• Sonuç bulunamadı

YDS'de Kullanılan Önemli Kelimeler | 14613

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "YDS'de Kullanılan Önemli Kelimeler | 14613"

Copied!
85
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)
(2)

KPDS’DE KULLANILAN ÖNEML KEL MELER

majority

mıcarıti 3 n Ço unluk (greater part) The majority of our employees are women. ( çilerimizin ço unlu u kadındır.)

blame

bleym 3 v Suçlamak (accuse) Crime is a complex issue – we can’t simply blame poverty and unemployment. (Suç karma ık bir meseledir; basitçe fakirlik ve

i sizli i suçlayamayız)

compromise

kamprımayz 2 n Uzla ma (agreement) This deal is the ideal their demands. (Bu anla ma sizin ihtiyaçlarınız ve onların compromise between your needs and

talepleri arasında ideal bir uzla madır)

confirm

kınförm 3 v

Te’yit etmek,

onaylamak, do rulamak (verify, approve, ratify)

The doctor may do a test to confirm that you are pregnant.

(Doktor hamileli inizi teyit etmek için bir test yapabilir.)

The organization has confirmed the appointment of Mr Collins as managing director. (Organizasyon Mr Collins’in idari

yönetici olarak atandı ını do ruladı)

convinced

kınvinst 1 adj (persuaded, certain) kna olmu , emin Millions of Filipinos remain convinced of her innocence. (Milyonlarca Filipinli onun masumiyetinden emin olmaya

devam ediyor.)

corrupt

kırapt . v Bozmak, yozla tırmak (distort)

In his view, the people have been corrupted by their desire for wealth. (Ona göre, insanlar servet arzularından dolayı

yozla mı durumdalar)

deal with ST

diıl… 3 v

1.halletmek, icabına bakmak (cope with) 2.ele almak (take care of)

3.üstesinden gelmek (manage)

4.ile ticaret yapmak

1.The government must now deal with the problem of high unemployment. ( imdi hükümet yüksek i sizlik sorununu

halletmeli)

2. We’ll deal with the question of poverty in a moment. (Bir

dakika sonra fakirlik sorununu ele alaca ız)

3. She’s dealing with her father’s death very well. (Babasının

öümünün üstesinden iyi geliyor)

4. We have dealt with the company for years. (Yıllardır bu irketle ticaret yapmaktayız)

decade

dekeyd 3 n 10 yıllık zaman Prices have risen sharply in the last decade. (Son on yılda fiyatlar keskin bir ekilde artmı tır.)

distinguished

distingui t 1 adj Seçkin, mütemayiz (notable)(OPP undistinguished)

a distinguished career in the diplomatic service (diplomatic

hizmetlerde seçkin bir kariyer)

experience

ikspiyıriyıns 3 n tecrübe You don’t need any experience to work here. (Burada çalı mak için hiçbir tecrübeye ihtiyacın yok)

experiment

iksperimınt 3 n deney (trial, test) Researchers now need to conduct further experiments. (Ara tırmacılar imdi daha fazla deney yapmaya ihtiyaç duyuyorlar)

hand over (to)

3 v Devretmek, teslim etmek (ki i, ey veya yetki) (surrender)

The suspects have now been handed over to the French authorities. ( u anda üpheliler Fransa otoritelerine teslim

edilmi durumdalar)

innovation

inovey in 2 n Yenilik (novelty) the latest technological innovations (son teknolojik yenilikler)

rapid

répid 3 adj Hızlı, seri (fast, swift) We are seeing a rapid growth in the use of the Internet. ( nternet kullanımında hızlı bir büyüme mü ahede etmekteyiz)

supply SB with

ST

sıplay 3 vt Birisine bir ey temin etmek (provide)

They revealed that he had supplied terrorist organizations with weapons. (Onun terörist örgütlere silah temin etti ini

açıkladılar)

supply ST to SB

sıplay 3 vt Birisine bir ey temin

(3)

so far

3 now) imdiye kadar (up to So far we have restricted our attention to the local area. ( imdiye kadar dikkatimizi bölgesel alana kısıtladık)

apparently

ıpérıntli 3 adv görünü e göre (It seems that)

Apparently, she resigned because she had an argument with her boss. (Görünü e gore, patronuyla bir tartı ma yaptı ı için istifa

etmi )

approval

ıpruvıl 3 n onaylama We sent the design to the planning department for approval. (Çizimi, onaylanması için planlama dairesine gönderdik)

attempt

ıtempt 3 n giri im, te ebbüs (effort) The government has made no attempt to avert the crisis. (Hükümet krizi önlemek için hiç bir giri im yapmadı)

by far

[+superlative]

büyük farkla (by a large amount)

My time in the navy was by far the most exciting period of my life. (Donanmadaki yıllarım tüm hayatımın büyük farkla en

heyecanlı dönemiydi.)

commercial

kimörjil 3 adj Ticari (marketable) This property is suitable for domestic or commercial use. (Bu mal gerek ev içi gerekse ticari kullanım için uygundur)

commercial

kimörjil 1 n radyo-tv-sinemada yayınlanan reklam (advertisement on TV)

a shampoo/dog food commercial (bir ampuan / köpek maması

reklamı)

consequence

kansikwins 3 n Sonuç (result, outcome) She said exactly what she felt, without fear of the consequences. (Sonuçlarından korkmaksızın, ne hissediyorsa

aynen söyledi)

constructive

kinstraktiv 1 adj Yapıcı (destructive) OPP constructive criticism/advice (yapıcı ele tiri / ö üt)

depth

dept 3 n Derinlik (deepness) What’s the depth of the water here? (Burada suyun derinli i ne kadar?)

expert

ekspört 3 n Uzman (specialist) a safety/health/computer expert (bir güvenlik / sa lık / bilgisayar uzmanı)

mutual

myuçi ul 2 adj kar ılıklı, mü terek mutual love, a mutual friend (kar ılıklı a k, mü terek bir dost)

precisely

prisaysli 3 adv tam olarak kesinlikle (exactly, accurately)

At the end of the war we were in precisely the same financial position as before. (Sava ın sonunda tam olarak daha önce

oldu umuz iktisadi konumdaydık)

shortage

ortic 2 n Eksiklik (lack) a shortage of clean water (bir temiz su noksanlı ı)

tackle

tekıl 2 v

1. çözmeye çalı mak (undertake, deal with) 2. [SB about ST] yüzle mek (confront) 3. topu kapıp durdurmak 4. devirmek [AmE] 5. sıkıca ba lamak, tutturmak

1. a new initiative to tackle the shortage of teachers (ö retmen

eksikli ini çözmek için yeni bir giri im)

2. I tackled him about the money he owed me. (Bana borcu

olan para için onunla yüzle tim.)

3. He was tackled just outside the penalty area. (Penaltı

çizgisinin hemen dı ında onu durdurdular)

4. to tackle a thief (bir hırsızı tutup devirmek)

5. The crane operator tackled the heavy blocks of stone. (Vinççi

a ır ta blokları sıkıca ba ladı.)

to be regarded as

3 olarak kabul edilmek He is generally regarded as the world’s greatest expert in the field. (Genellikle bu alanda dünyanın en büyük uzmanı olarak

(4)

recent

ri’sınt 3 adj Son, yeni (zaman) (new, fresh, current) There have been many changes pekçok de i iklik oldu) in recent years. (Son yıllarda

recently

ri’sıntli 3 adv son zamanlarda (lately) I haven't seen them recently. (Onu son zamanlarda görmedim)

put forward

phr (leri sürmek, önermek

suggest, propose) He rejected all the proposals put forward by the committee. (Komite tarafından ileri sürülen/önerilen tüm teklifleri reddetti)

devise

di vayz’ 2 vt

(özellikle yöntem vs) ke fetmek (think up, invent)

They’ve devised a scheme to allow students to study part-time.

(Ö rencilerin part-taym çalı malarına olanak sa layacak bir metot ke fettiler)

establish

is teb’li 3 vt

1. kurmak, tesis etmek, olu turmak (set up, found)

2. konumunu sa lamla tırmak 3. yerle tirmek (settle) 4.saptamak (determine, ascertain)

5. kanıtlamak (prove)

1.Mandela was eager to establish good relations with the business community. (Mandela i çevreleriyle iyi ili kiler

geli tirmeye çok istekliydi)

2.By then she was established as a star. (O zaman bir yıldız

olarak konumunu sa lamla tırmı tı)

3. Traditions get established over time. (gelenekler zamanla yerle ir)

4. I was never able to establish whether she was telling the truth.

(Onun do ruyu söyleyip söylemedi ini asla saptayamadım)

5. They have established that his injuries were caused by a fall. (Yaralarının bir dü meden kaynaklandı ını kanıtladılar)

wise

wayz 2 adj 1.bilge, akıllı 2.akıllıca (sıfat) (clever)

1.Sally is a wise and cautious woman. (Sally akıllı ve ihtiyatlı

bir kadındır)

1.Buying those shares was a wise move. (Bu hisseleri almak

akıllıca bir hareketti)

controversial

kan’trivör’jıl 2 adj Tartı malı, çeki meli (

divisive) A controversial plan to build a new road. (Yeni bir yol yapmak için tartı malı bir plan)

avoid

ı voyd’ 3 vt 1.önlemek (prevent, avert) 2. –den kurtulmak, (evade, elude) 3.kaçınmak, sakınmak, çekinmek (keep away from)

1. The accident could have been avoided. (Kaza önlenebilirdi) 2. They narrowly avoided defeat in the semi-final. (Yarı finalde

güçbela yenilgiden kurtuldular)

I left early to avoid the rush hour. (Ke meke ten kaçınmak için

erken ayrıldım)

He had to brake hard to avoid hitting the animal. (Hayvana

çarpmamak için frene sert basmak zorundaydı)

interval

in’tırvıl 2 n 1.aralık (zaman,zemin) (gap, pause) 2.ara (zaman,zemin)

The normal interval between our meetings is six weeks.

(Bulu malarımız arasındaki normal ara altı haftadır.)

immigrant

i’mig rınt 1 n Göçmen (migrant) [yabancı ülkedeki ki i] an area with a large immigrant population (büyük bir göçmen nüfusla dolu bir bölge)

emigrant

e’mig rınt n Göçeden [ülkesini terketmi ki i] We have to do something to make emigrants come back. (Göçedenlerin geri gelmesi için bir eyler yapmalıyız)

migrate

emigrate

maygreyt’ e’migreyt 1 vi göçetmek Some bird migrate south in winter. (Bazı ku lar kı ın güneye göç ederler)

deliberately

dilib’rıtli 2 adv

1.Kasten, bile bile (intentionally, OPP accidentally) 2.dikkatli (carefully)

1.Police believe the fire was started deliberately. (Polis

yangının kasıtlı olarak ba latıldı ına inanıyor)

2. He spoke deliberately, considering each word carefully. (Her

sözcü üne dikkatle hesaba katarak, çok dikkatli konu uyordu)

qualified to

kwa’li fayd 2 adj niteli ini haiz, özelli ine sahip (

fit to) particularly well qualified to give an opinion. (özellikle bir fikir verecek iyi bir niteli e haiz)

inevitably

inevıtıblî 2 adv kaçınılmaz olarak That kind of success inevitably attracts admirers. (Böylesi bir ba arı kaçınılmaz olarak hayranlar cezbedecektir)

charge

ça:rc 3 v

1. dolmak / doldurmak (duygu, bardak ve mermi.)

2. arj etmek

1.Charge the gun because the room was charged with hatred.

(Silahını doldur çünkü oda kinle dolmu tu)

2.Before use, the battery must be charged. (Kullanmadan once

piller doldurulmalı)

charge [for]

3 para istemek (alı veri , hizmet vs. sonrası) Most clubs tennis kortlarını kullanmak için para ister.) charge for the use of tennis courts. (Ço u kulüp

(5)

charge SB with ST

3 Suçlamak (accuse) He was charged murder. (Cinayetle suçlandı)

charge SB with ST

3 Sorumlusu yapmak,i vermek

The committee has been charged with the development of sport in the region. (Komite bölgede sporu geli tirmekle mükellef

kılındı)

charge at

3 Hücum etmek (attack) We charged at the enemy. (Dü mana hücum ettik)

relief

ri lî:f’ 3 n

1. ferahlama, rahatlama (release)

2. kurtarma (dü mandan) 3. yardım (assist) 4. nöbeti devralan kimse. 5. heykel kabartma, rölyef.

1.It’s a huge relief to know that everyone is safe. (Herkesin

güvende oldu unu bilmek çok rahatlatıcı)

2.the relief of the town (kasabanın kurtarılması)

3.famine relief / a relief agency (açlık yardımı / bir yardım

ajentası)

4.The next crew relief coming on duty at 9 o’clock (Yeni nöbetçi

ekip göreve 9’da gelecek)

5.The column was decorated in high relief. (Sütun yüksek

kabartmalarla süslendi)

relieve

ri li:v’ 2 vt

1 rahatlatmak (ease) 2.azaltmak (olumsuz bir

eyi) (lessen) 3.nöbet devralmak (replace)

4.i galden kurtarmak

1.to relieve stress (gerilimi hafifletmek)

2.efforts to relieve famine in Africa (Afrikada’ki açlı ı azaltma

çabaları)

3.You’ll be relieved at 6 o’clock. (Nöbetini saat 6’da

devralacalar)

staff

stéf 3 n kadro, personel (employee) It is a small hospital with a staff of just over a hundred. (Sadece 100’ün üzerinde personeli ile küçük bir hastenedir)

primitive

pri’mıtiv 2 n ilkel (ancient) (OPP

modern) a primitive society/tribe (ilkel bir topluluk / kabile)

assassination

ısesıney ın 1 n suikast an assassination attempt (bir suikast te ebbüsü)

individual

in’divic’yuıl 3 adj 1. bireysel (personel) (OPP collective) 2. orijinal (original)

1. individual rights/freedom/liberty (bireysel haklar / özgürlük) 2. a highly individual style of dress (epey orijinal elbise stili)

forest

fa’rist 3 n orman (jungle, woods) Acid rain is already destroying large areas of forest and lakes in northern Europe. (Asit ya murları kuzey Avrupa’daki göl ve

geni orman alanlarını zaten yok ediyor)

confidence

kan’fidıns 3 n güven, itimat I have güveniyorum) confidence in your abilities. (Senin yeteneklerine

self-confidence

n özgüven

refusal

rifyu:’zıl 2 n ret, kabul etmeme (denial) She gave a firm refusal. (Ona sert bir ret cevabı verdi)

quarter

kwo:r’tır 3 n

1. çeyrek

2. bir 25 sentlik. (a quarter)

3. yılın dörtte biri, üç aylık süre.

4. ö retim yılının dörtte biri.

6. mahalle, semt, civar 7. kesim, grup

1.They arrived at quarter past three. (saat üçü çeyrek geçe

ula tılar)

2.Can you give me a quarter, dude? (Ahbab, bana bir

çeyreklik versene)

3. The company’s profits fell in the third quarter. (Üçüncü

çeyrekte irketin karı dü tü)

6. the Chinese quarter of the city ( ehrin çin mahallesi) 7.He has won support from all quarters. (Bütün gruplardan

destek kazandı)

quarters

kwo:r’tırz . n konut, mesken, ikametgâh. In some quarters, he is not loved so much. (Bazı muhitlerde çok sevilmez)

attitude

e:’tityu:d 3 n tutum, tavır, yakla ım (approach, manner) an unhealthy social environment that encourages negative attitudes (olumsuz davranı ları cesaretlendiren sa lıksız

bir sosyal çevre)

excessive

ikse’siv 2 adj fazla, a ırı (extreme) The charges seemed a little excessive. ( stenen para biraz a ırı gözüküyordu)

extensive

iksten’siv 2 adj geni , büyük, kapsamlı (

wide, broad) She has an extensive knowledge of art history. (Sanat tarihi hakkında kapsamlı bir bilgisi var)

indispensable

indispen’sıbıl . adj Çok önemli, hayati ( essential, crucial, vital)

International cooperation is indispensable to resolving the problem of the drug trade. (Uyu turucu ticareti problemini

(6)

prevent

privent’ 3 vt önlemek, engellemek

(avert) Regular cleaning may help prevent infection. (Düzenli temizlik enfeksiyonu engellemeye yardım edebilir)

prevent SB (from) doing ST

3 vt -den alıkoymak.(from) She was sure the noise would prevent her (from) sleeping at night. (Gece gürültünün kendisini uyumaktan

alıkoya ından emindi)

scheme (BrE)

ski:m 3 n

1. plan, proje (project) 2. düzenek, sistem. 3. düzen, entrika, dolap (plot)

1. The proposed scheme should solve the parking problem.

(teklif edilen proje park etme problemini çözmeli)

2.a local scheme for recycling newspapers. (gazeteleri

yeniden dönü türmek için yerel bir sistem)

3.a scheme to import illegal foreign goods (yasadı ı

yabancı malları ithal etmek için bir düzen)

appoint (SB to)

ıpoynt’ 3 vt

1. [to]-e atamak, tayin etmek (assign)

2. kararla tırmak (decide on)

1.We need to appoint a new school secretary. (Yeni bir okul

sekreteri atamamız lazım)

2. Proceedings will be brought to a conclusion at a time appointed by this committee. (Prosedur bu komitenin

kararla tıraca ı bir zamanda bir sonuca ba lanacaktır)

merge

mörc 2 v

1. birle mek(combine); birle tirmek. (with) 2. içine karı ıp kaybolmak. (into)

1. Two of Indonesia’s top banks are planning to merge.

(Endonezya’nın en büyük iki bankası birle meyi planlıyor)

2. For her, work and life merge into one another. (Onun

için i ve ya am iç içe geçmi tir)

merger

mörcır 1 n birle me (unification, combination)

The merger will create the biggest television company in the country. (Birle me ülkedeki en büyük televizyon irketini

do uracak)

roughly

ra:flî 2 adv 1.yakla ık olarak (approximately) 2.kabaca (violently)

1.We’re roughly the same age. (A a ı yukarı aynı ya tayız) 2. He pushed roughly past her and out of the room. (Onu

kabaca itekleyerek odadan çıktı)

rough

ra:f 3 adj

1. düz olmayan, pütürlü vs. (uneven) 2. kaba 3. yakla ık (approximate) 4. zor, sıkıntılı (tough) 5. dalgalı

6. sert (hard, tough, harsh)

1.The skin on her hands was rough and hard. (Elini

üzerindeki deri pürüzlü ve sertti.)

2.a rough man / a rough old table

3.I have a rough idea of who she is. (Onun kim oldu u

hakkında üç a a ı be yukarı bir fikrim var)

4.a rough night (sıkıntılı bir gece)

5.It was too rough to sail that night. (O gece deniz açılmak

için çok dalgalıydı)

6.a rough wine (sert bir arap)

desire

[SB to do ST]

dizayr’ 3 vt arzulamak, istemek (crave, wish for)

We desire you to complete the work within one month of the start date. (Ba langıçtan sonraki bir ay içinde bu i i

bitirmenizi istiyoruz.)

emerge

imö:rc’ 3 vt

1.-den çıkmak,. (from) (come out)

2.meydana çıkmak (into) (come into sight/wiev)

1.After a few weeks, the caterpillar emerges from its cocoon. ( ki hafta sonra, tırtıl kozasındandan çıkar) 2.The doors opened and people began to emerge into the street. (Kapı açıldı ve insanlar sokakta görünmeye ba ladı)

negotiate

nigou’ iyeyt 2 v Görü me yapmak, pazarlık yapmak (bargain, talk) (with)

The airline is negotiating a new contract with the union.

(Havayolları yeni bir kontrat için sendikayla görü me yapıyor)

profit

pra’fit 3 n 1.Kazanç, kâr (zıttı 2. fayda, çıkar (gain, loss) benefit)

make a profit: Investors have made a 14% profit in just 3 months. (Yatırımcılar sadece üç ay içerisinde %14 kar elde

ettiler)

impress

impres’ 2 v Etkilemek (impact on) make an What impressed me was their ability to deal with any problem. (Beni etkileyen ey onların problem ele alı

kabiliyetleriydi)

impression

impre’ ın 3 n izlenim The report seems to be based entirely on first impressions. (Raporun tam olarak ilk izlenimlere dayandı ı gözüküyor.)

benefit

ben’ıfit 3 n yarar, fayda (advantage) Consider the potential benefits of the deal for the company (Anla manin irket için potansiyel faydalarini bir dü ün)

immensely

imen’sli . adv Uçsuz bucaksız, çok büyük / çok fazla (

hugely) The visitors enjoyed the game immensely. (Ziyaretçiler oyundan çok büyük zevk aldılar)

(7)

accuse

ıkyu:z 3 suçlamak, itham etmek. (blame)

She claims that her employers accused her of theft.

( çilerinin kendisini hırsızlıkla suçladı ını iddia ediyor)

I do not want to accuse him of telling lies. (Onu yalan

söylemekle uçlmak istemiyorum)

the accused

ıkyuzt . sanık The accused had appropriated the property. (Sanık malı izinsiz kendi çıkarına kullanmı tı)

aid=help

eyd:help 2 Yardım (assist, support) The UN provided emergency economic (BM mültecilere acil ekonomik yardım sa ladı) aid to the refugees.

candidate

ken’dıdeyt’ ken’dıdi:t’ 3 Aday (nominee) They needed a location for the film, and the church was the obvious candidate. (Film için bir yere ihtiyaçları vardı, ve

kilise a ikar adaydı)

desperate

des’pırıt 2 adj Ümitsiz (hopeless) drugs used in a desperate attempt to save his life (ya amını kurtarmak için ümitsiz bir giri im olarak kullanılan ilaçlar)

entail

in’teyl .

Gerektirmek (require, necessitate)

-e neden olmak (cause, lead to)

All mergers entail some job losses. (Tüm irket evlilikleri i

kayıpları-na neden olur/ -nı gerektirir.)

state

steyt 3 n 1. durum, vaziyet, hal: 2. devlet. 3. eyalet. (ABD vs için)

1.The country is drifting into a state of chaos. (Ülke bir

kaos ortamına sürükleniyor)

3. Five state elections will be held in March. (Be eyalette

seçimler Mart’ta yapılacak)

in state

. (cenaze için) törenle He was buried in state. (Törenle gömüldü)

state

steyt 3 vt ifade etmek, beyan etmek. (

utter) The candidates stated their case at a series of meetings. (Adaylar bir dizi toplantıda davalarını anlattılar)

frankly

fre:ngkli 1 adv açıkça ,dürüstçe (honestly) She talks frankly about her unhappy childhood. (Mutsuz çocuklu undan dürüstçe bahseder)

disguise

dis’gayz 1 vi 1.tebdili kıyafet etmek, gizlenmek 2.gizlemek (hide)

1.The soldiers disguised themselves as ordinary civilians.

(Askerler kendilerini sıradan vatanda lar olarak gizlediler)

2.He didn’t disguise his bitterness about what had happened. (Olan ey hakkındaki acısını gizlemedi)

gloomy

glu mi 1 adv

1.lo , karanlık (dark) 2.sıkıntılı, hüzünlü (depressed)

1.a gloomy old library (lo eski bir kütüphane)

2.He became very gloomy and depressed. (Çok hüzünlü ve

sıkıntılı hale geldi)

neglect

niglekt 2 vt savsaklamak, ihmal etmek (

OPP care for) parents who neglect their children (çocuklarını ihmal eden ebeveynler)

requirement

rikwayırmınt 3 n Gereklilik, zorunluluk (

obligation) Do these goods comply with our safety requirements? (Bu e yalar güvenlik zorunlulu umuzla uyumlu mu?)

rescue

reskyu: 2 vt Kurtarmak (save, release) The crew of the tanker were rescued just minutes before it sank in heavy seas. (Tankerin mürettebatı tanker dalgalı

denizlere gömülmeden az once kurtarıldı)

revolution

revılu: ın 3 n Devrim the French/Russian Revolution (Fransız/Rus devrimi)

require

rikwayr’ 3 vt Gerektirmek (necessiate) entail, The cause of the accident is still unclear and requires further investigation. (Kazanın nedeni hala belirsiz ve daha

fazla ara tırma gerektiriyor)

notorious (for)

noto:’riyıs 1 adj kötü öhretli The city is sıkı ıklı ı ile me hurdur) notorious for its traffic jams. (Bu ehir trafik

recruit

rikru:t’ 2 v e almak We won’t be recruiting again until next year. (Gelecek yıla kadar i e adam almıyor olaca ız)

reputation

repyutey’ in 3 n Nam, öhret He did not have a good reputation in his home town. (Kendi kasabasında iyi bir öhreti yoktu)

vote

3 v 1.Oylamak 2.oy kullanmak 3.seçmek

1.The Council will vote on the proposal next Friday.

(Konsey gelecek Cuma öneriyi oylaycak)

2.vote for/in favour of/against: 68 per cent of the union voted against striking. (Sendikanın % 68’I grevin aleyhine

oy kullandı)

3. She was voted ‘Actress of the Year’ by other Hollywood stars. (Di er Hollywood yıldızlarınca -yılın aktrisi- seçildi)

(8)

diminish

dimi’ni 2 v 1.Azalmak (decrease) 2.azaltmak ( lessen)

1.The intensity of the sound was diminishing gradually.

(Sesin iddeti yava yava azalıyordu)

2. The delay may have diminished the impact of their campaign. (Gecikme kampanyalarının etkisini azaltmı

olabilir.)

talent (for)

te:’lınt 2 n Yetenek (gift) She had an obvious talent for music. (Müzi e kar ı açık bir yetene i vardı)

talented

te:lıntid 1 adj Yetenekli (gifted) a highly talented young designer (epey yetenekli bir genç çizimci)

depict

dipikt’ 2 vt 1.betimlemek (portray)

2.açıklamak (describe) a painting depicting the Virgin and Child. (Meryem ve O ul’ u betimleyen bir resim)

conflict

kınflikt’ 1 vi Çatı mak, çeli mek His account conflicted with reports received from other journalists. (Açıklaması di er gazetecilerden alınan

raporlarla çeli iyor.)

conflict

kan’flikt 3 n Çatı ma, anla mazlık The issue provoked police. (Yayın, basın ve polis arasındaki çatı mayı conflicts between the press and the

körükledi)

guise

gayz . n Kılık / görünüm (appearance) Revolutions come in many guises. (Devrimler pek çok görünümde gelirler)

recession

rıse’ ın 2 n ekonomik durgunluk The economy was durgundu/kötüydü.) in recession. (Ekonomi

award / reward

ıword / riword’ 3 n ödül, mükâfat (prize) She won the Player of the Year award. (Yılın Oyuncusu ödülünü kazandı)

reward

riword’ 2 vt Ödüllendirmek (award) He always believed that the company would reward him for his efforts. (Herzaman irketin çabalarından dolayı

kendisini ödüllendirece ine inanırdı)

free will

. özgür irade (

independence) It is a result of my own free will. (Bu benim kendi özgür irademin bir sonucu)

budget

bac’it 3 n bütçe Two-thirds of their budget goes on labour costs. (Bütçelerinin üçte biri i çi masraflarına gidiyor)

restriction

ristrik’ ın 1 n Kısıtla(n)ma, sınırla(n)ma (limitation, restraint) trade/travel/speed/parking restrictions (ticaret/seyahat/hız/parketme kısıtlamaları)

survive

sırvayv’ 3 v

1.Sa kalmak / çıkmak (sava , hastalık, kazadan sonra)

2.ayakta/hayatta kalmak 3.(zor bir eyle) ba a çıkmak, idare etmek

1.Just eight passengers survived the plane crash. (Sadece

sekiz yolcu uçak kazasından sa çıktı)

2. The organization cannot survive unless we make some major changes. (Bazı temel de i iklikleri yapmadı ımız

müddetçe organizasyon/örgüt ayakta kalamaz.)

3. I don’t know how I ever survived school. (Okulla nasıl

olup da ba a çıktım bilmiyorum)

Don’t worry about Molly – she’ll survive. (Molly için

endi elenme; ba a çıkacaktır.)

survive (on ST)

3 v Az bir eyle geçinmek / ya amak Many of the peasants survive on tiny plots of corn. (Köylülerin ço u küçücük mısır tarlalarıyla geçinirler)

surviving

sırvay’ving . adj Kalan, kurtulan (existing) the surviving works of Sophocles (Sofokles’in kurtulan çalı maları)

burden

bördın 2 n Yük ((trouble) load) (responsibility)

When an elderly relative falls ill, you should not have to shoulder the burden alone. (Ya lı bir akraba hasta

dü tü ünde, yükü tek ba ına omuzlamak zorunda kalmamalısın)

determined

Ditör’mind 2 adj Azimli, kararlı a strong, determined woman (güçlü ve kararlı bir kadın)

recycle

ri:say’kıl 1 vt geri dönü türmek Japan recycles 40% of its waste. (Japonlar atıklarının %40’ını geri dönü türüyorlar)

admit (

to

)

ıdmit’ 3 v

1.Kabul etmek 2. itiraf etmek (confess) 3.(içeri, kulübe) almak 4.hastaneye kaldırmak

1.She admits to being strict with her children.

(Çocuklarına kar ı sert oldu unu kabul etti)

2.He refused to admit to the other charges. (Di er

suçlamaları itiraf etmeyi reddetti)

3.The narrow windows admit little light into the room.

(Dar pencereler odaya çok az ı ık alıyor.)

4.Two crash victims were admitted to the local hospital.

(9)

account

ıkaunt 3 n

1-2-3. hesap (banka hesabı, para sayımı, dükkan ücreti) 4. rapor, açıklama (explanation, report)

1.There was only £50 in his bank account. (Banka

hesabında yalnızca 50 pound var)

2. The accounts showed a loss of £498 million.

(Hesaplamalar 498 milyon poundluk bir kaybı gösterdi)

3. I have an account with Marks and Spencer. (Marks and

Spencer dükkanında hesabım var.)

4. a brief account of the meeting (toplantının kısa bir

açıklaması)

account

Ikaunt’ 3 v varsaymak, hesaba katmak, kabul etmek In English law, a person is accounted innocent until they are proved guilty. ( ngiliz hukukunda ki i suçu

kanıtlanıncaya kadar masum kabul edilir)

account

for ST 3 n

1.bir eyin nedenini açıklamak

2.bir eyin bir kısmını olu turmak

1.A number of factors account for the differences between the two scores. (Bir dizi faktör iki skor arasındaki

farkın nedenini açıklıyor)

2.The Japanese market accounts for 35% of the company’s revenue. (Japon piyasası irketin gelirinin

%35’ini olu turuyor)

imply

mplay’ 3 vt ma / i aret etmek The presence of stairs in the ruins implies an upper floor. (Harabedeki basamakların varlı ı bir üst katı i aret ediyor)

infer (from)

inför 1 vt Çıkarım yapmak, sonuç çıkarmak, Her appearance led them to infer that she was very wealthy.. (Görünü ü onun çok varlıklı oldu u çıkarımını yapmalarına neden oldu)

inference

infırıns 1 n çıkarım It’s impossible to make inferences from such a small sample.(Böylesi küçük bir örnekten çıkarım yapmak

imkansız)

cope with

koup 3 vt Tackle, deal with electronic safety systems designed to cope with engine failure (motor hatalarını halletmek üzere tasarlanmı olan

elektronik güvenlik sistemleri)

detect

didekt’ 2 vt

1.Te his etmek 2.ke fetmek,

meydana/açı a çıkarmak (discover, determine)

1.The technology is capable of detecting the smallest earth tremors. (Teknoloji en küçük yer sarsıntısını te his etme

kabiliyetine sahiptir.)

2. I thought I detected a hint of irony in her words.

(Sözlerinde bir alay emaresi ke fetti imi sandım)

resignation

rezigney ın 2 n istifa a letter of resignation (bir istifa mektubu)

allegation

e:lıgey ın 2 n ddia (claim) She denied the latest allegations. (Son iddiaları reddetti.)

allege

Ilec’ 2 vt ddia etmek (claim) It is alleged that he mistreated the prisoners. (Onun mahkumlara kötü muamele etti i iddia ediliyor.)

alleged

Ilecd’ 2 adj ddia olunan (supposed) Alleged attacker (öyle oldu u söylenen saldırgan)

sincerity

Sinse’rıti . n içtenlik, samimiyet. The sincerity of his beliefs is unquestionable. ( nançlarındaki içtenli i tartı ma götürmez.)

display

displey 3 vt

1.sergilemek (exhibit)

2.sergilemek (his, davranı , nitelik) 3.göstermek (bilgisayar)

1.Could you display this poster in your window? (Bu

posteri vitrininizde sergileyebilir misiniz?)

2. From an early age he displayed a talent for singing (Küçüklü ünden beri arkı söyleme hususunda bir beceri

sergilerdi)

3. An error message is displayed if invalid information is entered. (Geçersiz bir bilgi girilirse yanlı mesajı görünür)

display

display 3 n 1.sergi (exhibition) 2.gösteri (show) 3.sergileme (davranı , his, nitelik) 4. bilgisayar göstergesi

1.a unique display of ancient artifacts (e siz bir antik el

yapımı e yaları sergisi)

The costumes were placed on display at the museum.

(Kostümler müzede sergide yer aldı)

2. a thrilling display of footballing skills (futbol maharetlerinin heyecanlandırıcı bir gösterisi)

3.Displays of emotion disgusted her. (Hissiyat

sergilemeleri onu i rendirir.)

sophisticated

Sıfis’tikeytid 2 adj Entelektüelce geli mi Consumers are getting more sophisticated and more demanding. (Mü teriler gün geçtikçe daha geli mi /ince

zevkli ve daha talepkar oluyorlar.)

sophistication

Sıfistikey ın n Zihnen geli mi lik computer users with a high degree of sophistication (daha yüksek dereceli zeka/anlayı sahibi bilgisayar kullanıcıları)

(10)

amend

ımend’ 2 vt Düzeltmek, de i tirmek (doküman vs.)

A law amending the Chilean constitution was approved on 22nd January. ( ili anayasasını de i tiren bir kanun 22

Ocak’ta onaylandı)

amendment

ımendmınt’ 2 n Düzeltme, de i iklik I have made several amendments to the script. (Metinde birkaç düzeltme yaptım)

make amends

v Durumu düzeltmek I wish I could make amends somehow. (Ke ke durumu bir ekilde düzeltebilseydim)

casualty

ke:juılti n Ölü-yaralı, zayiat There were no reports of casualties from the attack. (Saldırıda ölü-yaralı oldu una dair hiçbir rapor yok)

demonstration

demınstrey ın 2 n 1.gösterge 2.gösteri

1.This is a powerful demonstration of what can be achieved with new technology. (Bu, yeni teknoloji ile

neyin ba arılabilece inin kuvvetli bir göstergesidir.)

2. Angry students held demonstrations in the university square. (Kızgın ö renciler üniversite meydanında bir

gösteri düzenlediler)

one another

2 pn

birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.)

You must get along with one another. (Birbirinizle iyi

geçinmelisiniz)

each other

2 pn birbiri, birbirleri (Hep çekimli bir ekilde kullanılır.)

They talk to each other on the phone every night. (Her

gece telefonda birbirleriyle konu urlar)

another

ınatdhır 3 fw Bir di er, di er bir

I hope this isn’t another of Donald’s silly tricks. (Umarım

bu Donald’ın aptal oyunlarından bir di eri de ildir)

We’re doing a big concert tomorrow night and another one on Saturday. (Yarın büyük bir konser verece iz, bir

di erini de cumartesi)

explore

iksplo:r 3 v 1.Ke if yolculu una çıkmak 2.ara tırmak, tartı mak

1.companies exploring for oil (petrol arayan irketler) 2. It is worth exploring other ways of dealing with this problem. (Bu problemi çözmenin ba ka yollarını

ara tırmaya de er.)

exploration

eksplırey ın 2 n Ke if, ke if yolculu u Exploration of the solar system began in the 19(Güne sisteminin ke if yolculu u 19. asırda ba ladı) th century.

save

seyv 3 v

1.biriktirmek (put aside) 2.kurtarmak (rescue) 3.kaçınmak (avoid) 4.kaydetmek

1.I am not very good at saving. (Para biriktirmede pek iyi

de ilim)

2.Doctors were unable to save her. (Doktorlar onu

kurtarmaya muvaffak olamadılar.)

3.She did it herself to save argument. (Tartı madan

kaçınmak için kenki kendine öyle yaptı.)

4.Save data frequently (Bilgileri sık sık kaydet)

save, save for,

save that

seyv . prep hariçexcept for, except that) (except ,

No one, save perhaps his wife, knows where he is. (Hiç

kimse, belki hanımı hariç, nerede oldu unu bilmiyor)

The room was completely dark, save for one candle burning in the corner. (Oda, kö ede yanan bir lamba dı ında,

tamamen karanlıktı)

We know little about his childhood, save that his family was poor. (Ailesinin fakir oldu u dı ında çocuklu u

hakkında çok az ey biliyoruz)

gain

geyn 3 v 1.kazanmak, elde etmek 2.artmak

1.She gained a first in her French degree. (Fransızca

derecesinde bir birincilik elde etti / kazandı)

2.The Nikkei index gained 45 points. (Nikkei indeksi 45

puan arttı)

gain

geyn 2 n Kazanç, artı , kâr The Green Party made big gains in the local elections. (Ye iller Partisi yerel seçimlerde büyük kazanç/artı

sa ladı.)

seek/sought/

sought

si:k / so:t 3 vt 1.istemek (2.aramak ask for)

1. Seek medical advice if symptoms last more than a week. (Belirtiler bir haftadan daha fazla sürerse doktora görün

/tıbbi yardım iste)

seek compensation/damages/redress: The boy’s parents are seeking damages from the health authority. (Çocu un

ebeveyni sa lık yetkililerinden tazminat talep ediyor)

2. Many single people are seeking that special someone.

(11)

wholehearted

houlha:rtıd . adj Tüm kalbiyle, tamamiyle We would like to express our wholehearted support for the campaign. (Kampanyaya canı gönülden deste imizi

saygıyla ifade etmek isteriz.)

acute

Ikyu:t’ . adj 1.Önemli, kritik 2.dar açı (900den küçük) 1. an acute shortage of medical supplies (tıbbi stoklarda önemli bir eksiklik)

asset

E:set 2 n 1.kazanç (benefit) 2.malvarlı ı, mal

1. I’m sure she’ll be an asset to the team. (Eminim ki

takıma bir kazanç olacak.)

2. Her assets include shares in the company and a house in France. (Malvarlı ı fabrikadaki hisseleri ve Fransa’da bir

evi kapsıyor)

surely

urli: 3 adv Kesinlikle (certainly) You surely realized we were in when you saw the lights on. (I ıkların açık oldu unu gördü ünde kesinlikle bizim

içerde oldu umuzu farkettin)

abduct

E:bdakt vt Adam kaçırmak (kidnap) He attempted to abduct two children. ( ki çocu u kaçırmaya te ebbüs etti)

facilitate

fısi’lıteyt 1 vt Kolayla tırmak (ease) The counselor may be able to facilitate communication between the couple. (Danı man belki çift arasındaki

ileti imi kolayla tırmayı ba arabilir)

famine

Fe:min 1 n Açlık (food shortage) The threat of widespread famine in Africa (Afrika’daki yaygın kıtlık tehditi)

profound

prıfaund’ 2 adj 1. Derin (2. büyük (intense) deep)

1. profound questions (derin sorular)

2. a profound change in the climate of the Earth (Dünya

ikliminde büyük bir de i iklik)

condemn

kın’dem 2 vt Kınamak (criticize) Politicians have condemned the attacks. (Politikacılar saldırıları kınadılar)

widespread

Wayd’spred 2 adj Yaygın (common) extensive, the widespread use of antibiotics (antibiyoti in yaygın kullanımı)

strike gold / oil

strayk 3 v (Kazı veya sondaj sonucu) maden bulmak He seems to have struck gold with his first film. ( lk filmiyle altın madeni bulmu gibi gözüküyor)

strike

strayk 2 n 1. grev 2. saldırı (attack) 3. maden bulma

1. Workers have been out on strike since Friday. ( çiler

Cuma gününden beri dı arıda grevdeler.)

a 15-day strike over pay and poor safety conditions (ücret

ve kötü güvenlik ko ulları gerekçeli 15 günlük bir grev)

2. the threat of nuclear strikes (nükleer saldırı tehditi) 3. the Lena goldfields strike of 1912 (1912’de bulunan

Lena altın yatakları)

dominate

da’mineyt 2 v

1.Kontrol etmek (control) 2.hakim olmak (rule) 3.hakim olmak, tepeden bakmak (overlook)

1. Don’t allow the computer to dominate your child’s life.

(Bilgisayarın çocu unun ya amına hükmetmesine izin verme)

2. Barcelona completely dominated the first half of the match. (Barselona maçın ilk yarısına tamamıyla hakimdi.) 3. a picturesque city dominated by the cathedral tower.

(Katedral kulesinin hakim oldu u tablosal bir ehir)

response

rispans 3 n Yanıt, kar ılık (reply)

Her response was to leave the room and slam the door.

(Yanıtı odayı terk edip kapıyı çarpmak oldu)

In response to complaints, the company reviewed its safety procedures. ( ikayetlere kar ılık olarak irket güvenlik

prosedürlerini yeniden gözden geçirdi)

complaint

[about ST]

kımpleynt 3 n 1. ikayet 2. ikayet dilekçesi

1. The main complaint was the noise. (Ana ikayet

gürültüydü)

2.Customers lodged a formal complaint about the way they were treated. (Mü teriler kendilerine yapılan

muamele biçimi hakkında resmi bir ikayet dilekçesi sundular)

aggravate

e:g’rıveyt . vt Kötüle tirmek (worsen) His headache was aggravated by all that noise. (Tüm o gürültüyle ba a rısı daha da kötüle ti)

vacancy

veykınsi 1 n

1. (job) bo -açık kadro 2.bo oda (otel) 3.bo luk (emptiness) 4. anlayı sızlık, bo luk

1.There are always plenty of vacancies for bar staff. (Bar

personeli için her zaman bir sürü bo kadro vardır)

2. We have no vacancies at all during July. (Temmuz

müddetince hiç bo yerimiz yok)

3.The vacancy of her expression. (Yüz ifadesindeki bo luk) 4.vacancy and vanity (anlayı sızlık ve kibir)

(12)

unique

Yu:ni:k 3 adj E siz (sole, exceptional)

You will be given the unique opportunity to study with one of Europe’s top chefs. (Size Avrupa’nın en üst

eflerinden biriyiyle çalı mak [gibi] e siz bir fırsat verilecek.)

debt

det 3 n Borç (credit) money owing) (OPP By this time, we have debts of over £15,000. ( u an itibariyle, borcumuz 15.000 poundu a ıyor)

abolish

ıbali 2 vt Kaldırmak, fesh etmek This tax should be abolished. (Bu vergi kaldırılmalı)

disorder

diso:rdır 2 n 1.(Tıbbi) rahatsızlık (ailment, sickness, complaint) 2.karı ıklık, karga a (chaos, mess)

3.darmada ın (in) (mess)

1.He had treated her for a stomach disorder. (Bir mide

rahatsızlı ı için onu tedavi etti)

2. The main problem is public disorder associated with late-night drinking. (Ana problem gece geç vakti içmekten

kaynaklanan kamusal karga a)

3. Everything was in disorder, but nothing seemed to have been taken. (Her ey karmakarı ıktı, ama hiç bir ey

alınmı gözükmüyordu.)

wane

weyn vt Sönmek, azalmak (diminish, fade) His enthusiasm was waning fast. ( evki hızla sönüyordu)

withdraw /

withdrew /

withdrawn

widhdro: 2 v Geri çekilmek (pull out) The injury has forced him to withdraw from the competition. (Yarası onu müsabakadan çekilmeye zorladı)

before long

Birazdan, çok geçmeden (soon, shortly) See you before long (Birazdan görü ürüz)

a

lliance

ılayıns 2 n ttifak (coalition) (pact, agreement) (partnership)

An alliance between the Liberal Democrats and the Nationalists (Milliyetçiler ve Liberal demokratlar arasında

bir ittifak)

Successive French governments maintained the alliance with Russia. (Ba arılı Fransız hükümeti Rusya ile ittifakı

sürdürdü.)

regard

rigard 3 vt 1.bakmak (stare, gaze at) 2.dü ünmek (consider, think, take into account)

Cathy regarded the photo thoughtfully. (Cathy foto rafa

dü ünceli dü ünceli baktı)

She regarded London as her base. (Londra’yı kendi temeli

olarak dü ünür)

regarding

rigarding 2 prep hakkında, -e ili kin (concerning) about,

She said nothing regarding your request. (Ricanla ilgili

hiçbir ey söylemedi)

EU regulations regarding the labelling of food (yiyecekleri

etiketlemeye ili kin AB düzenlemeleri)

regardless of

2 prep umursamaksızın ( sim ve cümleden önce) (irrespective of)

The clup welcomes all new members regardless of age.

(Kulüp ya sınırı gözetmeksizin tüm yeni üyeleri kabul ediyor)

regardless

rigardlis 2 adv her eye ra men; ne olursa olsun. (in spite of, despite) (anyhow)

It seemed an impossible task at times, but we carried on, regardless. (Defalarca imkansız gibi gözüken bir görevdi,

ama biz devam ettik, aldırmayarak.)

expand

ikspe:nd 3 v

1.geni lemek (enlarge) 2.büyümek (increase, develop)

3.detaylı açıklamak (on) 4.açıp yaymak (open out)

1. We live in an expanding universe. (Geni leyen bir

evrende ya ıyoruz)

2. The rapidly expanding IT sector (hızla büyüyen IT

sektörü)

3. I refuse to expand any further on my earlier statement. (Önceki ifadem hususunda daha fazla detay vermeyi

reddediyorum.)

4. The hawk expanded its wings. ( ahin kanatlarını açtı)

expanse

ikspe:ns . n Düzlük (tarla, gökyüzü, deniz vs) (vastnes) Vast expanses of farmland (çiftlik alanının geni düzlükleri)

expansion

ikspe:n ın . geni leme (growth,

increase, development) We plan to continue our expansion programme. (Geni letme programımıza devam etmeyi planlıyoruz)

expansionary

ikspe.n’ ınıri . n Büyümeyi sa layıcı, büyütücü This budget will have an expansionary affect on the economy. (Bu bütçe ekonomi üzerinde büyütücü bir etkiye

(13)

handle

hendıl 3 vt

1. halletmek, ile u ra mak (deal with)

2.ticaretini yapmak (özellikle yasadı ı)

The government was criticized for the way it handled the crisis. (Hükümet krizle mücadele yöntemi nedeniyle

ele tirildi)

The newer computers can handle massive amounts of data.

(Daha yeni olan bilgisayarlar devasa miktardaki bilgiyle u ra abiliyorlar)

2. He denied burglary but admitted handling stolen goods.

(Hırsızlı ı reddetti ama çalıntı altın ticareti yaptı ını kabul etti.)

impact

impe:kt 3 n 1.etki (affect) 2.çarpı ma ( crash)

1.Her paper discusses the likely impact of global warming. (Makalesi global ısınmanın olası etkilerini tartı ıyor) 2.The missile does not explode on impact. (Roket

çarpı mayla patlamıyor.)

impulse

impals 1 n güdü, dürtü (drive)

Jenny felt a sudden impulse to play some music. (Jenny

biraz müzik çalmak için ani bir dürü hissetti)

Acting on impulse, he knocked on her door. ( çgüdüsel bir

hareketle, kapıyı çaldı)

participate in

partisipeyt 2 v Katılmak (join) The rebels have agreed to participate in the peace talks. (Asiler barı görü melrine katılmaya karar verdiler)

participation

partisipey ın 2 n Katılma, dahil olma We would like to see more participation by younger people. (Genç insanların daha fazla katılımını görmekten

memnun oluruz)

fake

feyk . adj

1.sahte (false) 2.yapmacık, sahte (pretend)

1.fake passport/visa/document (sahte pasaport/vize/ belge) 2. a fake smile, fake emotion (sahte bir gülümseme, yapay

his)

gather

ge:dhır 3 v 1.toplanmak (meet) 2.toplamak (collect) 3.anlamak (understand) 4.katlamak (fold)

1.A crowd gathered outside the hotel. (Bir kalabalık otelin

dı ında toplandı)

2. I gather up the prescription and follow him to the door.

(Reçeteyi alır onu kapıya kadar takip ederim)

3.From what I can gather, she’s madly in love with him. (Anlayabildi im kadarıyla ona deliler gibi a ık)

4. Gathering her robe around her, Maria ran upstairs. (Maria

kaftanini toparlayarak yukarı ko tu)

involve

inva:lv 3 v

1.gerektirmek, istemek 2. (in) -e karı tırmak, -e bula tırmak, -e sokmak 3. içermek, kapsamak

1.Expertise involves practice (Ustalık pratik ister.)

2.Don't involve me in your illegal activities. (Beni yasadı ı

i lerine bula tırma.)

3.This problem involves other problems. (Bu sorun ba ka sorunları içeriyor.)

to be involved in

V

1.-e karı mak

2. ile me gul olmak, ile u ra mak

1.She was once involved in a scandal. (Bir zamanlar bir

skandala karı mı tı)

2. He's involved in a new project. (Yeni bir projeyle me gul.)

to be involved with v ile a k ili kisi olmak Angela told me that she was involved with someone else. (Angela bana ba ka birisiyle ili kisi oldu unu söyledi)

involvement

invalvmınt 3 n 1.ili ki (ba lı) He was imprisoned for his involvement in a plot to overthrow the government. (Hükümeti devirmek için bir

entrika ile ili kisi oldu undan tutuklandı)

genuine

cenyuin 2 adj 1.gerçek, otantik, sahte de il (authentic) 2.samimi, içten (sincere)

1. It was undoubtedly a genuine 18th century desk. (O

üphesiz gerçek bir 18 yüzyıl çalı ma masasıydı)

2.Morley looked at her with genuine concern. (Morley ona

samimi bir ilgi ile baktı)

authentic

o:thentik 1 adj gerçek (Genuine, true) The letter is certainly authentic. (Mektup kesinlikle orjinal) The restaurant serves authentic Italian meals (Lokanta

otantik talyan yemeklerini sunuyor)

boom

bu:m 2 n 1. artı , patlama 2.patlama sesi the economic patlaması) boom years (ekonomik patlamanın oldu u yıllar) boom of the 1980s (1980’lerin ekonomik

legislation

lecısley ın 3 n Yasa veya bir dizi yasa Under current legislation, factories must keep noise to a minimum. (Hali hazırdaki yasalar gere ince, fabrikalar

gürültü miktarını bir minimumda tutmalılar)

(14)

expertise

ekspırti:z 2 n Uzmanlık (proficiency)

The company is keen to develop its own expertise in the area of computer programming. ( irket bilgisayar

programlama alanındaki uzmanlı ını geli tirmeye çok hevesli)

assume

ısyu:m 3 v

1.Varsaymak (suppose) 2.ba latmak (take on) 3.devralmak, ele geçirmek (seize)

1.I’m assuming everyone here has an email address.

(Burada herkesin bir elektronik postası oldu unu varsayıyorum)

2. She has been invited to assume the role of mentor. (Rehber hoca rolünü ba latmak için davet edildi) 3. He assumed full responsibility for all organizational work. (Tüm örgütsel çalı maların tam sorumlulu unu

devraldı)

assuming

ısyu:ming 1 conj Varsayarsak (if) Assuming your calculations are correct, we should travel northeast. (Hesaplarınızın do ru oldu unu varsayarsak,

kuzeydo uya yol almalıyız)

assumption

ısamp ın 2 n Varsayımn (supposition) hypothesis, Your argument is based on a completely false assumption. (Argümanların tamamıyla yanlı bir varsayım üzerine

kurulmu )

nationwide

ney ınveyd 1 adv Ülke çapında a nationwide protest/strike (ülke çapında bir protesto / grev)

infant

infınt 2 n bebek infant care / behaviour (çocuk bakımı / davranı ı)

vaccination

ve:ksıney ın . n A ı, a ılama a measles/polio vaccination (bir kızamık/çocuk felci a ısı)

combat

kambe:t 1 n sava These enzymes are important in the combat against bacteria. (Bu enzimler bakterilere kar ı sava ta önemli)

supplementary

saplimentri: . adj Ek (additional) Supplementary information / income / budget package (Ek bilgi / gelir / bütçe paketi)

eventually

ivençuıli 3 adv Eninde sonunda, nihayet (finally)

We’re hoping, eventually, to create 500 new jobs. (Eninde sonunda

500 yeni meslek olu turmayı ümit ediyoruz)

‘Did they ever pay you?’ ‘Eventually, yes.’ (Sana hiç para ödediler

mi? Sonunda, evet)

eventual

ivençu ıl 1 adj Nihai, en son (ultimate,

final) his eventual capture and imprisonment (en son yakalanması ve mahkumiyeti)

erode

iro d 1 v

1. [jeol] a ınmak, a ındırmak

2. azaltmak / azalmak (reduce)

1. High tides are eroding the coast. (Gel-git geli leri sahili a ındırıyor) a plan to plant more trees before the soil erodes even further (toprak

daha fazla a ınmadan daha fazla a aç dikmek için bir plan)

2. It is feared that international institutions may erode national sovereignty. (Uluslararası müesseselerin ulusal egemenli i

azaltaca ından korkuluyor.)

Western support for Yeltsin was slowly eroding. (Batının Yeltsine

deste i yava yava eriyor / azalıyor)

plunge

planc 2 v

1.dü mek (fall, drop) 2.azalmak, dü mek (fiyat, sıcaklık vs)

3.kontrolsüzce ve aniden fırlamak, zıplamak, hareket etmek

1.It was still dark when the helicopter plunged 500 feet into the sea.

(Helikopter 500 fitten denize çakıldı ında hala karanlıktı)

2. The temperature is expected to plunge below zero degrees overnight. (Sıcaklı ın gece boyu sıfır derecenin altına dü mesi

bekleniyor)

3. The horse plunged and reared. (At aha kalktı ve ki nedi) He plunged towards the door and wrenched it open. (Kapıya do ru

fırladı ve çekerek açtı)

plunge into

2 v

1.bir i e dalmak 2.daldırmak, sokmak 3.-e gömülmek, gark olmak

4.suya vs. dalmak

1. This was not the time to be plunging into some new business venture. (Yeni bir i te ebbüsüne dalıyor olmanın hiç de vakti de ildi) 2. He plunged his arm into the sack once more. (Kolunu bir kez daha

çuvala daldırdı)

3.The city was plunged into total darkness when the entire electrical system failed. (Bütün elektrik sistemi çökünce, ehir tümden karanlı a

gömüldü)

The country is plunging into recession once more. (Ülke bir kez daha

ekonomik sıkıntıya gark oldu)

4. Four police officers plunged into freezing water to rescue a man yesterday. (Dün dört polis memuru bir adamı kurtarmak için

dondurucu suya atladı.)

plunge

n 1.dalma 2.dü me, azalma 1.the plane’s plunge into the sea (uça ın denize dü ü ü) 2.the plunge in oil prices (petrol fiyatlarındaki dü ü )

(15)

plain

pleyn 2 n Düzlük, ova the Serengeti Plains in East Africa (Do u Afrika’daki Serengeti düzlükleri)

plain

pleyn 2 adj

1.açık, anla ılabilir (clear, simple, basic)

2.sıradan, sade (ordinary, not beautiful)

3.dobra (obvious)

1. Hugh’s message was short, but the meaning was plain enough. (Hugh’sın mesajı kısaydı ama anlamı yeterince açıktı.)

2. a plain wooden table (basit/sade bir tahta masa) 3. a plain answer (dobra / dürüst bir cevap)

terms

törms 3 n art, ko ul (conditions,

provisions) 1.He had little choice but to accept their terms. ( artlarını kabul etmekten ba ka hemen hiç seçene i yoktu)

opportunity

apırçiu:nıti 3 n 1.fırsat (chance) 2.i imkanı

1.She went to visit him in hospital at every opportunity. (Her

fırsatta onu ziyarete hastaneye gitti)

2.There are good opportunities in the hotel business. (Otel

sektöründe iyi i imkanları var)

thorough

Tharo /tharı 1 adj 1.Tam (2.sistematik (methodical) complete)

1. It’s all a thorough nuisance. (O tam bir ba belası)

2.She has a thorough understanding of the business. (Sistematik

bir i anlayı ına sahip)

Interfere with

intırfi ır 2 vt 1.karı mak 2.kurcalamak

1.I don’t think your mother has the right to interfere in our affairs.

(Annenin i lerimize karı maya hakkı oldu unu sanmıyorum) 2. I saw him interfering with the smoke alarm. (Onu duman alarmını kurcalarken gördüm)

interference

intırfi ırıns 2 n Müdahele (intervention) They expressed resentment at outside interference in their domestic affairs. ( çi lerine dı arıdan müdahele edilmesi hususundaki öfkelerini

beyan ettiler.)

intervene

ntırvi:n 1 vt

1.araya girmek (occur, happen)

2.-e karı mak, müdahele etmek (interfere)

1. My brother was studying to be a church minister, but the Second World War intervened. (Karde im bir ba rahip olmak için

çalı ıyordu, fakat II. Dünya sava ı araya girdi.)

Several months intervened before we met again. (Yeniden

kar ıla madan once bir kaç ay geçti / araya girdi)

2. Police had to intervene when protesters blocked traffic.

(Protestocular trafi i kapayınca polis araya girdi/müdahele etti)

intervention

intırven ın 1 n Müdahele (interference) We do not need further government intervention. (Daha fazla hükümet müdahelesine ihtiyacımız yok)

quarrel

kwarıl 1 n Tartı ma, kavga (dispute, fight) argument, We had the usual family quarrel about who should take the dog out. (Köpe i kimin dı arı çıkaraca ı hakkında geleneksel bir aile kavgamız

vardı)

address

ıdres 2 v

1. konu mak, konu ma yapmak 2.yönlendirmek

3. yollamak, yazmak

1. He turned his head to address me. (Bana hitap etmek için kafasını

çevirdi)

2. All enquiries should be addressed to head office. (Tüm sorular idari

ofise yönlendirilmeli)

3. This letter is addressed to Alice McQueen. (Bu mektup Alice

McQuenn’e yazılmı

address

ıdres 3 n 1.adres 2.konu ma, demeç 2. The president is to deliver a televised address to the country. (Ba kan ülkeye hitaben bir televizyon konu ması yapacak)

unfavorable

anfeyvırıbıl . adj 1.olumsuz, ters (adverse) 2.elveri siz, uygun olmayan

1.The report makes unfavourable comparisons with the system used in France. (Rapor Fransa’da kullanılan sisteme ili kin istenmeyen

kar ıla tırmalar yapıyor)

2. They had finally gained independence, but on very unfavourable terms. (Nihayet ba ımsızlıklarını kazandılar, ama çok elveri siz

ko ullarla)

presume

prizyu:m 1 v varsaymak (assume) Your argument presumes that everyone understands the issue. (Argümanınız herkesin meseleyi anlamı oldu unu varsayıyor.)

presumption

prizamp ın . n 1.varsayım (2.kendini be enmi lik assumption) 1. a presumption of innocence (bir masumiyet varsayımı) 2. She was enraged at his presumption (Kibirli tavırlarına çok

sinirlendi)

foresee

Forsi: . v Önceden görmek (predict) Who could have foreseen such problems? (Kim böylesi problemleri önceden tahmin edebilirdi / ki?)

deprive SO of

diprayv 1 vt -den mahrum etmek The courts cannot deprive me of the right to see my child. (Mahkeme beni, çocu umu görmek hakkından mahrum edemez)

deprived

diprayvt 1 adj Yoksun, mahrum people living in deprived area (yoksun bölgelerde ya ayan halk)

(16)

dam

De:m . n 1.baraj, set, su bendi 2.anne at, anne koyun 1. Build a dam across the river (Nehrin önüne bir set yap)

possess

pızes 3 vt sahip olmak, -si olmak: ( have, own)

He possesses two cars. ( ki arabası var.)

They do not possess the necessary technical knowledge. (Gerekli

teknik bilgiye sahip de iller.)

temper

tempır 2 n

1.çabuk öfkelenme huyu 2.hava, huy

3.anlık öfke, öfke krizi 4.sertlik esneklik derecesi (demir vs için)

1. That temper of yours is going to get you into trouble. (Senin bu

çabuk öfkelenme huyun ba ını belaya sokacak)

2. He seems to be in a good temper. (Havasında gözüküyor) 3. be in a temper: He doesn’t mean what he says when he’s in a temper (Öfke nöbetine girdi inde söylediklerinde aslında öyle demek

istemiyordur)

have a short temper: He’s not a bad boss, but he has a short temper.

(Kötü bir patron de il ama çabuk öfkeleniyor)

get/fly into a temper: When she refused to help, he flew into a temper.

(Yardım etmeyi reddedince öfke krizine girdi)

She hardly ever lost her temper. (Hiç öfkeye kapılmaz)

temper

tempır v 1.dengelemek, nötralize etm. etkisini azaltmak 2.akort etmek

1.Their idealism is tempered with realism. ( dealizmleri realism ile

dengeleniyor) hot, sunny days tempered by a light breeze (hafif bir rüzgarla etkisi azalmı sıcak, güne li günler)

out of temper

Öfkeden deliye dönmü He was out of temper. (Öfkeden deliye dönmü tü)

bad-tempered

adj Asabi, uzla maz, huysuz (irritable, complaining, disagreeable)

In a heatwave many people become increasingly bad-tempered. (Bir

sıcak hava dalgasında ço u insan ziyadesiyle huysuzla ır)

expense

ikspens 3 n

1.harcama (expenditure) 2.eder, paha, fiyat (cost) 3.harcama, gider (ço ul, -s) (expenditure)

1. Rent is our biggest expense. (Kira en büyük harcamamız) 2. A powerful computer is worth the expense if you use it regularly.

(Kuvvetli bir bilgisayar, e er düzenli kullanıyorsan, fiyatına de er)

3. The company pays all our expenses.( irket tüm harcamaları

kar ılamaktadır)

conclusive

kınklu:siv 1 adj kesin, kat’i, son, nihai a conclusive proof that he was the murderer (Katilin o oldu una ili kin kesin bir kanıt) conclusive evidence (kesin / nihai kanıt)

rainfall

reynfo:l . n Ya ı miktarı Annual rainfall was lower last year than ever before. (Yıllık dü en ya ı miktarı geçen yıl daha önce olmadı ı kadar azdı)

afford

ıford 3 vt 1.güç yetirebilmek (ekonomik) 2.sa lamak, temin etmek

1. I’m not sure how they are able to afford such expensive holidays.

(Böylesi pahalı tatillere nasıl güç yetirebiliyorlar emin de ilim)

2. The vaccination also affords protection against polio. (A ı aynı

zamanda çocuk felcine kar ı koruma sa lar)

acquire

ıkwayr 2 vt 1. elde etmek, edinmek, almak, kapmak. 2. kazanmak

acquire a bad reputation (kötü bir öhret kazanmak.)

Any drug user who shares a needle is at risk of acquiring AIDS. (Tek

i neyi payla an herhangi bir uyu turucu kullanıcısı AIDS kapma riski altındadır)

carry out

3 phv Uygulamak, tatbik etmek (

do, perform, accomplish) 1.She carried out a new scheme. (Yeni bir projeyi tatbik etti)

vanish

veni 2 vi

1.Gözden kaybolmak (disappear) 2.yok olmak (become extinct)

1.One moment she was there, the next she got vanished. (Bir an

oradaydı, sonra yok oluverdi)

2. Humanitarian ideals seem to have totally vanished. ( nsancıl

idealler tümüyle yok olmu gözüküyor)

deteriorate

ditiriyıreyt 1 vt Kötüle mek (worsen) The weather deteriorated rapidly so the game was abandoned. (Hava hızla bozdu/kötüle ti bu yüzden oyun terkedildi)

commit

kımit’ 3 v

1.bir suç vs i lemek 2.söz vermek

3.zorlamak, mecbur etmek (oblige, compel)

4.uzun vadeli bir ili kiye kara vermek

5.cezaevine/hastaneye/tımar-haneye yollamak […SB to SW]

1.Commit a crime / suicide / murder / a robbery (Bir suç i lemek /

intihar etmek / cinayet i lemek / bir soygun yapmak),

2. I do not want to commit to any particular date. (Herhangi bir tarih

için söz vermek istemiyorum)

3.The agreement commits them to a minimum number of

performances per year. (Anla ma onları her yıl minimum bir rakama

mecbur diyor)

4.He’s not ready to commit. (Henüz ciddi bir ili kiye karar vermeye

hazır de il)

5. The judge committed the men to prison for contempt of court. (Yargıç adamları mahkemeye saygısızlıklarından dolayı hapse yolladı)

Referanslar

Benzer Belgeler

Hem Osmanlı Hükümeti’nin hem de İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin eğitim konusunda gerçekleştirmeyi düşündüğü yeniliklerden birisi de cemaat okullarında görev

Elde edilen sonuçlardan incelenen agrega ocaklarına ilişkin agregaların granülometrik dağılımının uygun olmadığı, diğer özelliklerinin ise beton üretimi

By using the new Wired-AND Current-Mode Logic (WCML) circuit technique in CMOS technology, low- noise digital circuits can be designed, and they can be mixed with the high

Physical Layer: WATA does not specify the wireless physical layer (air interface) to be used to transport the data.. Hence, it is possible to use any type of wireless physical layer

Şekil 3.1 Taguchi kalite kontrol sistemi. Tibial komponent için tasarım parametreleri. Ansys mühendislik gerilmeleri analizi montaj tasarımı [62]... Polietilen insert

Tablo Tde de gi\rlildiigii gibi IiI' oram arttlk<;a borulardaki su kaybulda azalma olmaktadlL $ekil 2'de IiI' oranlanna bagh olarak beton borularda meydana gelen su

Bu tez çalıĢması, son zamanlarda üzerinde oldukça fazla araĢtırma yapılan ve sektörel olarak çok geniĢ bir yelpazede kullanım alanı bulunan kompozit metal

Araştırmada hastalar için kullanılan kişisel bilgi formu; hastaların sosyo-demografik özelliklerini (yaş, cinsiyet, eğitim durumu, medeni durum, çalışma durumu,