latmaya gelen kadın erkek
im'—
iıiıiBiı—ıa mı... ıu
ıımı »wMaatifcr.amaggDEDEAĞAÇ BÜTÜN RUMELİ'NİN EN ÖNEMLİ LİMANI.
HUBUBAT İHRAÇ EDİLİYOR BURADAN. HATTÂ FRAN
SA'YA BİLE ŞARAP İHRAÇ EDİLDİĞİNİ GÖRDÜM. İS
TASYONLARDA ÜSTÜNDE BORDEAUX DAMGASI V U
RULMUŞ BİRÇOK ŞARAP FIÇISI GÖRDÜM. FRANSIZLAR
HİÇ YAKINMASIN BUNDAN. RUMELİNİN ŞARAPLARI
HARİKADIR...
rabeye dönüyor. İnsanlar aç lıktan ölüyor. Başkentiyle de. taşrasıyla da her taraf tam bir çöküntü ve çaresizlik i- çinde. Bütün tarihçilerin kendi kendilerine düşünüp çözmeleri gereken asıl sorun şu:
Devletlerin kalkınıp batma sına yol açan gerçek sebepler nedir?»
yollarını inceledikten sonra şöyle diyor:
«... Şimdi bunların hepsi bozulup kurumuş, hattâ içle rine topraklar dolmuş. İstan bul susuzluktan kırılıyor, ne içecek su var, ne abdest ala cak su, ne de yangınları sön dürmeye yetecek su...»
Yazar uzun uzun İstanbul’ un güzelliklerini anlattıktan sonra şöyle diyor:
«... İstanbul’da görüp duy duğum her şey üstümde pek hazin bir etki bıraktı. İrice cifeleşmiş olan Türk yöneti minin her tarafta yarattığı zarar ve ziyanları seyretmek gerçekten kanımı oynattı. Nereye baksam derin bir acı ma duygusu kaplıyor içimi. Böylesine soylu, yetenekli, yaratıcı bir millet çüriiye çü- rüye ölüp gidiyor İşte. Bütün Avruoa’da genel ve mucizevi bir kalkınmanın örneklerini gördükçe, bunu, halkların ta rihsel gelişimine bağlıyorduk. Kolonya’da, Ren boylarında, Wurzbourg’da, özellikle Viya- na’da. şâhâne bulvarların a- çılışını, yepyeni şık rahat efvlerie m odem mahallelerin
«Surlar boyunca kovukla rın, oyukların, yıkıntıların içine sığınmaya çalışan evsiz barksız binlerce zavallı aile bulunuyor. Bunlar kırlangıç yuvaları gibi çalıçırpıdan ka pı, pencere falan yapmaya kalkıyorlar kendilerine. Ço cuklar anadan doğma çıplak ve kadınlar paçavralar için de. Türk aileleri düşe düşe bu durumlara kadar düşmüş ler işte...»
Arkasından Abdülhamit’in yaptırmakta olduğu yeni sa rayların zevksizliğini, malze- yor ve Padişahın san renkli kışlalar arasmda Yıldız’da korku içinde oturmakta ol duğunu, cuma günleri hangi camiye gideceğinin dahi ön ceden açıklanmadığını belir tiyor. Ve şunları ekliyor:
«Bâbâlinin hemen yanında ki o canım Sultan Ahmet çeşmesi, öyle susuz kuruyup kalmış. Damı da delik deşik. Yağmurlarla karlar akıp du ruyor içine. Şark mimarisi nin bu bulunmaz incisi de yıkılıp gidecek herhalde so nunda. Çeşmenin üstünde a
«... Paris’te okumuş, aydın bir Türk subayıyla konuş tum. Sekiz ayda ancak iki aylık maaş çıkıyormuş. Şü kür ki açıktan pirinç, et, kah ve ekmek, hattâ kumaş ve- riyorlarmış kendilerine. Su- melerinin kötülüğünü anlatı- bay, bunlar da olmasa peri şan olacağız, diyor.»
Ve yazar devam ediyor: «... İktisadi bir krizin in sanlara neye mal olduğunu anlamak isteyenler hemen
Is-uygarlığına özendikçe büsbü tün batıyorlar. Çünkü mese lenin mekanizmasını kavra yamıyorlar. Aslmda bütün ül keye özgürlük tanınsa ve halk yığınları çalışmalarının so nuçlarını kendi ellerinde gö- rebilseler, İmparatorluk pe kâlâ kurtulur ve kalkınır. Böylece Beyoğlu tefecilerine de muhtaç olmaz sultanlar.
Emile de Laveleye’in 1885’- de OsmanlI İmparatorluğu hakkında yazdığı izlenim ve incelemeler şöyle bitiyor:
E&İ kalabalıklarıyla dolu. Times gazetesinin muhabiri özel bir konuşma olanağı buldu Sul tan Abdülhamit’le. Muhabire göre padişah aslmda akıllı bir adam ve daha iyisi, an latılanları can kulağıyla din lemeye ve elinden geleni yap maya hazır. Ve muhabir Türkiye’yi bu duruma düşü ren beş değişik neden sıra lıyor: Rüşvet, maaşların öde- nemeyişi, kadın düşkünlüğü, vakıflar, yolların olmayışı, dış borçlar ve Avrupanın kö tü niyetleri...»
Belçikalı yazar bir de «Adamsendecilikten» yakmı yor. Ve bir batılı düşünürün Türkiye’yi şöyle özetlediğini belirtiyor: «Bir Tanrı vardır, ve her İş daima yarma bıra kılır.» Sonra da çeşitli ör nekler sıralıyor bunu doğru layan. Bir de o devrin malî ve İktisadi analizini yapıyor. Ve batının Türkiye’yi nasıl sömürdüğünü rakam rakam ortaya döküyor. Ona göre Türkler «Fazilet ve iyi niyet» kavramından kurtulup, bu kavramları Batıda olduğu gi bi sağlam yasalar ve kont rollerle bir sisteme bağlama mışlar. Bu nedenle de batı
«Dikkat edin. OsmanlI İm paratorluğunun çökmesi çok derin olaylara yol açacaktır. İmparatorluğun gerilemesi 1683’te Viyana kapılan önün de başladı ve bugüne kadar da bir türlü durmadı bu ge- rileyiş. Sırasıyla Türkiye, Ma caristan’ı, Transillanya’yı, Hır vatistan’ı, Basarabya’yı, Sır bistan’ı, Yunanistan’ı, Mol davya’yı, Bosna’yı, Bulgaris tan’ı, Rumeli’yi Teselya’yı Cezayir’i, Tunus’u, Kıbrıs’ı kaybetti. Şimdi ise, «Padişa hın egemenliği altında geçici işgal» sistemiyle —Ne buluş— her bölgeye İmparatorluk farkına bile varmadan el konmakta. Vaktiyle Guizot’- nun dediği, şimdi de M. Gla dstone ile Lord Salisbury’nin açık açık belirttiği gibi, Bâ- bıâli, eyaletlerini daha anla yışlı bir yönetime kavuştura- mazsa, bunların hepsini tek tek kaybedecek, Sultan’ın kendisi de Anadolu’ya çekil mek zorunda kalacaktır. Ve böylece vaktiyle Yunanlıların ileri sürdüğü bir ülkü ger çekleşmiş olacak yani bir Balkan Konfederasyonu ku rulacak, İstanbul da açık ve serbest liman durumuna so kulacaktır.»
--- Y A R IN
:---Gérard do Nerval'ln
İstanbul anıları
İSTANBUL'A GELİŞ
Belçikalı iktisatçı yazar, Edirne’den İstanbul’a gelir ken gördüklerini de ince in ce sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor:
«Hadımköyüne doğru ara zi kireçli, çorak ve kuru bir görüntüye bürünüyor. Bitki örtüsü iyice fakirleşiyor. Ye ni inşa edilmiş bir kışlanın çevresiyle istasyonda asker lerin gezindiklerini gördüm. Halleri perişandı. Üniforma ları yırtık, lekeli, parça par ça ve öylesine tozlu ve yağ lıydı ki mavi renkleri, gri ya hut siyaha dönüşmüştü. Pan tolonlarının paçaları tirfillesı- mişti. Diz kapaklarıyla arka lan yırtıktı. Buralardan iç çamaşırlan görünüyordu. Ço ğunun ayağı çıplaktı, bazıla rında çarık vardı. Sadece su baylar ayakkabılıydılar. Ama onların da ünlformalan he men hemen aynı derecede berbattı. Bu militarist za manda, köylülerin açlıktan öldükleri bazı ülkeler de da hil, hiçbir yerde ordu bu kadar ihmal edilmiş değildir. Demek ki sefalet ve fakirlik korkunçtan da daha korkunç buralarda. İyi giyimli seçkin iki dizi askerin ortasında her cuma camiye giden pa dişah, herhalde ordularının ne kadar acıklı ve zavallı bir durumda bulunduğunun pek Tarlanda değil.
Nihayet uzaktan Marmara göründü. Günler ve günler boyu sadece kimsesiz sarım sı ovalan seyrettikten sonra, beyaz yelkenlilerle noktalan mış duru mavi bir denizle karşılaşmak, içten kaynayan
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi