KPDS’DE KULLANILAN ÖNEML KEL MELER
majority
mıcarıti 3 n Ço unluk (greater part) The majority of our employees are women. ( çilerimizin ço unlu u kadındır.)blame
bleym 3 v Suçlamak (accuse) Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and unemployment. (Suç karma ık bir meseledir; basitçe fakirlik vei sizli i suçlayamayız)
compromise
kamprımayz 2 n Uzla ma (agreement) This deal is the ideal their demands. (Bu anla ma sizin ihtiyaçlarınız ve onların compromise between your needs andtalepleri arasında ideal bir uzla madır)
confirm
kınförm 3 vTe’yit etmek,
onaylamak, do rulamak (verify, approve, ratify)
The doctor may do a test to confirm that you are pregnant.
(Doktor hamileli inizi teyit etmek için bir test yapabilir.)
The organization has confirmed the appointment of Mr Collins as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari
yönetici olarak atandı ını do ruladı)
convinced
kınvinst 1 adj (persuaded, certain) kna olmu , emin Millions of Filipinos remain convinced of her innocence. (Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmayadevam ediyor.)
corrupt
kırapt . v Bozmak, yozla tırmak (distort)In his view, the people have been corrupted by their desire for wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı
yozla mı durumdalar)
deal with ST
diıl… 3 v1.halletmek, icabına bakmak (cope with) 2.ele almak (take care of)
3.üstesinden gelmek (manage)
4.ile ticaret yapmak
1.The government must now deal with the problem of high unemployment. ( imdi hükümet yüksek i sizlik sorununu
halletmeli)
2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir
dakika sonra fakirlik sorununu ele alaca ız)
3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının
öümünün üstesinden iyi geliyor)
4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu irketle ticaret yapmaktayız)
decade
dekeyd 3 n 10 yıllık zaman Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda fiyatlar keskin bir ekilde artmı tır.)distinguished
distingui t 1 adj Seçkin, mütemayiz (notable)(OPP undistinguished)a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic
hizmetlerde seçkin bir kariyer)
experience
ikspiyıriyıns 3 n tecrübe You don’t need any experience to work here. (Burada çalı mak için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok)experiment
iksperimınt 3 n deney (trial, test) Researchers now need to conduct further experiments. (Ara tırmacılar imdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç duyuyorlar)hand over (to)
3 v Devretmek, teslim etmek (ki i, ey veya yetki) (surrender)The suspects have now been handed over to the French authorities. ( u anda üpheliler Fransa otoritelerine teslim
edilmi durumdalar)
innovation
inovey in 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler)rapid
répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift) We are seeing a rapid growth in the use of the Internet. ( nternet kullanımında hızlı bir büyüme mü ahede etmekteyiz)supply SB with
ST
sıplay 3 vt Birisine bir ey temin etmek (provide)They revealed that he had supplied terrorist organizations with weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin etti ini
açıkladılar)
supply ST to SB
sıplay 3 vt Birisine bir ey teminso far
3 now) imdiye kadar (up to So far we have restricted our attention to the local area. ( imdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık)apparently
ıpérıntli 3 adv görünü e göre (It seems that)Apparently, she resigned because she had an argument with her boss. (Görünü e gore, patronuyla bir tartı ma yaptı ı için istifa
etmi )
approval
ıpruvıl 3 n onaylama We sent the design to the planning department for approval. (Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik)attempt
ıtempt 3 n giri im, te ebbüs (effort) The government has made no attempt to avert the crisis. (Hükümet krizi önlemek için hiç bir giri im yapmadı)by far
[+superlative]
büyük farkla (by a large amount)My time in the navy was by far the most exciting period of my life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en
heyecanlı dönemiydi.)
commercial
kimörjil 3 adj Ticari (marketable) This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur)commercial
kimörjil 1 n radyo-tv-sinemada yayınlanan reklam (advertisement on TV)a shampoo/dog food commercial (bir ampuan / köpek maması
reklamı)
consequence
kansikwins 3 n Sonuç (result, outcome) She said exactly what she felt, without fear of the consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsaaynen söyledi)
constructive
kinstraktiv 1 adj Yapıcı (destructive) OPP constructive criticism/advice (yapıcı ele tiri / ö üt)depth
dept 3 n Derinlik (deepness) What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinli i ne kadar?)expert
ekspört 3 n Uzman (specialist) a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sa lık / bilgisayar uzmanı)mutual
myuçi ul 2 adj kar ılıklı, mü terek mutual love, a mutual friend (kar ılıklı a k, mü terek bir dost)precisely
prisaysli 3 adv tam olarak kesinlikle (exactly, accurately)At the end of the war we were in precisely the same financial position as before. (Sava ın sonunda tam olarak daha önce
oldu umuz iktisadi konumdaydık)
shortage
ortic 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlı ı)tackle
tekıl 2 v1. çözmeye çalı mak (undertake, deal with) 2. [SB about ST] yüzle mek (confront) 3. topu kapıp durdurmak 4. devirmek [AmE] 5. sıkıca ba lamak, tutturmak
1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (ö retmen
eksikli ini çözmek için yeni bir giri im)
2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu
olan para için onunla yüzle tim.)
3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı
çizgisinin hemen dı ında onu durdurdular)
4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek)
5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi
a ır ta blokları sıkıca ba ladı.)
to be regarded as
3 olarak kabul edilmek He is generally regarded as the world’s greatest expert in the field. (Genellikle bu alanda dünyanın en büyük uzmanı olarakrecent
ri’sınt 3 adj Son, yeni (zaman) (new, fresh, current) There have been many changes pekçok de i iklik oldu) in recent years. (Son yıllardarecently
ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim)put forward
phr (leri sürmek, önermeksuggest, propose) He rejected all the proposals put forward by the committee. (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti)
devise
di vayz’ 2 vt(özellikle yöntem vs) ke fetmek (think up, invent)
They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.
