• Sonuç bulunamadı

Türkiye'nin hegemonik güç ile ilişkisi: ABD ve ÇHC'nin karşılaştırılması

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye'nin hegemonik güç ile ilişkisi: ABD ve ÇHC'nin karşılaştırılması"

Copied!
174
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI

ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ

TÜRKİYE’NİN HEGEMONİK GÜÇ İLE İLİŞKİSİ: ABD

ve ÇHC’NİN KARŞILAŞTIRILMASI

Emre ARSLANTAŞ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Davut ATEŞ

(2)
(3)

İÇİNDEKİLER

Bilimsel Etik Sayfası ……….………..iii

Yüksek Lisans Tezi Kabul Formu ……….………..…………iv

Önsöz ……….…………...v

Özet ……….……...………….vi

Summary ………..….viii

Kısaltmalar ……….………..x

Tablolar Listesi ……….………...………...xii

Şekiller Listesi ………...………..…..xiii

Giriş …...………...………1 BİRİNCİ BÖLÜM: TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ ………..…13 1.1. ABD Dış Politikası ………..………..….13 1.2. Türkiye-ABD İlişkileri ………..……….15 1.2.1. Siyasi İlişkiler ………..……….…..…….15 1.2.2. Ekonomik İlişkiler ………...41 1.2.3. Askeri İlişkiler ……….……….…...47 1.3. Değerlendirme ………..……….….50

İKİNCİ BÖLÜM: ÇİN’İN HEGEMONİK GÜÇ OLARAK YÜKSELİŞİ ……….57

2.1. Çin’in Ekonomik Yükselişi ………..……….….62

2.2. Çin’in Askeri Yükselişi ………..……72

2.3. Barışçıl Yükseliş ……….77

2.4. Çin’in Uluslararası İlişkilere İlişkin Alternatifleri ……….80

2.4.1. Harmonik Dünya ……….……80

2.4.2. Pekin Konsensüsü ………..…..83

2.5. Çin ve Uluslararası Sistemin Geleceği ………..……….…87

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: HEGEMON ÇİN ve TÜRKİYE………...…...….91

(4)

3.1.1. Çin Dış Politika Düşüncesindeki Önemli Unsurlar ……….……91

3.1.2. Çin Dış Politikasındaki Öncelikler ve Amaçlar ……….….93

3.1.3. Çin-Orta Doğu İlişkileri ……….……..94

3.1.4. Çin-Orta Asya İlişkileri ……….…………...95

3.1.5. Çin-Afrika İlişkileri ……….………..…...97 3.2. Türkiye-Çin İlişkileri ………..…………99 3.2.1. Siyasi İlişkiler ……….……….………99 3.2.2. Ekonomik İlişkiler ………..………...………...……..100 3.2.3. Askeri İlişkiler ………..………..………103 3.2.4. Değerlendirme ………...……….105 3.3. Hegemon Çin ………...…...………..107 3.3.1. Siyasi İlişkiler ………….………...………111 3.3.2. Ekonomik İlişkiler ……….……….………..…..118 3.3.3. Askeri İlişkiler …….………...………...122 Sonuç ………125 Kaynakça ………..………137

(5)
(6)
(7)

ÖNSÖZ

Büyük güçlerin ortaya çıkışı Uluslararası İlişkilerde yaşanan muazzam olaylardan biridir. Değişim ile ilgili çalışmaların çoğu sistem olgularını ifade etmektedir. Nitekim sistem değişimi belirtileri küresel etkilerde bulunmaktadır. Bu nedenle büyük güçlerin yükselişi ve düşüşü popüler çalışma konuları arasında yer almıştır.

1979 yılında başlayan reform hareketleri sonucunda dünya tarihinde görülmemiş ekonomik gelişim ortaya çıkması Çin Halk Cumhuriyeti’ni en çok analiz edilen ve tartışılan bir devlet haline getirmiştir. Ekonomik yükselişin siyasi ve askeri yetenekleri geliştirdiği tezi ile birlikte Çin’in yükselişi yeni bir hegemonun ortaya çıkabileceği tartışmalarını arttırmıştır. Çin’in yükselişi, sistem değişimi ve yeni uluslararası etkileşimlerin nasıl dönüşeceği en önemli sorulardan birisini oluşturmuştur.

Bu çalışmada Soğuk Savaş dönemi Türkiye-ABD ilişkileri göz önüne alınarak Çin’in hegemonik güç olmasının Türkiye ile Çin arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri nasıl etkileyeceği incelenmiştir.

Çin Halk Cumhuriyeti ile ilgili Türkiye’de yapılan çalışmalarda genelikle siyasi ve ekonomik ilişkilerin geçmişine ve günümüze odaklanıldığı göz önüne alındığında, bu çalışmanın ortaya çıkmasına öncülük eden ve çalışmanın her safhasında değerli yardımlarını esirgemeyen hocam Sayın Prof. Dr. Davut Ateş’e ve eğitim hayatım boyunca her türlü desteği veren aileme teşekürlerimi borç bilirim.

(8)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

ÖZET

Bu çalışmanın amacı Çin’in hegemonik yükselişinin Türkiye-Çin ilişkilerine etkilerini incelemektir. Yapılan araştırma Soğuk savaş dönemi Türkiye-ABD ilişkileri, Çin’in son yıllarda yükselişi ve bu yükselişin iki kutuplu sisteme yol açacağı hususları göz önünde bulundurularak yapılmıştır. Tez Soğuk Savaş dönemindeki Türkiye-ABD ilişkilerini inceleyerek Çin’in hegemonik güç olduğunda Türk-Çin ilişkilerinin nasıl etkileneceğini sorgulamaktadır.

Tez üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Soğuk Savaş döneminde Türkiye-ABD ilişkilerinin gelişimi açıklanmıştır. Türk-Amerikan ilişkilerinin başlangıcı, siyasi, ekonomik ile askeri ilişkilerin gelişimi ve karşılaşılan sorunlar bu bölümde açıklanmıştır.

İkinci bölümde Çin’in yükselişi incelenmiştir. Çin’in Mao döneminde yapılan başarısız hamlelere karşın Deng dönemi ve sonrasındaki liderlerin yaptığı reformlar sonucu Çin’in dünya tarihinde görülmemiş ekonomik kalkınması irdelenmiştir.

Öğr

encin

in

Adı Soyadı Emre ARSLANTAŞ Numarası 164229001005

Ana Bilim / Bilim Dalı Uluslararası İlişkiler/Uluslararası İlişkiler Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Davut ATEŞ

(9)

Ayrıca Çin geliştirdiği uluslararası ilişkilere yönelik alternatifleri olan Barışçıl Yükseliş, Harmonik Dünya ve Pekin Konsensüsü araştırılmıştır.

Üçüncü bölümde Çin’in hegemonik güç olmasının Türkiye ile ilişkilerine etkisi değerlendirilmiştir. Çin’in yükselişi sonucunda siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiler derinden etkilenecektir. Bu çerçevede Çin Türkiye açısından var olan ilişkilerin daha da geliştirilmesi gereken ve Türk dış politikası açısından Batı dışında önemli bir alternatif olacağı sonucuna ulaşılmıştır.

Anahtar Kelimeler: Türkiye-Çin İlişkileri, Türkiye-ABD İlişkileri, Uluslararası

(10)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Öğr

encin

in

Adı Soyadı Emre ARSLANTAŞ Numarası 164229001005

Ana Bilim / Bilim Dalı International Relations/International Relations Programı Tezli Yüksek Lisans Doktora

Tez Danışmanı Prof. Dr. Davut ATEŞ

Tezin İngilizce Adı The Relation of Turkey with Hegemonic Power: A Comparison of USA and PRC

SUMMARY

The aim of this study is to investigate the effects of China's hegemonic rise within Turkey-China relations. Research takes into account the US-Turkey relation during the Cold War, the Rise of China and the matters within the Rise of China which lead to the world’s bipolar system. While the thesis examines the Turkey-US relations during the Cold War, it also questions how Turkish-Chinese relations are affected by the China's hegemonic power.

The thesis consists of three parts. The first chapter describes the development of Turkey-US relations. The beginning of Turkish-US relations, the development of political, economic and military relations and the problems encountered are explained in this section.

The second chapter examines the rise of China. Despite the unsuccessful maneuvers during China's Mao era, the economic development of China in the world's history has been explored as a result of the reforms made by the leaders of the Deng era and

(11)

later. In addition, the Peaceful Ascension, Harmonic World and Beijing Consensus with alternatives to international relations developed by China were also evaluated.

In the third chapter, The impact of China's hegemonic power on Turkey-China relations is evaluated. As a result of the rise of China, political, economic and military relations is deeply affected. In this context, it is found that the Turkey-China relations should be improved and as for Turkey alone, this relation would be an important alternative to the relations with the West.

Key Words: Turkey-China Relations, Turkey-USA Relations, International System

(12)

KISALTMALAR

AB Avrupa Birliği

ABD Amerika Birleşik Devletleri

AIIB Asya Altyapı Kalkınma Bankası

BİÖ Barış İçin Ortaklık

BOP Büyük Ortadoğu Projesi

BRICS Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika

CENTO Merkezi Anlaşma Örgütü

CHP Cumhuriyet Halk Partisi

CPMIEC Çin Hassas Makine İthalat-İhracat Şirketi ÇHC Çin Halk Cumhuriyeti

DEA Uyuşturucuyla Mücadele Örgütü DTÖ Dünya Ticaret Örgütü

FMS Dış Askeri Satış

FTA Serbest Ticaret Anlaşması GİT Güç İntikal Teorisi

GSYİH Gayri Safi Yurt İçi Hâsıla

HİT Hegemonik İstikrar Teorisi

IMF Uluslararası Para Fonu

MLF Çok Taraflı Güç

MSP Milli Selamet Partisi

NATO Kuzey Atlantik Anlaşması Örgütü

NSC Ulusal Güvenlik Konseyi

OECD Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü

OSİA Ortak Savunma İşbirliği Anlaşması

PLA Halk Kurtuluş Ordusu

(13)

SEİA Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması

S.S.C.B. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği SNPTC Devlet Nükleer Enerji Teknoloji Şirketi ŞİÖ Şanghay İşbirliği Örgütü

TİFA Ticaret ve Yatırım İlişkilerinin Geliştirilmesine İlişkin Anlaşma

TSK Türk Silahlı Kuvvetleri

TTIP Trans-Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı

(14)

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo-1 Türkiye-ABD Dış Ticareti (Bin $) ………..42

Tablo-2 Marshall Planı Çerçevesinde Türkiye’ye Yapılan Yardımlar ($) ….…..44

Tablo-3 1948-1965 Arası Dönemde Amerikan Ekonomik Yardımları (Milyon $) ……….………...……….45

Tablo-4 Amerikan Askeri Yardımları $ (2001-2016) ………..………50

Tablo-5 ÇHC ve ABD’nin Karşılaştırılmalı Büyüklükleri ………...57

Tablo-6 Yıllara göre Ülkelerin Dünya GSYİH’daki Oranları (1700-2017) …….63

Tablo-7 Nükleer Güçler ………...………….……76

Tablo-8 Çin’in Petrol İthal Ettiği Ülkeler (2016) ……….97

Tablo-9 Türkiye’nin İhracat Sıralamasındaki İlk On beş Ülke (Bin $) ……..…101

Tablo-10 Türkiye’nin İthalat Sıralamasındaki İlk Beş Ülke (Bin $) …...……….102

(15)

ŞEKİLLER LİSTESİ

Şekil-1 Çin’in GSYİH Büyümesi 1960-2017 ……….………….66

Şekil-2 1962-2016 Yılları Arasında Çin’in Yıllık GSYİH Büyüme Oranı (%) ..67

Şekil-3 Dünyadaki Üç Büyük Ekonominin 2000-2017 Arası GSYİH Büyüme Oranları ………..………....……69

Şekil-4 Çin’in Savunma Harcamaları Milyon$ (1989-1999) …...…………...…73

Şekil-5 Çin’in Savunma Harcamaları Milyon$ (2000-2017) ……..………..…..74

Şekil-6 2017 yılı Ülkelere göre Savunma Harcamalarının GSYİH’ya Oranları ……….…74

Şekil-7 2017 yılında Dünyada en çok Savunma Harcaması Yapan 15 Ülkenin Payları ………...……….75

(16)

Giriş

Sosyal bilimlerin en önemli ve ayırt edici özelliği ampirik ve teorik konularda uzlaşının olmaması durumudur. Hegemonya kavramı da bu anlayışın örneklerinden biridir. Bu nedenle hegemonya için tek bir tanımlama yapılamamakta ve geniş bir çerçeve sunulmaktadır.

Realistler, genel olarak hegemonyayı iki açıdan tanımlamaktadır. Bunlardan ilki hâkim güç olma iken, ikincisi ise bu gücü başkalarına hükmetmek için kullanma kabiliyetidir. Bu iki açıdan bakıldığında realistler hegemonyayı hâkim güç ile eşitlemektedir. Buradan hareketle hegemonik güç; askeri, siyasi, ekonomik, diplomatik ve yumuşak güç de dâhil olmak üzere çok büyük maddi yeteneklere sahip olan devlet olarak tanımlanmaktadır.

Realizmde güç, yeteneklerle eş anlamlıdır ve bir devletin yetenekleri, “nüfusun büyüklüğü, toprak, kaynak kapasitesi, ekonomik kapasite, askeri güç, siyasi istikrar ve yeterlilik” gibi bir dizi ulusal nitelikler toplamıdır. Nitekim realistler, hegemonik gücün diğer devletlere hükmedebilmesini maddi yeteneklerinin başatlığına dayandırmaktadır (Levy ve Thompson, 2005). Bununla birlikte çatışmanın her zaman var olduğundan hareketle hegemonyanın temelinde siyasi ve askeri gücün bulunduğunu ileri sürmektedirler. Örneğin, Mearsheimer, sistemdeki hiçbir devletin hegemonik gücü dengeleyebilecek askeri yeteneğe sahip olmadığını iddia etmiştir. Buradan hareketle hegemonyayı, uluslararası sistemi kapsayan tahakküm ilişkisi olarak tanımlamaktadır (Mearsheimer, 2001, s. 41).

Tahakküm ilişkisi realistler tarafından daha çok bir devletin niteliği olarak karakterize edilmektedir. Nitekim Gilpin’e göre tek bir güçlü devletin, sistemdeki devletleri kontrol ya da domine ettiğinde hegemonik bir yapı ortaya çıktığını ve bu durumda sistem hiyerarşik bir yapıya evrilmektedir. Neo-klasik realist Layne de benzer görüşe sahiptir. Layne göre (2006: 4), hegemonya yapısal değişim ile ilgilidir, çünkü eğer bir devlet hegemonyaya ulaşırsa, sistem anarşik olmayı bırakıp hiyerarşik hale gelmektedir. Buradan hareketle realistler hegemonyayı tek kutupluluk ile bağdaştırmaktadır. Nitekim tek kutupluluk, bir devletin yeteneklerinin

(17)

dengelenemeyecek kadar büyük olduğu bir yapıdır (Wohlforth, 2008: 48). Bu açıdan bakıldığında hegemonik güç üstün maddi yetenekler ile karakterize edilmektedir.

Cristopher Layne, hegemonya'nın dört özelliği olduğunu ileri sürmektedir. Birincisi ve en önemlisi, sert güç gerektirmesidir. Mearsheimer gibi, Layne de hegemonik güçlerin en güçlü orduya sahip olduğunu savunmaktadır. Ayrıca hegemonik güçler önde gelen askeri yeteneklerini desteklemek için ekonomik üstünlüğe sahiptirler. İkincisi, hegemonik güçler, ekonomik ve ideolojik çıkarlarını koruyacak istikrarlı bir uluslararası düzen yaratmaktadır. Üçüncü olarak, “hegemonya tek kutupluluk ile eşdeğerdir. Dördüncüsü, hegemonya irade ile ilgilidir. Bu noktada sadece bir hegemonun ezici bir güce sahip olması yetmediğini, kapasitesini uluslararası sisteme empoze etmek zorunda olduğunu ifade etmiştir (Layne, 2006: 4).

Hegemonik İstikrar Teorisi’nin (HİT) realist kolu, hegemonyayı iki bileşke üzerinden açıklamaktadır. Bunlar, baskın güç ve liderlik rölüdür. HİT’in başlangıç noktası tek bir hegemonik gücün varlığıdır. Bununla birlikte hegemonik güçler, ham maddeler, sermaye kaynakları, piyasalar üzerinde kontrol sahibi olmalı ve yüksek değerli mallar üretiminde rekabet avantajları bulunmalıdır (Keohane, 1984: 32). Diğer bir nokta ise hegemonik gücün uluslararası işbirliğini kolaylaştıran uluslararası kurumlar ve normlar oluşturarak uluslararası düzen sağlama rölüdür. Nitekim Krasner’e göre (1983: 2), Uluslararası ilişkilerin belirli bir alanında aktörlerin beklentilerinin yakınlaştığı, örtülü veya açık ilkeler, normlar, kurallar ve karar verme mekanizmaları olarak tanımlanan rejimlerin yaratılması, kolektif olarak faydalı bir şekilde davranmaya istekli bir hegemonun varlığının bir işlevidir. Liberal, açık bir ekonomik düzenin işleyişi, liderliği kullanmaya istekli bir hegemonun varlığına bağlanmaktadır. Bu anlayışta hegemonik gücün düşüşe geçmesiyle birlikte uluslararası ekonomik rejimlerin güçlerinde de düşüş yaşanabileceğini ileri sürmektedirler.

Liberalistler, hegemonya kavramının açıklanmasında baskın güç olma durumunun yetersiz kaldığını ifade ederken, daha çok hegemonik gücün işlevinin koşullarına ve mekanizmalarına odaklanmaktadır. Keohane hegemonyayı, bir

(18)

devletin devletlerarası ilişkileri yöneten temel kuralları sürdürecek kadar güçlü ve bunu yapmaya istekli olduğu bir durum olarak tanımlanmaktadır (Keohane, 1984: 34). Liberalistleri realistlerden ayıran nokta ise hegemonik gücün hâkim güç düzeyidir. Nitekim Keohane’nin tanımına dönüldüğünde hegemonik gücün, realistlerin savlarına karşın daha az dominant olduğu ve diğer aktörlere daha fazla rıza gösterdiği görülmektedir. Nitekim Keohane’e göre (1984: 46), hegemonik güç diğer devletlerden belli bir ölçüde izin almadan kuralları kuramamakta ve uygulayamamaktadır.

Liberalist yaklaşımda hegemonya, tahakküm yerine daha çok uzlaşıya daynamaktadır. Ikenberry'e göre liberal hegemonya, hegemonik güç tarafından yönetilen kural, rejim ve liberal özelliklere dayalı düzendir. İlk olarak hegemonik güç ile ikincil devletler arasında liberal bir hegemonik düzen yaratmak için büyük bir pazarlık yapılmaktadır. Ardından hegemonik güç, sistem içinde iktidarını kullanmayı sınırlayarak düzene katılmaktadır. Bu noktada hukukun üstünlüğü önemlidir. Böylece hegemonya kural temelli liderlik olarak ortaya çıkmaktadır (Ikenberry, 2001: 83). Bu durum düzenin meşrulaşmasına fayda sağlamaktadır. Nitekim Gilpin (1987: 73), hegemonik düzenin meşruiyetinin, hegemonik gücün prestiji ve statüsünden kaynaklandığını ileri sürerken, liberalistler ise hegemonik gücün oluşmasında liderlik ettiği kural ve kurumlardan kaynaklandığını iddia etmektedir. Bu anlayışta Keohane (1984) uluslararası bir sistemde hegemonyanın, hegemonik güçte yaşanacak düşüş ya da çöküşten sonra bile, uluslararası kurumları aracılığıyla işlevini sürdürdüğünü ileri sürmüştür.

Gramscian yaklaşım ise hegemonya konusunu baskın güç konumunda değil, üretim biçiminde egemen olan ulus-ötesi toplumsal güçlerde bulmaktadır. Maddi güç ve öneminin maddi kaynaklara olan önemini azaltmadan, hegemonyayı tahakküm açısından değil, rıza açısından anlamaktadır.

Gramsci (1971: 166) iki tip siyasi kontrolün olduğunu ortaya koymuştur: baskıya dayalı tahakküm ve rızaya dayalı hegemonya. Hegemonya, Gramsci için, bir toplumun önde gelen grup / yönetici sınıfının kendi çıkarlarını ve değerlerini bu

(19)

toplumun tüm üyeleri için “rızaya” dönüştürdüğü süreci ifade etmektedir (Ateş, 2014b: 87).

Önde gelen neo-Gramscanlardan biri olan Robert Cox maddi gücü, fikirleri ve kurumları kapsamlı bir hegemonya teorisine dönüştürmektedir. Antonio Gramsci'nin eserinden esinlenen Cox, hegemonya'nın iki unsuru içerdiğini öne sürmektedir: tahakküm ve rıza. Böylece Cox için hegemonya, saf materyal hâkimiyetine indirgenemez. Nitekim Cox hegemonyayı, dünyada lider konumda bulunan devlet ya da devletler grubunun diğer devletlerle ilişkilerinden ziyade pek çok aktörün bulunduğu uluslararası sistemin tamamına ilişkin değerler dizisi olarak görmektedir (Çiftçi, 2009: 205-206).

Cox (1982: 42) için hegemonya, üç seviyede ortaya çıkarmaktadır; (1) toplumsal üretim ilişkileri, (2) sosyal oluşum ve (3) dünya düzeninin yapısı. Hegemonik ve hegemonik olmayan biçimlerin her üç düzeyde de var olabileceğini savunmaktadır. Bu üç seviyeden dünya düzeni seviyesi, hegemonya'nın diğer seviyeleri içermesi nedeniyle en karmaşık olduğunu öne sürmektedir.

Cox'a göre, dünya düzeninde hegemonyayı mümkün kılan üç şart vardır: “(1) küresel olarak baskın bir üretim tarzı; (2) bu üretim tarzının genişlemesini sürdüren ve kolaylaştıran egemen bir devlet ya da hâkim durumdaki baskın devletler grubu; ve (3) devletlerin davranışlarının genel kurallarını ve devlet sınırları içinde hareket eden sivil toplum güçlerini (egemen üretim tarzını da destekleyen kurallar) ortaya koyan normatif ve kurumsal bir bileşendir (Cox, 1982: 45). Bu açıdan bakıldığında hegemonya, baskın bir üretim biçimini kapsayan dünya ekonomisiyle kurulan bir düzendir. Bu üretim biçimi, dünyadaki ülkelerin içine girerken, diğer üretim biçimlerini kendisine tabi kılmaktadır. Bu durum belli başlı devletlerin ekonomilerini çeşitli araçlarla birbirine bağlantılı hale getirmektedir. Bu noktada uluslararası kurumlar önemli bir araç olmaktadır. Nitekim hegemonik güç, çıkarlarını dar görüşlü olmaktan çok, evrensel olarak ortaya koyarken, ikincil devletleri mevcut düzene katılmalarını sağlamakta ve onların rızalarını almaktadır. Bu durumda uluslararası kurumlar, hegemonik gücün maddi çıkarlarını somutlaştırırken, dünya düzeni normlarını meşrulaştırma için ideolojik bir işlev sergilemektedir. Bu rolde olan bir

(20)

uluslararası örgütün beş özelliğini bulunmaktadır: (1) hegemonik dünya düzenlerinin genişlemesini kolaylaştıran kuralları somutlaştırır; (2) kendileri hegemonik dünya düzeninin ürünüdürler; (3) dünya düzeninin normlarını ideolojik olarak meşrulaştırırlar; (4) elitleri çevre ülkelerden seçer; ve (5) karşı-hegemonik fikirleri emerler (Schmidt, 2018: 15-16). Bu özelliklerine rağmen hegemonik düzende uluslararası kurumların sadece bir saç ayağı olduğunu, maddi imkânlar ve fikirler ile birlikte düşünülmesi gerektiğini savunmaktadır.

Özetle Cox’un çizdiği hegemonya, “zorlama sonucu değil, devletlerin güç

odakları etrafında, o gücün etkisini kabul ederek kendi rızaları ile oluşturdukları bir ilişki sistemidir” (Çiftçi, 2009: 206). Bu tür bir ilişki sistemi küresel olarak

tasarlanmış bir sivil toplumda, yani bir üretim biçiminde kurulmaktadır Bu nedenle hegemonik güçteki başat sınıflar, diğer devletlerde ittifak kuracak sınıflar bularak, karşılıklı çıkar ve ideoloji üzerinden tarihsel blok oluşturmaktadır (Cox, 1987: 7).

Bir bütün olarak bakıldığında Uluslararası İlişkiler yazınında hegemonya kavramı uluslararası sistem iktidarında dengesizliğin bir koşulunu ifade etmek amacıyla kullanılmaktadır. Temel olarak hegemonik güç öncelikle uluslararası sistemin kurallarını belirlemekte ve oluşan statükoyu desteklemektedir. Hegemonik gücün koyduğu kurallar devletler arasında özellikle siyasi ve ekonomik etkileşimlerin işleyişine ve yapısına yorum yapmaktadır. Örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında ABD uluslararası sistemde BM, IMF ve Dünya Bankası’nın kurulmasına öncülük etmesiyle, hegemonik gücün kuralları yerine getirmedeki rolünü icra etmiştir. Bununla birlikte bu kurumlar ABD hegemonyasının değer ve normlarını uluslararası seviyede ortaya çıkmasını da sağlamıştır. Ayrıca uluslararası çatışmalarda nihai hakem ve arabuluculuk rollerini de yapmıştır (Bercovitch and Schneider, 2000: 145-150). Örnekte olduğu gibi hegemonik güçler bu tür kurumları kurarak sistem üzerinde mutlak etkiye sahip olmaktadır. Bununla birlikte hegemonik güç kendi siyasi, ekonomik ve kültürel değerlerini diğer devletlere kabul ettirmeye de çalışarak sistemin meşruiyetini sağlamaktadır.

İster bölgesel ister uluslararası sistemde olsun hegemonik güç bir düzen oluşturmaktadır. Bu nedenle oluşturdukları düzen kendi isimleriyle anılmaktadır.

(21)

Örneğin Roma düzeni, Osmanlı düzeni (Pax Ottomans), İngiliz düzeni (Pax Britanica) ve Amerikan düzeni (Pax Americana) gibi. Hegemon gücün konumunu yitirmesi düzenin bozulmasına ve sistemin yeniden oluşturulmasına yol açmaktadır. Bu yüzden hegemonik güçler belirli bir süre boyunca bu konumda kalabilmektedir. Nitekim bir devleti hegemonik güç haline getiren avantajların geçerliliğini yitirmesi veyahut diğer devletlerin bu avantajları taklit etmekteki maharetleri değişimin devamlı bir şekilde ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Değişim herhangi bir nesne, durum ve ya olgunun belirli bir halden başka bir hale ve yahut duruma geçmesi olarak tanımlanabilir. Bu kavramın olumlu ve olumsuz anlamları bulunmakla birlikte temelinde insan ile alakalıdır. Bu nedenle değişimleri oluşturan pek çok unsur bulunurken onların, sürekliliğini sağlayacak etkenler de ortaya çıkmaktadır (Hizmetli, 1997: 87). Değişim kavramı farklı disiplinlerde farklı şekillerde tanımlandığı görülmektedir.

Uluslararası ilişkilerdeki tüm teorilerin temelinde değişim sorunu kendisini göstermektedir. Ruggie’e göre siyasi hayatta değişim ya da dönüşümün neyi ifade ettiğine ilişkin bir uzlaşının başlangıcına bile sahip değiliz (Ruggie, 1993: 141). Günümüzde, disiplin içerisinde pek çok teori ve kavramların eskisinden farklılaştığı görülebilmektedir. Zira hız, örgütsel tipler ve yahut süreçlerde yaşanan değişim dünyanın her alanında buluna bilinmektedir. Fakat bu değişim ve dönüşümleri teorik olarak analiz etmek için hangi kıstaslar kullanabileceğimizi bilmiyoruz. Çünkü değişimi tanımlamak veya değişim ile ne anlatmak istediğimiz üzerine disiplinde henüz bir fikir birliğine varılmamıştır. Bu durum bir paradoksa işaret etmektedir. Nitekim büyük düşünce okulları, insan durumu üzerinde farklı bakışlar sebebiyle birbirlerinden ayrılmaktadır. Bu anlayışta uluslararası ilişkiler kuramcıları arasındaki büyük tartışmaların; değişimin doğası, olasılıkları ve sonuçlarına dair zımni argümanlar olduğu sonucuna varabilir (Buzan and Jones, 1981: 2). Bu nedenle çeşitli uluslararası ilişkiler okulları ve teorilerini birbirinden ayıran diğer boyutlarla birlikte, değişim anlaşmazlığın önemli bir noktası olmuştur (Holsti, 2002: 23). Örneğin realistlere göre anarşi; devletleri ve politika yapıcılarını, ulusal niteliklere ve iktidarların isteklerine değinilmeksizin, belirli şekillerde davranmaya yol açan bir alan oluşturmaktadır. Böylece uluslararası ilişkilerde belirli bir yapısal süreklilik

(22)

bulunmaktadır (Walker, 1993: 116-118). Özellikle neorealizmde uluslararası sistemin üç temel nirengi noktası bulunmaktadır. Bunlardan birincisi düzenleyici ilke olan anarşi, ikincisi sistemin temel aktörleri devletler ve son olarak aktörler arasındaki güç (kapasite) dağılımıdır. İlk iki etmen yapısı nedeniyle statik ve değişime uygun değildir. Kapasite dağılımı ise uluslararası sisteme özümselleştirilerek tam olarak açıklanamamıştır (Drulák, 2001: 364). Bu nedenle realistler uluslararası ilişkilerdeki farklılıkları ve değişimleri her ne olursa olsun; güç dengesindeki değişiklikler, iktidarın kutupları veya büyük güçlerin değişimi gibi dar parametrelerle açıklamaktadır. Bu yüzden uluslararası ilişkilerde değişime fırsat vermediği için realizm (özelde neorealizm) eleştirilmiştir (Ashley, 1984: 235). Öte yandan liberaller ve konstrüktivistler, devlet çıkarlarının çeşitliliğini, politika yapıcıların öğrenme kapasitesini ve kültür/dil ile dil/söylem düşüncesi üzerinden değişimi aktarmaya çalışmış ve böylece realist senaryolarından farklılaşmışlardır. Post modernistler ise geleneksel Uluslararası İlişkiler kavramlarının günümüzde anlamlarını yitirdiğini iddia ederek pozitivistleri eleştirmişlerdir. Özellikle R.B.J. Walker ve Susan Strange günümüzde değişimin çok hızlı yaşandığını, buna rağmen bu değişimlerin analizinde geleneksel yollar izlendiğini ifade ederek, bu gelenekselci bakışı eleştirmişlerdir (Strange, 1993: 3; Walker, 1993: 5). Özetle Uluslararası İlişkiler alanında üzerinde anlaşılmış bir değişim tanımı bulunmamakla birlikte değişimleri açıklamakta kullanılacak eğilimler ve kıstaslar konusunda da bir uzlaşma bulunmamaktadır. Ancak Uluslararası İlişkiler disiplininde değişim konusundaki popüler söylemlerin çoğu sistem olgularını ifade etmektedir. Nitekim sistem değişimi belirtileri olan dönüşümler, eğilimler ve olgular evrenseldir. Bu nedenle güç intikalleri ve dağılımı üzerine yapılan çalışmalar son dönemde oldukça popüler olmuştur.

Son dönemde güç intikalleri ve dağılımı üzerine yapılan çalışmaların çoğu ABD hegemonyasının ve Batının üstünlüğünün sona erdiğiyle ilgilidir. Sovyetler Birliği’nin Aralık 1991’de dağılması, Soğuk Savaş’ın Batı bloğu tarafından kazanıldığını simgelerken, öte yandan dünyadaki iki süper güçten birinin yenilmesiyle iki kutuplu sistemin sona erdiğini belirtmiştir. Nitekim uluslararası sistemde ABD’yi dengeleyecek ekonomik, siyasi ve askeri herhangi bir güç

(23)

kalmamıştır. ABD’nin rakipsiz kalması çoğu gözlemciye göre “tek kutuplu anı” oluşturmaktaydı (Best, 2015: 526). Ancak ABD’nin bu konumu 11 Eylül terör saldırısı ve akabinde gerçekleşen olaylar nedeniyle sorgulanmaya başlamıştır. Terör saldırısı sonrasında ABD, terörizme küresel bir savaş açmış ve önce Afganistan daha sonra şer ekseni olarak tanımladığı devletlerden Irak’ı işgal etmiştir. Ayrıca 2008 mali krizi ve Küba ile Kuzey Kore’nin halen varlığını sürdürmesi gibi konularda çözüm getirememesi ABD’nin gücünün azaldığı düşüncelerinin pöpüler olmasına yol açmıştır. Örneğin Brezinski (2012: 20-100) Batının gerilemeye başladığı ve güç merkezinin batıdan doğuya kaydığını ileri sürerek ABD’ye yeni bir perspektif sunarken, Jacques (2009: 23-70) Çin’in ne zaman dünyayı yöneteceğini sorgularken, Zakaria (2008: 1-6) ABD’nin düşüşünden ziyade diğer güçlerin hızla yükselmesine vurgu yaparak ABD sonrası yeni düzenin haritasını çizmeye çalışmıştır.

1949'da Komünist devletin kurulmasından sonra Çin, daha önce görülmemiş bir ekonomik ve askeri büyüme yaşamıştır. Komünist liderlik altında Çin ilk olarak ülkenin ekonomik faaliyetlerinin büyük ölçüde merkezi hükümet ve komünist parti tarafından kontrol edildiği kontrollü ekonomiyi uygulamaya koymuştur. 1978'de Çin ekonomiye daha az hâkim olan, dış yatırım ve ticaretin artması, sanayi üretiminin artması, tarım sektörünün güçlendirilmesi ve kırsal endüstrilere yatırım ve eğitim ile sonuçlanan geniş kapsamlı ekonomik reformları başlatmıştır. Küreselleşmenin bir sonucu olarak Çin'in uluslararası ekonomiye entegrasyonuyla büyüme ve gelişmesinin hızını daha da artırmıştır. 1820’lerde Çin'in dünya GSYİH içindeki payı % 22 ile %33 arasında iken 19. yüzyılın ikinci yarısında ve 20. yüzyılın başlarında başlarında bu oran düşmüş ve 1952'de tarihin en düşük oranı olan % 5'e gerilemiştir. Ancak 1978'den bu yana Çin'in büyümesi hızla artmış ve 2017 yılında Çin'in dünya GSYİH'deki payı % 15,04’e yükselmiştir. Bununla birlikte son 30 yılda Dünya Bankası raporuna göre Çin ekonomisi yıllık ortalama % 10'luk bir büyüme göstermiştir. Bugün Çin; dünyanın en büyük ikinci ekonomisi ve ileride ABD'yi aşarak dünyanın en büyük ekonomisi olacağı dile getirilmektedir. Aynı zamanda Çin askeri modernizasyonunu da yapmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda en büyük hegemonik güç adayı olarak gösterilmektedir.

(24)

Çin’in 1978 yılından itibaren yaptığı ekonomik reformlar sayesinde kayda değer yükselişi ve ABD’nin bu dönemdeki görece düşüşü güç intikal, uluslararası sistemin geleceği ve Çin’in dünya vizyonu konusundaki çalışmaların artmasına yol açmaktadır. Bununla birlikte Japonya, Rusya, Brezilya, Hindistan ve AB çeşitli nedenler ileri sürülerek hegemonik güç olma konusunda işlevli görülmemesi, önümüzdeki süreçte Çin’in hegemonik güç adayı olarak gösterilmesine yol açmaktadır. Bu anlayışta araştırma konusu birbiriyle iç içe geçen üç nirengi noktasından oluşmaktadır. Bunlar; Türkiye’nin hegemonik güç ile ilişkisi, Çin’in hegemonik güç olup olmayacağı ve Türkiye-hegemonik Çin ilişkileridir. Çalışma Çin’in bir hegemonik güç olacağı ve uluslararası sistemin iki kutuplu sisteme evrileceği varsayımları üzerinden hareket etmiştir. Türkiye’nin özellikle Soğuk savaş dönemi ABD ilişkileri göz önünde bulundurularak, yeni oluşan sistem içerisinde Çin’in hegemonik güç olmasının Türkiye ile siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerine etkisi üzerine bir perspektif sunulacaktır.

Bu tez “Çin’in hegemonik güç olması Türkiye ile ilişkilerine nasıl etkiler?” sorusuna cevap vermeyi amaçlamaktadır. Bu soruya cevap aramak amacıyla bir dizi yardımcı soruları da dikkate alınmıştır: Soğuk Savaş dönemi Türkiye-ABD ilişkileri nasıl gelişmiştir? Çin’in ekonomik gelişiminin hegemonik güç adayı olarak gösterilmesine etkisi nedir? Çin barışçıl bir şekilde yükselecek mi? Çin’in uluslararası ilişkilere alternatifleri nelerdir? Çin’in hegemonik güç olmasının dünyaya başlıca siyasi ve ekonomik etkisi nedir? Türkiye’nin son 70 yıllık süreçte ABD’nin önceliklerine göre dış politikasını belirlemesi, hegemonik güç Çin ile ilişkilerine nasıl yansıyacaktır?

Amaç

Bu çalışma Türkiye’nin hegemonik güç ile siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerine odaklanmaktadır. Bu anlayışta çalışma; özellikle Soğuk Savaş dönemi Türkiye-ABD ilişkilerini incelemeyi, günümüzde Çin’in neden hegemonik güç adayı olarak gösterildiğini araştırmak, İki kutuplu sistemin ortaya çıkması ve Çin’in hegemonik güç olmasının Türkiye ile ilişkilerini nasıl etkileyeceği sonucuna ulaşmayı amaçlamaktadır.

(25)

Araştırmanın Önemi

Uluslararası ilişkilerde hegemonik güçlerin ortaya çıkışı muazzam olaydan birisidir. Özellikle tarihsel süreçte büyük güçlerin ortaya çıkışı önemli dönemeçler olarak gösterilmektedir. Nitekim hegemonik güçler, sistem değişimi ve yönetiminde önemli bir konumdadır. Bu nedenle hegemonik güçlerin yükselişi ve düşüşü popüler çalışma konuları arasında yer almıştır.

Çin’in XXI. yüzyılda küresel bir hegemonik güç olup olamayacağı uluslararası ilişkiler alanında tartışma ve merak konusu olmaya devam etmektedir. Özellikle Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Dünya tek kutuplu mu? yoksa çok kutuplu mu olacak? tartışmaları sürerken, Çin’in politik, ekonomi, güvenlik gibi birçok etki alanlarında girişimlerini artırdığı görülmektedir. Nitekim Çin, 1978 yılında itibaren yapılan reformlar sonucunda çift haneli büyüme oranı yakalamıştır. Bu süreçte Çin uluslararası toplumdan ayrılmış izole bir bir ülkeden dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip olan bir ülke haline gelmiştir. Özellikle tarihsel süreçte ekonomik yükseliş beraberinde siyasi ve askeri yeteneklerin geliştirdiği ile ilişkilendirilmektedir. Ayrıca Çin’in 2008 mali krizinden en az etkilenen devletlerden biri olması, yıllık büyüme oranı, savunma harcalamalarının artması ve uluslararası işbirliklerinde eskiye nazaran daha fazla desteklemesi (BM ve ASEAN faaliyetleri başta olmak üzere) Çin’in hegemon adayı olarak gösterilmesine yol açmaktadır. Çin’in hegemonik güç olup olamayacağının araştırılarak bir sonuca varılması, yeni dünya düzeninde Çin’in oynayacağı rolü ve Türkiye ile ilişkilerine yansımalarını göstermesi bakımından oldukça önem taşımaktadır.

Yöntem

Bu çalışmada izlenen yöntem olarak, ilk önce çalışmanın temel problemi (Çin’in hegemon güç olmasının Türkiye-Çin ilişkilerine etkisi) belirlenmiş, literatürdeki analiz ve değerlendirmeler ile sayısal veriler incelenmiştir.

Bu çalışmada sadece İngilizce'de değil, Türkçe ve Çince dillerinde de yayınlanmış olan kitaplar, dergiler, gazeteler ve akademik makaleler analiz edilerek, tek bir görüşle gözlemlemekten kaçınılmıştır. Derinlemesine literatür incelemeleri ve

(26)

içerik analizleri her bölümde yürütülmüştür. Son olarak, kilit aktörlerin konuşmaları ve ilgili yasal belgeler (sözleşmeler, stratejiler, kararlar) gibi birincil kaynaklar da bu çalışma boyunca analiz edilmiştir. Ayrıca rakamsal veriler toplanarak süreçler analiz edilerek geleceğe yönelik bir perspektif sunulmuştur.

Bu tez temel olarak tarihsel süreci açıklayıcı bir çalışmadır. Bu nedenle tarihsel bir yöntem kullanmıştır. Tarihsel açıklayıcı bir tez, tarihsel süreçte ortaya çıkan bir olayın gerekçelerini, gelişimini ve sonuçlarını açıklamak için kullanılmaktadır. Bu noktada tarihsel bir olayı tanımlarken, aynı zamanda betimlemeye çalışmaktadır (Evera, 1997: 91-92). Ayrıca tarihsel olay ile ilgili verilerin toplanması ve analiz edilmesi olayları açıklayacağı gibi gelecekle ilgili tahminler yapılmasını da sağlamaktadır (Gay, 1996).

Bu tezde bu metodun kullanılmasıyla, ÇHC’nın hegemonik güç olmasının Türkiye ile ilişkilerine etkisini analiz etmeyi amaçlamaktadır. İki kutuplu sistem üzerinden hareket eden çalışma, öncelikle Türkiye’nin iki kutuplu sistemindeki eğilimlerinin değerlendirmesini yapacaktır. Bu anlayışta Soğuk Savaş dönemi Türkiye ile ABD siyasi, ekonomik ve askeri ilişkileri analiz edilmiştir. Bununla birlikte çalışma Çin’in 1978 yılından itibaren yükselişinin bir değerlendirmesini yapacaktır. Bu noktada Çin’in ekonomik yükselişi, askeri yükselişi, barışçıl yükseliş ve Çin’in uluslararası sisteme yönelik Harmonik Dünya ve Pekin Konsensüsü alternatifleri bir bütünlük içinde değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada Türkiye’nin iki kutuplu sistemdeki eğilimleri üzerinden hegemonik güç ÇHC ile ilişkileri değerlendirilmiştir.

Birinci bölümde Türkiye-ABD ilişkileri incelenecektir. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar iki ülke arasındaki siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilere değinilecektir. Gelecekte iki kutuplu sistemin ortaya çıkacağı iddiası üzerinde Türkiye-ABD ilişkilerinde daha çok Soğuk Savaş dönemine odaklanılacaktır. Bu dönemdeki ilişkilerin en iyi olduğu dönemler ve krizler aktarılacaktır. Bu anlayışta ikili ilişkilerin dinamiklerine ulaşılacaktır.

Uluslararası sisteme odaklanan ikinci bölüm, Çin'in son zamanlardaki yükselişini incelemekle ilgilidir. Çin’in yükselişi ekonomik, askeri ve barışçıl

(27)

yükseliş boyutları açısından incelenecektir. Çin'in ekonomik yükselişini ölçmek için izlenen yöntem, Çin'in Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYİH) oranını 1980'lerden 2000'lerin sonlarına kadar en gelişmiş ülkelerin oranlarıyla karşılaştırmaktır. Daha sonra Çin’in savunma harcaması eğilimleri incelenerek Çin'in askeri yükselişi analiz edilecektir. Ardından Çin’in yükselişine ilişkin endişeleri azaltmak adına ortaya atılan Barışçıl Yükseliş kavramına değinilecektir. Ayrıca Çin’in mevcut uluslararası ilişkilere yönelik Harmonik Dünya ve Pekin Konsensüsü alternatiflerine değinilecektir. Son olarak Çin ve uluslararası sistemin geleceği bölümünde Çin’in uluslararası sistemde revizyonist bir güç olup olmadığı değerlendilecektir.

Üçüncü bölümde Çin’in hegemonik güç olmasının Türkiye ile ilişkilerine etkisi analiz edilecektir. Bu anlayışta ilk olarak Çin dış politikasına değinilecektir. Öncelikle Çin dış politikasındaki önemli unsurlar irdelenecek, ardından dış politikada öncelikli amaçlara değinilecektir. Ayrıca Çin’in Orta Doğu, Orta Asya ve Afrika’daki ülkelerle ilişkilerine değinilecektir. Türkiye-Çin ilişkileri siyasi, ekonomik ve askeri boyutta çalışma kapsamında değerlendirilecektir. Son olarak hegemon Çin ve Türkiye ilişkileri üzerine perspektif sunulacaktır. Bu bölümde İngiltere ve ABD’nin hegemon güç olmadan önce bölgelerinde bir düzen oluşturduğu örneğinden hareketle Çin’in hegemon güç olmasının Türkiye ile ilişkilerine etkisi siyasi, ekonomik ve askeri boyutta değerlendirilecektir.

(28)

I.BÖLÜM

TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ 1.1. ABD Dış Politikası

ABD’nin dış politikasına bakıldığında birbirinden kolayca ayrılabilecek iki dönem bulunduğu görülmektedir. Bunlar; kuruluşundan 1945’e kadarki izolasyonist dönem ile 1945 sonrası globalizmin hâkim olduğu dönemdir.

İzolasyonist politikanın başlangıcı George Washington’un veda mesajına kadar uzanmaktadır. Başkan Washington’un 1796 yılında yaptığı veda konuşmasında yabancı ülkelerle daha çok ekonomik bağlantı kurulmasını isterken, aynı zamanda daha az siyasi ilişki kurulmasının yani tarafsızlığın daha faydalı olacağı ileri sürmüştür. Özellikle aralarındaki geçmişten gelen güç rekabeti nedeniyle olsa gerek, Avrupa ülkeleriyle müttefiklik ilişkisinin kurulmasının Amerika adına faydadan ziyade zarar getireceğini ifade etmiştir (Keskin, 2001: 527). Bu konuşma izolasyonist politikanın temeli oluşturmuştur. Ancak bir bütün olarak izolasyonist politika Başkan Monroe ile özdeşleşmiştir. 1823 yılında ABD Başkanı Monroe Kongre’ye bir mesaj göndererek yaklaşık bir yüzyılından fazla süre yürürlükte bulunacak dış politikanın çerçevesini belirlemiştir.

Monroe Doktrini temel olarak yalnızcılık ve Amerika kıtasının ABD’nin arka bahçesi olarak ilan edilmesidir. Bu politika Avrupalı güçlerle sadece ticaret ve ekonomik ilişkiler geliştirip, müttefiklik ilişkisine girmemeyi içermektedir. Bu noktada ABD Avrupa meselelerine karışmayacağı, aynı zamanda Avrupalı devletlerin Amerikan kıtasında girişimlerde bulunma haklarının olmadığını vurgulamıştır. Bu sayede dış müdahale ve Avrupa sorunlarından uzak kalan ABD kıtaya egemen olmuş ve gücünü yükseltmiştir. Her ne kadar I. Dünya Savaşı’nda bu politikaya ara verilse de savaş sonrasında tekrar izolasyonist politikaya dönülmüştür. ABD II. Dünya Savaşı sonrasında globalist politikalar izlemiş ve Soğuk Savaş ile terörizme karşı uluslararası savaş politikası ile izolasyonizm sona ermiştir (Streissguth and Friedenthal, 2010: 1-10). Özellikle kendine has jeopolitik konumu

(29)

sayesinde ABD için izolasyonizm büyük güç olma noktasında büyük katkı sağlayan bir politika olmuştur.

İzolasyonist politika sonucunda ABD’nin 1940’lara kadar dış politikasının etkin olduğu söylenemez. Özellikle 1900’lere kadar katı bir izolasyonist politika sürdüren ABD, Avrupalı güçlerin varlığı nedeniyle iç büyümesine daha büyük önem vermiştir. Ancak 1900’lerin başından itibaren daha girişken bir politika izlemeye başlamıştır. Bu girişimlerden en önemlisi Açık Kapı Politikası’dır. Bu politika temelinde Pasifik ve Asya’da ticareti açık tutma anlayışı bulunmaktadır. Nitekim ABD Panama’nın bağımsızlığında proaktif politika izleyerek kanalın tamamlamasını sağlamış ve iki okyanusu daha ucuza deniz yolu ile birbirine bağlamıştır. Yine Açık Kapı Politikası’nın önemi nedeniyle 1904-1905 Japon-Rus Savaşı’nda ABD arabuluculuk yapmıştır (Cincotta et al., 1993: 198-201).

II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistem Avrupa merkezli olmaktan çıkmış ve Pasifik’e kaymıştır. Özellikle savaşın getirdiği yıkım sonucunda ABD ve Sovyetler Birliği iki büyük güç olarak kalmıştır. Bu noktada ABD izolasyonist politikalar izlemesi nedeniyle gücüne eşdeğer diplomatik etkinliği bulunmamaktaydı. Nitekim savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’daki baskınlığını kıramamış ve yeni düzeni kendi ilkeleri çerçevesinde oluşturamamıştır (Ambrose, 1992: 49-55). Bu nedenle ABD globalist bir politika benimsemiştir. Aslında 1919’da izolasyonizme geri dönülmesindeki en büyük sebep ABD’nin o dönemde büyük güçlerden biri olmasına rağmen yeteneklerinin sınırlı olmasıydı. Bunu etkileyen unsurların başında ABD kamuoyu ve iç politik yapı gelmekteydi. ABD ancak 1945 sonrası globalist politikalar izleyebilmiştir (Thompson, 2016: 512-523).

ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası dış politikasında yaşanan değişimler; globalizm, uluslararası komünizmle mücadele ve Sovyetler Birliği’nin çevrelenmesi şeklinde açıklanabilir. Globalizm izolasyonizmin sona ermesi ve küresel bir dış politikanın izlenmesi olarak tanımlanabilir. Uluslararası komünizmle mücadele her yerde komünizme karşı mücadele etmektir. Çevreleme ise Truman Doktrini ile başlayan Soğuk Savaş dönemi ABD dış politikasının ana hattıdır (Kegley and Wittkopt, 1987: 35-79).

(30)

Çevreleme politikası ABD’nin Soğuk Savaş boyunca uyguladığı en önemli politika olmuştur. Truman Doktrini, Marshall Planı, NATO’nun kurulması ve Orta Doğu ve Asya’daki askeri ittifaklar bu strateji çerçevesinde analiz edilebilir. Ayrıca Kore Savaşı ve NSC 68 Globalizm’i işaret eden Amerikan yayılmacılığı için dönüm noktası olmuştur. Çevrelemenin uygulanışı Truman’dan Reagan’a kadar çeşitli düzeyde devam etmiştir. Nitekim uygulanışta farklar olsa da hür dünyanın korunması ve düşmana karşı her türlü araç ve yöntemle mücadele edilmesi hepsinin özünü oluşturmuştur. Bununla birlikte bu politikanın Kuzey Kore ve Çin gibi ülkelerin çevrelenmesi konusunda geçerliliğini devam ettirdiği söylenebilir (Bersntein, 2002: 362).

Soğuk Savaş sonrasında ABD dış politikasının özünü korumaktadır. Ancak belli başlı bazı değişiklikler de yaşanmıştır. Örneğin artık bazı coğrafyaların önemi azalırken bazılarının artmıştır. Nitekim Soğuk Savaş sonrası Avrupa’nın önemi azalırken Orta Doğu’nun önemi artmıştır (Calleo, 2003: 17-24). Benzer şekilde komünizmle savaşın yerini ise terörizmle mücadele almıştır. Özellikle Bush Doktrini sonrası terörizm ile savaş vurgusu ön plana çıkarılırken Amerika tek taraflı girişimlerini arttırmıştır. Bu durum pek çok kişiye göre imparatorluk kurma çabaları olarak tanımlanmıştır (Jervis, 2003: 365-388).

1.2. Türkiye-ABD İlişkileri

Çevreleme politikası Türkiye ABD ilişkilerinin başlangıcını oluşturmasa da özellikle ilişkilerin müttefiklik boyutunu oluşturmuştur. ABD’nin tarihsel izolasyonist politikasını terk etmesi ve Sovyetlerin yayılması, iki ülkenin daha yoğun temas kurmasına olanak hazırlamıştır. Böylece ilişkiler daha çok siyasi ve askeri amaçlı gelişmiştir.

1.2.1. Siyasi İlişkiler

Türk-Amerika ilişkileri Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamıştır. Özellikle dağılma döneminde Amerikan Misyonerleri Osmanlı topraklarına ilgi duyarken, çok sayıda okul açılmıştır (Tejirian, 2004: 147). Bununla birlikte I. Dünya Savaşı’na girerken Başkan Wilson’un yayınladığı ilkeler arasında “Osmanlının Türk

(31)

bölgelerine kesin hâkimiyet hakkı tanınacaktır” ifadesi bulunması Amerika’nın bu coğrafyaya verdiği önemi göstermektedir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından ilişkilerde Ermeni sorunu kendisini göstermiştir. Nitekim Ermeni Lobisi 6 Ağustos 1923’te Lozan’da imzalanan dostluk anlaşmasının onaylanmasını engellemiştir. Bu nedenle anlaşma 3 Mayıs 1924 tarihine kadar Senato’ya sunulamamıştır (Laçiner, 2008: 111).

Türkiye-ABD ilişkileri Soğuk Savaş dönemi ile farklı bir yöne evrilmiştir. Nitekim Soğuk Savaş dönemi ile birlikte iki ülke müttefiklik ilişkisi tesis etmiştir. Özellikle 1945 yılında yapılan Molotov-Sarper görüşmelerinde Türk-Sovyet Saldırmazlık Anlaşması’nın uzatılmayacağı ve Sovyetlerin toprak talebi ile Boğazlarda üs istemesi Türkiye’yi endişelendirmiş ve Batı bloğuna yaklaştırmıştır. Bununla birlikte savaş sonrası Amerikan yardımlarına ihtiyaç duyulması, Türkiye’nin batı eksenli politikalar izlemesine yol açmıştır. Böylece Türkiye Kore’ye asker göndererek NATO’ya üye olması ile bu politikalarını perçinleştirmiştir. Aslında bu durum Türk dış politikasındaki temel dayanaklara işaret etmektedir. Batıcılık ve statükoculuk Türkiye’nin batı eksenli politika icra etmesine yol açmıştır.

Soğuk Savaş döneminde Türk Amerikan ilişkileri üç döneme ayrılmaktadır. Bunlar 1945-60 arası dönemi içeren Amerika eksenli politikalar, 1960-1980 göreceli özerklik ve 1980-1990 Amerika eksenli politikalar dönemleridir.

1945-60 yılları arası Türk Amerikan ilişkilerinin en iyi olduğu dönemdir. Nitekim iki ülke politikalarının uyumu ve birlikte hareket etme bu durumu göstermektedir. İki ülkenin bu denli yakınlaşmasında Türkiye özelinde Batıcılık anlayışı dışında en önemli nedenleri arasında Türk dış politikasının Osmanlıdan miras kalan unsurları olan hegemon güçle iş birliği ve dengeleme politikası oluşturmuştur (Ateş, 2014a: 96). II. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Sovyet-Türk Dostluk Anlaşması’nın süresi dolmak üzereydi. Sovyetler Birliği Türkiye’ye 19 Mart 1945’te nota vererek anlaşmanın feshedildiğini bildirmiştir (Ülman, 1961: 51). Sovyetler Birliği söz konusu anlaşmanın güncellenmesi gerektiğini düşünmekteydi (Truman, 1968: 165-166). Bu dönemde İngiltere’den aradığı desteği bulamayan Türkiye, Sovyetler Birliği’ne feshedilen anlaşmanın güncellenebileceğini ve bu

(32)

anlayışta Sovyetlerin talebini beklediğini belirten 4 Nisan 1945 tarihli notayı göndermiştir (Ayın Tarihi, No 137, Nisan 1945, s.63). Türkiye’nin beklediği talepler 7 Haziran 1945’te gerçekleşen Molotov-Sarper görüşmesinde iletilmiştir. Sovyetlerin Türkiye’den icra edilmesini beklediği talepler şunlardır:

1. 16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Anlaşması’nın yeniden düzenlenerek Ardahan ve Kars’ın Sovyetler Birliği’ne verilmesi,

2. Boğazların savunulması amacıyla kara ve deniz üsleri verilmesi,

3. Montreux Sözleşmesi’nin yerini alacak şekilde iki taraf arasında yeni bir anlaşmanın yapılması. (De Luca, 1977: 512)

Söz konusu talepler Türkiye’nin egemenlik haklarını ihlal eden şartlar olduğu görülmektedir. Bu nedenle Türkiye bu talepleri reddetmiştir. Sovyetlerin özellikle Boğazlar konusundaki taleplerinden vazgeçmeyeceğini anlayan Türkiye, eski Türk Devletleri dış politika mirası olan dengeleme politikasını uygulamak istemiştir. Bu amaçla Amerika ve İngiltere’den destek aramaya başlamıştır. Ancak bu dönemde Amerika, Sovyetlere karşı büyük bir tepki göstermek istemediğinden bu taleplere karşı herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Amerika’dan farklı olarak İngiltere Akdeniz’in güvenliği ve Orta Doğu çıkarlarının tehlikeye atılacağını anlayarak Türkiye’yi diplomatik olarak destekleme kararı almış ve konuyu Postdam Konferansı’na götürmüştür. Postdam Konferansı’nda ABD İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı uluslararası su yolu olması gerektiğini ileri sürerek Montreux’n değişmesini onaylamış (FRUS, 1945: 304), ancak İngiltere, Sovyetler ve ABD bu konuda herhangi bir uzlaşıda bulunamamışlardır. Neticede Türkiye, İngiltere ve ABD’den beklediği desteği görmemiştir. Aynı zamanda Sovyetlerin toprak talebini ABD’nin iki devlet arasındaki mesele olarak görmesi Türkiye’nin kendini yalnız hissetmesine yol açmıştır. Ancak ABD’nin bu tutumu Postdam sonrasında değişmeye başlamış ve Türkiye’nin desteklenmesi fikri ön plana çıkmıştır. ABD’nin bu politika değişikliği üç nedenden ötürü ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Sovyetlerin Balkanlarda nüfuz kazanma arayışında olmasıdır. Özellikle İngiltereli ve Amerikalı uzmanların iddiaları sonucunda Sovyetlerin Balkanlardaki nüfuzunun artmasının Batı için bir tehdit olduğunu Başkan Truman anlamıştır. İkincisi İran’ın mevcut durumudur. İran İkinci Dünya Savaşı’nda İngiltere ve Sovyetler tarafından işgal

(33)

edilmiş ve bu iki ülke savaşın sona ermesinden 6 ay sonra İran’dan çekilecekleri konusunda anlaşmışlardır. Ancak Sovyetler söz konusu anlaşmaya sadık kalmamış ve askeri gücünü İran’da arttırmaya başlamıştır. Bu durum ABD’nin endişe duymasına yol açmıştır. Nitekim İran petrollerinin Sovyet kontrolüne geçmesi dünya hammadde dengesini bozacak ve Batı, İran petrolünden yoksun kalacaktı. Aynı zamanda Sovyetlerin Türkiye üzerindeki baskısı daha da artacaktı. Son olarak Yalta Konferansı sonrasında Sovyetler, Doğu Avrupa’dan çekilmemiş aksine komünist bir ittifak kurmaya çalışmıştır (Armaoğlu, 1984: 431-435).

Bu nedenler sonucunda ABD’nin Sovyetler politikası değişmiş ve Türkiye’yi desteklemeye başlamıştır. Bu anlayıştaki ilk gelişme ABD’nin 2 Kasım 1945’te Türkiye’ye verdiği notadır. Bu nota Ankara Büyükelçisi Edwin C. Wilson tarafından Dışişleri Bakanı Hasan Saka’ya verilmiştir. Notada öncelikle Boğazlar konusunda bir uluslararası konferans toplanması teklif edilirken, ABD’nin böyle bir konferansa davet edildiğinde katılacağı belirtilmiştir. Bununla birlikte notada Montreux Sözleşmesi’nin bazı maddelerinin değiştirilmesi gerektiği iletilmiştir. 1 Bunlar: Panama ve Süveyş Kanalı’nda olduğu gibi savaş zamanında da ticaret gemilerinin serbestçe Boğazlardan geçmesi, Karadeniz’e sahili bulunan devletlerin savaş zamanında da savaş gemilerinin Boğazlardan her zaman geçmesi, Birleşmiş Milletler (BM) adına gönderilecek gemiler dışında Boğazlar Karadeniz’e sahili bulunmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulması değişiklikleri istenmiştir (Ayın Tarihi, no 144, Kasım 1945: 71).

Türkiye’nin bu nota ile ilgili görüşünü 5 Aralık 1945’te dönemin Başbakanı Şükrü Saraçoğlu tarafından açıklanmıştır. Başbakan Türkiye’nin uluslararası konferans toplanması fikrine sıcak baktığı ve bu konuyla ilgili konferansa ABD’nin katılmasının zorunluluk olacağını belirtmiştir (Ayın Tarihi, No 145, Aralık 1945: 14-15). Bu açıklama sonucunda II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin Sovyetlere karşı yalnızlığı sona ermeye başlamıştır. Nitekim ABD’nin görüşü sadece Boğazlar

1 Montreux Sözleşmesi’ne göre Türkiye’nin savaş halindeyken yabancı devletlerin ticaret gemileri

bazı şartlara uyması halinde Boğazlardan geçebilmektedir (Madde 5). Madde 19’a göre savaş esnasında savaşan devletlerin savaş gemileri Boğazlardan geçemez. Ayrıca madde 14 ve 18’e göre Karadeniz’e sahili bulunmayan devletler barış zamanında belli şartlara uyması halinde Boğazlardan geçebilmektedir.

(34)

konusunda olmamış, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması fikri de öne çıkmıştır.

ABD’nin Kasım 1945’teki notasının ardından ilişkileri geliştiren diğer bir olay ise Missouri’nin Türkiye’ye gelmesidir. Diplomat cenazelerinin savaş gemileriyle ülkelerine gönderilmeleri nezaket kuralı sayılmaktadır. Amerika’da vefat eden Münir Ertegün’ün cenazesinin Türkiye’ye gönderilmesi için Amerikan donanmasının en büyük savaş gemilerinden biri olan Missouri seçilmiştir. Bu büyüklükte bir geminin seçilmesi Türkiye’de sevinçle karşılanmıştır. Nitekim dönemin gazetelerinde bu tür geminin seçilmesi ABD’nin dostluk nişanesi olarak görülmüştür (Cumhuriyet, 8 Mart 1946: 2; Son Posta, 9 Mart 1946: 7). Aynı zamanda bu gemide Japonya’nın teslim anlaşması imzalanmıştır (BCA, 301812: 8). Missouri Gemisi 5 Nisan 1946’da İstanbul’a gelmiştir. Aynı gün Başkan Truman Ordu Günü dolayısıyla yaptığı konuşmada Boğazlar ve Orta Doğu’nun önemini vurgularken ABD’nin gerektiğinde bu devletlere yapılabilecek saldırılara karşı, yardımcı olabileceğini ifade etmiştir (Cumhuriyet, 8 Mart 1946).

İlişkileri geliştiren bir diğer olay ise borçların silinmesidir. Türkiye II. Dünya Savaşı’nda “Ödünç Verme ve Kiralama Yasası” ile borçlar almıştır. Savaş sonrasında ABD Batılı devletlere yaptığı gibi Türkiye’nin de borçlarını silmiştir. Aynı zamanda ABD’den söz konusu yasa ile aldığı malzemelere Türkiye 4.5 milyon dolar ödeyerek sahip olmuştur (Erhan, 2001: 525).

Türkiye ile ABD arasındaki bu yakınlaşmaya rağmen Sovyetler, Boğazlar konusundaki isteklerinden vazgeçmemiş ve bu taleplerini 7 Ağustos 1946’da verdiği bir nota ile tekrarlamıştır (Ayın Tarihi, No 153,Ağustos 1946: 72-74). Bu notaya 19 Ağustos 1946’da ABD, Sovyetlere bir nota ile cevap vermiştir. Amerika’nın verdiği notada Boğazlar rejiminin bütün devletleri ilgilendirdiği; bu yüzden rejimin Türkiye ile Karadeniz sahili bulunan devletler tarafından düzenlenmesine ve Boğazların Türkiye ve Sovyetlerin ortaklaşa savunulması görüşüne karşı çıktığını belirtmiştir (Armaoğlu, 1991: 148-151).

24 Eylül 1946 tarihine gelindiğinde Sovyetler Birliği Türkiye’ye yönelik taleplerini içeren bir nota daha göndermiştir (Ayın Tarihi, No 154, Eylül 1946:

(35)

46-51). Sovyetler Boğazlar sorununu Türkiye ile çözmek istemiş, bu nedenle ilk baştan itibaren aynı taleplerde bulunmuştur. Bu notaya ilk cevap ABD’den gelirken, Türkiye 18 Ekim 1946’da Sovyetlerin taleplerini reddettiğini belirten bir notayı Moskova’ya göndermiştir (Ayın Tarihi, No 155, Ekim 1946: 58-71).

Sovyetler Birliği’nin verdiği notalar sonucunda Türkiye Batı’ya yakınlaşmıştır. Bu durum aslında Türk devletlerinin dış ilişkilerini oluşturan temel unsurun bir yansımasıdır. Nitekim Türk devletleri toprak bütünlüklerine tehdit başladığından itibaren savunma amaçlı olarak ittifak tesis etme ya da dengeleme politikası uygulamaktadır. Bu anlayışta Türkiye, Sovyetlerin Boğazlar ve toprak talebi neticesinde özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma döneminde uygulanan dengeleme politikası tecrübesi sonucunda ABD ve Batı bloğuna yakınlaşmıştır. ABD ise bu dönemde Türkiye’nin stratejik önemini görmüş ve askeri ile ekonomik yardım için diplomatik faaliyetlerini arttırmıştır. Bu anlayışta ilk faaliyet Truman Doktrini olmuştur.

Truman Doktrini; Başkan Truman’ın Türkiye ile Yunanistan’a Amerikan yardımı yapılması için 12 Mart 1947 tarihinde Kongre’de yaptığı tarihi bir konuşmadır. Soğuk Savaş’ın sembol doktrinlerinden biri olan bu doktrin Sovyet tehdidi altındaki iki ülkeye yardımı amaçlamaktadır. Başkan konuşmasında Yunanistan’ın özgür bir ülke olarak kalabilmesine ve özgür ulus olarak Türkiye’nin istikrarının önemine vurgu yapmıştır.

Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye’ye yapılan yardımların nedenleri politik, ekonomik ve askeri gibi alanlarda bulunmaktadır. Her şeyden önce İngiltere’nin Türkiye’ye yaptığı yardımları durdurma kararı alması ilk neden olarak gösterilebilir. 21 Şubat 1947’de İngiltere’nin ABD büyükelçisi ABD Dışişleri Bakanı Marshall’dan randevu istemiştir (Satterthwaite, 1972: 74). Söz konusu randevuda İngiltere’nin, Türkiye ile Yunanistan’a yaptığı yardımı durduracağı iletilmiştir. İkinci neden ise Soğuk Savaşın kendine has özellikleri olan kutup anlayışı ve nüfuz alanlarını korumak ile ilgilidir. Nitekim Dışişleri Bakanı Yardımcısı Dean Acheson’nun Kongre’nin Dışişleri Komisyonu’nda yaptığı konuşmada belirttiği gibi Yunanistan ile Türkiye’de kurulacak bir totaliter rejimin demokrasinin, dolayısıyla

(36)

ABD’nin yenilgisi olacağı ve bu durumun muhtemelen Asya’ya sıçrayacağı endişesidir (Cumhuriyet, 21 Mart 1947: 3). Aynı zamanda Sovyet tehdidi ve Komünizm’in Türkiye ile Yunanistan’ı esir almasıyla Orta Doğu’ya ulaşması da diğer endişeyi oluşturmaktadır (Cumhuriyet, 22 Mart 1947: 4). Son olarak Türkiye ekonomisi ve ordunun ekonomiye getirdiği yük yardımın nedenini oluşturmuştur. Türkiye ekonomisinin bu dönemde iki sorunu bulunmaktadır. Bunlardan ilki dünya savaşının bitmesiyle birlikte hammadde ve gıda fiyatlarının normale dönmesi (azalma yaşanması) sonucunda gelirlerin azalmasıdır. Diğer sorun ise Sovyet tehdidi nedeniyle ordunun terhis edilememesinin ekonomiye ağır bir yük getirmesidir. Bununla birlikte askeri modernizasyonu Türkiye’nin kendisi karşılaması durumunda ekonomik yapısının bozulacağı Amerikan raporlarında belirtilmiştir (Cumhuriyet, 28 Ağustos 1947: 3).

Bu nedenler sonucunda Kongre’deki konuşmasında Truman Türkiye ile Yunanistan’a yardım için üç istekte bulunmuştur:

1. İki ülkeye yardım amacıyla 400 milyon dolar bütçe verilmesi 2. İki ülkeye Amerikan sivil ve askeri personellerinin gönderilmesi 3. İki ülkeden seçilecek personellerin Amerika’da eğitilmesidir (Truman

Doctrine, 1947: 4-5).

Neticede Kongre’ye sunulan yardım tasarısı 22 Nisan 1947 tarihinde Senato’da, Temsilciler Meclisi’nde ise 9 Mayıs 1947 tarihinde kabul edilmiştir (Cumhuriyet, 23 Nisan 1947: 3; 10 Mayıs 1947: 1). “Public Law 75” ya da “Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Yasası” olarak adlandırılan bu doktrin Truman’ın onayıyla 22 Mayıs 1947’de yürürlüğe girmiştir (Public Law 80-75). Söz konusu yardımın başlatılması için iki ülke arasında yardım anlaşması yapılması gerekmiştir. 12 Temmuz 1947’de Türk-Amerikan Yardım Anlaşması ABD Büyükelçisi Wilson ile Dışişleri Bakanı Saka arasında imzalanmıştır (Armaoğlu, 1991: 162).

Anlaşmanın imzalanması sonrasında Reconstruction Finans Corporation 100 milyon dolar avans çıkarılarak yardım hazırlıkları tamamlanmıştır (Cumhuriyet, 25 Mayıs 1947: 1). Doktrin çerçevesinde yardımlar 1948 yılında Kongre tarafından Dış Yardım Yasası içerisine alınmıştır. Bu durum sonucunda Türkiye’ye yapılan

(37)

yardımlar süreklilik kazanmış ve Karşılıklı Savunma Yasası’nın (Mutual Defence Act) yürürlüğe girmesiyle Ekonomik İşbirliği İdaresi yardımları yönetmiştir (Erhan, 2001: 534).

Truman Doktrini ile gelen yardımların çoğunluğu ordunun modernizasyonu için kullanılmıştır. Amerikan yönetiminin Türkiye’yi ekonomik olarak desteklemesi ise Marshall Planı çerçevesinde olmuştur. Esasen Marshall Planı II. Dünya Savaşı’nın Avrupa’da oluşturduğu ekonomik yıkımın tamir edilmesini amaçlamaktaydı. Planın hazırlanmasında pek çok neden bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Avrupa’da ortaya çıkan ekonomik kriz sonrasında özellikle Fransa ve İtalya başta olmak üzere çoğu ülkede komünistlerin yükselişe geçmesidir. Bununla birlikte krizdeki Avrupa, Amerikan ekonomisini kötü etkilemekteydi. Bu noktada Amerikan ihraç malları için yeni piyasalar oluşturulması gerekiyordu. Bu sebeple Avrupa’nın alım gücünün arttırılması hedeflenmiştir (Best v.d., 2015: 254).

5 Haziran 1947 tarihinde Dışişleri Bakanı Marshall’ın Harvard Üniversitesi’nde konuşmasında Avrupa’daki devletlerin bir araya gelerek bir ekonomik plan hazırlamaları durumunda Amerika’nın destek olacağını belirtmiştir (Armaoğlu, 1991: 165-167). 27 Haziran 1947’de Avrupa devletleri Paris’te bu teklifi görüşmek için toplanmıştır. 12 Temmuz’a gelindiğinde aralarında Türkiye’nin bulunduğu 16 Avrupalı devlet Avrupa Ekonomik İşbirliği Konferansı’nı (CEEC, Conference of European Economic Co-operation) kurmuş ve Eylül ayında bu ülkelerin ihtiyaçlarını belirten bir raporu Amerika’ya sunmuşlardır (Ayın Tarihi, No 166, Eylül 1947: 122-128). Başlangıçta Türkiye’nin yardım talebinin geri çevirmesine rağmen Türkiye doğrudan ABD Hükümeti’nin desteklemesiyle plana dâhil edilmiştir.

3 Nisan 1948’de Ekonomik İşbirliği Kanunu’nun Kongre’de kabul edilmesiyle Marshall Planı resmen başlamıştır. Türkiye bu yardımları almak için ABD ile Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nı 4 Temmuz 1948’de imzalamıştır (Resmi Gazete, 6956: 14398). Bu plan çerçevesinde Amerikan yardımları hibeler, ödünç, dolayısıyla yardım ve teknik yardım olmak üzere dört farklı yardımlardan oluşmuştur.

(38)

Marshall Planı Amerikan mali yardımını Avrupa ülkelerine götürmüştür. Plan çerçevesinde 1948-1952 yılları arasında Avrupa ülkelerine 13 milyar dolar yardım yapılmıştır. Böylece Amerika ile Avrupa ülkeleri arasında önemli bir bağ oluşturmuştur (Best v.d., 2015: 254). Truman doktrini dünyanın siyasi açıdan ikiye ayrıldığını simgelerken, Marshall Planı ise Avrupa’nın ekonomik açıdan ikiye bölünmesini ortaya çıkarmıştır. Türkiye Marshall Planı’na katılarak Amerika eksenli politikalarını devam ettirmiştir.

Türkiye-Amerika ilişkileri NATO’nun kurulmasıyla başka bir yöne ilerleyecektir. Sovyet tehdidi ve Boğazlar sorunu sonucunda ABD Türkiye’yi destekleme kararı almıştır. Bu politikasını Truman Doktrini ve Marshall Planı ile göstermiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında Avrupa devletlerinin askeri ve ekonomik çöküşü Sovyetlerin dengelenememesi sorununu ortaya çıkarmıştır. Özellikle Kominform’un kurulmasında yayınlanan bildiride Sovyet yöneticilerin bu örgütün amaçlarından birisinin Batılı rejimlerle mücadele etmek olduğunu açıklamaları Batıda yeni ülkelerin ilhak edilebileceği kanısını oluşturmuş ve endişelere yol açmıştır (Gönlübol ve Ülman, 1987:223). Bu durum sonucunda Avrupalı devletler2 1948’de Sovyetlere karşı Batı Birliği Savunma Örgütü’nü (Western Union Defense Organization) kurmuştur. Daha sonra bu örgütün üyeleri ile Kanada, Danimarka, Norveç, İzlanda, Portekiz ve ABD 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da bir araya gelerek Kuzey Atlantik Anlaşması’nı imzalayarak NATO’yu kurmuşlardır. Bu dönemde Türkiye Batıda oluşan örgütleri dikkatle izlemekte ve üye olmaya çabalamaktaydı. Türkiye’nin NATO’ya ilgi duymasının pek çok nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki Sovyet tehdidine karşı denge arayışı idi. Truman Doktrini ve Marshall Planı sonucunda ABD ile ilişkiler gelişmesine rağmen endişeler azalmamaktaydı. Aynı zamanda dış politika geleneği olan dengeleme siyaseti için Sovyetlere karşı Batı bloğunun ittifakı gerekmekteydi. İkinci olarak Türk dış politikasının ana hatlarından biri olan Batıcılık için Batıda kurulan örgütlenmelere katılmak elzem olarak düşünülüyordu (Leffler, 1985: 807-825). Üçüncüsü yeni başlayan çok partili hayat ve demokratikleşmenin devamı için kamuoyu NATO’ya girmenin gerekli olduğunu düşünmekteydi. Son olarak Amerika’dan alınan

Şekil

Tablo  5’te  Çin’in  ulaştığı  büyüklüğü  ortaya  koymak  için  ABD  ile  karşılaştırılmış  ve  değişkenlerde  dünyada  kaçıncı  sırada  olduğu  gösterilmiştir

Referanslar

Benzer Belgeler

Türkiye’nin insan hakları ihlallerine dair sesi daha çok çıkan Avrupa Parlamentosu haricinde AB, Erdoğan’ın muhaliflerini susturmak için yargıyı kullanma,

• Türkiye ile ABD arasında 29 Eylül 1999 tarihinde imzalanan Ticaret ve Yatırım İlişkilerinin Geliştirilmesine İlişkin Anlaşma kapsamında kurulmuş olan Ticaret ve

Ancak bu çalışmaların mevcut olanlardan farklı olduğu nokta, uluslararası sistemi geç Westphalia uluslararası sistemi perspektifinden, eleştirel olarak

1439 hektarlık maden sahasında MTA’nın yapmış olduğu sondaj çalışmaları neticesinde % 0,32 tenörlü bakır ve % 0,04 tenörlü molibden olmak üzere 17,5 milyon ton

2005 yılında yapılan üç çalışmadan ilkinde Gacener (1987-2003), iki değişken arasında uzun dönemli bir ilişki olduğunu tespit ederek ekonomik büyüme gerçekleştikçe kamu

Uluslararası İşletme, Ekonomi ve Yönetim Perspektifleri Dergisi) Yıl: 2, Sayı:8, Aralık 2017,

- Türkiye’nin Kıbrıs sorununun Birleşmiş Milletler çerçevesinde ve Avrupa Birliği’nin kurucu ilkelerine uygun olarak kapsamlı çözümünün sağlanmasına yönelik

[r]