/kÂûd %¿f¿¿ dkı
I
Semiha henüz yatağında tem bel tembel sağa sola dönerken Güzide hanım içeri girdi.Pek he yecanlı bir hali vardı, elinde de sayfaları buruşturulmuş bir ga zete tutuyordu.
Karyolaya yaklaştı, elinde
tutmakta devam ettiği gazetede bir noktayı parmağıyla işaret e- derek bu gazeteyi yastığın kena rına bıraktı.' Sonra, hiç bir şey söylemeden, kızının yüzüne bak
maksızın geri döndü, odadan
çıktı.
Sade heyecanlı değil, biraz da darılmış gibiydi.
Semiha yatağında pek büyük bir meraka düşmeksizin doğrul du; annesinin biraz garip mizaç lı olduğunu, hiç ehemmiyet ve- rilmiyecek şeyleri mesele yaptı ğını bilirdi.
Gazeteyi yavaşça eline alarak *geçkHi~k*ebiHn işaret ettiği nok
taya baktı. Bakar bakmaz da,
kayıtsız ve tembel, yarı uykuda
halini kaybetti. İşaret edilmiş
satırları bir kere acele acele,
sonra ağır ağır, düşünceli dü şünceli okudu: Birinci okuyuşun da belki tamamen anlamamıştı da bundan dolayı bir kere daha okumuştu.
A ğır ağır, yeni harfleri bir tür lü sökemiyen y a ş * insanlar gibi dudaklarını da oyriata oynata o- kumuştu. Sonra çıplak, güzel kol larıııı yüksek ve pek genç __ya şına nisbetle de pek genç ve ku sursuz— göğsünün üzerinde bir leştirerek, gözleri dalgın, belki baktığını gürmiyerek bir kaç da kika hareketsiz kaldı.
İki kere okuduğu gazete ha- beri, ( ... mebusu ve ... ban kasında idare meclisi âzâsı A li Hayrettin Beyin, geeenin Sunde b!r ,.kalb sektesi yüzünden öl
düğünü ve cenazesinin bugün
s?ışhde, süvari karakolu karşı sındaki evinden kaldırılıp Kara- caahmet mezarlığındaki aile mak beresine gömüleceği) ni
bildiri-yordu.
E vvelki günün bir kaç saatini beraber geçirdiği A li Hayrettin Bey ölüp gitmiş, yok oluvermiş ti!..
Genç kadm gazeteyi yere, ha lının üzerine attı ve bütün bir
an gözleri kapalı kaldı. Sonra
tekrar yatmak, yeniden uykuya dalmak istedi. Yeniden uykuya dalarsa bu gazete haberiyle alt üst olan, alt üst olan değil, mah- bütün bir istikbal sanki tekrâr nizama girecek, her şey gûya yeniden eski tertibini bu lacaktı. Fakat bu his ancak bir dakika sürdü ve Semiha hafitçe içini çekerek yataktan bacakları nı sarkıttı, ayaklarına terlikle rini geçirerek kalktı, kapıyı açıp dışarıya, sofaya çıktı.
Orada annesiyle karşılaştı. Güzide Kanım uzaklaşmamıştı.
Semiha kalkıp gelmezse belki
tekrar odasına girecek ve gaze tedeki haber hakkında ondan f i kir, hattâ biraz da hesap isteye cekti: İki buçuk sene gözlerini bu netice için, bu fiyasko için yummuş değildi!
Kızm a dikkatle baktı ve belki gözlerinde bir iki damla yaş a- radı.
— Ne dersin bu ölüme? - Ne diyeyim? Allahın tak diri.
H ayli sinirli, Güzide hanım 0-
ût
— Çok şey denebilir. Ben doğ rusu hayretler içinde kaldım.
— Niye hayretler içinde kalı yorsunuz?
— Hayretler içinde kalıyorum ve aklıma türlü ihtimal geliyor!
Semiha belki kendi şüphelerini de yok etmek istiyen bir eda ile:
— Ellisini hayli geçmiş bir a- dam. Bu ölümün pek şaşılacak bir ciheti yok! dedi.
Sonrada da böyle dediğine piş man oldu: Annesi de elli altı ya şındaydı. Güzide banım biraz a- cı ve sitemli bir eda ile:
Ellisini geçkin insanların
durup dururken ölüvermeleri mi icap eder? demişti.
— İcap etmez şüphesiz. Fakat bir delikanlı olsaydı böyle ânî ölüşü daha çok hayret verirdi; değil mi?
— Yâni bu ölümde hiç bir ga rabet, hiç bir fevkalâdelik bul muyorsun?
.İçinde müphem bir tereddüt bulunsa bile Semiha en tabiî se siyle:
— Bulmuyorum, diye mukabe le etti.
//
0
'/T 2
jL :
V ?
t
¥.
Sofayı geçmiş, başka bir yatak odasına girmişlerdi. Bu, Güzide hanımın yatak odasıydı ve köş kün lodos rüzgârı alan, İstanbul tarafına bakan üç pencereli, ge niş odalarından biriydi. Semi- hanın yatak odasıyla da manza rası büyük bir tezat teşkil edi- yor> tekmil eşyası yerli yerinde olduğu gibi yatak da çoktan top
lanmış, düzefmiş bulunuyordu:
kızı ne kadar savruk ve inti zamsızsa Güzide hanım da o ka dar intizamlı ve içi tez bir Ka dındı ve Semilıanın hemen he men öğle vakitlerine kadar uyu
masına, hiç değilse yataktan
kalkmamasına mukabil annesi* hastalık mazereti müstesna, da ima pek erken kalkardı.
Güzide hanım ceviz karyolası nın sağ tarafındaki koltuğa o- turmuştu. Hep düşünceli görünü yordu. Başını pençerelere çevir di, ve sanki ilk defa gördüğü bı» şeymiş gibi, Boğazın tâ Marma- raya kadar uzayan manzarasını*
Arnavutköyünü, Vaniköyünü, tâ
Lsküdarda Şemsipaşaya kadar
Anadolu sahilini bir müddet sey re koyuldu. Sonra başını çevire rek kızına hitap etti:
— Vallah kimsenin günahını
almak istemem, iftira da ede mem. Fakat sen Hayrettin B ey le evvelki gün, öldüğü gecenin gündüzü beraberdin. Halinde en dişe verecek herhangi bir şey farkettin mi?
— Etmedim.
— Böyleyken gece ölüverişi
garip değil mi?
Semiha demin annesini mem nun etmemiş olan cümleyi başka bir şekilde, daha nazikleştirerek tekrar etti:
— Hemen hemen altmışında
bir adam, dedi.
Sonra da yavaşça, utanır gibi ilâve etti:
— Verilmiş karar da kendisi ni pek hararetlendirmişti. Gali ba biraz ihtiyatsız davrandı.
Güzide hanımın damarlarında
dolaşan Alman kanının sertliği
birden lisanına gelmişti, kelime leri tane tane ve huşunetle te lâffuz ederek dedi ki:
— İhtiyatsızlığına müsaade et memeliydin. Haydi, kararın he yecanı içinde o kendini unuttu diyelim, ya sen? Altmışlık, göbek li, dazlak kafalı bir adamın artık karısı olacağını düşünmek sevin
ciyle kendini kaybetmemiştin
ya? Herifin kalbinin pek sağlam olamıyaeağını da tahmin edebi lirdin, değil mi?
Semiha birden nefsini pek yor gun hissetti. Hayır, annesinin si temlerine cevap vermeğe, onun la belki pek uzun sürecek bir
münakaşaya girmeğe kudreti
yoktu. Hattâ kaabil olsa tek söz söylemeksizin odadan, sade bu o-
dadan değil, hattâ bu köşkten
çıkacak, Kandilli sırtlarında yap yalnız, kimseye cevap vermeğe, hesap vermeğe mecbur olmadan uzun uzun dolaşmağa gidecekti. Fakat Güzide hanım hele şimdi
buna dünyada razı olmazdı ve
yaşı otuza varmış, hattâ otuzu geçmiş olmasına rağmen Semiha hep annesinin hükmü altındaydı.
Bir sükût olmuştu. Bu sükûtu yine Güzide hanım bozdu:
— Meselenin etrafında dolat- şıp durmıyalım. acık konuşalım:
■M
Sen boşanma kararı bildirilir bil. dirilmez bu kalb sektesinden ö- lümü pek şüpheli bir şey bulmu yor musun?
Yâni bu ölümü Allahın işi saymamak, birini mesul tutmak Mı lâzım?
— Evet. — Kimi?
— Bunun kim olduğu âşikâr! Tabiîdir ki karısı.
— Bir kere Hayrının boşanma kararını karısına bildirmeğe va kit bulup bulmadığı meçhul. Bel
ki de eve dünüşünde .kendini
yorgun hissetmiş, pek sakin geç-
miyeceğinden emin olduğu bir
konuşmayı ertesi güne bırakmış tır. Hem haber vermiş olsa bile Mehlika hanımın her gün bir düşman zehirleyen .Papa Borjiya ailesi gibi gizli bir eczahanesı, bu eczahaned© de çeşit çeşit ilâçları yoktu ya?
Eski Osmanlı ordusunda mira-* laylığa kadar yükselmiş mühte- dî bir Almanın kızı olan Güzide hanımın mavi ve kırpiksiz göz lerine düşünceler dolmuştu;
— Belki sen haklısın, zavallı kadının günahına girmiş
olabili-1
'j j r f
& U H >j
U U /2-~
jifjuuuu,
A
'b L .rim. Fakat bu tesadüf de pek ga rip! diye söylendi.
O zaman Semiha yavaşça an nesinin yanından ayrılarak oda sına döndü. Pek uzaktan bir hı sımlıkları da bulunan Mehlika hanımdan elini çeken, bu kendi halinde, hattâ pısırık mahlûku (kocasını taammüden, zehirle öl dürmek) suçundan kurtaran Gü
zide hanımın kendisine
döneceği ve bu işi, yâni karısın dan ayırtıp A li Hayrettin Beye varmak işini tam iki buçuk se- nedenberi bir türlü başaramamış olduğu için kendisîhi pek acı bir
şekilde tenkide girişeceği mu
hakkaktı...
Semiha odasına dönünce tuva
letin önündeki alçak iskemleye
oturup bir dakika düşünceli, ha reketsiz kaldı, sonra birdenbire el aynasını alarak günün ışığında yüzünü uzun uzun tetkikp ko yuldu.
Yirm i yedi yaşında olduğunu söylüyordu ve otuz iki yaşın d ay _ di. On sekizinde varmış bulun duğu Cemil Mahmut isminde bir paşazadeden beş sene evvel ay rılmıştı ve nüfuzlu, itibarlı, bil
hassa zengin biriyle evlenmek
hususunda iki buçuk yıldanberi sarfettiği gayret, oynadığı sevda
komedyası tam muvaffakiyetle
neticelenmek üzereyken işte«4Rnr
bir fiyasko ile son buluyordu,
mebusu ve ... bankası idare meclisi âzâlarından A li Hayrettin Beyin bir kalb sektesi yüzünden ölerek cenazesinin rou- gün Ş iş, de, süvari karakolu kar şısında!^ evinden kaldırılacağını,
Karacaahmet mezarlığına götü
rülüp gömüleceğini) annesinin
az evvel uzattığı gazeteden oku muştu. Şu halde ne yapacaktı?
Her biri kendi sınıfına uygun koca bulan, kimi devlet düşkünü ve kimi pespaye tellâl kadınlara mı başvuracaktı? O tellâl kadın lar varabileceği kocayı temin e- dmceye kadar pek mütevazi bir hayat sürmek lâzımdı. Bütün ge lir, annesinin altı ay önce ölen kocasından yâni Semihanın baba_ sı Harun beyden bağlanmış te- kaut maaşiyle Tophanedeki iki ufak dükkânın kirasından ibaret
ti. Bununla geçinilemiyeceğine
ve Komada sefaret kâtibi olan
huçuk kardeşi • Adnandan tatlı dille yazılmış kısa mektuplar dı şında hiç bir şey beklenemiyece, gıne göre, beş on parça elmas, ıkı kürkü, para eder her şeyi bi rer birer satıp bu hayatı sürdür mek mi icap edecekti?
Yeni maceralara girmek, sa
lonlarda bir taraftan yeni bir
Hayrettin bey ararken bir taraf
tan da gizli randevu evlerine de vam etmek şüphesiz ki müm kündü.
Bunu mu yapacaktı?
Mühim bir karar vermeden,
yeni bir işe atılmadan evvel he saplarını, defterlerini tetkik e- den bir tüccar, yahut da bir ta arruz emrini vermeden önce ha ritaları dikkatle bir kere daha tetkike koyulmuş bir erkânıharp
zabiti gibi aynada yüzüne bakı yordu. Bu aynada gördüğü yüz muhakkak ki pek güzeldi. Pek tazeydi de: gözlerin yanlarında
ve altlarında, boyunda, alında
tek çizgi yoktu. Fakat birdenbi re, burnun sağ kanadının yanın dan ağzın üst kıvrımına doğru inen belli belirsiz bir çizgi far- ketti.
Gece pek rahat uyumuş, on
birde girdiği yataktan sabahleyin dokuz buçuğa doğru kalkmıştı. Bu çizgi yorgunluktan ileri gel miş olamazdı. Demek ki rou çizgi yavaş yavaş hazırlanmış ve he nüz hiç farkedilmemiş bir düş man taarruzunun ilk öncü hare ketiydi; Semihanın aldığı fena haberle, elim haberle sarsılıp sen —. delediği anda meydana çıkıver- miş bulunuyor: düşmanın, yıp- ranışın, yağlılığın kendisine kar
şı ilk zaferini teşkil ediyordu! İk i yıllık bir fasıladan sonra yeniden randevu evlerine gitmek, salonlarda rastlayacağı kimseler den bir koca, randevu evlerin den daimî bir dost temin etmeğe çalışmak... Her ikisi bulununca ya kadar da bu nisbeten müref feh, gösterişli hayatı sürdürme ğe muvaffak olmak! Genç kadın kendini birdenbire çöküp yıkıla cak ve çöküp yıkıldığı yerde ö- lümü bekliyecek, istiyecek kadar yorgun, takatsiz hissetti. Ve iri, uzun kirpikli elâ gözlerinden ar tık yaş boşandı.
Fakat boşalan bu yaşlarda bu gün denizden Anadolu tarafına
getirilecek, herhalde bir muşla
Usküdara geçirilerek uçsuz bu caksız Karacaahmedin bir köşesi ne gömülecek olan mebus ve i- daıe meclisi âzası A li Hayrettin Beye ait hiç bir hisse yoktu. Ab- dülâziz ve Abdülhamit devirleri vüke*»wwi*n Bahaeddin Paşanın torunu ve şûrayi devlet âzâb-ğından mütekait merhum Harun Beyin kızı Semiha hanım sadece kendine, kendi kaderine ağlı yordu...
/ 2 T
-Annesi merdivenleri ağır ağır çıkarken Semiha sofaya çıkmış- tı. Heyecan içinde bulunduğunu farkettirmeyen bir eda ile:
— Ne havadisler var? diye sor du.
Hayrettin Beyin ayrılma ka rarını ölümünden evvel karısına
haber vermiş 'olup olmadığını
bilmedikleri için başsağlığı dile meğe ancak Güzide Hanımın git mesi kararlaşmıştı. Eğer Mehiika her şeyi biliyorsa Güzide hanım şahsan hiç bir malûmatı bulun
madığına yeminler ederek döne cek ve tabiîdir ki artık yüz yüze gelemeyecekti. Fakat eğer kadın hiç bir şey bilmiyorsa, Güzide hanım kızının biraz rahatsız ol duğu için beraber gelemediğini söyliyerek onun namına da tazi- yette bulunacaktı: Arada bir ak. ra balık olduğu için bu ziyaretin
yapılmaması elbette uıümkiin
değildi.
K aldı ki, iki kadın da Mehlika- mn bu felâket karşısındaki vazi yetini, yahut bu ölümü bir felâ ket olarak kabul etmiş olup ol madığını bilmek için pek kuv vetli bir merak içindeydiler ve Güzide hanımı bu ziyareti yap maktan, Mehlikayı görüp halini tavrını tetkik etmekten hiç bir endişe, hiç bir korku vazgeçi- remezdi.
Gazetede haberin okunduğu
günün hemen ertesi günü geçkin kadın öğle yemeğini mutattan bi raz da erken yiyip 12 yi 40 geçe vapuriyle şehre inmiş ve Semi- hayı köşkte bırakmıştı. İlâve e- dılebdir ki, Mehiika hanıma bil dirilecek rahatsızlık haberini de adeta bir hakikat yapan bir «*ai
II
//
e -QM
' - Aiçinde bırakmıştı.
Semiha yediği darLenin tesiri- le sersemlemiş, gece hemen he men hiç uyuyamamış, sabahleyin bütün vücudunu kaplayan rair kı rık lık içinde uyanınca yataktan kalkmamayı düşünmüş, fakat bu nu da kibirine yediremediği için kalkıp giyinmişti. Yemekte he men hiç bir şey yememiş ve on dan sonraki zamanı daha ziyade uzanmış olduğu halde geçirmiş, emekli hizmetçileri Şahemdenin getirdiği ikindi kahvaltısına d a 1 el sürmeyip sade bir fincan çay içmişti. Boyuna da saate bakmış:
— Ne kadar geç kaldı! diye si nirlenmişti...
— Sana selâm söyledi. Rahat sızlığına da üzüldü.
Bunları söyledikten sonra Gü zide hanım ağır ağır ilâve et mişti:
— Çok ağlıyor zavallı. Her ge lenle bir kere ağlaşıyor. Benim
de boynuma sarılıp uzun uzun
ağladı. Yâni Hayrettin Bey k e n -' dişine bir şey bildirmeden öl-] müş. Bu muhakkak!
— İsabet! Yüz yüze gelince kendimi güç bir vaziyette, yahut' gülünç bir vaziyette hissetmem.1 Bu maceradan mağlûp çıktığımı i bilmemesi de bir tesellidir!
— Buna züğürt tesellisi denir, kızıml
Güzide hanım bunu hayli acı bir sesle söylemişti. Semiha ce vap vermedi. Şimdi içine bir de
kurt girmişti. Yoksa Hayrettin
sağ kalsa da karışma roir şey
açmağa cesaret etmiyecek, işi
yine sürüncemede mi bırakacak tı? Bu takdirde ölümün teşkil et tiği felâketin hududu daralıyor, mağlûbiyetin, iflâsın acılığı aza
lıyordu. Fakat bu şüphe hep
içinde kalacak, ondan annesine hiç bahsetmiyecekti... Şimdi Şa- hende de odaya girmiş, hanım efendinin ayakkabılarım çıkarıp
terliklerini giymesine yardım
etmiş, sonra kendisinin gelmesi üzerine sözün kesildiğini hisse
' çıkmıştı. Yalnız kaldıkları za man Semihaîıın annesi yaptığı ziyaretin intihalarını anlatmağa koyuldu:
— Şehrin dört bucağından ba şınız sağolsun demeğe gelmişler. Bütün gelenler -de matemli gö rünmek hususunda birbirlerile yarış ediyorlar. Bunların karşı sında Mehlika da tabiî iki gözü iki çeşme ağlıyor. Yoksa eminim ki bu kadar ağlayıp sızlamıya- cak! Dün içime birdenbire gi
ren şüphede ısrar etmiyorum.
Evet, bu hanım borjiyalar nes linden gelmeyen, böyle bir cina- I yeti işleyecek tıynette olmayan rair kadındır: kabul! Fakat bana hiç değilse pek büyük, öldürücü
bir matem içinde görünmedi.
Döktüğü göz yaşları miyop göz
lerinden pek rahat rahat akı
yordu. Adeta halâs yaşlarına
benzeyen yaşlar. Kocasından hiç de emin olmadığına, onun ken disine günün birinde bir tekme
atıp daha genç, zarif, arzuya
lâyık bir kadın almasından kork tuğunu bir çok kimselere söyle
yip durmaz mıydı? Şu halde
hiç bir kimseye teknrredeğil, fis ke de atamayacak hale gelme sinden niçin memnun olmasın?
Otuz yıllık kocasının ölümüne
hiç yanmadı, diyemem. Dedikleri gibi iki elim iki yanıma gelecek,
kimsenin günahım yüklenmik
istemem. Fakat yüreğinin bir
tarafı yanarken öbür tarafı da
muhakkak ki oh! diyor. Şaka
değil, bütün servetin tek miras çısı!
Güzide hanımın küçük bir mo-lMfegM.cn sonra odada yeniden bir sükût olmuştu. İkisinin de göz leri bir noktaya dikili, iki kadın düşünüyorlardı. Sanki kaçan ser vet banknot yığınları hâlinde
önlerinde yükseliyor, belki tava na kadar çıkıyordu da ona bakı yorlardı.
Şimdi Güzide hanım kuru gü
lüşüyle gülmeğe başlamıştı. *
— İster misin, karı tez vakit te kocaya varsın! Nihayet kırk sekizinde bir kadın. Fakat daha yaşlı olsa, altmışında bile olsa, o
kocaya varmayı istesin/ yoksa:
dünya kadar kısmeti çıkabilir. A z buz servetin üstüne oturmuyor!
Semiha'nın dudaklarında acı
bir tebessüm belirmişti. Güzide hanım bu acı tebessümü gördü
ve bu tebessümün acılığından
dolayı kızma merhamet edecek yerde birden hiddet içinde bo ğuldu. Ve belki artık gittikçe a- cılaşacak, gaddarlaşacak, hiç bi tip tükenmiyecek olan sitemleri nin, istihzalarının, kinayelerinin bir yenisini yaparak ilâ v e etti:
— İşi daha ciddiye alsaydım daha plânlı hareket etseydin, da ha sadık, daha âşık görünseydin bu mirası şimdi sen yiyecektin, Mehlika han/mefendiye de hava almak düşecekti. Ammiı ben ilk günden itibaren (Am an kızım, bu işi sürüncemede bırakma, demir
tavında döğülür. Herifin sana
karşı zaafının ebedî olacağı ne malûm? Henüz sevdasının ateşli devresi geçmeden karısından bu adamı a yırt!) diye kendim söyle dim, kendim işittim. Boş yere di limde tüy bitti. İşte iki buçuk se nelik bir gayret, bir fedakârlık boşboşuna gitti, havalara uçtu!
Semiha bir şey söylememeyi
tercih ederek susuyordu. Halbuki pek çok şey söyliyebilirdi. «Ba bamın hastalığına hangi para ile bakıldı? A li Rîsaî Bey gibi sade iktidariyle değil tamahkârlığıyla,
aç gözlülüğüyle de meşhur bir
doktor aylarca gün aşırı Kandilli gibi bir yere nasıl getirildi? Ba bamın ölümünden beri de ne ile geçiniyoruz? Hattâ beş on kuru şu da nasıl bir tarafa koyabildik.- Nihayet Adnan Ankaradayken kendisine her ay nasıl para yol lanabiliyordu? Bütün bunları ba
hafifçe bunadığı için farketme- rrıişti. Fakat sen her şeyi bilm i yor muydun, bilm iyor musun ki böyle konuşuyorsun?» diyebilirdi.
Eakat bu sözlerin, bu acı söz lerin hiç birini söylememeyi ter cih etti. Dün üzerinde böyle bir münakaşa neye yarardı?..
.;t.
Üç gün sonra hiç beklemedik leri ikinci bir hâdise oldu. Fa kat bu mesut bir hâdiseydi, he le daima kızından çok oğlunu sevmiş olan Güzide h'ânım için pek mesut bir hâdiseydi. Yâni bir senedenberi Roma sefaretin de kâtip olarak bulunan Adnan
Kandilliye çıkageldi. Ankaraya
pek mühim evrak gönderilmesi icap ediverdiği için sefir kendi sini yollamayı münasip görmüş. Böyle olunca da Istanbulda hiç kalmadan yoluna devam etmesi icap edermiş a m m * tEşka'Fır se beple de burada iki gün kalma sına müsaade edilmişmiş. O da işte bu sâyede sevgililerine, yâni
annesiyle kız kardeşine baskın
Semiha Hayrettin Beyin ölü münü kardeşine ilk günün akşa mı anlattı, j.dnan ablasının bu adamla mün sebetini daima bil miş, tafsilât ve teferrüat üzerin de malûmat sahibi olmamayı ah lâkî düsturlarının muhafazası na mına kâfi saymıştı. Kaldı ki, bu münasebetten evvelki zamanları,
yâni randevu evlerine devamı
bilmediğini iddia etmek de güç tü: Adnan Harun hayatın acı, pek acı zaruretlerini kabul etmek lü. zumuna inanan bir deiikaniıy- dı. Kendisinin hâriciyeye alın masında ve bugün bir büyük el çilikte üçüncü kâtipliğe yollan masında büyük tesiri görülen A - li Hayrettin beyle izdivacın her
geyi ortadan kaldıracağını, her
lekeyi sileceğini, kendi hakkında da pek hayırlı olacağını düşünür ken bu anî ölüm hakikaten tees süfe lâyık bir şeydi. Fakat her şeyi olduğu gibi kabul etmek ve sonra her dertten sıyrılmak için çareler arayıp bulmak lâzımdı. Meharet ve azimle içinden sıyrı- lmmaz dert de olamazdı. Abla sına:
Ne düşünüyorsun, ne yapa caksın? diye sordu.
Hiç bir şey düşünemiyorum,
Adnan. Sanki beynim durmuş
gibi.
— İstersen benim yanıma, Ro- maya gel de sana orada pek asıl bir marki, yahut pek zengin bir iş adamı bulalım!
Bu, ancak bir iâtifeydi ve u- fak bir kahkaha içinde söylen mişti. Halbuki, hariciye ‘memle ket dışına yolladığı memurlarına bol para* verdiğine göre Adnan Harun yıllarca yardımını gör düğü kızkardeşini pekâlâ yanına alaoilirdi, ona bakabilirdi. Fakat Semiha pek hasis ve hodgânı o- lan Adnan’dan böyle bir şey bek- lenemiyeceğini çok iyi bilirdi.
Sadece: — Pek münasip olur, ben de bunu düşünmüştüm, di yerek gülmeyi kâfi buldu.
i akat Adnan Harun birdenbi re ciddileşmişti. Ayağa kalkmış, odanın içinde gidip geliyordu.
Sonra, kardeşinin önüne, tâ yakınına gelerek durdu ve âdeta günlerce düşünülüp alınmış bir karar bildiren bir insan edâsıyle: — Sen Ankaraya gitmeli, o- rada bir müddet kalmalısın! dedi.
Bu sözden hiç bir mânâ çıka- ramıyarak Semiha so rd u :__A n karaya mı? Ne münasebet!
— Tabiî âbı havasından isti fade etmek üzere değil.
— Şu halde?
— Memur olmak üzere, çalış mak üzere gideceksin.
Genç kadın acı acı — Daktilo... öyle mi? diye mırıldanmıştı.
— Hayır, elinde iki lisan, bir de kolej şahadetnamesi varken niçin daktilo olacaksın? Memur olursun. Orada henüz mumla a- dam arıyorlar!
— Devlet merkezimizin pek berbat bir yer olduğunu anlata anlata, yaza yaza bitiremiyordun. Şimdi oraya gitm eyi bana nasıl tavsiye ediyorsun?
— Berbat bir yer olduğu mu hakkak. Fakat sen de dişini sı kıp orada altı ay falan oturmalı sın. Benim canım yok muydu?
— Peki, bundan bana ne ha y ır gelecek? Senin gibi sonra se faret kâtipliğine mi tâyin edi leceğim?
Hayır, sefaret kâtipliğine
tâyin edilmiyeceksin. Fakat her- halde bir kısmetin çıkacak, A n- karada kadın az erkek çok. Nü
fusun miktarına nisbet edince
paralı da buradan çok!
Semiha hafifçe başını salladı ve durgunlaştı. Sonra birden u- zun, hayli de acı bir kahkaha ile
— E vet,, Ankarada dullara da, I geçkin kızlara da çabuk kısmet Çıktığım hep söylüyorlar. Fakat I bir gün bu maksatla bazıları g i - 1 bı Ankara yolculuğuna çıkacağı mı hiç düşünmemiştim!
— Hayatta bazan ânî kararlar almak, nâhoş vaziyetlere göğüs gerine^ lâzım!
Semiha bir kere daha, daha da acı bir gülüşle güldü, sonra de di ki:
— İk i sene kadar evvel gör düğüm bir film i hatırladım. Y a ka İngilterenin denizleraşırı bir müstemlekesinde, iki üç asır ev vel geçiyor. Henüz müstemleke de beyaz ırktan hiç kimse yok. Hıncahınç dolu bir vapur hapis hane mahkûmlarını getirip 'bı rakmış. Sonra da başka bir va purla mahkûm kadınlar ve kızlar getiriliyor: Müstemlekede bu er
kek va kadın mahkûmlardan
yeni bir nesil üreyecek. Erkek mahbuslar deniz kenarında inti harda. Kadınların, kızların genç leri var, yaşlıları var, güzelleri çirkinleri var. Tabiî erkek mah buslar da çeşit çeşit, boy boy! Karşılıklı bir tetkik ve muaye ne, tereddüt ve intihap sahnele ri vardı ki enfesti! Ben de işte demek ki o kadınların herhangi biri olup gideceğim. Acaba he men istasyonda koca bulur mu yum?
Adnan Harun Semihaya dik katle baktı, onu tepeden tırna ğa süzüp tetkik etti, bu tetkik ten de herhalde müsbet bir ne tice almış olacaktı ki: — HaVtâ belki istasyona varmağa lüzum kalmaz, yolda bir kısmetin çıkar!
dedi, ablasını sağ şakağınuan
öptü.
Semiha artık tamaman mahzun gü^jimsedi ve bu buseyi mukabe- lesiz bıraktı.
Ertesi günü bazı işler için bir
likte şehre indiler ve tesadüf
' kendilerini Beyoğluna geçmek
üzere Galatada Tünel önüne
varmış bulundukları şuada Jozef Tudela ile karşılaştırdı. Tüneli onunla birlikte çıkarak Beyoğ- lunda da hemen hemen Galata- sarayına kadar beraber yürüdü ler: Jozef Tudela Ankaralı ve kıranta bir Museviydi ve Adnan Harun devlet merkezinde staji- yer bir hariciye memuru sıfatiy- le geçirdiği aylgr içinde bir müd det onun evinde kiracı kalmıştı. Kardeşinin Ankara mektupların da bjr kaç kere bahsi geçmiş ol duğu için ismi de, hüviyeti de kendisine yabancı gelmedi. Sade onu daha yaşlı ve hasisliğine ait hikâyelerden dolayı kıyafeti çok daha sade bir insan şeklinde ta savvur etmiş olabilirdi. Halbuki kendileriyle beraber yürüyen bu adama, kır saçlarına ve yüzün deki bir kaç derin çizgiye rağmen yakışıklı denilebilirdi ve üstü ba
şı tamamiyle düzgündü. Gönül
işlerindeki tecrübeleri sayesinde Semiha adamın üzerinde pek bü yük bir tesir yaratmış, onu der hal allak bullak etmiş olduğunu anladı. Fakat tabiîdir ki Jozef Tudelanın manzara ve kılığı da, bu allak bullak oluşu da genç
kadın için hiç bir ehemmiyeti
haiz olamazdı. Aralarında aşıl maz mesafeler yok değil miydi?. Genç hariciyeci kıranta Muse v î ile durup konuştuktan ve o- nu kız kardeşine takdim ettikten
sonra, gidilecek yol aynı olduğu için beraber yürünülmüş, Tüne
le beraber girilmişti. Tünelden
çıkıldıktan sonra da Adnan Ha run dün gece söylenmiş sözler den âdeta bir karar çıkararak:
— Galiba kızkardeşim de bir vazife alıp Ankaraya gelecek, hiç değilse bir müddet orada otura cak, demişti. Bunun üzerine de Jozef Tudela âdeta hararetli bir
eda ile hizmetlerini arzetmiş, ha nımefendi yalnız olarak teşrif e- deceklerse evinin bir odasını tak dim etmekle iftihar duyacağım temin etmişti. Ve o zaman Semi- ha Ankaranın yahudi mahalle sindeki evi hayalinde görür gibi olmuş, Adnan Harun ayrıca onun bilmediği bazı şeyleri, kızkarde- şinin çatısı altında yaşamağa da vet edildiği evin bazı hususiyet lerini, bu meyanda gayetle be yaz, sarışın ve mavi gözlü, fazla şişman olmasa kendisine (gü zel) denmesi caiz bir genç kadının ge ce ziyaretlerini hatırlamıştı.
Kendisine yarım ağızla teşek kür edildiğini görerek bu gizli düşünceleri sezmekte gecikme yen Jozef Tudela derhal bir ta kım izahatta bulunmuştu: ma halledeki evi bırakarak Yenişe- hirdeki apartımanına nakletmek üzereydi ve oraya naklederken hiç bir pansiyonerini beraber gö- türmiyecekti. Allahın acı hikme tinden ev halkında da bir tasfi ye vukua gelmiş bulunuyordu:
Allah kalanlara uzun ömürler
versin, zavallı oğlu Moiz hemen hemne bir yıldanken ölmüştü, dul karısı da iki ay evvel Edir- neye, yeni bir kocaya gitmişti...
Akşamki trenle Ankaraya dö necek olan Jozef Tudela orada Adnan Beyefendinin ziyaretlerini ve emirlerini bekliyecekti. B ir a. cı kahvesini içmek üzere mağa zaya şeref vereceği vaadini al
madan ayrılmadı (Ankaranın
meşhur çarşısı olan Karaoğlanda
büyük bir nalbur mağazasına
sahipti). O ayrıldıktan sonra A d , nan Harun gülecek:
— İlk kısmet daha yolda çık madan zuhur etti! diyecekti.
Bu sırada Semiha bir mağaza nın vitrinine bakıyordu. İstihfaf, lı bir eda ile: — Eğer bundan sonra çıkacak kısmetler de bu a-
yarda ise vay halimize! diye
söylendi: Yenişehirdeki apartı-
man sözü de üzerinde hiç bir te sir yapmamış demekti.
Esasen Ankaraya gitmeğe, bu kadar büyük bir maceraya atıl mağa henüz şahsan karar Ver miş değildi.
Ankara nalburlarından ve em lâk sahiplerinden Jozef Tudela ile bu karşılaşma Adnan Haru- na ertesi günü — fakat bereket ki nihayet bir hafta kalmak ü- zBre— gideceği Ankarada geçir miş .olduğu zamanı hemen hemen baştan başa hatırlatmıştı. D eli kanlı orada, o 1925-1926 Ankara- sında ne sıkıcı, ne tahammül e- dilmez günler geçirmişti! Amca zadesi A li Mümtazın apartıma- nmda bir aya yaklaşmış hir m i safir lik devresi, bu Josef, daha
doğrusu Yasef Tudelanın evi,
sonra üç arkadaşla tutulup kısa bir müddet geçince hırgür eksik olmamak şartiyle yaşanmış yarı çıplak apartman dairesi... Bun ların hepsi ne sıkıntılı, ne üzün tülü, ne tatsız geçmişti!
A li Mümtazın apartımanına
Adnan Harun cebinde bilhassa
A li Hayrettin Beyin iki tavsiye siyle Ankaranın tozuna ayak a- tar atmaz — tozuna, çünkü he nüz yağmurlar başlamamıştı ve ortalık pıhtılaşmış bir toz taba
kasına örtülniuş bulunuyor ve
rüzgâr çıkar çıkmaz bu tozlar korkunç birer sütun halinde ha
valara yükseliyordu. — Evet,
Ankaranın tozuna ayak atar at maz inmişti. Bu, henüz ilk bina ları yükselmiş bulunan Yenişe-
hirdeki bir apartunamn ufak,
fakat henüz etrafı açık olduğu için ışıklı, âdeta ferah bir dai resiydi. Bankalardan birinde me mur olup — şimdi de aynı ban kanın Erzurum şubesine müdür yollanmış bulunan— A li Mümtaz , hiL^daiKBde gayet çirkin, fakat pek zeki ve hayli bilgili bir fe* _dta olan karısı Münevver ve do
kuz yaşını süren haşarı ve se vim li yavrula**. Ay.tenie birlikte oturuyordu ve kendisine ancak hem de yemek odası hizmetini ifa eden salonlarını tahsis ede? bilmişlerdi. Şu kadar kg bunda
bir fevkalâdelik yoklu. Ankara- da yerleşmiş bütün İstanbullu1 ar tıklım tıklım bir halde oturuyor lardı ve hepsinin aynı zamanda
yemek odası olan salonlarında
geceleri yatan Istanbuldan gel
me bir misafirleri vardı: Her
ay muayyen bir para verip am
cazadesinin yanında kalmak
Adnan Harun için şüphesiz ki en muvafık hareket hattını teş kil ederdi.
Ne çare ki buna imkân olamı- yacağını, çünkü astarın yüzünden pahalı, gittikçe daha pahalı ola cağını anlamakta gecikmiyecekti. Bir kere akraba misafirlerini ağırlamayı kendileri için ihmal edilmez bir vazife sayarak A li M üm tazla, Münevver ilk günden
itibaren akşam yemeklerini
apartmanda yemez olmuşlar,
onu mutlaka şehrin iki müzikli lokantasından birine sürükleme ği âdet ed.nmişlerdi. Ve hemen her sefer, pek büyük bir aksilik olarak cüzdanlarını apartmanda
unutmuş bulunuyor, yahut lo
kantada bozdurulamıyacak kadar büyük bir para ile geliyorlardı; bazan da üzerlerindeki para he sabı ödemeğe kifayet etm eyive- riyordu. Velhasıl her sefer tabiî dir ki apartmana dönülür dö nülmez, borç iade edilmek şar
tiyle- masrafı biçare Adnanın
ödemesi gerekiyordu.
Vakıa pek nadiren olsa bile
A li Mümtazın masraf gördüğü
de olmuyor değildi. Ancak şu var ki, bir taraf tek bir insan, öbür taraf ise üç kişiden mürek kep bir gruptu. Zira küçücük boyuna ve çelimsiz vücudüne ve annesinin durup durup «A y te- nin boğazından ne olacaki Y a v
rum bizim yediğimizin yarısının yarısı ile doyar!» sözlerini dilin den düşürmemesine rağmen, A y - ten de her hangi bir büyük in
san gibi tam porsiyon yemek
yiyor ve ancak üç kap yemekle doyuyordu. Zaten Ayten kanım için ayrı bir masraf fasI. daha var ki, o da her akşam kendi- s ne bir hediye getirmek mecbu riyetiydi.
Evet, her akşam küçük kız delikanlının yolunu bekliyor ve: «— Amcacığım, bugün bana ne getirdin?» diye sorup eğer A d nan 'elleri boş gelmişse dehşetli
kırılıyor, küsüp üzülüyordu.
Hele Hâriciyeye tayininden beri artık çikolata paketi gibi şeyle re dudak bükmeğe, güzel oyun caklar beklemeğe başlamıştı da. Bu arsızlıklarından Münevver
’"anım pek mahcup olduğunu
söylemiyor değildi. Hattâ kızını bir iki kere tekdir etmiş, hattâ
hediye gelmemiş akşamlardan
birinde o kameti azdırıp deli
kanlıya karşı âdeta tecavüze kal kınca kendisine iki de tokat bile aşketmişti. Şu kadar ki, bu tek
dirlerinde kızını ne derecede
suçlu bulduğu da pek belli olmu yordu.
«Çocuk bu, eli boş gelinir mi? Yavrucak haksız değil. Amma
mecburen kendisini azarlıyor,
senin yüzünden bir tanecik evlâ dımın kalbini parçalıyorum! • di yen bir hali vardı.
Hele kendisinin Hâriciyede
vazifeye başlamasından sonra
kadın bir iki kere de gülerek
A y teni kıskandığını söylemiş: — O yeğense ben de ablayım, benim de hediyeye hakkım yok mu? demişti.
Böyle söylediği sırada bir ke re A li Mümtaz da neş’elenerek >— Her halde güzel bir şey ala cak da bunun için aylığın çık masını bekliyor!» mütaleasmda bulunmuştu.
İlk aylık alınınca işin Münev v e r dıanıma hediye takdimi ile bitmiyerek yavaş yavaş borç is
teme fasıllarının da meydana
çıkması pek mümkündü. A ylık ise en aşağı aylıktı ve ayda yet miş liradan ibaretti, buna o ta rihle henüz sağ olan babası Ha
run bey ancak elli lira ilâve
edeceğini, bunu katiyen aşamı- yacağını söylemişti. Gerçi ablası helâlından veya haramından hu susî bir bütçeye sahipti ve on dan para almak imkânı daima
mevcuttu amma, gelirken bir
diplomata lâyık bir gardroba sa hip olmak üzere bu helâl veya
haram paralardan o kadar isti fade etmişti ki, artık yeni yar
dımlar istemeğe yüzü yoktu:
Mutlaka sürpriz tehlikelerinden uzak bir bütçe ile yaşamak za ruretinde bulunuyordu. Bunun için de A li Mümtazın yanında kalmamağa karar vermiş, derhal türlü teklif karşısında buluna
cağını umarak Ankaranm yarı resmi ve tek gazetesine <genç bir bekârın tercihen Yenişehirde' olmak üzere temiz ve sakin bir ]
evde mefruş bir oda istediği)!
hakkında bir
hakkında bir ilân vermiş, bu
ilânın neticesini bir kaç gün
bekleyip durmuştu.
Tam sekiz gün beklemişti ve
artık ümidini keserek hattâ bir an: « — Başımı alıp Istanbula dön
sem acaba nasıl olu r?» diye de
düşünmüşken dokuzuncu günün
sabahında Jozef veya Yasef Tu- dela’nin — eğer Ankaraya gitmesi
mukadderse belki kız kardeşini
de barındıracak olan— pansiyonu
bulunmuştu... ir
Şimdi iki kardeş güzel bir son bahar günü Taksime doğru yan~j yana yollarına devam ederlerken, Adnan Harun artık yılı aşan bir
zaman içine dönmüş ve dalmış
bulunuyor, Jozef Tudela’nm pan siyonundan haberdar edilişini, bu pansiyonu görmeğe gidişini, oda
yı tutuşunu teferrüatile hatırlı
yordu. K aldı ki, bu müstesna bir hal değildi: Hemen hemen unu tulmuş sanılan şeylerin hem hiç
de mühim olmıyan bir sebebin
tesiri altında birdenbire canlanı- verişleri hayatın en olağan şey lerinden biridi$„.
Henüz çiçeği burnunda bir ha riciye memuru olduğu için A d nan Harun o gün de daireye em
sal ve akranına nazaran erken,
onu çeyrek geçe gelmiş ve ancak Müdürle beş kâtipten birini yer lerinde bulmuştu. Büyük bir ne
zaketle kendilerini selâmlamış,
sonra müstakbel bir büyük elçi den ziyade bir daktiloya yaraşan küçücük masasının başına geçe
rek dirseklerini dayamış, istas
yona doğru sapsarı ve bomboş
uzanan ovayı seyre dalmıştı. Ovayı seyre dalmıştı: Zira ma sasının üstünde kendisine havale
edilmiş bir yazı yoktu ve daha
fenası, asıl fenası, mahud ilân mü nasebetile gelmiş tek teklif mek tubu da yoktu. Fakat birdenbire müdür Mehmet T evfik Beyin ma sası üzerindeki telefon dile geli verecek ve türlü şey gibi telefon
| etmekten ve telefonla konuşmak-
, tan da asla hoşlanmiyan bu yaş-
| lıca, hafifçe de kambur zat daha
sabahtan yorulmuş, bezmiş bir e- da ile: « — Nasıl, nasıl, ne dedi niz? Şetvan Eey mi? Burada bu isimde kimse yok!» diyerek hid detlenmeğe ve telefonu kapama ğa hazırlanırken sonra yumuşa
yacak: «— Ha*’ Adnan Bey mi?
Evet, var, burada, bir dakika!»
sözlerini söyliyerek genç adamı
eliyle yanına çağıracak, âleti ona
verecekti. Zaten, kendi ismiyle
kafiyeli düşmesinden dolayı A d
nan bu (Şetvan) sözünü duyar
duymaz başını çevirmiş, eni ko
nu heyecanlanmıştı: Hemen ye
rinden fırlayacak, telefon maki nesini müdürün fırlak damarlı ve biraz titrek elinden âdeta kapa caktı.
Telefondaki adam hayli bozuk bir şive ile kendisini üçüncü de fa olarak aradığını Adnan H a n ı na söyleyip delikanlı için hiç bir
şey ifade etmeyen ismini bildir
miş, « A li izzet!» dedikten soma
da ilâve etmişti:
— Burası (Hâkim iyeti M illiye) idarehanesi. Gazeteden neşrettir mek üzere bana dürt beş gün e v vel bir ilân getirdiniz, değil mi?
Adnan heyecanı daha da artmış bir halde soracaktı: Demek oda i- çin size müracaat edildi?
— Hayır, hiç bir müracaat vu kua gelmiş değildir. Fakat benim bir teklifim var. Bugün hangi sa atte arzu ederseniz bir yerde bu luşalım.
Bu buluşma teklifi o derece lâ- übali bir eda ile söylenmiş ve ya pıimıştı ki, kibar bir İstanbul a- ilesine mensup ve genç diplomat — belki müstakbel büyük elçi?"-— Adnan Harun Bey âdeta bir ha
karete uğramış olmak duygusu
içinde kalacaktı. ilânını alıp ken
dişine makbuz kesen memurun
yüzüne tabiî hiç dikkat etmemiş
bulunduğu için adam şimdi gö
zünün önünde canlanmıyordu am ma bu bozuk şiveli, dangui dun gul adamın pek sünepe, pek kı lıksız bir şey olacağında şüphesi yoktu. Yarabbi, havsalaya sığmaz bir talihin birdenbire devlet mer kezi yaptığı bu şehirde — bu sö züm ona şehirde!— ne âdi, ne hö dük insanlarıa temas etmek zaru reti vardı! Buluşmak... Bu herife yaraşan söz: «— Emrettiğiniz ye
re geleyim, beyefendi!» demek
değil miydi?
Ancak genç diplomat nefretini gizlemiş, hiddetini hazmetmiş, ka ba ve ters olmaktan sakınıp hat tâ, bilâkis, pek nazik bir eda ile: — « Acaba buraya teşrif etmeniz kaabil değil midir? Ben saat bir buçuğa kadar daireden ayrılamı- yacağım,» demişti.
(Hâkimiyeti M illiye) gazetesi
nin ilân n.omuru bir çaresine ba
kıp on dakikaya kadar gelmeğe
çalışacağını söylemiş, matbaanın
hariciye vekâletine pek yakın ol duğunu da her nedense ilâve et mişti.
Bir gazetecinin kendisini kori dorda beklemekte olduğu Adnana yarım saat sonra haber veriliyor du. Genç adam dışarı çıkınca kar şılaştığı çehre kendisine asla ya bancı gelmemişti: Hiç dikkat et memiş olduğunu sanmasına rağ men, hafıza şuuraltı bir hareketle
bu çehreyi zaptetmiş demekti. Ga
yetle soluk benizli, köse, yüzü
nün batları silinmiş gibi ve deri si buruş buruş, şu kadar ki köse
liği sayesinde elli beşe olduğu
kadar yirmi beşe de İrak iddia e- debilir görünen, kılığı kıyafeti ise oldukça düzgün, sade kravatının kırmızı ve elbisesinin açık nefti renkleri pek çiy, uzun boylu ve zayıf bir adam.
El verip tokalar nak temayülü göstererek bir baş selâmile kabul edilişine ise herhalde hayli içer lemiş olacaktı ki, müstehzice bir eda ile söze girişecekti.
. — Öyle bir ilân üzerine, hele
Yenişehirde oturan bir ailenin
genç bekâra oda vermiyeceğini
pek iyi biliyordum. Fakat madeni ki müessesenin ilân işlerine batmı yorum, ilân vermek üzere müra
caat eden bir müşteriyi bundan
vazgeçirmeğe hakkım olmadığını düşündüm. Kendi kendime «hele boyunun ölçüsünü alsın!» dedim. Şimdi artık konuşabiliriz.
Kendini (gazeteci) diyerek ha ber verdirdiği gibi şimdi de mü essesenin ilân memurluğu sıfatı
nı kabul etmiyor, ilân işlerine
bakar, âdeta maiyete sahip bir
şef, bir âmir oluyordu. Adnan bir şey söylemeden dinlemeğe başla mıştı. Evet, Ankarada hiç bir a-
ile pansiyonculuk etmezdi, sade
Samanpazarı yakinindeki Musevi mahallesinin bazı evlerinde kira lık ve döşeli odalar bulunuyor du. Kendisi, yâni A li izzet de iki hariciye memuriTe •—Adnanın ta nıdığında herhalde şüphe olmıyan
Mümtaz ve Kemaleddin Şâdan
Beylerle birlikte— bu evlerin bi rinde kiracıydı. V e fevkalâde, ha kikatim harikulâde bir talih eseri olarak, evlerinin cidden mükem
mel ve müstesna olan bir odası
evvelki gün boşalmıştı.
E v şuracıkta, Karaoğlan çarşı sında büyük bir nalbul mağaza sının sahibi olan Jozef Tudeia e- fendiye aitti, ve boşalan oda pek
olduğu gibi ev de zaten mahalle
nin en büyük ve güzel eviydi.
Pek aksi bir tesadüf eseri olarak şu sırada birine verilmemişse, o- aa serbestti. Çünkü A li izzet sa bahleyin çıktığı sırada henüz bir
talip kabul edilm işjieğildi.. j
Fakat tabiîdir ki acele etmek, hemen koşmak lâzımdı.
Adnan: — Eşyalı bir oda, de ğil mi? diye sormuştu.
(Gazeteci) sadece, fakat kat’î
bir eda ile: « — Dedim ya, şaha n e!» mukabelesinde bulunacak ve Adnanın: « — Fiatı acaba nedir?» sualine de: — Bunu artık ev sa- bibile görüşürsünüz, cevabını ve-
ecekti.
Adnan Harun müdürden müsa
ade alarak ilân memurile daire
den ayrılıpSve hemen çarşıya
Yasef Tudela’nm dükkânına ko şu luyprdu.
. Bu, Karaoğlan çarşısının aşağı dan gelinirken sol tarafına ve Ha dbayrama doğru sapan yolun pek ya kinine düşen dar cepheli, fakat
içeriye doğru gidildikçe genişle
yen bir dükkândı; dairelerin açık oldukları bir saatte bulunulduğu ve bu saatlerde Ankara sokakla rı pek tenha olduğu „halde, . ieei'i-
jji yine kalabalıktı. Dört çırak
müşterilerle meşgul oluyorlardı,
ir i yarı, kır saçları alabros kesil miş, bir kaç derin çizgisi bulu nan yüzünün hatları ve başının
biçimi pek muntazam bir adam
da, ceketini çıkanp arkasındaki
bir çiviye asmış bulunduğu hal
de kasa başında yelekle oturu
yordu. Başı, önündeki bir büyük defterin hesaplarına eğiîîüi. Fakat bu hesapları tetkik etmesine tek gözü yetiyor, öbür gözü her tara fı muayene etmesine, bütün olup bitenleri görmesine tahsis edilmiş bulunuyordu. Nitekim adam ken dişine doğru ilerlenildiğini de gö
rüp derhal başım kaldıracaktı.
Gazeteciliğinin vekar ve ehem miyetini tamamile bırakmış görü nen ilân memuru kendisine
laşmışti; bir nevi reveranstan son
ra: — Bey oda için geldi, diye
haber vermişti.
Kıranta patron mütebessim fa kat ciddî, kendisine âdeta bilme diği bir meseleden bahsediliyor- muş edasiîe Sormuştu:
— Hangi oda bu?
O kadar tabii bir eda ile sor
muştu ki, Adnan gizliyemediği
cir telâşla: — Yoksa geç mi kal dık, mösyö Jozef? diyecekti.
Bu, gelecek pazarlık daha baş
lamadan önce kiı acıyı pek zayıf
bır^ vaziyete düşüren muhtaçlığı
açığa vurmaktı. Fakat bereket
Yasef Efendi değil de, Türk ve
Müslüman olmiyanları toptan
fıen k yapan zihniyetle (M ösyö
Jozef) denilmiş bulunuyordu. Ve Adnamn öğrenmekte gecikm iye-
Ctfği gibi, /inkara devlet merkezi olduktan sonra orsa spekülasyon- iarile, yüzde yüz kârlı ticaret iş lerde ve daha türlü marifetile zen ginleşen, Yenişehir'deki büyük a- pariımanı da daha bir kaç halta
önce bitmiş bulunan Ankaralı
Y&sef Efendi, bu «M ösyö Jozef» hitabındaki zarafet ve nezaketten ziyadesile memnun ve mütehassis olmuştu. Hepsi kendine ait olan beyaz ve savlam, sade fazlaca* iri d'şlerini altlı üstlü gösteren geniş bir tebessüm içinde: — Bizim e v deki oda, değil mi? Birisine ver mek üzere idim d efon u n için bir denbire «hangi oda?» diye sor dum, demişti.
Sonra, yalnız Aunana hitap e- derek ilave etmişti:
— Evet Beyim, bizim fakirha
nene, hem de zatınıza tamamen
layık bir adam var, vaktiniz mü
saitse şimdi gidip görm eliyiz is
bir an evvel olup bitsin!
Çevik bir hareketle iskemle
sinden fırlayıp ceketini giyerken
de: — Aman bıktım! Saatte on
kişi gelip istiyor! demeği ihmal
etmiyecekti. Çıraklardan zayıf,
pek sarı benizli, belki tamamen
genç olmasına rağmen ilân memu- : u A li izzet gibi ihtiyar zanne dilmesi ^ de mümkün, ve saçları dökülmeğe, yüzü gözü buruşmağa
başlamış biri kendisine yaklaş
mıştı. Nalbur: — Moiz, kasaya
geç! Odayı vezirzademe ben ken dim göstereceğim! diyerek yürü müştü.
Mösyölüğün borcunu, İstanbul lulukça en rağbet edilir nesneler den biri olan (vezirzadelik) tevcihi le derhal ödemişti. Cin gibi adam dı: Bu üstü başı pek temiz beyin evlâdına artık iş verem iyen Istan bulun bozuk Ankara kaldırım la
rına döktüğü eski aile çocukla
rından olduğunu derhal anlamış tı...
Yİ
Bir çeyrek sonra Yahudi ma hallesine varmışlardı. V e Yasefin tatlı bir peabe renge belli ki y e - '
m j , ° y,anmlş ve üç ta tlı evinin'
medhahndek! geniş taşlık, bu taş
° a bakan geniş camekânlı oda
ve bu camekânm önüne konul-
nuimuş sedirde oturan bir kaç a. Jn’ Adnana Çocukluğunda gör
muş olduğu Bursa evlerini - o evlerin avlularında yeşillikler, a- kar sulu Çeşmeler ve ruhanî ha va bu biraz fena kokulu taşlıkta asla bulunmadığı lıalde— birden-
lıatırlajfı verecekti
Uç kişilik kafile ieerj girer gir mez, üçü sedirde ve en genci bir skemlede oturmakta bulunan bi- ri yaşlı, üçü genç kadınlar, yaşlı sı ağır ağır, diğerleri hızla ayağa
tcilkmışlardı. Başında yemeni ve
sirLınüa ince bir kürk bulunan
yaşlısı yine eski yerine oturmak
la beraber, gençleri — biri kıza
pek benziyen— üç taze, artık a- yakta kalmaklardı.
Nalbur hemen hemen annesi sayılması da mümkün bulunan yaşlı kadını »— Bizim madama!» diye takdim ederek Adnanla ta nıştırmış, sonra da delikanlıyı o- nutı tâ yanına oturtmuştu. Ve ta biî bir şekilde vekar ve nezakete sahip olan yaşlı kadın, kendinden pek emin ve rahat bir eda ile hal ve hatır sorup Adnanı hafifçe is tintak etmişti. Mevcut iki pansi
yoner gibi hâriciyede olduğunu
öğrenince de, bu hal kendisini
nüktedanlığa sevketmişti, kocası nın kusursuz dişlerine karşılık ya rısı eksik ve kalanı siyah olan dişlerinin perişan halini farkettir- memeye çalışan ihtiyatlı bir gü lüşle gülmüş: — Oo, hariciye bi zim evde toplanıyor! demişti, v «
"— J
A
ilân memurıma dönerek: — İzzet, oraya senin de girmen lâzım olu yor! diye ilâve etmişti.
Yolda gelirken Adtşarı '»«ı A li İzzet Efendi veya A li İzzet Beyin bir taraftan gazetede ilân me murluğu ederken bir taraftan da nalburun bazı dairelerdeki ala caklarını tahsille meşgul bir a- damı olduğunu öğrenmişti. Ma damın nükteli hitabından bu ya rı tahsildar sözde gazeteci büyük bir iftihara garkolmuş görüne cekti. Bu sırada üç genç kadıma
ortadan kaybolmuş bulunanı,
genç kız manzaralısı — herhalde evin genç kızı— üzerine iki kah ve fincanı konmuş bir tepsi ile gelecek, bunlardan ilkini Adna n'a, ikindisini de Yasete sunacak tı. Zavallı A li İzzet bu ikrama lâyık görülmemişti. Adnanın kah vesini henüz yarıladığı esnada ise, Yasef merasime tahsis edil
miş zamanı artık kâfi bularak
pazarlığa girişecek, odayı aylığı seksen lira üzerinden kabul et tirmeğe çalışacaktı. (Bu seksen liranın peşin verilmesi lâzımdı. Yatak takımlarının temini ve yı kanması kendilerinin vazifeleriy di. Eğer Adnan sabahlan kahval tı isterse levazımı kendi tara an dan temin edilmek şartiyle evin
kadınları çayım memnuniyetle
pişirirlerdi. Yaklaşan kış ayların da da, yine kendi tarafından a- lıuacak odun ve kömürle sobası da muntazaman yakılırdı.) Fa kat seksen lira sözü üzerine A d nan doğrulmuş ve odayı görmesi
ne lüzum olmadığını, beyhude
gelinmiş olduğunu o derecede
kat’î bir eda ile söylemişti ki, Yasef efendi fazla ileriye gitti ğini anlamıştı. Seksenden hemen yetmişe, sonra da, daha ağır bir şekilde altmışa, nihayet — Adna- nın kırk beşe çıkmamasına rağ men— elliye inmişti.
_ Sedirdeki eski yerinde oturma ğa devam etmiş olup nalbur ta rafından Adnanâ «bizim mada ma!. diye takdim edilen, fakat çökmüş manzarasiyle delikanlıda daha evv el onun annesi olduğu zarnunı uyandıran kadın ise kira
miktarı üzerindeki bu devamlı
söze karışmadan, fakat pek bü
yük bir alâka ile takip etmişti.
Rakamın her değişip inişinden
yüzüne y e ’sin üztırabın gölgesi perde perde yayılıyor kocasının hovardalığından madama belii ki pek kahırlanıyordu.Adnan Harun vazıyetinin ayda nihayet kırk li ra vermeğe müsait bulunduğunu söyleyince, yaşlı kadının buru şuk, belli ki hiç bir zaman güzel olmamış, teni sapsarı, azıcık da çarpık yüzündeki endişe ve ele min artık son haddine vardığı görülmüştü. Ve eski Ankara ter biyesine riayet ederek ağzından tei£ soz Çıkmamakla,. erkeğinin i- şme müdahale etmemekle bera- ber, ona: .Yasef, Yasef, kendine
gel. - oksa razı olup hepimizi
ma v_ mı edeceksin?» mânâsiyle
dolu dit bakış attığı farkedil-
mıştı.
Yasef Efendi ise iki elini ha vaya kaldırarak: _ Aman Ja- şazadeın. aman vezirzadem, ayak
larının altını öpeyim, nasıl olur? diye sızlanmıştı.
Evet, nasıl olabilirdi ki, evin A li İzzet bir tarafa öteki iki pan siyoneri, Mümtaz Halit ve K e - malettin Şadan Beyler, kendisine verilecek odadan daha ufak, da- ha az lüks odalarda biri altmış sekiz, biri altmış liraya oturuyor lardı. (A ltm ış liralık oda hem de
avluya bakıyordu). Bu beyler
kendisinin daire arkadaşları o l duklarına göre, Adnan keyfiyeti
onlardan derhal tahkik edebi
lirdi.
Bundan sonra Yasef efendi ba şını çevirmiş, A li İzzetBTen tek lifsiz edasiyle hitap ederek:
Allah aşkına sen söyle be izzet! Sözümö” bir yılan ım var mı? diye âdeta bağırmıştı.
A li İzzet de pek kısa burnu nun hemen hemen delikleri hi zasına yaklaşan — biri de şaşı__ goz bebeklerini geniş beyazları nın içinde kımıldatmış, pek ince ve fevkalâde renksiz dudaklarını büzerek, biraz da kırıtarak, emre itaat etmişti:
Mösyö Yasef size hakikaten i^imas ediyorlar, beyefendi. Za- tıalinize tahsis edilecek oda evin
en güzel odasıdır. Hele benim o- damın yanında hakikî bir saray
odasıdır. Çünkü benim odamın
hiç penceresi de yoktur. Gündüz leri kapısı açılıp havası sofadan tazelenir. Öyleyken ayda otuz üç lira takdim ediyorum. Sizin oda
nız bizimkilerle mukayese edil mesi hatıra bile gelmiyecek şâ- hâne bir odadır.
Adnanın Nuh deyip peygam
ber demiyerek hep kırk lirada
kalmasına rağmen, Yassf kendi sini A li İzzetin pek sevdiği tâ birle (şahane odaya) çıkarıyordu. Bu, orta ka/ta, dar ve bozuk kaldırımlı sokağa bakan, baktı
ğına göre de pencereye, hattâ
pencerelere, penbede yeşil çizgili patiska perdeli iki pencereye sa hip bir büyücek oda idi. İpi ta vanın ortasından sarkan bir am-. pul, bu perdelerle âhenkli olmak! üzere tirşe renkli bir tüle sarıl mış bulunuyor, elbise dolabı hiz
metini K âlâ ifa eden yük oda
nın bütün bir cephesini sofa ka pısının yeri hariç o l « » k tamamen kaplıyordu. Sağ taraf tan bu yükün önüne kadar iler leyen kerevetin bir kısmı üzerin deki pek ince bir şilte ile şez- longluğa, diğer kısmı da altına konulmuş kalınca şilte sayesinde karyolalığa terfi etmişti. K aryo- laiık eden kısmın baş tarafında, alt kapağı açık duran — belki hiç de kapanmayan— âdi tahtadan, saıı renkte, üstü mermersiz bir komodin, karşı tarafta ise îstan- bulda yazlık evlerin bahçelerin de bulunan tahta, açılıp kapanır, oturulacak yeri penbe beyaz yol lu bezden bir iskemle mevcuttu. Ikı pencere arasında sırları hayli dökülmüş yuva^ak bir ayna -*e_ bunun altında, tuvalet masalığı payesine yükselmiş bulunan dört ayaklı bîr tahta masa vardı. Be yaz patiskadan bir örtü bu ma sanın üzerini örtüyordu.
Fakat odanın büyük ziyneti ve hususiyeti, sağ tarafta bulu nan yağlı boya ve yer yer çatla mış bir tablo, bez" portre idi. Eski Avusturya imparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi olup en az otuz y ıl önce Oenevrede bir anar şist tarafından öldürülen, ilk ön ce güzelliği, sonra da garabetle rime meşhur Elisabeth’in tabiidir ki bir fotoğrafa, hattâ bir gazete resmine bakılarak yapılmış ve sanat değerinden mahrum, fakat
çerçevesi ceviz ağacından bir
portresi. Ankaradaki bu Yahudi nalburun evine düşen bir Macar tarafından belki unutulmuş, ya hut da, borca mahsuben, üç beş liraya bırakılmış olacaktı: Anka-
rada Macar salgını, her çeşit
Macar vardı.
Orta yerde de allı güllü, Ad-
[ nanın korkunç bulmuş olduğu,
şu kadar ki bir Avrupalıyı mef tun etmesi mümkün -bunu rendiği takdirde diplomat nam zedi tarafından beğenileceği de muhakkak- bir kilim seriliydi.
Odanın «şahaneliği» delikanlı y ı hayran etmeyince, Yasef Tu- delâ efendi birdenbire coşmuş tu, belki kendisini de hayretler içinde bırakan bir heyecana ka pılarak, Adnaritiâ mutlaka şey tan tüyü bulunduğunu da temin
ederek -odası için esasen pek
yerinde bir fıat Oıan- kırk lira y ı kabul etmişti. Fakat burnun ne çılgın bir cömertlik teşkil et tiğini anlatmakla kusur etmedi: Ancak iki gündenberi boş bulun masına rağmen oda belki onbeş kişi tarafından görülüp beğenil miş, tutulmak istenmiş, bu adam lardan üçü ile de âdeta söz Ke silmişti. Hele bunlardan hırı ile iş o taadde götürülmüştü ki, şu
anda zavallının otelinde hesap
görmekte olması, bavullarım ha zırlamakla meşgul bulunması pek mümkündü. Yasef A li İzzete em re pek benzeyen bir eda ile hitap ederek:
— Am rn gözünü seveyim, bu odayı tutmak isteyen beye uğ ra da veremiyeceğimizi söyle! Jozef efendinin İstanbuldan bir akrabası geldi, odada o oturacak diye haber ver, demişti.
¿r
Sonra da, takdire bir harekette
bulunduğunu beyan. ve takdir
edilm eyi bekleyen bir insen edası ile ilâve etmişti:
— Ne yayalım, kaparoyu da gen veririz!
Adnan hafif bir heyecan içinde soruyordu:
— Peki, ya ben bavullarımla
geiip de odayı bundan sonra
meydana çıkacak •¡üzerindeki şey tan tüyü de benimkinden keskin bir adama verilmiş bulursam? Bavullarımla ters yüzüne dönüp
otel aramak biraz hazin olmaz
mı?
Bu «Şeytan tüyü benimkinden
keskin» lâfına Yusuf efendi ilk
önce uzun uzun gülecekti. İki
dakikadanberi odada bulunmakta olup A li İzzetin verdiği sıfatla «şahane» odanın seyir ve tema
şasına iştirak etmiş bulunan
genç kadınlar da bunlardan bi
raz zayıflaşa muhakkak ki güzel sayılabilecek olan sarışını etek
lerine sarılmış çelimsiz ve sakil bir eTkek çocuğu ite birlikte- aile reisinin bu kahkahasına iş tirak ediyorlardı. Fakat kadınla rın birbirlerini takiben başlamış kahkahaları henüz devam eder
ken, kır saçlı kır bıyıklı ve boy lu bosiu nalbur gülmesine bir
den nihayet vererek en ciddî ve
vekarlı sesile:
— Beyim, sen daha Mösyö
Jozefi tanımıyorsun. Ben söz ve rince o sözü ölse de tutan adam lardanım! diyecek, kesip atacak tı.
Adnan'ın mekân hafızası her
halde hayli zayıf olacaktı ki,
Musevi mahallesindeki bu evi geceleri bulmak kendisi için bir müddet bir dert ve dâva, olduk ça ehemmiyetli bir dert ve dâ
va teşkil etmişti. Bu mahalle
nin sokakları bilmem kaç gece adetâ şeytanî bir inatla birbir lerine kilitlenerek nalburun evi bu kilitlenmiş yolların tam or tasında kaybolup durmuştu. G er — çi bu girift, bu içiçe girmiş so
kaklar, gündüzün çözülmüyor
değillerdi. Yasef Efendinin evi
gündüzleri gizlendiği yerden ay rılip meydana çıkıyordu ve ha
riciye memurluğunun usul ve
âdetlerini derhal benimsediği i-
çin gittikçe daha geç yola çı
kan Adnan Harun bozuk kaldı rıma ayak atınca gideceği tara
fı derhal kestirip,. buluyordu.
Nalburun açık penbe boyalı ve üç katlı evinin karşısında, mus • loğundan ince bir parmak geniş .'iğinde, o derecede fakir bir su akan bir çeşme vardı. Bu çeş menin sağından biraz inişli bir sokağa giriliyordu. Bu bir ç ık maz sokaktı; ve mahallenin d i
ğer üç katlı evini teşkil eden
koyu yeşil boyalı bir bina önü ne varıldığı sırada sağ tarafında bir bakkal bulunan bu yeni so-
kağa geçilmesi icabediyor, bu
sokakta biraz yürünerek soldaki
berber dükkânına varılıyordu.
Buradan sol taraftaki sokağa
giriliyor, bu sokaktan Ankara-i nm ilk zamanlarında (Tü rk O -'
cağı) olarak kullanılmış bina
bahçesinin sağ tarafına gelinili
yor, gelinince de artık insanı
halâsa çıkaran büyük yola eri şiliyordu. N e çare ki, her gece çok erken uykuya varıp fersiz ışıklarını söndüren bir mahalle nin — esasen çoğu boyasız— ev
leri kapkara kesilince, beş on
dükkânı da kepenkleri indirerek
hale gelince, sessiz ve bomboş
r n i / n \j* 1 n «m L - 1 ■ ı • i *
sokakları birbirlerinden tefrik
etmek imkânı da artık kalmı
yordu, sade çıkmaz sokağın ya- j bancıyı gittikçe daha yorgun ve ümidsiz- bir halde geri çevireni bu çıkmazlığı yeni araştırmalar i ve gayretler için bir son, h em 1 de bir başlangıç hizmetini gö -i
rüyordu. |
“ ‘ “ “ “ ‘ u — veya ilan işleri şefi!— kendisini önce iyi bir lo kantada yemeğe davet ettirmiş,
tatlıya tuzluya, da patlayincaya
kadar iltifat etmişti.) Fakat, i-
kinci. gece, A li izzetin refakat
tinde fevkalâde rahat varılmış
olan evi bulmak üzere Adnan o derecede uzun ve faydasız bir emek sarfetmiş, o derecede bu nalmıştı ki, yarın pek etraflı bir harita tertip ederek bu harita gereğince yolculuk etmek üzere Karaoğlan çarşısındaki otellerft» den birine gidip sığınmağa ka rar vermişti. Bu kararı verdik ten sonra da, artık sükûn bul muş bir halde otellerin bulun duğu semte ilerlemek üzere ilk adımı atmıştı ki — evet, tam o
esnada!— pansiyonun önünde
durup durduğunu kulağına çar
pan bir su şırıltısından farke-
decekti: Çeşmenin açık muslu ğundan, bu çeşmenin hayatında belki ilk ve son defa olarak b o l’ su geleceği tutmuştu.
Ertesi gece de kendisini yo l- iardu rastladığı bekçi kapısının önüne kadar götürmüştü.
Vakıa şehrin merkezinden ge ce yarısına doğru dönüşlerinde pansiyonunu bulmak hususunda
ki zahmeti tedricen azalmiya-
cak değildi. Amma hafif bir ü- züntü, bir endişe ve korku de nebilir ki hemen bir ay geçme mişti...
I X
Adnan Harun Mösyö Jozefin veya Yasef Efendinin pansiyo nuna götüren yolları gece karan lığında bulmak hususunda çek tiği güçlükleri bu evin hayatına ait bir hususiyete alışmakta da duyacak, ilk önce bu hal karşı
sında da şaşırıp kalacaktı. Bu
hususiyet, bu hal, Tuuela ailesi nin kadınları arasında çıkan, a-
levlenip şiddetlenen, sonra da,
hiç bir iz bırakmadan geçip gi den, sönüp biten harplerdi. Ve
Adnan taşındığının daha dör
düncü günü Yenişehirdeki bir
elçilik kokteyline gitmek üzere
elbise değiştirmek için akşam
üzeri ansızın pansiyona dönün ce bu kavgaların öyle bir hey betli ve muazzamiyle karşılaş mıştı ki, Yasef’in dört odasında kiracı bulunan ve bu kiracılar dahil on iki nüfus yaşayan evi
nin hayatında yeni bir devrin
açılmak üzere bulunduğuna
hükmetmişti. Halbuki, bu kav
ga, mahalledeki bütün evlerin
tabiî hayat nizamına dahil olan, her tarafta ayni şekil ve surette
yapılan alelade harplerden bi
riydi.
Nalburun evinde bu harpler
umumiyet itibarile — adamın
kendinden on beş yirmi yaş
bile büyük olduğu bazılarınca
iddia edilen— karısı Rebekka ile kocalı ve kırmızı saçlı büyük k ı zı Rozl bir cepheyi, Istanbuldan, Ortaköyden gelme olan sarı saç lı ve mavi gözlü —Beyoğlunda bir Fransız mektebine bir m üd-* det devam etmiş olup Jaklise is. mini de belki o zaman edinerek
Parislilik iddialarına düşmüş—
gelin hanım da tek başına diğer cepheyi teşkil etmek üzere ce reyan ederdi. Nalburun küçük ve henüz kocaya gitmemiş, hattâ bu koca ufukta belirmemiş, yüzüne