(Ö rencilerin part-taym çalı malarına olanak sa layacak bir metot ke fettiler)
establish
is teb’li 3 vt1. kurmak, tesis etmek, olu turmak (set up, found)
2. konumunu sa lamla tırmak 3. yerle tirmek (settle) 4.saptamak (determine, ascertain)
5. kanıtlamak (prove)
1.Mandela was eager to establish good relations with the business community. (Mandela i çevreleriyle iyi ili kiler
geli tirmeye çok istekliydi)
2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız
olarak konumunu sa lamla tırmı tı)
3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla yerle ir)
4. I was never able to establish whether she was telling the truth.
(Onun do ruyu söyleyip söylemedi ini asla saptayamadım)
5. They have established that his injuries were caused by a fall. (Yaralarının bir dü meden kaynaklandı ını kanıtladılar)
wise
wayz 2 adj 1.bilge, akıllı 2.akıllıca (sıfat) (clever)1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı
bir kadındır)
1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak
akıllıca bir hareketti)
controversial
kan’trivör’jıl 2 adj Tartı malı, çeki meli (divisive) A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak için tartı malı bir plan)
avoid
ı voyd’ 3 vt 1.önlemek (prevent, avert) 2. –den kurtulmak, (evade, elude) 3.kaçınmak, sakınmak, çekinmek (keep away from)1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi) 2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde
güçbela yenilgiden kurtuldular)
I left early to avoid the rush hour. (Ke meke ten kaçınmak için
erken ayrıldım)
He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana
çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı)
interval
in’tırvıl 2 n 1.aralık (zaman,zemin) (gap, pause) 2.ara (zaman,zemin)The normal interval between our meetings is six weeks.
(Bulu malarımız arasındaki normal ara altı haftadır.)
immigrant
i’mig rınt 1 n Göçmen (migrant) [yabancı ülkedeki ki i] an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen nüfusla dolu bir bölge)emigrant
e’mig rınt n Göçeden [ülkesini terketmi ki i] We have to do something to make emigrants come back. (Göçedenlerin geri gelmesi için bir eyler yapmalıyız)migrate
emigrate
maygreyt’ e’migreyt 1 vi göçetmek Some bird migrate south in winter. (Bazı ku lar kı ın güneye göç ederler)deliberately
dilib’rıtli 2 adv1.Kasten, bile bile (intentionally, OPP accidentally) 2.dikkatli (carefully)
1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis
yangının kasıtlı olarak ba latıldı ına inanıyor)
2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her
sözcü üne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konu uyordu)
qualified to
kwa’li fayd 2 adj niteli ini haiz, özelli ine sahip (fit to) particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir verecek iyi bir niteli e haiz)
inevitably
inevıtıblî 2 adv kaçınılmaz olarak That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir ba arı kaçınılmaz olarak hayranlar cezbedecektir)charge
ça:rc 3 v1. dolmak / doldurmak (duygu, bardak ve mermi.)
2. arj etmek
1.Charge the gun because the room was charged with hatred.
(Silahını doldur çünkü oda kinle dolmu tu)
2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once
piller doldurulmalı)
charge [for]
3 para istemek (alı veri , hizmet vs. sonrası) Most clubs tennis kortlarını kullanmak için para ister.) charge for the use of tennis courts. (Ço u kulüpcharge SB with ST
3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı)charge SB with ST
3 Sorumlusu yapmak,i vermekThe committee has been charged with the development of sport in the region. (Komite bölgede sporu geli tirmekle mükellef
kılındı)
charge at
3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Dü mana hücum ettik)relief
ri lî:f’ 3 n1. ferahlama, rahatlama (release)
2. kurtarma (dü mandan) 3. yardım (assist) 4. nöbeti devralan kimse. 5. heykel kabartma, rölyef.
1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin
güvende oldu unu bilmek çok rahatlatıcı)
2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması)
3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım
ajentası)
4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi
ekip göreve 9’da gelecek)
5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek
kabartmalarla süslendi)
relieve
ri li:v’ 2 vt1 rahatlatmak (ease) 2.azaltmak (olumsuz bir
eyi) (lessen) 3.nöbet devralmak (replace)
4.i galden kurtarmak
1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek)
2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlı ı azaltma
çabaları)
3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da
devralacalar)
staff
stéf 3 n kadro, personel (employee) It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece 100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir)primitive
pri’mıtiv 2 n ilkel (ancient) (OPPmodern) a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile)
assassination
ısesıney ın 1 n suikast an assassination attempt (bir suikast te ebbüsü)individual
in’divic’yuıl 3 adj 1. bireysel (personel) (OPP collective) 2. orijinal (original)1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük) 2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili)
forest
fa’rist 3 n orman (jungle, woods) Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in northern Europe. (Asit ya murları kuzey Avrupa’daki göl vegeni orman alanlarını zaten yok ediyor)
confidence
kan’fidıns 3 n güven, itimat I have güveniyorum) confidence in your abilities. (Senin yeteneklerineself-confidence
n özgüvenrefusal
rifyu:’zıl 2 n ret, kabul etmeme (denial) She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)quarter
kwo:r’tır 3 n1. çeyrek
2. bir 25 sentlik. (a quarter)
3. yılın dörtte biri, üç aylık süre.
4. ö retim yılının dörtte biri.
6. mahalle, semt, civar 7. kesim, grup
1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe
ula tılar)
2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir
çeyreklik versene)
3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü
çeyrekte irketin karı dü tü)
6. the Chinese quarter of the city ( ehrin çin mahallesi) 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan
destek kazandı)
quarters
kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh. In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde çok sevilmez)attitude
e:’tityu:d 3 n tutum, tavır, yakla ım (approach, manner) an unhealthy social environment that encourages negative attitudes (olumsuz davranı ları cesaretlendiren sa lıksızbir sosyal çevre)
excessive
ikse’siv 2 adj fazla, a ırı (extreme) The charges seemed a little excessive. ( stenen para biraz a ırı gözüküyordu)extensive
iksten’siv 2 adj geni , büyük, kapsamlı (wide, broad) She has an extensive knowledge of art history. (Sanat tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var)
indispensable
indispen’sıbıl . adj Çok önemli, hayati ( essential, crucial, vital)International cooperation is indispensable to resolving the problem of the drug trade. (Uyu turucu ticareti problemini
prevent
privent’ 3 vt önlemek, engellemek(avert) Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir)
prevent SB (from) doing ST
3 vt -den alıkoymak.(from) She was sure the noise would prevent her (from) sleeping at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktanalıkoya ından emindi)
scheme (BrE)
ski:m 3 n1. plan, proje (project) 2. düzenek, sistem. 3. düzen, entrika, dolap (plot)
1. The proposed scheme should solve the parking problem.
(teklif edilen proje park etme problemini çözmeli)
2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri
yeniden dönü türmek için yerel bir sistem)
3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadı ı
yabancı malları ithal etmek için bir düzen)
appoint (SB to)
ıpoynt’ 3 vt1. [to]-e atamak, tayin etmek (assign)
2. kararla tırmak (decide on)
1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul
sekreteri atamamız lazım)
2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin
kararla tıraca ı bir zamanda bir sonuca ba lanacaktır)
merge
mörc 2 v1. birle mek(combine); birle tirmek. (with) 2. içine karı ıp kaybolmak. (into)
1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge.
(Endonezya’nın en büyük iki bankası birle meyi planlıyor)
2. For her, work and life merge into one another. (Onun
için i ve ya am iç içe geçmi tir)
merger
mörcır 1 n birle me (unification, combination)The merger will create the biggest television company in the country. (Birle me ülkedeki en büyük televizyon irketini
do uracak)
roughly
ra:flî 2 adv 1.yakla ık olarak (approximately) 2.kabaca (violently)1.We’re roughly the same age. (A a ı yukarı aynı ya tayız) 2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu
kabaca itekleyerek odadan çıktı)
rough
ra:f 3 adj1. düz olmayan, pütürlü vs. (uneven) 2. kaba 3. yakla ık (approximate) 4. zor, sıkıntılı (tough) 5. dalgalı
6. sert (hard, tough, harsh)
1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini
üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.)
2.a rough man / a rough old table
3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim oldu u
hakkında üç a a ı be yukarı bir fikrim var)
4.a rough night (sıkıntılı bir gece)
5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak
için çok dalgalıydı)
6.a rough wine (sert bir arap)
desire
[SB to do ST]
dizayr’ 3 vt arzulamak, istemek (crave, wish for)We desire you to complete the work within one month of the start date. (Ba langıçtan sonraki bir ay içinde bu i i
bitirmenizi istiyoruz.)
emerge
imö:rc’ 3 vt1.-den çıkmak,. (from) (come out)
2.meydana çıkmak (into) (come into sight/wiev)
1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its cocoon. ( ki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar) 2.The doors opened and people began to emerge into the street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye ba ladı)
negotiate
nigou’ iyeyt 2 v Görü me yapmak, pazarlık yapmak (bargain, talk) (with)The airline is negotiating a new contract with the union.
(Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görü me yapıyor)
profit
pra’fit 3 n 1.Kazanç, kâr (zıttı 2. fayda, çıkar (gain, loss) benefit)make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3 months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde
ettiler)
impress
impres’ 2 v Etkilemek (impact on) make an What impressed me was their ability to deal with any problem. (Beni etkileyen ey onların problem ele alıkabiliyetleriydi)
impression
impre’ ın 3 n izlenim The report seems to be based entirely on first impressions. (Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandı ı gözüküyor.)benefit
ben’ıfit 3 n yarar, fayda (advantage) Consider the potential benefits of the deal for the company (Anla manin irket için potansiyel faydalarini bir dü ün)immensely
imen’sli . adv Uçsuz bucaksız, çok büyük / çok fazla (hugely) The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler oyundan çok büyük zevk aldılar)
accuse
ıkyu:z 3 suçlamak, itham etmek. (blame)She claims that her employers accused her of theft.
( çilerinin kendisini hırsızlıkla suçladı ını iddia ediyor)
I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan
söylemekle uçlmak istemiyorum)
the accused
ıkyuzt . sanık The accused had appropriated the property. (Sanık malı izinsiz kendi çıkarına kullanmı tı)aid=help
eyd:help 2 Yardım (assist, support) The UN provided emergency economic (BM mültecilere acil ekonomik yardım sa ladı) aid to the refugees.candidate
ken’dıdeyt’ ken’dıdi:t’ 3 Aday (nominee) They needed a location for the film, and the church was the obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, vekilise a ikar adaydı)
desperate
des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless) drugs used in a desperate attempt to save his life (ya amını kurtarmak için ümitsiz bir giri im olarak kullanılan ilaçlar)entail
in’teyl .Gerektirmek (require, necessitate)
-e neden olmak (cause, lead to)
All mergers entail some job losses. (Tüm irket evlilikleri i
kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.)
state
steyt 3 n 1. durum, vaziyet, hal: 2. devlet. 3. eyalet. (ABD vs için)1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir
kaos ortamına sürükleniyor)
3. Five state elections will be held in March. (Be eyalette
seçimler Mart’ta yapılacak)
in state
. (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü)state
steyt 3 vt ifade etmek, beyan etmek. (utter) The candidates stated their case at a series of meetings. (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)
frankly
fre:ngkli 1 adv açıkça ,dürüstçe (honestly) She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz çocuklu undan dürüstçe bahseder)disguise
dis’gayz 1 vi 1.tebdili kıyafet etmek, gizlenmek 2.gizlemek (hide)1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians.
(Askerler kendilerini sıradan vatanda lar olarak gizlediler)
2.He didn’t disguise his bitterness about what had happened. (Olan ey hakkındaki acısını gizlemedi)
gloomy
glu mi 1 adv1.lo , karanlık (dark) 2.sıkıntılı, hüzünlü (depressed)
1.a gloomy old library (lo eski bir kütüphane)
2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve
sıkıntılı hale geldi)
neglect
niglekt 2 vt savsaklamak, ihmal etmek (OPP care for) parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden ebeveynler)
requirement
rikwayırmınt 3 n Gereklilik, zorunluluk (obligation) Do these goods comply with our safety requirements? (Bu e yalar güvenlik zorunlulu umuzla uyumlu mu?)
rescue
reskyu: 2 vt Kurtarmak (save, release) The crew of the tanker were rescued just minutes before it sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalıdenizlere gömülmeden az once kurtarıldı)
revolution
revılu: ın 3 n Devrim the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi)require
rikwayr’ 3 vt Gerektirmek (necessiate) entail, The cause of the accident is still unclear and requires further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve dahafazla ara tırma gerektiriyor)
notorious (for)
noto:’riyıs 1 adj kötü öhretli The city is sıkı ıklı ı ile me hurdur) notorious for its traffic jams. (Bu ehir trafikrecruit
rikru:t’ 2 v e almak We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla kadar i e adam almıyor olaca ız)reputation
repyutey’ in 3 n Nam, öhret He did not have a good reputation in his home town. (Kendi kasabasında iyi bir öhreti yoktu)vote
3 v 1.Oylamak 2.oy kullanmak 3.seçmek1.The Council will vote on the proposal next Friday.
(Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak)
2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine
oy kullandı)
3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood stars. (Di er Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi)
diminish
dimi’ni 2 v 1.Azalmak (decrease) 2.azaltmak ( lessen)1.The intensity of the sound was diminishing gradually.
(Sesin iddeti yava yava azalıyordu)
2. The delay may have diminished the impact of their campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmı
olabilir.)
talent (for)
te:’lınt 2 n Yetenek (gift) She had an obvious talent for music. (Müzi e kar ı açık bir yetene i vardı)talented
te:lıntid 1 adj Yetenekli (gifted) a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç çizimci)depict
dipikt’ 2 vt 1.betimlemek (portray)2.açıklamak (describe) a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve O ul’ u betimleyen bir resim)
conflict
kınflikt’ 1 vi Çatı mak, çeli mek His account conflicted with reports received from other journalists. (Açıklaması di er gazetecilerden alınanraporlarla çeli iyor.)
conflict
kan’flikt 3 n Çatı ma, anla mazlık The issue provoked police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatı mayı conflicts between the press and thekörükledi)
guise
gayz . n Kılık / görünüm (appearance) Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok görünümde gelirler)recession
rıse’ ın 2 n ekonomik durgunluk The economy was durgundu/kötüydü.) in recession. (Ekonomiaward / reward
ıword / riword’ 3 n ödül, mükâfat (prize) She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu ödülünü kazandı)reward
riword’ 2 vt Ödüllendirmek (award) He always believed that the company would reward him for his efforts. (Herzaman irketin çabalarından dolayıkendisini ödüllendirece ine inanırdı)
free will
. özgür irade (independence) It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür irademin bir sonucu)
budget
bac’it 3 n bütçe Two-thirds of their budget goes on labour costs. (Bütçelerinin üçte biri i çi masraflarına gidiyor)restriction
ristrik’ ın 1 n Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma (limitation, restraint) trade/travel/speed/parking restrictions (ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları)survive
sırvayv’ 3 v1.Sa kalmak / çıkmak (sava , hastalık, kazadan sonra)
2.ayakta/hayatta kalmak 3.(zor bir eyle) ba a çıkmak, idare etmek
1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece
sekiz yolcu uçak kazasından sa çıktı)
2. The organization cannot survive unless we make some major changes. (Bazı temel de i iklikleri yapmadı ımız
müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.)
3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl
olup da ba a çıktım bilmiyorum)
Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için
endi elenme; ba a çıkacaktır.)
survive (on ST)
3 v Az bir eyle geçinmek / ya amak Many of the peasants survive on tiny plots of corn. (Köylülerin ço u küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler)surviving
sırvay’ving . adj Kalan, kurtulan (existing) the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan çalı maları)burden
bördın 2 n Yük ((trouble) load) (responsibility)When an elderly relative falls ill, you should not have to shoulder the burden alone. (Ya lı bir akraba hasta
dü tü ünde, yükü tek ba ına omuzlamak zorunda kalmamalısın)
determined
Ditör’mind 2 adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın)recycle
ri:say’kıl 1 vt geri dönü türmek Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının %40’ını geri dönü türüyorlar)admit (
to)
ıdmit’ 3 v1.Kabul etmek 2. itiraf etmek (confess) 3.(içeri, kulübe) almak 4.hastaneye kaldırmak
1.She admits to being strict with her children.
(Çocuklarına kar ı sert oldu unu kabul etti)
2.He refused to admit to the other charges. (Di er
suçlamaları itiraf etmeyi reddetti)
3.The narrow windows admit little light into the room.
(Dar pencereler odaya çok az ı ık alıyor.)
4.Two crash victims were admitted to the local hospital.
account
ıkaunt 3 n1-2-3. hesap (banka hesabı, para sayımı, dükkan ücreti) 4. rapor, açıklama (explanation, report)
1.There was only £50 in his bank account. (Banka
hesabında yalnızca 50 pound var)
2. The accounts showed a loss of £498 million.
(Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi)
3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and
Spencer dükkanında hesabım var.)
4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir
açıklaması)
account
Ikaunt’ 3 v varsaymak, hesaba katmak, kabul etmek In English law, a person is accounted innocent until they are proved guilty. ( ngiliz hukukunda ki i suçukanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir)
account
for ST 3 n1.bir eyin nedenini açıklamak
2.bir eyin bir kısmını olu turmak
1.A number of factors account for the differences between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki
farkın nedenini açıklıyor)
2.The Japanese market accounts for 35% of the company’s revenue. (Japon piyasası irketin gelirinin
%35’ini olu turuyor)
imply
mplay’ 3 vt ma / i aret etmek The presence of stairs in the ruins implies an upper floor. (Harabedeki basamakların varlı ı bir üst katı i aret ediyor)infer (from)
inför 1 vt Çıkarım yapmak, sonuç çıkarmak, Her appearance led them to infer that she was very wealthy.. (Görünü ü onun çok varlıklı oldu u çıkarımını yapmalarına neden oldu)inference
infırıns 1 n çıkarım It’s impossible to make inferences from such a small sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmakimkansız)
cope with
koup 3 vt Tackle, deal with electronic safety systems designed to cope with engine failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmı olanelektronik güvenlik sistemleri)
detect
didekt’ 2 vt1.Te his etmek 2.ke fetmek,
meydana/açı a çıkarmak (discover, determine)
1.The technology is capable of detecting the smallest earth tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını te his etme
kabiliyetine sahiptir.)
2. I thought I detected a hint of irony in her words.
(Sözlerinde bir alay emaresi ke fetti imi sandım)
resignation
rezigney ın 2 n istifa a letter of resignation (bir istifa mektubu)allegation
e:lıgey ın 2 n ddia (claim) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.)allege
Ilec’ 2 vt ddia etmek (claim) It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun mahkumlara kötü muamele etti i iddia ediliyor.)alleged
Ilecd’ 2 adj ddia olunan (supposed) Alleged attacker (öyle oldu u söylenen saldırgan)sincerity
Sinse’rıti . n içtenlik, samimiyet. The sincerity of his beliefs is unquestionable. ( nançlarındaki içtenli i tartı ma götürmez.)display
displey 3 vt1.sergilemek (exhibit)
2.sergilemek (his, davranı , nitelik) 3.göstermek (bilgisayar)
1.Could you display this poster in your window? (Bu
posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?)
