19 KASIM 1995 PAZAR ______ __________________________________________________________________ CUMHURİYET
KÜLTÜR
Yıldız Kenter, yıllardır seyircinin nabzını tutmak için ölesiye çalışıyor
Oyımcuhıkuğmşmda 50yd
► Yıldız Kenter kadar uzun bir süre boyunca sahnede
kalıp da bir sezon bile atlamaksızın rolden role
bürünen bir-başka ‘yıldız’ sanatçımız yok. Sahne
görüntüsünü, ses kullanımını, jest inceliklerini,
hareket ustalığını böylesine uzun bir süre
koruyabilmiş, kısacası tiyatroculuk uğraşına kendisini
böylesine disiplinli bir yaklaşımla, böylesine sürekli
olarak adayabilmiş bir başka sanatçımız yok...
AYŞEGÜL YÜKSEL_________ ________
Son oyıırnı “Lütfen Kızımla Evlenir misiniz "de Yıldız Kenter7seyrediyorum. Muzaffer Izgii 'niin, usta işi
söyleşinılerle bezediği, ama olaylar dizisinin biçimlendirilmesi açısından pek de usta işi olmayan bu duygusal güldürüde yalnız beni değil, Kenter
Tiyatrosu 'inin Ankara turnesi boyunca scdonıı hınca hınç dolduran öteki seyircileri de nevin etkilediğini çözmeye çalışıyorum bir yandan. Yapımın çeşitli özellikleri rahatsız edici geliyor.
Yeterince hareketsiz, aynı anında da duygusal olan oyunu daha da hareketsiz ve duygusal kılmak için bir dolu şarkıyla donatmak kimin aklına gelmiş, amaç “müzikal”yapmaksa şarkılar neden sahneyle seyirci arasına bir yadırgatma etkeni gibi giriveren bant
kaydı yoluyla sunuluyor, Osman Şengezer 'in çiçek yüklü dekorundaki çiçekler neden annenin düşlerle bezeli iç dünyasını yansıtmaktan uzak, Kadriye Kenter'in “hayalci ”
annesinden bıkıp usandığı iyice arılaşılıyor da annesini gerçekten serdiği neden yalnızca sözlerin aracılığıyla ortaya çıkıyor?
Yine de baştan sona sahnedeki olaya
kapılıp gidiyoruz. Çünkü anneyi Yıldız Kenter oynuyor; yazarın metniyle ve rolüyle kurduğu iletişim, seyirciyle kurduğu iletişimle bütünleşince, tiyatro tadı dediğimiz olgu ortaya çıkıyor.
Tiyatro tadı almadan izlediğimiz pek çok tiyatro olayını, ilettiği düşüncenin yerindeliği ya da sahnelemedeki bir iki incelik ya da birkaç teknik buluş nedeniyle benimseyebiliyoruz belki. Ancak oyuncuyla seyirci arasında kurulması gereken
elektriklenmeden çoğu yapımda yoksun kaldığımız gerçeğini gözardı edemiyoruz. Yıldız Kenter gibi “sahne sempatisi "ne sahip
bir dolu “yıld ız” sanatçımız var kuşkusuz.
Ancak Yıldız Kenter kadar uzun bir süre boyunca sahnede kalıp da bir sezon bile atlamaksızın nüden mle biiriinen bir başka “yıldız "
sanatçımız yok. Sahne görüntüsünü, ses kullanımını, jest inceliklerini, hareket ustalığını böylesine ıızıırı bir süre koruyabilmiş, kısacası
tiyatroculuk uğraşına kendisini böylesine disiplinli bir yaklaşımla, böylesine sürekli olarak adayabilmiş bir başka sanatçımız yok...
7
ıldız Kemer'in, konservatuvara öğrenci olarak girdiği 1944 yılında başlayan oyunculuk uğraşı 50 yıldır sürüyor. Yıldız Kenter, sahnede 50yıldır pekiştirdiği oyuncu kişi zindeliğini sürdürüyor. Ne suflöre
gereksinimi var, ne replik atlıyor, ne tonlamalarında kaymalar oluyor ne de vurgulamalarında bir aksama.
Bedenini, bakışlarını, duruşlarını, sesini konservatuvarın “yüksek devne”sinden sınıf atlayarak mezun olduğu 1948 yılındaki genç
enerjisinden hiçbir şey yitirmeksizin şaşmaz bir disiplinle denetim altında tutabiliyor. Deneyimsiz olduğu yıllarda seyirciyi etkileme yolunda yalnızca gördüğü eğitime ve
yeteneğine dayanıyordu kuşkusuz. Ve ölesiye çalışıyordu. Şimdi ise seyircinin nabzını kolayca elinde tutabiliyor. Ama bunun için de yine ölesiye çalışıyor. Ünlerini televizyon yoluyla da pekiştirmiş nice yetenekli ve deneyimli “ yıldızım ızın “ölesiye” çalışmadıkları, “popüler” olmanın getirdiği rahatlığa sığındıkları zaman
zaman hem ekranlarda hem de sahnede yansıyor. Üstelik hiçbiri Yıldız Kenter’in bedensel açıdan da korumuş olduğu formu tutturma çabasında değil. İşte Yıldız Kenter’i başka “yıldızlardan farklı kılan kimi özellikler...
Öteki özelliklerine gelince... Yıldız Kenter pek çok meslektaşından farklı olarak sahneye profesyonel olarak ilk çıkışında ün kazanmış bir sanatçı.
1948’de Shakespeare’in “Onikinci Gece”sindeki Olivia rolüyle başlayan yükselişi 1956’da Abdülhak Hamit’in
“Finten”indeki başansı ve hiç
de önemli bir oyun olmamasına karşın
Ladislau Fedor’un “Çöl Faresi”ndeki
unutulmaz yorumuyla perçiıılenmişti. Dramatik (benzetmeci) biçemdeki yorum ustalığıyla komik ve trajik duyarlığı en karmaşık boyutlarda yakalayabiliyor, seyirciye
iletebiliyordu. “Muhsin Hoca”sının sözüne uyarak Müşfik kardeşini de yanına alıp İstanbul’da özel
tiyatroculuğa soyunmasaydı geleceği ne olurdu kestirmesi bir bakıma zor, bir bakıma kolay.
Her şeyden önce, şu anda Devlet Tiyatrolarından emekli edilmiş olurdu sahnelerimizin en “kondisyonlu” sanatçılarından biri olmasına karşın. Dahası, belki yıllarca kendisine uygun rol bekleyip, yeterince sahneye çıkamadığı için çoktan formunu yitirecekti. (“Tiyatroda rolün küçüğü
büyüğü yoktur” sözü
sahnede yeterince pişmemiş genç aktörler içindir, sahneye ilk çıkışında
“biiyükler”arasma
girebilen yetenekler için değil. Yeteneğini ve becerilerini köklü bir biçimde kanıtlayan bir sanatçı artık doğal
i olarak başrollere O soyunacaktır. Devlet Tiyatrolarının kimi yıldızlarına pek de hakça davrandığı söylenemez. İşte
Macide Tanır, işte Maral Üner, işte İşık Yencrsu... Çeşitli
nedenlerle en parlak dönemlerinde hak ettikleri başrollere yeterince sık kavuşabildiler mi? Bir sanatçı için yaşam çok hızlı geçer, bir bakarsınız, oynamayı özlediğiniz roller için # yeterince genç değilsinizdir artık...
Yıldız Kenter’in, 1959/60 döneminde İstanbul’a gelerek özel tiyatroculuk eylemine girmekle sanatını kısa sürede doruğa götürecek doğru bir seçim yaptığı söylenebilir. Böylece
seyircisiyle çok yoğun bir iletişim içine girebilmişti. Kenter
kardeşler İstanbul’daki ilk tiyatro dönemini noktaladıklarında seyircinin gönlünde taht kurmuşlardı bile. Yıldız da Müşfik de oynadığı rollere
birini kazandırmıştır bana. Çoğunlukla
AST dışında “özel tiyatro” bilmeyen,
tiyatro yoluyla iletilen düşünceye tiyatro olayından daha çok önem veren öğrencilerin benim de ilk kez
izleyeceğim bu oyuna ilgi
göstereceklerini pek sanmıyordum. Herhalde eğitim dili İngilizce olduğu için seçilmişti ODTÜ. (Oyun İngilizce olarak sergileniyordu.) Talat Sait Halman’ııı olağanüstü çevirisiyle bütünleşerek olağanüstü bir İngilizce yorum sunan Yıldız Kenter’in bir saati aşan -perde arasız- gösterisini soluk alamadan izleyen gençlerin oyun bittiğinde gösterdiği tepkiyi yaşamım boyunca unutmam olanaksız. 1980’li yıllarda oyuncuları ayakta alkışlama modası yoktu henüz. Ama bir salon
dolusu genç, başka herhangi bir hareket duygularını dile getirmede yetersiz kalacağı için bir anda ayağa fırladı. Alkışın hiç kesiksiz on beş dakika sürdüğünü anımsıyorum. Gençler, olaylar dizisine dayalı
olmadığı için merak öğesi de taşımayan bu “oyuncu ovunu”nda, Yıldız Kenter’in
oyuncu kişi erdemlerini (zengin oyuncu kişi duyarlığını, sahnedeki çevikliğini, hareketlerindeki inceliği, rolden role geçişindeki hüneri, sesindeki mimiklerindeki hızlı değişimleri, şaşmaz oyunculuk temposunu, en önemlisi de oyunculuğunu yansıtan tüm görsel/işitsel olanaklarını hiç çaba harcamıyormuşçasına nasıl denetim altında tuttuğunu) gözlemleyip değerlendirmişler ve böylesi bir ustalıkla daha önce karşılaşmadıkları sonucuna varmışlardı.
Yıldız Kenter’i üçüncü kuşak seyircisi bağlamında yeni bir görev bekliyor şimdi. Onları dramatik tiyatronun başyapıtlarıyla buluşturmak. Büyük yazarların yarattığı büyük karakterlerin sahnede yetkinlikle nasıl
canlandınlabileceğini göstermek onlara. Büyük oyunları bir kez daha büyük kılmak sahnede...
Tiyatro “özel” olsa bile “devlet
sanntçısı”ııa düşen bir görev...
kendi damgalarını vuruyorlardı. John
Osborne’un “Öfke”sinde
Jimmy’yi ancak Müşfik oynayabilirdi, Allison’u da Yıldız... (Aradan onca yıl geçti, ama “ Öfke”
“olay”ına, Kenterler’i
izleyebilmiş olanlar dışında kimse tanık olamadı.) Melih Cevdet
Anday’m “Mikado’nun Çöpleri” oyununu daha ilk
sahnelenişinde başyapıtlaştıran yine Y ıldız ve Müşfik’tir. (Mart ayında İstanbul’da düzenlenen Melih Cevdet Anday Gecesi’nde
oyundan bir bölüm sunduklarında, sanki aradan otuz yıl geçmemiş gibi geldi; artık Anday’ın Kadın ve Erkek’iııden epeyce yaşlıydılar, ama oyundaki kişiler onlardı...) Genco
Erkal’ın sahne düzeniyle sergiledikleri Ionesco’nun “İskemleler” ve “Ders”
oyunlarındaki yorumları da hiçbir zaman aşılamadı. Yıldız Kenter, aynı gece sunulan bu oyunların ilkinde yüz yaşını aşmış bir kadını, ikinci oyunda ise bir lise öğrencisini canlandırarak karakterden karaktere, bir duyarlıktan bir başka duyarlığa geçmedeki ustalığını bir kez daha
kanıtlamıştı.Yıldız ve Müşfik, Edward
Albee’nin “Kim Korkar Hain Kurttan” oyununu Elizabeth Taylor - Richard Burton’lu
filmin gösterimine girmesinden birkaç yıl önce yorumladılar. Başarılı bir filmin başarılı ünlülerine karşın, tiyatrodaki yorumlarıyla belleklere yerleşen kaç sanatçımız var? Listeyi uzatmak istemiyorum. Yıldız Kenter’in 60’h yıllardaki başarılarına
tanık olanlar için
“özel” saydıkları
oyunlar farklı olabilir; benimkiler bunlar... Özel tiyatroda sergilediği yorumlarla kısa bir süre içinde
“vazgeçilmez” konuma ulaşan ve Türk
tiyatrosunun en büyükleri arasına giren Yıldız Kenter, bir yandan da dramatik oyunculuğuyla örtüşecek pek çok büyük rolden yoksun bırakıyordu kendini. Devlet Tiyatroları’da kalmış olsaydı, belki de -olur ya- bir dolu klasik ve çağdaş klasik yapıtın ölümsüz baş kişilerini canlandırabilecekti. (Ibsen’in
“Nora”sı, Strindbmerg’in “Miss Julie”si, Alexandre Dumas Fis’nin “La Dame Aux Camellias”sı, Racine’in “Phaedre”i, Bernard Shaw’un “Candida”sı, Shakespeare’in bir dolu
kadın başkişisi, Euripides’in
“Medea”sı, Lorca’nın “Yerme”si,
Pirnandello’nun “oyuncu kadın” kişileri Yıldız Kenter tarafından yorumlanmamış olabileydi keşke...) Özel tiyatroculuk uğraşı pahalı yapımları sık sık gündeme
getiremiyordu. Dahası oyunların, kısıtlı
sanatçı kadrosuna uygun düşmesi gerekiyordu. Kenterler, Çehov’u oynadılar en çok. “ M artf’da Yıldız Kenter’in neden Nina’yı oynamayı seçtiğini hep merak ettim. Onun rolü Konsutantin Treplev’iıı aktris annesi Madam Aıkadina’ydı bence; bu müthiş rol kanımca bugüne dek Türk sahnelerinde hak ettiği düzeyde
değerlendirilemedi. Yıldız Kenter genellikle hep kendi oyunculuğunu öne çıkaracak oyunlar seçtiği için eleştirilmiştir. “Yıldız” sanatçılara dayalı bir özel tiyatroda başka seçenek var mıdır? Buna karşın. Yıldız Kenter’in başrolün kendisinde olmadığı bir dolu önemli oyunda görev yaptığı da nedense gözden kaçmıştır. (Çehov ’ un “Vanya Dayı”sı nda Dadt’yı, “Üç Kızkardeş”te Olga’yı, “Üç KuruşlukOpera”da Jenny’yi oynayarak başrolleri kendisinden daha genç sanatçılara bıraktığı). Ayrıca Türk yazarlarının oyunlarını tanıtma yolunda verdiği hizmet bağlamında kimi zaman çok da yürekten bağlanmadığı rolleri üstlendiği de gözardı edilmemeli. 70’lerden bu yana
Kenterler’in oyunculuğunun
klişeleştiğinden yakınılır. Otuz beş yıllık bir özel tiyatronun yükünü
sırtlanmış olmanın getirdiği bir bedeldir bu kuşkusuz. Kenterler’in yüzünü ve sesini eskiten seyircidir; onların İstanbul’daki tüm oyunlarını ilk on yıl boyunca sürekli olarak izlemiş olan benim kuşağım ve benden bir önceki kuşak. Tiyatronun kapısından girerken yalnızca sanatsal beğenisini değil, bakın bir komşuya, akrabaya ya da dosta, konukluğa giderken yaşadığı sevinci ve sevgiyi de birlikte getiren...
Yeni kuşak ise Kenterler’in
oyunculuğunu taze bir gözle algıladı. Üstelik, Müşfik'i “Bir Garip Örlıaıı
Veli” yoluyla, Yıldız’ı da “Ben Anadolu” bağlamında ayrı ayrı tanıdı
ve ayrı ayrı değerlendirdi. Yıllanmış bir Kenterler seyircisi olarak Yıldız Kenter’i yaşamlarında ilk kez görecek olan bir salon dolusu
ODTÜ öğrencisiyle birlikte izlediğim “Ben Anadolu” eleştirmenlik uğraşımın en önemli deneyimlerinden