2. From an early age he displayed a talent for singing (Küçüklü ünden beri arkı söyleme hususunda bir beceri
sergilerdi)
3. An error message is displayed if invalid information is entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlı mesajı görünür)
display
display 3 n 1.sergi (exhibition) 2.gösteri (show) 3.sergileme (davranı , his, nitelik) 4. bilgisayar göstergesi1.a unique display of ancient artifacts (e siz bir antik el
yapımı e yaları sergisi)
The costumes were placed on display at the museum.
(Kostümler müzede sergide yer aldı)
2. a thrilling display of footballing skills (futbol maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi)
3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat
sergilemeleri onu i rendirir.)
sophisticated
Sıfis’tikeytid 2 adj Entelektüelce geli mi Consumers are getting more sophisticated and more demanding. (Mü teriler gün geçtikçe daha geli mi /incezevkli ve daha talepkar oluyorlar.)
sophistication
Sıfistikey ın n Zihnen geli mi lik computer users with a high degree of sophistication (daha yüksek dereceli zeka/anlayı sahibi bilgisayar kullanıcıları)amend
ımend’ 2 vt Düzeltmek, de i tirmek (doküman vs.)A law amending the Chilean constitution was approved on 22nd January. ( ili anayasasını de i tiren bir kanun 22
Ocak’ta onaylandı)
amendment
ımendmınt’ 2 n Düzeltme, de i iklik I have made several amendments to the script. (Metinde birkaç düzeltme yaptım)make amends
v Durumu düzeltmek I wish I could make amends somehow. (Ke ke durumu bir ekilde düzeltebilseydim)casualty
ke:juılti n Ölü-yaralı, zayiat There were no reports of casualties from the attack. (Saldırıda ölü-yaralı oldu una dair hiçbir rapor yok)demonstration
demınstrey ın 2 n 1.gösterge 2.gösteri1.This is a powerful demonstration of what can be achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile
neyin ba arılabilece inin kuvvetli bir göstergesidir.)
2. Angry students held demonstrations in the university square. (Kızgın ö renciler üniversite meydanında bir
gösteri düzenlediler)
one another
2 pnbirbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.)
You must get along with one another. (Birbirinizle iyi
geçinmelisiniz)
each other
2 pn birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.)They talk to each other on the phone every night. (Her
gece telefonda birbirleriyle konu urlar)
another
ınatdhır 3 fw Bir di er, di er birI hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım
bu Donald’ın aptal oyunlarından bir di eri de ildir)
We’re doing a big concert tomorrow night and another one on Saturday. (Yarın büyük bir konser verece iz, bir
di erini de cumartesi)
explore
iksplo:r 3 v 1.Ke if yolculu una çıkmak 2.ara tırmak, tartı mak1.companies exploring for oil (petrol arayan irketler) 2. It is worth exploring other ways of dealing with this problem. (Bu problemi çözmenin ba ka yollarını
ara tırmaya de er.)
exploration
eksplırey ın 2 n Ke if, ke if yolculu u Exploration of the solar system began in the 19(Güne sisteminin ke if yolculu u 19. asırda ba ladı) th century.save
seyv 3 v1.biriktirmek (put aside) 2.kurtarmak (rescue) 3.kaçınmak (avoid) 4.kaydetmek
1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi
de ilim)
2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu
kurtarmaya muvaffak olamadılar.)
3.She did it herself to save argument. (Tartı madan
kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.)
4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet)
save, save for,
save that
seyv . prep hariçexcept for, except that) (except ,No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç
kimse, belki hanımı hariç, nerede oldu unu bilmiyor)
The room was completely dark, save for one candle burning in the corner. (Oda, kö ede yanan bir lamba dı ında,
tamamen karanlıktı)
We know little about his childhood, save that his family was poor. (Ailesinin fakir oldu u dı ında çocuklu u
hakkında çok az ey biliyoruz)
gain
geyn 3 v 1.kazanmak, elde etmek 2.artmak1.She gained a first in her French degree. (Fransızca
derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı)
2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45
puan arttı)
gain
geyn 2 n Kazanç, artı , kâr The Green Party made big gains in the local elections. (Ye iller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artısa ladı.)
seek/sought/
sought
si:k / so:t 3 vt 1.istemek (2.aramak ask for)1. Seek medical advice if symptoms last more than a week. (Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün
/tıbbi yardım iste)
seek compensation/damages/redress: The boy’s parents are seeking damages from the health authority. (Çocu un
ebeveyni sa lık yetkililerinden tazminat talep ediyor)
2. Many single people are seeking that special someone.
wholehearted
houlha:rtıd . adj Tüm kalbiyle, tamamiyle We would like to express our wholehearted support for the campaign. (Kampanyaya canı gönülden deste imizisaygıyla ifade etmek isteriz.)
acute
Ikyu:t’ . adj 1.Önemli, kritik 2.dar açı (900den küçük) 1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda önemli bir eksiklik)asset
E:set 2 n 1.kazanç (benefit) 2.malvarlı ı, mal1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki
takıma bir kazanç olacak.)
2. Her assets include shares in the company and a house in France. (Malvarlı ı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir
evi kapsıyor)
surely
urli: 3 adv Kesinlikle (certainly) You surely realized we were in when you saw the lights on. (I ıkların açık oldu unu gördü ünde kesinlikle bizimiçerde oldu umuzu farkettin)
abduct
E:bdakt vt Adam kaçırmak (kidnap) He attempted to abduct two children. ( ki çocu u kaçırmaya te ebbüs etti)facilitate
fısi’lıteyt 1 vt Kolayla tırmak (ease) The counselor may be able to facilitate communication between the couple. (Danı man belki çift arasındakiileti imi kolayla tırmayı ba arabilir)
famine
Fe:min 1 n Açlık (food shortage) The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki yaygın kıtlık tehditi)profound
prıfaund’ 2 adj 1. Derin (2. büyük (intense) deep)1. profound questions (derin sorular)
2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya
ikliminde büyük bir de i iklik)
condemn
kın’dem 2 vt Kınamak (criticize) Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar saldırıları kınadılar)widespread
Wayd’spred 2 adj Yaygın (common) extensive, the widespread use of antibiotics (antibiyoti in yaygın kullanımı)strike gold / oil
strayk 3 v (Kazı veya sondaj sonucu) maden bulmak He seems to have struck gold with his first film. ( lk filmiyle altın madeni bulmu gibi gözüküyor)strike
strayk 2 n 1. grev 2. saldırı (attack) 3. maden bulma1. Workers have been out on strike since Friday. ( çiler
Cuma gününden beri dı arıda grevdeler.)
a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret
ve kötü güvenlik ko ulları gerekçeli 15 günlük bir grev)
2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi) 3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan
Lena altın yatakları)
dominate
da’mineyt 2 v1.Kontrol etmek (control) 2.hakim olmak (rule) 3.hakim olmak, tepeden bakmak (overlook)
1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life.
(Bilgisayarın çocu unun ya amına hükmetmesine izin verme)
2. Barcelona completely dominated the first half of the match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.) 3. a picturesque city dominated by the cathedral tower.
(Katedral kulesinin hakim oldu u tablosal bir ehir)
response
rispans 3 n Yanıt, kar ılık (reply)Her response was to leave the room and slam the door.
(Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu)
In response to complaints, the company reviewed its safety procedures. ( ikayetlere kar ılık olarak irket güvenlik
prosedürlerini yeniden gözden geçirdi)
complaint
[about ST]
kımpleynt 3 n 1. ikayet 2. ikayet dilekçesi1. The main complaint was the noise. (Ana ikayet
gürültüydü)
2.Customers lodged a formal complaint about the way they were treated. (Mü teriler kendilerine yapılan
muamele biçimi hakkında resmi bir ikayet dilekçesi sundular)
aggravate
e:g’rıveyt . vt Kötüle tirmek (worsen) His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o gürültüyle ba a rısı daha da kötüle ti)vacancy
veykınsi 1 n1. (job) bo -açık kadro 2.bo oda (otel) 3.bo luk (emptiness) 4. anlayı sızlık, bo luk
1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar
personeli için her zaman bir sürü bo kadro vardır)
2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz
müddetince hiç bo yerimiz yok)
3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki bo luk) 4.vacancy and vanity (anlayı sızlık ve kibir)
unique
Yu:ni:k 3 adj E siz (sole, exceptional)You will be given the unique opportunity to study with one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst
eflerinden biriyiyle çalı mak [gibi] e siz bir fırsat verilecek.)
debt
det 3 n Borç (credit) money owing) (OPP By this time, we have debts of over £15,000. ( u an itibariyle, borcumuz 15.000 poundu a ıyor)abolish
ıbali 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı)disorder
diso:rdır 2 n 1.(Tıbbi) rahatsızlık (ailment, sickness, complaint) 2.karı ıklık, karga a (chaos, mess)3.darmada ın (in) (mess)
1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide
rahatsızlı ı için onu tedavi etti)
2. The main problem is public disorder associated with late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten
kaynaklanan kamusal karga a)
3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have been taken. (Her ey karmakarı ıktı, ama hiç bir ey
alınmı gözükmüyordu.)
wane
weyn vt Sönmek, azalmak (diminish, fade) His enthusiasm was waning fast. ( evki hızla sönüyordu)withdraw /
withdrew /
withdrawn
widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out) The injury has forced him to withdraw from the competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)
before long
Birazdan, çok geçmeden (soon, shortly) See you before long (Birazdan görü ürüz)a
lliance
ılayıns 2 n ttifak (coalition) (pact, agreement) (partnership)An alliance between the Liberal Democrats and the Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında
bir ittifak)
Successive French governments maintained the alliance with Russia. (Ba arılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı
sürdürdü.)
regard
rigard 3 vt 1.bakmak (stare, gaze at) 2.dü ünmek (consider, think, take into account)Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy foto rafa
dü ünceli dü ünceli baktı)
She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli
olarak dü ünür)
regarding
rigarding 2 prep hakkında, -e ili kin (concerning) about,She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili
hiçbir ey söylemedi)
EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri
etiketlemeye ili kin AB düzenlemeleri)
regardless of
2 prep umursamaksızın ( sim ve cümleden önce) (irrespective of)The clup welcomes all new members regardless of age.
(Kulüp ya sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul ediyor)
regardless
rigardlis 2 adv her eye ra men; ne olursa olsun. (in spite of, despite) (anyhow)It seemed an impossible task at times, but we carried on, regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi,
ama biz devam ettik, aldırmayarak.)
expand
ikspe:nd 3 v1.geni lemek (enlarge) 2.büyümek (increase, develop)
3.detaylı açıklamak (on) 4.açıp yaymak (open out)
1. We live in an expanding universe. (Geni leyen bir
evrende ya ıyoruz)
2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT
sektörü)
3. I refuse to expand any further on my earlier statement. (Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi
reddediyorum.)
4. The hawk expanded its wings. ( ahin kanatlarını açtı)
expanse
ikspe:ns . n Düzlük (tarla, gökyüzü, deniz vs) (vastnes) Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geni düzlükleri)expansion
ikspe:n ın . geni leme (growth,increase, development) We plan to continue our expansion programme. (Geni letme programımıza devam etmeyi planlıyoruz)
expansionary
ikspe.n’ ınıri . n Büyümeyi sa layıcı, büyütücü This budget will have an expansionary affect on the economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiyehandle
hendıl 3 vt1. halletmek, ile u ra mak (deal with)
2.ticaretini yapmak (özellikle yasadı ı)
The government was criticized for the way it handled the crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle
ele tirildi)
The newer computers can handle massive amounts of data.
(Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle u ra abiliyorlar)
2. He denied burglary but admitted handling stolen goods.
(Hırsızlı ı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptı ını kabul etti.)
impact
impe:kt 3 n 1.etki (affect) 2.çarpı ma ( crash)1.Her paper discusses the likely impact of global warming. (Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartı ıyor) 2.The missile does not explode on impact. (Roket
çarpı mayla patlamıyor.)
impulse
impals 1 n güdü, dürtü (drive)Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny
biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti)
Acting on impulse, he knocked on her door. ( çgüdüsel bir
hareketle, kapıyı çaldı)
participate in
partisipeyt 2 v Katılmak (join) The rebels have agreed to participate in the peace talks. (Asiler barı görü melrine katılmaya karar verdiler)participation
partisipey ın 2 n Katılma, dahil olma We would like to see more participation by younger people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmektenmemnun oluruz)
fake
feyk . adj1.sahte (false) 2.yapmacık, sahte (pretend)
1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge) 2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay
his)
gather
ge:dhır 3 v 1.toplanmak (meet) 2.toplamak (collect) 3.anlamak (understand) 4.katlamak (fold)1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin
dı ında toplandı)
2. I gather up the prescription and follow him to the door.
(Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim)
3.From what I can gather, she’s madly in love with him. (Anlayabildi im kadarıyla ona deliler gibi a ık)
4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria
kaftanini toparlayarak yukarı ko tu)
involve
inva:lv 3 v1.gerektirmek, istemek 2. (in) -e karı tırmak, -e bula tırmak, -e sokmak 3. içermek, kapsamak
1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.)
2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadı ı
i lerine bula tırma.)
3.This problem involves other problems. (Bu sorun ba ka sorunları içeriyor.)
to be involved in
V1.-e karı mak
2. ile me gul olmak, ile u ra mak
1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir
skandala karı mı tı)
2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle me gul.)
to be involved with v ile a k ili kisi olmak Angela told me that she was involved with someone else. (Angela bana ba ka birisiyle ili kisi oldu unu söyledi)
involvement
invalvmınt 3 n 1.ili ki (ba lı) He was imprisoned for his involvement in a plot to overthrow the government. (Hükümeti devirmek için birentrika ile ili kisi oldu undan tutuklandı)
genuine
cenyuin 2 adj 1.gerçek, otantik, sahte de il (authentic) 2.samimi, içten (sincere)1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O
üphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalı ma masasıydı)
2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona
samimi bir ilgi ile baktı)
authentic
o:thentik 1 adj gerçek (Genuine, true) The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal) The restaurant serves authentic Italian meals (Lokantaotantik talyan yemeklerini sunuyor)
boom
bu:m 2 n 1. artı , patlama 2.patlama sesi the economic patlaması) boom years (ekonomik patlamanın oldu u yıllar) boom of the 1980s (1980’lerin ekonomiklegislation
lecısley ın 3 n Yasa veya bir dizi yasa Under current legislation, factories must keep noise to a minimum. (Hali hazırdaki yasalar gere ince, fabrikalargürültü miktarını bir minimumda tutmalılar)
expertise
ekspırti:z 2 n Uzmanlık (proficiency)The company is keen to develop its own expertise in the area of computer programming. ( irket bilgisayar
programlama alanındaki uzmanlı ını geli tirmeye çok hevesli)
assume
ısyu:m 3 v1.Varsaymak (suppose) 2.ba latmak (take on) 3.devralmak, ele geçirmek (seize)
1.I’m assuming everyone here has an email address.
(Burada herkesin bir elektronik postası oldu unu varsayıyorum)
2. She has been invited to assume the role of mentor. (Rehber hoca rolünü ba latmak için davet edildi) 3. He assumed full responsibility for all organizational work. (Tüm örgütsel çalı maların tam sorumlulu unu
devraldı)
assuming
ısyu:ming 1 conj Varsayarsak (if) Assuming your calculations are correct, we should travel northeast. (Hesaplarınızın do ru oldu unu varsayarsak,kuzeydo uya yol almalıyız)
assumption
ısamp ın 2 n Varsayımn (supposition) hypothesis, Your argument is based on a completely false assumption. (Argümanların tamamıyla yanlı bir varsayım üzerinekurulmu )
nationwide
ney ınveyd 1 adv Ülke çapında a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev)infant
infınt 2 n bebek infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranı ı)vaccination
ve:ksıney ın . n A ı, a ılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci a ısı)combat
kambe:t 1 n sava These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu enzimler bakterilere kar ı sava ta önemli)supplementary
saplimentri: . adj Ek (additional) Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir / bütçe paketi)eventually
ivençuıli 3 adv Eninde sonunda, nihayet (finally)We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda
500 yeni meslek olu turmayı ümit ediyoruz)
‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler
mi? Sonunda, evet)
eventual
ivençu ıl 1 adj Nihai, en son (ultimate,final) his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve mahkumiyeti)
erode
iro d 1 v1. [jeol] a ınmak, a ındırmak
2. azaltmak / azalmak (reduce)
1. High tides are eroding the coast. (Gel-git geli leri sahili a ındırıyor) a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak
daha fazla a ınmadan daha fazla a aç dikmek için bir plan)
2. It is feared that international institutions may erode national sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenli i
azaltaca ından korkuluyor.)
Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine
deste i yava yava eriyor / azalıyor)
plunge
planc 2 v1.dü mek (fall, drop) 2.azalmak, dü mek (fiyat, sıcaklık vs)
3.kontrolsüzce ve aniden fırlamak, zıplamak, hareket etmek
1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea.
(Helikopter 500 fitten denize çakıldı ında hala karanlıktı)
2. The temperature is expected to plunge below zero degrees overnight. (Sıcaklı ın gece boyu sıfır derecenin altına dü mesi
bekleniyor)
3. The horse plunged and reared. (At aha kalktı ve ki nedi) He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya do ru
fırladı ve çekerek açtı)
plunge into
2 v1.bir i e dalmak 2.daldırmak, sokmak 3.-e gömülmek, gark olmak
4.suya vs. dalmak
1. This was not the time to be plunging into some new business venture. (Yeni bir i te ebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti de ildi) 2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha
çuvala daldırdı)
3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, ehir tümden karanlı a
gömüldü)
The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha
ekonomik sıkıntıya gark oldu)
4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için
dondurucu suya atladı.)
plunge
n 1.dalma 2.dü me, azalma 1.the plane’s plunge into the sea (uça ın denize dü ü ü) 2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki dü ü )plain
pleyn 2 n Düzlük, ova the Serengeti Plains in East Africa (Do u Afrika’daki Serengeti düzlükleri)plain
pleyn 2 adj1.açık, anla ılabilir (clear, simple, basic)
2.sıradan, sade (ordinary, not beautiful)
3.dobra (obvious)
1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough. (Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.)
2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa) 3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap)
terms
törms 3 n art, ko ul (conditions,provisions) 1.He had little choice but to accept their terms. ( artlarını kabul etmekten ba ka hemen hiç seçene i yoktu)
opportunity
apırçiu:nıti 3 n 1.fırsat (chance) 2.i imkanı1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her
fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti)
2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel
sektöründe iyi i imkanları var)
thorough
Tharo /tharı 1 adj 1.Tam (2.sistematik (methodical) complete)1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir ba belası)
2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik
bir i anlayı ına sahip)
Interfere with
intırfi ır 2 vt 1.karı mak 2.kurcalamak1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs.
(Annenin i lerimize karı maya hakkı oldu unu sanmıyorum) 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını kurcalarken gördüm)
interference
intırfi ırıns 2 n Müdahele (intervention) They expressed resentment at outside interference in their domestic affairs. ( çi lerine dı arıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerinibeyan ettiler.)
intervene
ntırvi:n 1 vt1.araya girmek (occur, happen)
2.-e karı mak, müdahele etmek (interfere)
1. My brother was studying to be a church minister, but the Second World War intervened. (Karde im bir ba rahip olmak için
çalı ıyordu, fakat II. Dünya sava ı araya girdi.)
Several months intervened before we met again. (Yeniden
kar ıla madan once bir kaç ay geçti / araya girdi)
2. Police had to intervene when protesters blocked traffic.
(Protestocular trafi i kapayınca polis araya girdi/müdahele etti)
intervention
intırven ın 1 n Müdahele (interference) We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet müdahelesine ihtiyacımız yok)quarrel
kwarıl 1 n Tartı ma, kavga (dispute, fight) argument, We had the usual family quarrel about who should take the dog out. (Köpe i kimin dı arı çıkaraca ı hakkında geleneksel bir aile kavgamızvardı)
address
ıdres 2 v1. konu mak, konu ma yapmak 2.yönlendirmek
3. yollamak, yazmak
1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını
çevirdi)
2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari
ofise yönlendirilmeli)
3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice
McQuenn’e yazılmı
address
ıdres 3 n 1.adres 2.konu ma, demeç 2. The president is to deliver a televised address to the country. (Ba kan ülkeye hitaben bir televizyon konu ması yapacak)unfavorable
anfeyvırıbıl . adj 1.olumsuz, ters (adverse) 2.elveri siz, uygun olmayan1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ili kin istenmeyen
kar ıla tırmalar yapıyor)
2. They had finally gained independence, but on very unfavourable terms. (Nihayet ba ımsızlıklarını kazandılar, ama çok elveri siz
ko ullarla)
presume
prizyu:m 1 v varsaymak (assume) Your argument presumes that everyone understands the issue. (Argümanınız herkesin meseleyi anlamı oldu unu varsayıyor.)presumption
prizamp ın . n 1.varsayım (2.kendini be enmi lik assumption) 1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı) 2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çoksinirlendi)
foresee
Forsi: . v Önceden görmek (predict) Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri önceden tahmin edebilirdi / ki?)deprive SO of
diprayv 1 vt -den mahrum etmek The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme beni, çocu umu görmek hakkından mahrum edemez)deprived
diprayvt 1 adj Yoksun, mahrum people living in deprived area (yoksun bölgelerde ya ayan halk)dam
De:m . n 1.baraj, set, su bendi 2.anne at, anne koyun 1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap)possess
pızes 3 vt sahip olmak, -si olmak: ( have, own)He possesses two cars. ( ki arabası var.)
They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli
teknik bilgiye sahip de iller.)
temper
tempır 2 n1.çabuk öfkelenme huyu 2.hava, huy
3.anlık öfke, öfke krizi 4.sertlik esneklik derecesi (demir vs için)
1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu
çabuk öfkelenme huyun ba ını belaya sokacak)
2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor) 3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a temper (Öfke nöbetine girdi inde söylediklerinde aslında öyle demek
istemiyordur)
have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper.
(Kötü bir patron de il ama çabuk öfkeleniyor)
get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper.
(Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi)
She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz)
temper
tempır v 1.dengelemek, nötralize etm. etkisini azaltmak 2.akort etmek1.Their idealism is tempered with realism. ( dealizmleri realism ile
dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir rüzgarla etkisi azalmı sıcak, güne li günler)
out of temper
Öfkeden deliye dönmü He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmü tü)bad-tempered
adj Asabi, uzla maz, huysuz (irritable, complaining, disagreeable)In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir
sıcak hava dalgasında ço u insan ziyadesiyle huysuzla ır)
expense
ikspens 3 n1.harcama (expenditure) 2.eder, paha, fiyat (cost) 3.harcama, gider (ço ul, -s) (expenditure)
1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız) 2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly.
(Kuvvetli bir bilgisayar, e er düzenli kullanıyorsan, fiyatına de er)
3. The company pays all our expenses.( irket tüm harcamaları
kar ılamaktadır)
conclusive
kınklu:siv 1 adj kesin, kat’i, son, nihai a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o oldu una ili kin kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt)rainfall
reynfo:l . n Ya ı miktarı Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık dü en ya ı miktarı geçen yıl daha önce olmadı ı kadar azdı)afford
ıford 3 vt 1.güç yetirebilmek (ekonomik) 2.sa lamak, temin etmek1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays.
(Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin de ilim)
2. The vaccination also affords protection against polio. (A ı aynı
zamanda çocuk felcine kar ı koruma sa lar)
acquire
ıkwayr 2 vt 1. elde etmek, edinmek, almak, kapmak. 2. kazanmakacquire a bad reputation (kötü bir öhret kazanmak.)
Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek
i neyi payla an herhangi bir uyu turucu kullanıcısı AIDS kapma riski altındadır)
carry out
3 phv Uygulamak, tatbik etmek (do, perform, accomplish) 1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti)
vanish
veni 2 vi1.Gözden kaybolmak (disappear) 2.yok olmak (become extinct)
1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an
oradaydı, sonra yok oluverdi)
2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. ( nsancıl
idealler tümüyle yok olmu gözüküyor)
deteriorate
ditiriyıreyt 1 vt Kötüle mek (worsen) The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava hızla bozdu/kötüle ti bu yüzden oyun terkedildi)commit
kımit’ 3 v1.bir suç vs i lemek 2.söz vermek
3.zorlamak, mecbur etmek (oblige, compel)
4.uzun vadeli bir ili kiye kara vermek
5.cezaevine/hastaneye/tımar-haneye yollamak […SB to SW]
1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç i lemek /
intihar etmek / cinayet i lemek / bir soygun yapmak),
2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih
için söz vermek istemiyorum)
3.The agreement commits them to a minimum number of
performances per year. (Anla ma onları her yıl minimum bir rakama
mecbur diyor)
4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ili kiye karar vermeye
hazır de il)
5. The judge committed the men to prison for contempt of court. (Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı)