• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de yeni kapitalist hegemonyanın inşası

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Türkiye’de yeni kapitalist hegemonyanın inşası"

Copied!
187
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKİYE’DE YENİ KAPİTALİST HEGEMONYANIN İNŞASI

.

Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Yüksek Lisans Tezi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı

Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bilim Dalı

Mehmet Melih BASMACI

Danışman: Yrd. Doç. Dr. Ferihan POLAT

Haziran 2017 DENİZLİ

(2)
(3)

Bu tezin tasarımı, hazırlanması, yürütülmesi, araştırmalarının yapılması ve bulgularının analizlerinde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini; bu çalışmanın doğrudan birincil ürünü olmayan bulguların, verilerin ve materyallerin bilimsel etiğe uygun olarak kaynak gösterildiğini ve alıntı yapılan çalışmalara atıfta bulunulduğunu beyan ederim.

İmza

(4)

ÖZET

TÜRKİYE’DE YENİ KAPİTALİST HEGEMONYANIN İNŞASI BASMACI, Mehmet Melih

Yüksek Lisans Tezi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi ABD Tez Danışmanı: Yardımcı Doçent Doktor Ferihan POLAT

Haziran 2017, 178 Sayfa

İkinci dünya savaşı sonrası merkez ülkelerde inşa edilen refah devletlerinin ve çevre ülkelerde kurulan ithal ikameci sistemin sonuna işaret eden birikim krizine bir yanıt olarak geliştirilen neoliberal teori; toplum refahını artırmanın en iyi yolunun güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaretin temel alındığı bir kurumsal çerçeve içinde bireysel girişim beceri ve hürriyetlerini serbest bırakmak olduğunu iddia etmektedir. Ancak bu teori diriltme iddiasında olduğu liberal teoriyle dahi düşünsel temelde uyuşmamakta, daha çok muhafazakârlık ekseninde bir yorum getirmektedir. Pratikte ise bu teori, kapitalist sınıfların sarsılan egemenliğini geri kazandırma işlevinin yanı sıra, iddia ettiği refah artışını toplumun geneline yaymakta başarısız olmuştur.

Bu çalışmada, Türkiye özelinde ithal ikameci birikim rejiminden, dışa açık birikim rejimine geçişe paralel olarak geliştirilen hegemonya mücadeleleri tarihsel olarak ele alınmaktadır. Sınıf-içi ve sınıflar arası güç mücadeleleri, hegemonya kavramı üzerinden incelenmektedir. Çalışmada, yeni sağ siyasetin sınıf egemenliğini tesis etme amacıyla tatbik ettiği neoliberal politikaların neden olduğu ekonomik ve toplumsal yıkımlar ile yerleştirdiği otoriter siyaset tarzı eleştirilmektedir.

(5)

ABSTRACT

CONSTRUCTION OF NEW CAPITALIST HEGEMONY IN TURKEY BASMACI, Mehmet Melih

MA.Thesis in Political Science and Public Administration Advisor: Assistant Professor Doctor Ferihan POLAT

June 2017, 178 Pages

Neoliberal theory have developed as a solution for crisis accumulated by import substitution system established in peripheral countries and welfare state built in central countries. This theory claims that the best way for increasing human well-being is to release individual enterprise skills and freedoms in theoretical framework of strong private property rights, free markets and free trades. However, this theory is incompatible with the philosophical basis of liberal theory, more likely it brings an interpretation on the axis of conservatism. In practice, this theory fails to spread the welfare it claims to society as a whole, as well as it fails the function of restoring the shaky sovereignty of capitalist classes.

In this study, the hegemony challenges developed in parallel with the transition from the import substitution accumulation regime to the open foreign accumulation regime in Turkey are historically addressed. The power struggles between classes and inter-classes studied through the concept of hegemony. The study criticizes the authoritarian style of politics placed by economic and social destructions caused by the neoliberal policies that the new right politics imposed to establish class domination.

(6)

İÇİNDEKİLER

ÖZET ... i ABSTRACT ... ii İÇİNDEKİLER ... iii SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ ... v GİRİŞ ... 1

I.BÖLÜM

ARAŞTIRMA İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER ... 7

1.1. Araştırmanın Problemi ... 7 1.2. Araştırmanın Amacı ... 7 1.1. Araştırmanın Yöntemi ... 8 1.1. Araştırmanın Önemi ... 8

II. BÖLÜM

NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM ... 10

2.1. Neoliberal Hegemonyanın Arka Planı ... 10

2.2. Neoliberalleşme, Teoriden Pratiğe ... 15

III.BÖLÜM

TÜRKİYE’DE KAPİTALİST BUNALIM ... 26

3.1. İthal İkameci Birikim Dönemi ... 26

3.1.1. İthal İkameci Birikim Modelinin Ekonomi Politiği ... 26

3.1.2. İthal İkameci Birikim Modelinin Açmazları ... 32

3.1.3. 24 Ocak Kararları... 35

3.2. Yeni Birikim Rejimi ... 37

3.2.1. Türkiye’de Neoliberal İktisadi Politikalar ... 37

3.2.2. Türkiye’de Neoliberalizmin Siyasal İktidar Tarzı: Yeni Sağ ... 42

3.2.3. İslamcı Hareketin Yükselişi ... 45

3.2.4. Yeni Birikim Rejiminin Krizi ... 53

(7)

3.2.4.1. Krizin Siyasal Boyutu ... 56

3.2.4.3 Krizin Kökeninde Yer Alan Etmenler... 62

IV.BÖLÜM

HEGEMONYA’NIN İNŞASI: ZORDAN RIZAYA GEÇİŞ ... 65

4.1. Ekonomik Kriz ve İktidar Değişimi ... 65

4.2. Büyümenin Niteliği ... 68

4.3. Bölüşüm İlişkilerinde Dönüşüm ... 70

4.4. Türkiye’de Burjuvazinin Mahiyeti ... 71

4.5. Burjuvazinin İç Çelişkilerinin Geri Plana İtilmesi ... 75

4.6. Siyaset ve Ekonomi Dünyası Arasında Gelişen Klientalist İlişkiler ... 77

4.7. Emek Politikaları ... 84

4.7.1. Güvencesizleştirme ... 84

4.7.2. Çalışma Hukuku- Toplu İş sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu ... 89

4.7.3. Piyasalaştırma ... 91

4.7.4. Vergi Politikaları... 94

4.8. Sosyal Politikalar ... 95

4.8.1. Merkezi Yönetim Eliyle Oluşturulan Yeniden Dağıtım Mekanizmaları ... 96

4.8.2. Yerel Yönetimler Üzerinden Yeniden Dağıtım ... 102

4.8.3. İlişki Ağları ... 108

4.9. İç ve Dış Politikada Yaşanan Dönüşümler ... 120

V.BÖLÜM

YENİ HEGEMONYA... 127

5.1. Rızadan Tahakküme Geçiş ... 127

5.1.1. 2008 Sonrası Türkiye’de İzlenen Ekonomi Politikaları ... 128

5.1.2. 2008 Sonrası Türkiye Siyasetinde Yaşanan Dönüşümler ... 132

5.2. Yeni Hegemonya Stratejileri ... 142

5.2.1. Bağımlı Sınıfların Edilgenleştirilmesi ... 144

5.2.2. Borçlandırmayla Yönetim... 148

5.2.3. Sermaye, İktidar, Himmet Üçgeni ... 154

5.2.4. İdeolojik Manipulasyon ... 160

SONUÇ ... 166

KAYNAKLAR ... 171

(8)

SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ

AB Avrupa Birliği

ABD Amerika Birleşik Devletleri AK Parti Adalet ve Kalkınma Partisi ANAP Anavatan Partisi

AP Adalet Partisi

BDDK Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu BDK Bağımsız Denetim Kuruluşları

CHP Cumhuriyet Halk Partisi

DB Dünya Bankası

DGD Doğrudan Gelir Desteği DİSK Devrimci İşçi Sendikaları

DP Demokrat Parti

DPT Devlet Planlama Teşkilatı DSP Demokratik Sol Parti DTÖ Dünya Ticaret Örgütü DYP Doğru Yol Partisi

DYY Doğrudan Yabancı Yatırım GSS Genel Sağlık Sigortası GSMH Gayri Safi Milli Hasıla GSYİH Gayri Safi Yurt İçi Hasıla

GYKA Gelir ve Yaşam Koşulları Anketi GYO Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı ILO Uluslararası Çalışma Örgütü IMF Uluslararası Para Fonu İİS İthal İkameci Sanayileşme KDV Katma Değer Vergisi

(9)

KİK Kamu İhale Kurumu KİT Kamu İktisadi Teşekküleri

KOBİ Küçük ve Orta Büyüklükte İşletme

MC Milliyetçi Cephe

MHP Milliyetçi Hareket Partisi MNP Milli Nizam Partisi MSP Milli Selamet Partisi

MÜSİAD Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği SHP Sosyaldemokrat Halkçı Parti

SYDV Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı TCMB Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası TİSK Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TMSF Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu

TOBB Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOKİ Toplu Konut İdaresi Başkanlığı

TÜRK-İŞ Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu TÜSİAD Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği YÖK Yükseköğretim Kurumu

(10)

GİRİŞ

Türkiye’de 1980 sonrasında, siyasal iktidar- devlet ve sermaye ilişkilerinin analizinde, “güçlü devlet geleneği” tezi olarak bilinen devlet-merkezci paradigma hakimdir. Bu tez, devlet seçkinleri ve burjuvazi arasındaki mücadeleleri sosyo-politik çatışmaların merkezine oturtmuştur. Bu mücadeleler sonucunda, burjuvazinin devletin kontrol altında tuttuğu sivil toplum ve ekonomiyi özerkleştirebildiği ölçüde, özgür ve demokratik bir toplum yapısına kavuşulabileceğini iddia edilmektedir. Devletin toplumsallığı ve sınıfsallığı gözardı edilerek, siyasal alanın askeri ve büroktatik seçkinlerin egemenliği altında olduğu resmedilmiş; burjuvazinin devlet elitlerinin bu egemenliğini kuşatarak hegemonyasını tesis edebileceği söylenmiştir. Dolayısıyla “güçlü devlet geleneği” tezi, otoriter yönetimleri devlet seçkinlerinin hâkimiyeti üzerinden temellendirilmeye çalışarak sınıflar arası çelişkilerin dikkate alınmadığı bir karşıtlık eksenine odaklanmıştır.

Bu yaklaşımda toplumun dışında ve üstünde, kendinden menkul bir varlık olarak resmedilen devlet ve toplumdan özerk bir mertebede konumlandırılan devlet seçkinlerinin, iktidar gücünü hâkim sınıfları da içine alacak şekilde tüm toplumsal sınıfların hilafına kullandığı sonucuna ulaşılmaktadır. Türkiye’de devlet aygıtının ve siyasal alanın otoriter karakterinin nedensel olarak devletin milliyetçilik, militarizm ve devlet seçkinlerinin gücüne bağlanması sebebiyle kapitalist sosyo-politik ilişkiler ve devletin kapitalist boyutunun otoritaryanizmle arasındaki nedensel ilişki gizlenmekte; önerilen politik reçeteler de siyasal liberalizm ile otoriter popülizm arasında salınmaktadır (Akça, 2011: 26). Bu tarz analizler ‘devleti’ genellikle özne konumunda tanımlarken, devletin özne olarak kararları da ‘kamu politikaları’ olarak ele alınıp analiz edilmekte; “devlet ve kamu politikaları” genel çerçeve olarak tanımlandıktan sonra, iş adamları olarak ‘sermayenin’ devlet karşısındaki konumu ele alınmaktadır. Oysa kamu politikalarının ya da siyasal karar alma süreçlerinin iş adamları ya da sermayenin etkinlik alanı dışında ele alınması gerçekliğin eksik okunmasına sebep olmaktadır.

Devleti bir üst gerçeklik alanı olarak gören yaklaşımlar retrospektif bir bakışla ele alındığında, Hegel’in devlet-sivil toplum ayrımı önemli bir mihenk taşıdır. Hegel’in İngiliz eko-politikçilerden yararlanarak kuramına yerleştirdiği sivil toplum kavramı,

(11)

bireylerin bencil çıkarları peşinde koştuğu ve bir uğraktır. Hegel, sivil toplum tek başına bırakıldığında varsıl ve yoksullar arasında uçurum yaratacağını, istikrarlı bir toplumsal düzenin sağlanamayacağını bu yüzden sivil topluma içkin olan bu çatışmaların düzenlenmesi için evrensel ahlakı temsil eden devlete ihtiyaç olduğunu söylemiştir (Callinicos, 2004: 79; Bank, 2012: 25).

Marx, Hegel’in devleti sivil toplumdan bağımsız biçimde alarak ona evrensel bir anlam yüklemesini eleştirerek, kuramının merkezinde özel mülkiyetin bulunmamasına vurgu yapar. Kuramının temeline özel mülkiyeti yerleştiren Marx’ta bu vurgu, burjuva-sivil toplumunun genel bir eleştirisine doğru ilerlemiştir (Yetiş, 2003: 47). Marx’ın maddi ilişkiler ve mücadeleler alanı olarak kavramsallaştırdığı sivil toplum, Gramsci’de kendiliğinden rızanın yeniden üretildiği, hegemonya mücadelelerinin verildiği, ekonomik alanın dışında bir üstyapısal alana karşılık gelir. Sivil toplumun karşıtı olarak ele aldığı politik toplumu ise egemen sınıfların tahakküm ve baskı fonksiyonu olarak tanımlamıştır. Politik toplum ve sivil toplum arasında yapılan bu ayrıştırma, egemen sınıfların üstünlüğünün yeniden üretim unsurları olan zor ve rıza işlevlerinin de ayrıştırılmasını sağlar. (Yetiş, 2009: 132; Bank, 2012:38). Gramsci, -Marx’ın Alman İdeolojisi’nde değindiği- burjuva hegemonyası kavramını ele alarak devleti bir baskı aygıtına indirgeyen Lenin ve Marx’ın(Vülger) yorumlarını tarihsel blok kavramı üzerinden ileriye taşımıştır (Marx ve Engels, 1972: 174 içinde Demir ve Göymen, 2012: 98; Yetiş, 2009: 131). Gramsci’ye göre devlet-sivil toplum ikiliği çatışkılı değil diyalektiktir: Altyapıdaki değişimler, üstyapıyı otomatik olarak belirlemediği gibi (Yetiş, 2009: 131), üstyapıda olan değişimlerin alt yapıyı etkileyebilmektedir.

Althusser ise, Gramsci’nin tarihsel materyalizme kattığı dinamiği önemsemiş ve devlet kuramını ideolojik kurumlara doğru genişletmiştir. Althusser ideoloji kavramını büyük ölçüde Gramsci’nin yaptından esinlenerek ele almıştır. Ancak Althusser, Gramsci’nin sivil toplum kavramını benimsememiş, bilakis bu kavramın Marksist terminolojide yeri olmadığını söylemiştir (Hall vd, 1985: 33). Sivil toplum/siyasal toplum ayrımına karşı çıkan Althusser, ideoloji kavramını zorunlu olarak devlet bağlamında dönüştürerek, devletin ideolojik aygıtları şeklinde kavramlaştırmıştır (Hall vd, 1985: 49-50).

Poulantzas, Gramsci'nin hegemonya kavramını, devlet kuramının temeline yerleştirmiştir. Poulantzas aynı zamanda, egemen ideolojinin toplumsal formasyonda

(12)

yapıştırıcı işlevi konusunda, Gramsci ve Althusser ile aynı görüştedir (Hall vd, 1985: 56). Poulantzas’a göre hegemonya sermaye birikiminin sürekliliği sağlayarak, iktidar blokunun örgütlenmesinin yanında, egemen bloklar, ittifaklar ve projeler arasındaki çatışmaları uzlaştırma girişimidir(Demir ve Göymen, 2012: 96-97). Poulantzas hegemonyanın, sınıf bilincine, yönetilen sınıfların rızasını elde etme girişimine indirgenemeyeceğini, Gramsci’nin hegemonya kavramının kısıtlı boyutunu –hatalı bir şekilde- eleştirir. Hâlbuki Poulantzas’ın kendi hegemonya yaklaşımının özgünlüğü olarak nitelediği; yönetilen sınıfların stratejilerini kapsayan kavramlaştırması, Gramsci’nin ele alış tarzlarından birisidir. Dolayısıyla Poulantzas’ın hegemonya projesi kavramının, Gramsci’nin hegemonya kavramından yola çıkılarak geliştirilmiştir (Ayhan ve Sağıroğlu: 2012: 126 içinden Gramsci, 2011: 230; Hall vd, 1985: 58).

Poulantzas ile Gramsci’nin hegemonya kuramları arasındaki öne çıkan farklılık hegemonya inşa sürecinin devlet bağlamındaki aşamalarına ilişkindir. Poulantzas hegemonyanın ideolojik aygıtları içeren devleti ele geçirmeden tesis edilemeyeceğini söylerken, Gramsci ise hegemonyanın sivil toplumun fethi sonrasında devletin dönüşümüyle kurulacağını belirtmiştir (Bank, 2012: 38). Poulantzas Gramsci’nin sınıfların hegemonik olmadan uzunca bir süre yönetilebildikleri görüşüne; rıza ve baskının hep dengeli olduğu iddiasına katılmamıştır. Fakat bu farklılıklar ince nüanslar olup, teorinin pratikle doğruluğu ex post facto sınanabilecek niteliktedir.

Sonuç olarak, her iki düşünür de, kuramının merkezine devlet ile ekonomi arasındaki ilişkiyi yerleştirmiştir. Poulantzas’ın, Althusser’den ödünç aldığı kavramlar olan “devletin baskı aygıtı” ve “devletin ideolojik aygıtları”, arasında kurulan organik birliktelik; Gramsci’de “politik devlet” ve “sivil toplum” organik birliğine karşılık gelmektedir. Bu organik birliktelikler her iki düşünür için üstyapıyı oluştururken, ekonomik ilişkiler her iki düşünürde de altyapıyı ifade etmektedir. Dolayısıyla, egemen sınıfların konumunu yeniden üretmesinde ve yönetilen sınıflarda sınıf bilincinin gelişmesinin önlenmesi konusunda üstyapı her iki düşünür için de önemli bir rol oynamaktadır (Bank, 2012: 40). Aralarındaki en belirgin ayrım ise; Poulantzas, Gramsci’nin sivil toplum ve siyasal toplum arasındaki ayrıma dayandırdığı hegemonya kavramını, ekonomi ve devlet arasındaki ilişkiler bağlamında ele almıştır. Hegemonya mücadelelerinin sivil toplum alanında cereyan ettiğini söyleyen Gramsci’den farklı olarak Poulantzas bir ilişki olarak ele aldığı devlet içerisindeki mücadelelere dikkat çekerek kuramını bu noktaya odaklamıştır.

(13)

Bob Jessop, Gramsci’nin hegemonya kavramını, görece ağırlık verdiği Poulantzas’ın devlet nosyonuyla harmanlayarak bu iki düşünürün bir sentezine ulaşmıştır. Jessop’a göre devlet üzerinde gerçekleşen mücadeleler ve devlet dolayımıyla gerçekleşen güç ilişkileri belli bir kapitalist birikim modeli temeline gerçekleşir. Dolayısıyla devlet formu belli bir birikim stratejisinin gereksinimleri doğrultusunda şekillenmek durumunda olduğu gibi, birikimin devamlılığını sağlamak için de bir hegemonya projesine ihtiyaç duyar. Bu bağlamda, devlet formu, “hegemonya projeleri” ve “birikim stratejileri” üzerinden analiz edilmelidir.

Dolayısı ile siyasal iktidar ile sermaye arasındaki bağlantıların karmaşıklığı basit ve mekanik açıklamalara olanak bırakmamaktadır. Poulantzas, kapitalist devleti kendisinden öncekilerden ayıran iki farka dikkat çekmiştir. Bunlardan ilki, belirli bir sınıf veya sınıf kesiminin dışlayıcı egemenliğine dayanan kapitalizm öncesi toplumlardaki devlet yapısının aksine, kapitalist toplumlarda devletin birden fazla egemen sınıf ya da fraksiyonun ortak çıkarlarını temsil etmesidir. İkincisi fark ise, kapitalizm öncesi toplumlarda zor kullanma yetkisini ellerinde bulunduran ve dolayısıyla ekonomik süreçlerin yönetimini üstlenmek durumunda kalan egemen sınıfların aksine, kapitalist toplumlarda egemen sınıflar zor kullanma yetkisini devlet aygıtına devretmişlerdir. Devlet, rekabet halindeki tikel sermayelerin uzun vadeli ortak çıkarlarını gözetme ve bu doğrultuda politika belirlemekle sorumluluğunu üstlenir. Kapitalist devlet bu işlevini ancak egemen sınıflardan görece özerk kalmakla sağlayabilir. Böylece egemen sermaye kesiminin hegemonyası altında, farklı sermaye fraksiyonlarının çelişkili birliğini sermayenin genel çıkarı tesis edilerek, nihai belirleyici olarak devletin kurumsal yapısına nüfuz eder (Poulantzas, 2014: 216-217). Varlığı sermayenin genel çıkarına endekslenmiş devlet aygıtının bu yapısal bağımlılığını gizlemek için, rıza ve baskı araçlarının uyumlu birliğinin ifadesi olan bir hegemonya tesis edilir.

Hegemonya sermaye fraksiyonları arasındaki karşıt çıkarları aynı potada eriterek, bu çıkarlara toplumsal çıkar örüntüsü altında meşruiyet oluşturma kapasitesi şeklinde tanımlanabilir (Daldal, 2010: 86-87). Hegemonya zor ve rızayı içeren fakat rıza boyutunun belirleyici olduğu bir iktidar tarzını ifade eder. Jessop’a göre hegemonya;

“farklı sınıfsal ve sınıf-bağlantılı toplumsal güçlerin belli bir sınıfın veya fraksiyonun siyasi, entelektüel ve ahlaki önderliği altında örgütlenmesidir. Hegemonya projeleri, bir yandan iktidar bloğunun (yani hâkim sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının) birliğini sağlarken diğer yandan da ekonomik yeniden dağıtım mekanizmaları ve ideolojik-politik

(14)

pratiklerle bağımlı sınıfların rızasını ve desteğini almaya yönelik ulusal-popüler eylem programlarıdır ve kapitalist toplumlarda siyasal sınıf egemenliğinin kurulma biçimidir” (Jessop,2013: 247-261).

Sermaye olgusu iktisadi bir değişken olmasının yanı sıra, aynı zamanda sosyal ilişki olarak ele alınmalıdır. Çünkü sermaye olgusunun varoluşu sermaye birikimini gerektirdiğinden; birikim süreci sınıf oluşumunu da belirlemektedir. Bu nedenle, birikim süreci bir yandan sosyal ilişkilerde farklılaşmalara yol açarken; bir yandan da sermayenin toplumsal ilişkilerde gücünün artması anlamına gelmektedir. Genel olarak sermaye ile emek arasındaki sınıfsal açmazlar, sermaye birikiminin niteliğine bağlı olarak kapitalist sınıflar arasında uzlaşma ve çatışmalara dönüşür. Bu anlamda da her bir sermaye grubu, sermayenin toplam döngüsü üzerinde kontrol yeteneklerini/kapasitelerini arttırmaya yönelirler. Birikim süreci sermayenin farklı işlevlerini üstlenen sermaye içi oluşumlarını güçlendirmekle birlikte, kontrol yeteneği sermaye içi bileşenler arasında çatışma ve uzlaşmalara kaynaklık eder. Ama çatışma ve uzlaşmanın doğrudan kendi aralarında gerçekleşmesi bile devlet üzerinden, devlet aracılığıyla gerçekleştiğinden, birikim sürecinde devletin etkin bir işlevi vardır. Devlet sermaye birikiminin ulaştığı her aşamada, sermaye ve emek arasında çatışmaların ve sermaye içi bileşenlerin ya da sermayeler arası çatışma uzlaşmaların gerçekleştiği bir alan olarak tanımlanabilir (Ercan ve Tuna, 2007: 370-372).

Bir birikim stratejisi, hegemonik özelliğini sadece bağımlı sınıflarca değil, aynı zamanda iktidar bloğundaki hegemonik-olmayan fraksiyonlar ve sınıflar tarafından kabul edilmesiyle kazanmış olur. En azından bağımlı sınıflara boyun eğdirilmesi, ekonomik korporatif imtiyazlar, marjinalleştirme ve baskı unsuru bileşimiyle sağlandığı sürece, birikim stratejileri sermaye dolaşımının entegrasyonunu ve hâkim sınıf ve kesimler içindeki desteğini pekiştirmiş olacaktır(Jessop, 2013: 250). Bu nedenle birikim stratejisi hegemonik hale gelebilmek için sadece sermayenin farklı fraksiyonları ve hâkim ekonomik sınıflar arasındaki ilişkiyi değil; hâkim sınıflarla bağımlı sınıflar arasındaki güç dengesini de dikkate alması gerekmektedir. Ekonomik egemenliğin yanı sıra, doğrudan sınıfsal olmayan diğer toplumsal, siyasal meselelerin de içerilmesi, bir hegemonya projesinin başarılı olmasını sağlayan koşullardan birisidir (Akça, 2011: 27). Her hegemonya projesi, belirli bir ekonomik büyüme modelini tanımlayan ve farklı sınıf fraksiyonlarını bir öncü fraksiyonun hegemonyası altında birleştiren bir birikim stratejisini de içermek durumundadır (Jessop, 2013:248; Laclau, 1997:162).

(15)

Hegemonik bir birikim stratejisi, sadece sermayenin farklı fraksiyonları arasındaki karmaşık ilişkiyi ele almakla yetinmemekte; egemen ve bağımlı sınıflar arasındaki güç dengelerini de hesaba katmaktadır. Bir strateji, sadece bağımlı ekonomik sınıflarca değil, aynı zamanda iktidar bloğundaki hegemonik olmayan sınıf ve fraksiyonlar tarafından da kabul edildiğinde hegemonik bir mahiyet kazanmaktadır (Jessop, 2005: 161). Ancak bu egemen sınıfın (ya da sınıf fraksiyonunun) politik, entelektüel ve ahlaki önderliği altında konumlanması ve örgütlenmesi tamamlanmalıdır. Bir birikim stratejisi ile hegemonik proje ancak birbirlerini tamamladıkları takdirde başarılı olacaktır (Jessop, 2004; Yankaya, 2012)

Bu çalışmada, Türkiye’de devletin ve siyasal alanın otoriter karakterinin, kapitalist birikim sürecine ve sınıflarası mücadelelerin seyrine paralel olarak dönüştüğünü ve bu dönüşümün salt neoliberalizm üzerinden açıklanamayacağı ileri sürülmektedir. Türkiye’de sosyo-politik iktidar ilişkilerinin analizi için devlet-sivil toplum, bürokrasi-burjuvazi gibi ikiliklere dayalı analiz tarzları yeterli olmamakta; bu analiz için sınıf siyaseti ve kimlik siyaseti boyutlarıyla çok daha karmaşık süreçlerin ele alındığı hegemonya mücadeleleri çerçevesinde çözümlemelere gereksinim duyulmaktadır (Jessop, 2002: 40; Akça, 2011:26-27).

Devleti merkeze alan yaklaşımların tezlerinin aksine, devlet aygıtının belirleniminde ontolojik olarak öncül olan kurumlar değil, aktörlerin pratikleridir. Sosyo-politik ilişkiler zemininde ilerleyen sınıflar ve Sosyo-politik aktörler arası mücadeleler, belli sınıf ve grupları güçlendirmek veya sınırlamak suretiyle “statejik seçici” etkide bulunur. "Türkiye'de Yeni kapitalist Hegemonya'nın İnşası" adını taşıyan bu çalışma, dışa açık kapitalist birikim modeli üzerinden inşa edilen yeni hegemonya sürecini ele almaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde araştırma ile ilgili genel bilgilere yer verilmekte; ikinci bölümünde neoliberal politikaların düşünsel temelleri ve tarihsel gelişim süreci betimlenmekte; üçüncü bölümünde, Türkiye'yenin ithal ikameci birikim modelinden, dışa yönelik birikim modeline geçişte yaşanan hegemonik kriz süreci incelenmekte ve dördüncü bölümde neoliberal politikaların yaygınlaşmasına zemin hazırlayan hegemonya inşasının dinamikleri ortaya konmaktadır. Beşinci bölümde ise meşruiyet kaynakları zayıflayan ve yeni tekniklerle yapılandırılan "Yeni Hegemonya" süreci tartışılmaktadır.

(16)

I.BÖLÜM

ARAŞTIRMA İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER

1.1. Araştırmanın Problemi

Liberalizmin siyasal ve ekonomik boyutları arasındaki gerilimi, ekonomik liberalizm lehine yumuşatarak, kapitalizmin tüm yaşam alanlarına nüfuz etmesini sağlayan bir ekonomik ve siyasal pratikler bütünü olarak neoliberalizm, muhafazakârlıkla eklemlenerek kurduğu Yeni Sağ iktidar tarzı özellikle 1980 sonrasında Türkiye ve dünyada hem tüm toplumsal yaşamda büyük dönüşümlere öncülük etmişlerdir. Yeni Sağ iktidarlar eliyle başlatılan neoliberalleşme süreci, diğer siyasal hareketlerin de benimsediği bir yönetim tarzı olarak hakim paradigma haline gelmiştir. Neoliberal politikaların belirgin bir sınıfsal boyutuna rağmen, bu politikaların kaybedenlerinin rızasını kazanılabilmiştir.

Türkiye özelinde belli bir tarihselliğin izleğinde neoliberal dönüşümler oldukça sancılı doğmuş ve toplumsal açıdan yakıcı sonuçlar doğurmuştur. Bu sorunlara ve neoliberal politikaların sınıfsallığına rağmen toplumdaki rıza mekanizmalarının nasıl işletilebildiği bu çalışmanın ana omurgasını oluşturmaktadır. Bu süreçte, toplumsal sınıflar ve siyasal aktörlerin hem kendi içerisinde hem de aralarındaki mücadeleler ekonomi-politik çerçevesinde ele alınarak, ilişkisel bağlamında analiz edilmeye çalışılacaktır.

1.2. Araştırmanın Amacı

Neoliberalizmin, kristalize olmuş bir politikalar demeti olarak görülmesi ve eyleyenlerinden bağımsız siyaset üstü bir konumda değerlendirilmesi oldukça yaygın bir yaklaşım haline gelmiştir. Bu çalışmada dikkat çekmek istediğimiz husus, neoliberalizmin standardize olmuş kural ve uygulamalarının dozajının içinde filizlendiği toplumsal ilişkiler ve sınıfsal mücadeleler bağlamında belirleneceğidir. Bu belirlenimi deşifre etmek için politikaların eyleyicileri olan siyasal aktörler ile devletin sınıfsal ve ilişkisel rollerini ortaya koymak gerekmektedir.

(17)

Türkiye’de neoliberal politikalarla birlikte dönüşüme uğrayan devlet ve sınıf ilişkileri düzleminde şekillenen iktidar biçiminin, demokrasi sorunsalı bağlamında nasıl bir yol izlendiği tespit edilmeye çalışılacaktır. Türkiye’de neoliberal politikalara hangi sınıfsal bağlamda ve hangi yöntemlerle onay sağlandığının belirlenmesi hedeflenmiştir. Neoliberal politikaların salt siyasal alana ait bir iktidar pratiği olmasının ötesinde sınıfsal boyutuna dikkat çekmek ve bu politikaların uygulanma sürecinde sınıf mücadelelerinin öncelikli belirleyen olduğunun gösterilmesi amaçlanmıştır. Hegemonya kavramı üzerinden ele alınan bu mücadeleler, içerisinde cereyan ettiği toplumun tarihselliği bağlamında değerlendirilmiştir. 1980 sonrası Türkiye’nin kapitalistleşme serüveninde gerçekleşen dönüşümleri izah etmek için başvurulan neoliberalizm kavramının, bu bağlamdaki kısıtları ortaya konmaya çalışılmıştır.

1.1. Araştırmanın Yöntemi

2000 yılı sonrası Türkiye’de yaşanan ekonomik ve siyasal dönüşümleri açıklamak amacıyla ele aldığımız bu çalışmada, teorik okumalar üzerinden kütüphaneler, kitaplar, makaleler, elektronik arşivler ve uluslararası yayınlar incelemeye alınmıştır. Bu teorik çalışmanın yöntemini ilgili metinlerden verilerin toplanması ve sınıflandırılması üzerinden yapılan mantıksal çıkarımlar ve yorumlamalar oluşturmuştur.

1.1. Araştırmanın Önemi

Türkiye’de siyasal süreçlerin söylem üzerinden ilerlediği ve egemenliğin zihinsel süreçler dolayımıyla tesis edildiği varsayımı Türk siyasal kültüründe yaygın bir eğilim göstermektedir. Ancak siyasetin maddi temellerinin gözardı edilmesi, siyasal süreçlerin bir üst gerçeklik olarak değerlendirilmesine neden olarak siyasetin toplumsal boyutunu gözardı etmektedir. Bu çalışma siyasal eylem ve söylemler ile maddi gerçeklikler arasındaki ilişkiselliği ortaya koymaya çalışmaktadır. Maddi gerçeklik alanı da kendi yasalarına tabii bir mekanik sistem olarak değil hareket noktası toplumsallık olan bir çerçevede ele alınmıştır. Bu ele alış tarzı üzerinden yapılan analizler, toplumsal öznelerin eylemliliğine bir katkı sunması açısından anlamlıdır. Bu çalışma, küresel ve ulusal

(18)

çerçevede yaşanan ekonomik ve siyasal dönüşümlerin bir ideolojinin maharetiyle kendiliğinden gerçekleşemeyeceğine dikkat çekmek ve maddi dönüşümlerin eyleyenlerinin tespiti açısından önemlidir.

(19)

II. BÖLÜM

NEOLİBERAL DÖNÜŞÜM

2.1. Neoliberal Hegemonyanın Arka Planı

Günümüzde demokrasiyi kapitalizmin olağan yönetim biçimi olarak gören ve kapitalizm ile demokrasiyi birbirinin varlık koşulu olarak temellendiren bakış açısının egemen olduğu görülmektedir. Fakat bu yaklaşım demokrasi ve kapitalizmin tarihsel gelişimine ters düşmekte ve demokrasiden otoriter yönetimlere geçişlere doyurucu açıklamalar getirmekte yetersiz kalmaktadır. Kapitalizmin belirli tarihsel koşullarda liberal demokrasiye katkısı olabilirken, demokratik olmadığı durumlar da tarihsel birer vakadır. Tarih dışı ve soyut genellemelerle ele alınan liberal demokrasi yorumlarının, siyasal rejim sorunlarının anlaşılabilmesi konusunda ancak sınırlı bir katkısı olabilir. Bununla birlikte, kapitalizmin bazı özelliklerinin liberal demokrasiyi meydana getiren şartları sağlaması, liberal demokrasinin kapitalizmin doğal ürünü olduğu yanılgısına yol açmamalıdır. Sanılanın aksine, kapitalist devlet öncelikle “liberal” olurken, uzun bir tarihsel süreç sonrasında demokratik bir hüviyet kazanabilmiştir. Liberal devletin bu ilk evresinde, devlette siyasal haklar yalnızca üst sınıflara tanınarak, siyasal hakların sınıf esasına göre kısıtlandığı bir toplumsal düzen kurulmuştur. Demokrasinin bu ilk evresi, yurttaşlık haklarının ‘medeni haklar’ ya da ‘olumsuz haklar’la sınırlı olduğu bir toplumsal düzen doğurmuştur. 19. yüzyıla yayılan uzun mücadelelerin/uzlaşmaların sonucunda, siyasal hakların genişletilip tüm yurttaşlara tanınması sağlanabilmiştir. Oy hakkından mahrum bırakılmış sınıfların mücadeleleri ile egemen sınıf içi çelişkilerden kaynaklanan dinamiklerin kesişmesi, bu mücadelelerin demokratikleşme doğrultusunda ilerlemesinde belirleyici unsurdur. Ancak bağımlı sınıfların istemlerinin egemen sınıflarca içerilebilmesi, onların sistem içi kanallara çekilebildiği ölçüde mümkündür. Burjuvazi, özel çıkarlarına toplumsal çıkar görüntüsü verebildiği ölçüde hegemonyasını sağlayabilmiştir. Liberal demokrasinin istikrar kazanabilmesi, burjuvazinin alt ve orta sınıfların belirli çıkarlarını gözetebilmesiyle mümkündür. Dolayısıyla, liberal demokrasi burjuvazinin hegemonyasının sağlanmasıyla mümkündür (Ataay, 2008: 16-19).

Egemenliği, mutlakiyetçi rejimlere karşı yükselen burjuva sınıfına teslim etme amacı taşıyan liberalizm, vaat ettiği eşit ve özgür toplum tasarımını siyasal ve sivil toplum ayrımına dayandırmıştır. Bu ayrım üzerinden şekillenen ‘kendi kurallarına göre işleyen

(20)

piyasa’ fikrinin toplumsal düzlemdeki karşılığı; insan emeğinin ve doğanın metalaştırılmasıyla, büyük insanlık trajedileri şeklinde görülmüştür (Özkazanç, 2011: 12-13). Liberalizmin bu yıkıcı etkisi, ezilen sınıfların tahammül sınırlarına dayandığı dönemlerde sosyal liberalizm uygulamalarıyla emeğin yeniden üretimi güvence altına alınarak, herhangi bir devrimci dönüşümün önünün alınması saikiyle toplumsal dinamiklere uygun olarak sistem reforme edilmiştir. Refah devletlerinin kurulmasıyla yaygınlaşan bu dönüşüm 1968’lere gelindiğinde büyüyen devlet aygıtının toplum üzerindeki artan denetimi ve buyurgan niteliğine yönelik tepkiler, devletin sınıfsal karakterine vurgu yapan eleştirleri arkasına alarak devlet karşıtlığında cisimleşmiştir. Devlet karşıtlığı zemininde yükselen neoliberal teori, liberalizmin şiar edindiği eşitlik, özgürlük gibi kavramların piyasa mantığı çerçevesinde yeniden tanımlanarak içinin boşaltıldığı ve piyasanın yasalarına tabii kılındığı ölçüde makbul sayıldığı bu yeni paradigmanın yolunu açmıştır.

Liberalizmin, neoliberalizme tevarüs eden kavramsal çerçevesinin ancak modernliğin çözülüş süreci bağlamında değerlendirildiği takdirde doğru anlaşılabilir. ‘Neoliberalizm’ kavramı, ‘çağın ruhunu’ en iyi anlatan terim olmasının yanısıra, aşırı yüklenmiş kullanımı nedeniyle (Özkazanç, 2011: 15) yaşanan dönüşümde belirleyici olan değişkenlerden çok kavramın kendisine odaklanılmasına neden olmaktadır. Neoliberalizm kavramını incelemenin kendine has başka bir zorluğuna dikkat çeken Balaban ise; bu kavramın, bir ideoloji, bir birikim rejimi, bir makroekonomik program, bir akademik paradigma, bir kalkınma modeli, bir toplum kurgusu gibi, tanım eşiğinin neredeyse sosyal bilimlerin ilgilendiği herşeyi kapsayabilecek kadar genişlemiş olduğunu ileri sürer. Ona göre, kavramın bu geniş kullanımının doğurduğu esas sorun, ‘neoliberalizm mefhumunun’ giderek kıymeti kendinden menkul bir kullanım alanı yaratmasıdır. Neoliberalizmi her yerde ve her şeyde kendini gösteren bir fenomen olarak ele almak ve bunun yol açtığı indirgemecilik, kavramın muhtemel açıklayıcılığını zedelediği gibi, politik olarak da etkisini azaltmaktadır. Kavramın kendi dışında her şeyin kaynağı olarak görülmesi, analitik bir kolaycılıkla son otuz yılda dünyanın her köşesindeki ekonomik, siyasal, toplumsal tüm vakaların ilişkiselliklerine ve tarihselliğine bakılmadan, temellendirilmeden bu kavrama havale edilmesine yol açmaktadır. Oysaki neoliberalizmin önemini teslim edebilecek ve anlamlı kullanımına yer verebilecek bir yaklaşım, neoliberalizmi oluşturan doktirinleri ve fikirleri yeri geldiğinde ayrıştırabilmeyi, belirli pratiklere ve politik projelere ilişkin bağlantılarını kurabilmeyi,

(21)

farklı zaman ve mekânlarda nasıl şekillendiğine ve hangi asgari müştereklerde buluştuğuna bakabilmeyi elzem kılmaktadır (Balaban, 2010: 30-33). Özkazanç’a göre;

“klasik liberalizme geri dönüş mitiyle kendini kurmaya çalışan neoliberalizm, bu tarihsel süreçte, klasik liberalizmin modern repertuara katmış olduğu tüm kurumsal pratik ve normların anlamını radikal biçimde değiştirmektedir”

(Özkazanç, 2011: 12-13).

Liberalizmin bu dönüşümünün en önemli veçhelerinden birisi post-modern teorinin temel önermelerini kendisine eklemlemesidir. Post-modern çerçevede soyut bir egemenlik ve güç eleştirisi, iktisadi analizi dışlayarak sınıf ve sömürü kavramını teorinin dışında bırakmıştır. Sınıf kavramı yerine birey kavramının geçirilmesiyle de ortak aklın reddi, teorinin temeline oturtulmuştur. İktisadi hayatı, siyasal ilişkilerden ayıran bu görüşlerin benimsenmesi, liberal teorinin sabitlediği eşitlik ve özgürlük bağı koparılarak birbirinden ayrılmıştır. Dolayısıyla Post-modern anlayış ile piyasanın belirleyiciliği söylemleri birbirini tamamlayan unsurlar haline gelmişlerdir. Saldırıya uğrayan olgu, yukarıdan aşağıya düzenleme kapsamına giren her türlü uygulamadır. Bu uygulamaları gerçekleştiren özne devlet olduğu için kamusal olana karşı itirazlar da devletin eleştirisinde vücut bulmuştur (Daldal, 2010: 39- 40).

Devletin toplumsal reformların gerçekleştirilmesinde devletin bu tip bir işlevine saldırı, Hayek’in teorisinin temelini oluşturmuştur. Neoliberalizme öncülük eden Ludwig von Mises, Friedrich Hayek ve Fritz Machlup gibi isimlerin yer aldığı Viyana okulunun yanı sıra, İngiltere’de London School of Economics’in öncülük ettiği bir gelenek de neoliberalizmin düşünsel evrimine hizmet etmiştir. Hayek’in London School of Economics’e, oradan da Chicago Üniversitesine geçiş serüveni, bir bakıma neoliberal düşüncenin dünya üzerindeki yayılımını da sembolize etmektedir. Hayek ile aralarındaki düşünsel farklılıklara rağmen Chicago Okulu, Milton Friedman gibi monetarist teorinin önde gelen isimlerini barındırarak dünya çapındaki neolieralizmin teknokratlarını yetiştiren bir merkez olmuştur (Balaban, 2010: 36-38).

Neoliberal teorinin öncülerinden Hayek, sosyal liberalizmin eşitlikçi düzenlemelerini özgürlük karşıtı girişimler olarak nitelendirmiş ve bu girişimlerin devlet aracılığıyla gerçekleşen yönüne vurgu yaparak bu uygulamaların özünde antidemokratik ve totaliter olduğunu iddia etmiştir. Hayek’in tezleri; fırsat eşitliğine yönelik çabaları ve dayanışmacı unsurları, rekabetin ve eşitliğin kendisine bir saldırı olarak nitelemiştir.

(22)

Sosyalist pratiklerin antidemokratik uygulamalarına sol cenahtan yükselen eleştirileri, devlet karşıtlığı başlığı altında toplayarak araçsallaştıran neoliberal ideologlar, teorilerinin sınıfsal boyutunu perdelemeyi başarmışlardır (Daldal, 2010: 47-51,56-57).

Hayek “kendiliğinden doğan düzen” (spontaneous order) kavramı, dil, hukuk, ahlak gibi kurumların kendiliğinden toplum içinden oluşmuş kurumlar olarak değerlendiren muhafazakâr düşünceden beslenmiştir. Bu nedenle Hayek değişime direnen ve değişimin hızını düşürmeye çalışan ancak değişime alternatif bir yön belirleme kabiliyeti bulunmayan özcü muhafazakârlığı reddetmiştir. Neoliberaller de değişime kurumsal ve politik olarak, devletin gücünü arkalarına alarak yön vermeyi hedeflemişlerdir. Ayrıca Hayek, liberalizmin 19. Yüzyıl Avrupasındaki gibi din ile kavgalı olmasını eleştirerek muhafazakâr düşünceyle uzlaşmıştır. Gerçekte muhafazakârlığın uzun vadeli gelişmelere yön verecek politik bir felsefeden yoksun olduğunu belirten Hayek, aynı değerleri ileriye dönük olarak savunuyor olmasını, kendi liberalizminin ayırt edici yönü olarak belirlemiştir. Neoliberal politikaların muhafazakâr iktidarlar eliyle hayata geçirilmesinin nedeni bu ittifaktır. Hayek kendisini muhafazakârlardan soyutlayarak değil tam aksine muhafazakâr düşünceyle kendi fikirleri arasındaki bağlantıları kurarak düşünsel ve siyasal kazanç sağlama yolunu seçmiştir (Balaban, 2010: 47). Muhafazakârlık ile liberal öğretinin piyasaya endekslenmiş yorumu arasında kurulan itifak, kendine özgü bir yönetimselliği inşa eden neoliberal iktidarı beraberinde getirmiştir.

Neoliberal iktidar tarzı liberalizmden ödünç aldığı özgürlük ve eşitlik değerlerinin piyasa özgürlüklerine indirgeyerek, sosyal müdahale biçimlerini bu özgürlüklerin önünde engel teşkil ettiğini iddia etmiştir. Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası kurumsallaşan müdahaleci devlet yapısının ve toplumsal ilişkilerdeki göreli paylaşımcı dinamiklerin, burjuvazi lehine dönüştürmeye yönelik girişimde kendisini göstermiş; muhafazakâr görüşlerin desteğini arkasına alan neoliberal politikalarla, düzenlenmiş pazar ekonomisinin piyasalaştırılmasında, sosyal güvence ve hakların geriletilmesinde ifadesini bulmuştur (İnsel, 2011: 10).

Neoliberal teori, işsizlik, yoksulluk iktisadi krizler gibi kapitalizmine içkin olguların, piyasalara getirilen sınırlandırmaların bir çıktısı olduğu varsayımıyla piyasaların uluslararası pazarlara açılmasını, bu sorunların çözümündeki en kestirme yol olduğunu iddia etmektedir. Sendikalar hareketlerin geriletilmesi, kamu mülklerinin

(23)

özelleştirilmesi gibi uygulamalarla, bölüşüm mekanizmalarındaki emek payının aşağıya çekilmesi amaçlanmıştır (Lapavitsas, 2014: 65). İktisadi politika açısından tam istihdamı amaçlayan müdahaleciliğin terk edilmesi neoliberal teorinin kalıcılık gösteren bileşenidir. İşsizlik, Marx’ın yedek işsizler ordusu kavramıyla bahsettiği fonksiyonu icra etmek üzere kapitalist ekonomilere yeniden istikrar kazandırılması için ödenmesi gereken bir bedel olarak görülmeye devam edilmiştir.

Bölüşümü iyileştirmeye yönelik teşebbüslerin, ekonomik etkinliğe ve sosyal eşitliğe zarar verdiğini, serbest piyasaların bu adaletsizliği giderecek tek mekanizma olduğunu vaaz eden neoliberal teori, neoklasik öğretiden ödünç aldığı sosyal darwinist bakış açısını gizlemek için getirdiği “aşağı damlama” kavramıyla, genel çıkarın iyiliği amaçladığı izlenimini vermeye çalışmıştır. Neoliberal teori, bu kavrama dayanarak, iktisadi büyümede meydana gelen artışın, en yoksul kesimlere dahi ulaşacağı, sonuçta herkese yarar sağlayacağı dolayısıyla iktisadi büyümenin önündeki engellerin, herkesin çıkarını zedelediği sonucuna varmaktadır. Fakat toplumun sınıfsal yapısı göz ardı edildiği için, etkinlik adı altında getirilen reformların, bölüşüm ilişkilerine getirdiği adaletsizliklere değinilmezken, iktisadi büyümenin halk sınıflarından çok burjuvazinin elinde biriktiği gerçeği göz ardı edilmektedir.

Neoliberallere göre gelişmekte olan ülkelerde yaşanan büyüme krizlerinin sorumlusu bu müdahaleci politikalardır. Neoliberal teoriye göre, kalkınmakta olan ülkelerde ticaretin önündeki engellerin kaldırılması, bu ülkelerin bolca sahip oldukları ve ekonomisinde massedemedikleri düşük vasıflı emeğe olan talebi artırarak bu kesimin gelirini arttıracaktır (Johnston, 2014: 227). Ancak, bu iddianın arka planında, neoliberal söylemin bahsetmediği, iki önemli ayrıntı vardır: İlki, ticaret ve ürün bazlı katma değer dengesizliğinin “gelişmekte olan ülkelerin” ekonomisinde yaratacağı muazzam açıklardan ve bu açıkların finansmanı için IMF ve Dünya Bankası (DB)’ndan yüksek faizli borç almak durumunda kalmalarıdır. İkincisiyse, finansal yatırımları tercih ederek daha kısa yoldan kâr elde edebilen yabancı kaynaklı sermayenin öncelikleri arasında istihdam yaratan yatırımların yer almamasıdır. Gizlenen bu tezahürlerden en önemlisi de uluslararası pazarın ücretler üzerinde dibe doğru yarattığı baskının, gelişmekte olan ülkelerdeki işçi sınıfındaki tahribatıdır. Ayrıca neoliberal iktisadı prensiplere yapısal uyum politikalarının gelişmekte olan ülkelerdeki görece güçsüz sosyal devlet kurumları üzerinde yarattığı tahribat da görmezden gelinen bir başka noktadır.

(24)

Neoliberalizm, yurttaşlık bağlarının ve kamusallığın çözülmesini teşvik ederken, mikro ağlar ve cemaat bağları ile yeniden örülen toplumsal dokunun da dönüşümünü beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, toplumsal yükümlülüklerin küçük cemaatler içine yerleştirilmesi, siyasal alanın yaşam tarzı ve kimlik ekseninde şekillenmesini beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla eşitlik ve adalet kavramları siyasal alanın dışına taşınarak değer yitimine uğratılmış, özgürlük kavramının güçlünün serbestliğine karşılık geldiği bir anlayış toplumsal ilişkilere hakim kılınmış ve sonuç olarak toplumun giderek büyüyen bir kesimi kaybedenler sınıfına itilmiştir (Özkazanç, 2011: 15).

Özetle neoliberalizm, insan refahını artırmanın en iyi yolunun güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasalar ve serbest ticaretin temel alındığı bir kurumsal çerçeve içinde bireysel girişim beceri ve hürriyetlerini serbest bırakmak olduğunu iddia eden bir politik-ekonomik pratikler teorisidir. Neoliberal teoriye göre, devletin piyasalara müdahalesi en alt sınırda tutulmalıdır; çünkü devletin piyasa sinyallerini (fiyatları) tahmin etmesini sağlayacak yeterli bilgiye sahip olması mümkün değildir; ayrıca, demokrasilerde güçlü çıkar gruplarının devlet müdahalesini kendi yararına saptırması ve etkilemesi kaçınılmazdır (Harvey, 2015: 10). Neoliberalizmde devletin rolü, özel mülkiyet haklarını güvence altına almak, piyasaların düzgün işleyişini gerekirse zorla garantilemek için gereken ordu, savunma, emniyet ve hukukla ilgili yapı ve işlevleri düzenlemektir. Fakat devlet bu görevlerin ötesinde bir işe girişmemelidir.

Görüldüğü üzere neoliberal öğreti dayandığı varsayımların sınırlayıcı ve gerçeklikle bağdaşmaz niteliği itibariyle dünyayı olduğu haliyle kavramaktan çok, olması gerektiği haliyle tasavvur etmiştir. İlk bakışta, kendisine yöneltilen eleştirileri cevaplamakta bu denli aciz kalan bir öğretinin nasıl dünyada hâkim konumda bulunduğu ilk bakışta yadırganabilir. Fakat neoliberalizm, kapitalizmin yeniden yapılanması olarak düşünüldüğünde, kuvvetini ideolojik etki kapasitesinden aldığı görülmektedir (Harman, 2012: 215).

2.2. Neoliberalleşme, Teoriden Pratiğe

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da çeşitli sosyal demokrat, Hristiyan ve dirijist devletler ortaya çıkmış ve ABD liberal demokratik bir devlet biçimine yönelmiştir. Japonya, ABD’nin yakın gözetimi altında, ülkenin yeniden inşasını yönetmek üzere

(25)

yetkilendirilmiş, kâğıt üstünde demokratik ama pratikte son derece bürokratik bir devlet aygıtı inşa etmiştir. Bütün bu farklı devlet biçimleri, devletin, ekonomik büyüme ve tam istihdamı sağlamak için devlet iktidarının kullanılması gerektiğini kabulünde birleşmişlerdir. Genel olarak Keynesyen maliye ve para politikaları olarak bilinen bu uygulamalar, iktisadi dalgalanmaları azaltmak ve makul ölçüde tam istihdam sağlamak için yaygın biçimde kullanılmıştır (Harvey, 2015: 18).

Bu bağlamda Keynesyenizm, Refah dönemi olarak anılan 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, yaklaşık otuz yıl boyunca hâkim pozisyondaki bir kapitalizm ideolojisini yansıtmaktadır. Keynes’in önerdiği, devletin ekonomik hayata müdahalesinin, kriz eğilimlerinin dengelenmesinde etkili olacağı yönündeki fikirler, ortodoks serbest piyasacı görüşlerin geçersizliğini ilan etmiştir. Bu müdahaleler, özel yatırımların faiz oranlarında yapılan değişikliklerle teşvik edilmesi kapsamında “parasal önlemler” ya da kamusal harcamaları vergi gelirlerinin üzerine çıkarmak suretiyle, alınan mali önlemler yoluyla yatırım ve tüketim harcamaları düzeyini artırmak şeklinde gerçekleşecektir. Bu sayede iş bulan ek işçiler, ücretlerini harcayarak, diğer işçilerin çıktısına da pazar sağlayacaktır. Tam istihdam sınırına dayanan ekonominin getirisi sayesinde, gelir ve harcamalardan alınan vergilerle devletin sağladığı gelir de artacaktır. Gelirlerdeki artış ise, önceki çevrimdeki harcamalarda meydana gelen artışı yeterli ölçüde finanse edinceye kadar devam edecektir (Harman, 2012: 143).

İktisat alanında beklenti, dünya ekonomisinin birinci dünya savaşı sonrasında, kısa bir canlılık sürecinin ardından görülen krizlerin bir benzerinin yaşanacağı yönünde olmuştur. Fakat beklentilerin aksine, kapitalizm tarihinde o zamana dek görülmemiş -sonradan “kapitalizmin altın çağı” olarak anılacak olan- bir canlılık yaşanmıştır. 1970’lere gelindiğinde, ekonomik çıktı düzeyi 1940’lara kıyasla, ABD’de beş, Fransa’da dört kat artarken, Japonya on üç kat artan üretimiyle ABD’nin arkasından batının en büyük ikinci ekonomisi haline gelmiştir. Ekonomik büyüme, reel ücretlerde artışın yanı sıra, tam istihdama yaklaşılmasını ve sosyal yardımların daha önce görülmemiş bir düzeyde ulaşmasını sağlamıştır (Harman, 2012: 143).

Sermaye birikiminin artan temposunun 1970’lere varıldığında sanayide kâr oranlarını düşürmeye başlaması ile kapitalizmin iç çelişkileri de su yüzüne çıkmaya başlamıştır. Keynesyen politikalar ve Bretton Woods isteminin düzenleyici yapısı altında kapitalizmin idaresi olanaksız hale gelmiş, kapitalizm artık devletin “sosyal niteliğine

(26)

tahammül edememeye başlamıştır (Yeldan, 2008: 162). Marx, azalan kâr oranları kuramında; kapitalistlerin işgücü verimliliğini artırmak için üretim araçlarına yaptıkları yatırımların emek gücüne yapılan harcamalara bölerek hesapladığı ‘sermayenin organik bileşim’ oranlarındaki artışın, kâr oranlarını düşürürken, yeni makineleri kullanan ilk kapitalistlerin kârlarını arttıracağını belirtmiştir. Dolaysıyla, Japonlar ve Batı Almaya sermaye yoğun yatırım biçimlerine el atarak, dünya çapında kendi kârlarını yükseltirken, dünyanın geri kalanının kârlarını düşürmüşlerdir. Bu üretken yatırım teknolojisindeki öncü ülkelerin ihracat pazarındaki artan rekabet güçleri, düşen kârlılık oranları nedeniyle diğer kapitalist ülkelere rekabet güçlerini artırmaları yönünde baskı oluşturmuştur. Sermayenin organik bileşimini artıran bu unsurlarla, 1970’ler, kâr oranlarındaki düşüşlere sahne olmuştur. 1973’lere gelindiğinde kâr oranlarında yaşanan düşüşler, son iki yılda görülen canlılıkla gelen gıda ve hammadde fiyatlarındaki artışlar, merkez kapitalist ülke ekonomilerinin daralmaya gitmelerine neden olmuştur. Kriz öncesi sistemin itici gücü olan kâr garantili yeni yatırımlar olgusu aniden ortadan kalkmıştır. Uluslararası rekabeti sürdürmek için, yeni yatırımların kârlı olabileceği garantisi aniden yok olmuştur. Yatırımların sert düşüşü ve şirketlerin istihdam ve emek giderlerini azaltarak kârlarını muhafaza etmeye çalışmaları, pazarın daralmasına ve yatırımlarda yeni düşüşlerin görülmesine neden olmuştur. 30 yıllık aradan sonra, canlılığın durgunluğa dönüştüğü eski modele geri dönülmüştür. Hükümetlerin bütçe açıklarıyla talebi canlandırma çabalarına çabuk cevap veremeyen şirketler kârlarını telafi edebilmek amacıyla fiyat artışına gidince, işçilerin ücretlerine zam talepleriyle ve örgütsel mücadeleleriyle karşılaşmışlardır. Merkez bankaları ve hükümetler, şirketlerin kârlarını koruma saikiyle fiyatları tırmandırmasına cevaz vermek ile faiz oranlarını yükselterek para arzını kısmak arasında bir tercih yapmak zorunda kalmışlardır. 1970’lerin ortalarında ilk tercih uygulamaya konulurken, 70’lerin sonunda ikincisine geçilmiştir. Fakat işçi sınıfının direnişinin kırılması bile yatırımın eski düzeyine getirilip yeni büyüme dönemi yaratma başarısını uzun vadede koruyamamıştır (Harman, 2012:179-180).

ABD’nin cari açıkları dayanılmaz boyuta ulaştığında, Bretton Woods anlaşmasının gereği olan dolar karşılığı altın ödemesine 1971’de son verilmiştir. Avrupa ile Japonya, döviz kurlarının gerçekçi düzeylere getirilmesinin ardından sabit döviz kuru politikasına geri dönülmesi ve sermaye kontrollerinin sıklaştırılması talebi karşısında, ABD uluslararası döviz kurlarının dalgalanmaya bırakılacağını ve sermaye kontrollerinin kaldırılacağını açıklamıştır. Bu değişimin nedeni ABD’nin kendisini sürekli hale gelen

(27)

ödeme açıklarıyla gösteren üretken sermayesinin iktisadi gücünde yaşanan görece zayıflamadır. Böylece ABD dünya finansal piyasaları üzerindeki egemenliğini kullanarak, açıklarının sürdürülebilir bir düzeyde tutulmasını güvence altına almıştır (Campbell, 2005: 313).

1973 sonunda, imkânsız olduğu düşünülen ekonomik daralma başlamış, “altın çağ” sona ermiştir. Krizin yaşandığı merkez kapitalist ve çevre ülkelerin büyük bir bölümünde hükümetlerin ilk olarak keynesçi yöntemlerde çare aramışlardır. Otuz yıl boyunca nadiren görülmüş olan bütçe açıkları ekonominin kurallarından biri haline gelmiş, enflasyon oranları görülmemiş düzeyde artmış, işsizlik düzeylerinin tırmanışa geçmiştir (Harman, 2012: 171).

Krizle yüzleşen Avrupa’daki sosyalist ve komünist partiler, kemer sıkma önlemleri, gelir politikaları ve hatta maaş ve fiyat kontrolü vasıtasıyla emeğe ve halk hareketlerine gem vurma gibi uygulamalarla da destekledikleri korporatist stratejiler kullanarak devlet kontrolünü derinleştirmekte çare aramışlardır. Özellikle Berlinguer’in liderliğinde İtalya, Carrillo’nun etkisiyle İspanya’nın daha açık bir piyasa sosyalizmine ve “Avrupa Komünizmi” fikirlerine yönelmesi, Portekiz’in faşizmin çöküşü ardından geçirdiği devrimsel dönüşüm, İtalya’da “Kızıl Bologna” gibi yerlerde yönetim alanında yapılan yenilikçi deneyler, İskandinavya’da güçlü sosyal demokrat refah devleti geleneğinin yayılması umut kaynağı olmuştur (Harvey, 2015:20).

Sol, İtalya’da bu tür programlar arkasında dikkate değer bir halk gücü toplayarak iktidara yaklaşırken, Portekiz, Fransa, İspanya ve Britanya’da devlet iktidarlarını elde etmiş ve İskandinavya’da iktidarda kalmayı sürdürmüştür. 1970’lerin başlarında, ABD’de bile Demokrat Parti kontrolündeki bir kongre, çevrenin korunmasından iş güvenliğine, sağlığa, yurttaşlık haklarına ve tüketicinin korunmasına kadar her şeyi düzenleyen kapsamlı bir reform paketi onaylamıştır. Fakat sol, geleneksel sosyal demokrat ve korporatist çözümlerin çok ötesine gidememiş; sermaye birikimiyle bağdaşmayan bu reformların 1970’lerin ortasına doğru görülmesiyle, daha büyük bir karşı saldırının zemini hazırlanmıştır (Harvey, 2015: 20-21). Ulusal kapitalist devlet, insanları emek piyasasında tutmak için, özgür emeği kısmen yadsımak ve emek açığının ciddi boyutlara ulaştığı koşullarında uluslararası düzeyde üretkenliği korumak amacıyla, emek sömürüsünü artıran politikalarının yanı sıra, onu koruyup kollamak zorunda da kalmıştır. Ancak bu durum, işçilerin çalışmadan da geçimlerini sağlayabilecekleri bir

(28)

ortam oluşturduğu için ulusal sermayenin genel giderlerini yükselten ve ulusal yatırımın getiri oranını aşağı yönde etkileyen bir baskı oluşturmuştur. Sosyal harcamaların maliyeti, canlanmanın yukarı yöndeki eğilimini zayıflatmaya başlayınca daha yakıcı bir soruna dönüşmüş; üretkenlik artışı ve rıza üretimi işlevleri artık birbirini bütünleyemez hale gelmiştir.

OPEC’in 1973 petrol ambargosuyla yükselen petrol fiyatlarından büyük bir finansal güç elde eden Suudi Arabistan, petrodolarlarını, ABD’nin baskısıyla ABD yatırım bankalarına yönlendirmiştir. Bu yatırım bankalarının yönettikleri devasa fonların kârlılığı için; gelişmekte olan dünyanın fonlara aç ve borç almaya hevesli hükümetlerine yönelmek çok daha rasyonel bir seçenek olmuştur. Bunun yapılabilmesi için ABD hükümeti 1970’lerde, piyasaya girişin açık, borç verme koşullarının makul ölçüde güvenli olması ve uluslararası kredi ve finans piyasalarının serbestleştirilmesini içeren bu stratejiyi küresel ölçekte etkin şekilde teşvik etmeye, desteklemeye başlamıştır. Gelişmekte olan, krediye aç ülkeler, New York bankacıları lehine faiz oranlarıyla ağır borçlar altına girmeye teşvik edilirken; savunmasız ülkeler kolaylıkla temerrüde düşüp, New York bankalarını zarara uğratma riskini geliştirmişlerdir. Nitekim bunun ilk örneği, Volcker şokunun etkisiyle 1982-84’te Meksika’nın temerrüde sürüklenmesiyle yaşanmıştır. Bu riski ortadan kaldırmak için ABD yatırım bankalarının, alacaklarını güvenli biçimde tahsil edebilmelerini garanti eden bir dizi uygulama getirilmiştir. Bu uygulamalar, borçlu ülkelere emek piyasası yasalarının esnetilmesi ve sosyal refah harcamalarının kısılması gibi sonradan “yapısal uyum” adını alacak olan bir dizi kurumsal reform yapma zorunluluğu getirmiştir (Harvey, 2015: 36-37). 1970’lerin ortalarından itibaren, dünyanın hiçbir bölgesinde, iktisadi krizin devlet müdahalesiyle durdurulamayacağı ortaya çıkmıştır. Neoliberalizm bu ideolojik boşluğu doldurmada başarılı olmuştur. Neoliberalizme geçiş, sadece finans kapital için değil üretken sermayenin de onayladığı bir süreçtir (Harman, 2009: 84).

ABD Merkez Bankası başkanlığına getirilen Paul Volcker Ekim 1979’da ABD’nin para politikasında belirgin bir değişiklik yapmış, Merkez Bankası’nın emriyle nominal faiz oranı bir gece yükselmiştir. Sonrasındaki dalgalanmaların neticesinde Temmuz 1981’e gelindiğinde faiz oranı %20 düzeylerine ulaşmıştır. Bu durum, borçlu ülkeleri iflasın eşiğine getirerek derin bir durgunluk ortaya çıkarmıştır. Önceleri IMF, ülkelerin aşırı borçlandırılmasına uzun zaman karşı olmuş ve borçlu devletlere mali kısıtlamalar getirilip bütçe açıklarının azaltılmasını istemiştir (Harvey, 2015:32). Reagan

(29)

yönetimi göreve geldiği ilk yılda IMF’ye desteğini geri çekmeyi ciddi ciddi düşünmüş fakat IMF’nin bütün Keynesçi etkilerden arındırılması karşılığında ABD Hazine Bakanlığı’yla IMF’nin güçlerini birleştirip, borç sözleşmesini yenileyerek sorunu çözmenin bir yolunu bulmuştur. Bu dönüşümü takip eden süreçte, IMF ve DB “serbest piyasa köktenciliği” ve neoliberal ortodoksiyi yayan ve uygulayan merkezler haline gelmişlerdir (Harvey, 2015:37). Dolayısıyla, büyük bir sendikal gücün kabulü ve tam istihdamın sağlanması gibi hedefler neoliberal projenin gereği olarak, artık IMF’nin gözettiği ilkeler olmaktan çıkmıştır.

Uluslararası ekonominin önündeki tüm engellerin kaldırılmasının; ticari, sanayi ve finansal sermayenin serbestleşmesinin önünü açan neoliberal politikalar; İngiltere’de Thatcher’la başlayan, ABD’de Reagan’la devam eden ve sonra bütün dünyaya yayılan; son kertede merkez ülkelerdeki tekelci sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eden politikalar bütünüdür. Neoliberal ekonomi politikalarının, sadece merkez sermayesinin ihtiyaçlarına değil, yerli sermayenin taleplerine de cevap vermesi, çevre ülkelerde IMF politikalarına meşru bir zemin sağlamıştır. Dünya kapitalizminin 1974-75’ten bu yana kar oranının düşüşü ile ifade edilen genel bir kriz içinde bulunması ile bu politikalar geniş bir sermaye tabanı tarafından destek görmüş, kapitalist sitem kriz koşullarına uyum sağlamaya yönelik yeniden yapılanma süreci geçirirken neoliberal politikalar bu sürece şekil veren önerilerin reçetesi olmuştur. Neoliberalizmin krizden çıkış önerileri; ulus-devletlerin ekonomiye müdahlesinin önlenmesi, serbest piyasa anlayışının geçerli kılınması; para arzındaki artışın sınırlandırılması; dünya ölçeğinde ticaret, para ve sermaye akımlarının serbestleşmesi; sermaye üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi ve kamu girişimlerinin özelleştirilerek tasfiye edilmesi ve kamu hizmetlerinin ticarileştirilmesi olarak belirtilebilir. Özellikle devletin “sosyal devlet” olarak nitelendirlien işlevi, karı ve sermaye birikimini sınırlayıcı olarak görülmesi sebebiyle neoliberal akım, devletin toplumsal harcamalarını ve bu amaçla sermaye kesiminden aldığı vergileri kısıtlamasını öngörmüştür. Neoliberal politikalar önce ticari, ardından finansal serbestleşme politikaları ile çevre ülkelerin çoğunda hızla uygulamaya konulurken; bu ülkelerde 1929 krizinin arından uygulanmaya başlanan İthal İkameci Sanayileşme (İİS) politikası geride bırakılarak, ihracata dayalı dışa açık büyüme politikaları yürürlüğe konulmuş ve dış ticaretteki engeller azaltılmıştır. 1974-75’ten sonra, ticari ve üretken sermayenin yanı sıra, finansal sermaye de uluslararasılaşmış; bu durum, Bretton Woods sisteminin çökmesinden sonra dünyada serbestleşme sürecinin başlatarak kar hadleri düşen

(30)

sermayenin dünyanın her yerinde karlı alanlar bulmasını kolaylaşmıştır (Sönmez, 2009: 81-82).

Özelleştirme politikaları, kamu kurumlarının kamusal bir mantıkla işletilmesinden değil, sermaye birikimindeki tıkanıklıklardan kaynaklanmaktadır. Özelleştirmeler, arzu ettiği birikim ve kârlılık oranına ulaşamayan sermaye sınıflarının, kamusal mülkleri bir yatırım alanı olarak kendi tasarrufuna bırakılmasına yönelik girişimlerinin bir sonucudur. Burjuvazinin girişimlere meşruiyet sağlamak amacıyla dolaşıma sokulan kamu işletmelerinin verimsiz ve zarar eden kuruluşlar olduğu söyleminin de yardımıyla özelleştirmeler önce merkez kapitalist ülkelerde uygulanmaya başlanmış, sonrasında küreselleşme seferberliği üzerinden tüm dünyaya yayılmıştır (Güler, 2005: 18).

Özetle 1973’te başlayan ekonomik daralma, Keynesçi tarzda devlet müdahalelerinin, geride bırakıldığı bir dönem olarak yaşanmıştır. Krizin üstesinden gelmek amacıyla uygulanan keynesçi önlemlerin başarısız olması sonrasında bir çok keynesçi düşünür, Chicago Okulu’nun “monetarist” teorilerini kabul etmiştir. Hükümet harcamalarıyla işsizlik oranını azalma girişimlerinin başarısız olacağını bu nedenle devletin para arzını kontrol etmekten başka işlevsel bir müdahale aracının olmadığını görüşü bu teorilerin ana omurgasını oluşturmuştur. Bunu mümkün kılmak için de işçilerin daha düşük ücretlere çalışmaya razı edilmeleri gerekmektedir. Dolayısıyla sendikaların, kamu mülkiyetlerinin tasfiyesi bu teorilerin zorunlu sonucu olarak belirmektedir (Harman, 2012: 172).

Bir hükümetin reform konusundaki her başarısı, diğer hükümetlere de aynı değişimleri uygulamaya koymaları için baskı oluşturmuş; hükümetlerin reel ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların kesilmesi, çalışma saatlerinin uzatılması gibi politikalar, halkta potansiyel bir hoşnutsuzluk yaratmıştır. Hoşnutsuzluğun yansımaları olan işçi direnişleri, bu sınıfın yerleşik örgütlenme derecelerine ve bu örgütlenmeye yapılan temel saldırıların sonucuna bağlı olarak ülkeden ülkeye değişiklik göstermiştir (Harman, 2012: 215).

Sistemin en temel mantığı olan sınıflar arasındaki çatışmayı görünmez kılma gerekliliği, neoliberal ideolojinin de merkezinde yer almak zorundadır. Ancak, Birleşik Devletler hâkim sınıfı için neoliberalizm, kendi ülke sermayesinin çıkar sağlaması için daha zayıf ulusal kapitalizmlere yönelik uygulanması gereken, fakat kendi ülkesinde

(31)

sınırsız bir biçimde işletilmesine izin verilebilecek bir ideoloji değildir. Sadece Birleşik Devletler için değil, Batı Avrupa, Çin ve Yeltsin döneminde Rusya için de aynı durum geçerlidir. Bu nedenle, batı sanayi ülkeleri kendi işçi sınıfının daha fazla üstüne gitmemenin yolunu, üretimini fiziksel olarak yurtdışına taşımakta bulmuştur. Bu tercih, maddi bir takım zorlukları ve birikim için gerekli koşullara uygun ortamın sağlanması gibi kısıtları olmasına rağmen, rekabet sorununa geçici bir çözüm getirmiştir. Dolayısıyla esaslı neoliberal dönüşümler Güney’in en fakir ülkelerinde uygulanmıştır. Savaş sonrası yıllardaki ‘kalkınmacılık’ sürecinde hâkimiyetlerini tesis eden yerel egemen sınıflar, gelişmiş sanayi ülkelerinin söz konusu fakir ülkelerde faaliyet gösteren sermayesinin küçük ortakları olma fırsatları çerçevesinde desteklenen neoliberal tedbirleri benimsemişlerdir. Bu tedbirlerin hayata geçirilmesi için ulus devletler merkezi bir rol üstlenirken, neo-kalkınmacı dönüşüm uygulamaları, toplumsal yaşamı perişan eden politik ve sosyal krizlerle sonuçlanan gerilimlere neden olmuştur (Harman, 2009: 87).

1970’li yılların sonlarında ulusaşırı şirketler, azgelişmiş ülkelerin ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarından yararlanmak amacıyla bu ülkelerde ihracata yönelik yatırımlar gerçekleştirmişler; aynı zamanda bu ülke ekonomilerinin dış ticaretini de denetim altına almışlardır. ABD ve Japonya’da geliştirilen yeni üretim teknikleri, keynesyen dönemde hâkim olan fordist kitlesel üretim tarzının yerine esnek üretimi getirmiştir. Üretim tekonolojisindeki bu dönüşümlerin azgelişmiş ülkelerin imalat sanayindeki etkisi, doğrudan yatırımların azalması şeklinde gözlenmiştir. Azgelişmiş ülkelerin 1955 yılında %25 olan dünya ticaretindeki payları, 1980’e gelindiğinde %13’e gerilemiştir. Bu daralma, ithal bağımlı ekonomilerde kendini döviz açıkları şeklinde göstermiştir. IMF ve DB, krizle birlikte ödemeler dengesini altüst olan azgelişmiş ülkelerin borç ödemelerini güvenceye almak amacıyla; bu ülkeleri özelleştirme, esnekleştirme, serbestleştirme gibi uygulamalar içeren neoliberal reçeteleri uygulamak zorunda bırakmışlardır. Bu neoliberal reçeteler doğrultusunda dayatılan istikrar programlarına olumlu anlamlarla donatılan ‘küreselleşme’ kavramı üzerinden meşruiyet sağlanmıştırm (Güler, 2005: 85, 87-88, 90-91).

Üçüncü Dünya Ülkelerinin IMF ve DB’nın mafyavari teklifleriyle borçlandırılması, bu ülkelerin herhangi bir türden birikim stratejisi izleme olanağını ortadan kaldırmıştır. Çünkü bu ülkelere dayatılan istikrar programları, ülkelerin koşullarını iyileştirmekten çok alacaklı batı sermayesinin çıkarlarına hizmet etmiş ve borç alan ülke halklarının sosyo-ekonomik durumlarını kötüleştirmiştir. İç pazarlarının tıkanan

(32)

koşullarında birikimini sürdürmenin yolunu dış pazarlara açılmakta arayan bu ülkelerdeki dönüşüm, dış pazar olanaklarından yararlanabilen azınlık tarafından olumlu sonuçlar doğururken, geniş bir toplumsal kesimde ağır tahribatlara yol açmıştır (Harman, 2012: 198-199).

1980’lerde dışa açılan azgelişmiş ülke ekonomilerinde beklenen gelişim hedeflerinin yakalananamaması ve toplumsal taleplerin karşılanamasının yarattığı tıkanıklık nedeniyle, istikrar programları aracılığıyla uygulanan neoliberal politikaların daha fazla ilerletilmesi için gerekli toplumsal desteği sağlanamamıştır. Neoliberal yeniden yapılanma sürecininin işletilmesi için 1990’larda yeni bir demokrasi dalgası yaratılmaya çalışılmıştır (Atay, 2008: 33). Azgelimiş ülkelerde, 1990’larda, demokratikleşme paketlerinin dayatıldığı ülkelerde neoliberal politikalar altında ayakta kalmaya çalışan rejimlerin tıkanmaya başladığı görülmüştür. 1990’larda azgelişmiş ülkelerin açmazını çözebilmek için, bir yandan başta “finansal liberalizasyon” olmak üzere neoliberal program uygulanırken, bir yandan da ekonomik özgürlüklerin siyasal özgürlükler ile tamamlanacağı söylemiyle yeni bir demokratikleşme projesi gündeme getirilmiştir. Bu süreçte, ekonomik sorunların sorumlusu olarak devletin ekonomiye müdahaleleri gösterilirken ve sorunlar neoliberal yeniden yapılanmanın yeterince başarıyla gerçekleştirilememesiyle açıklanmıştır. Bu süreçte, neoliberalizmin zayıflayan toplumsal desteği neoliberal ekonomik politikalarla liberal demokrasiyi özdeşleştiren yeni bir demokratikleşme projesiyle tazelenmeye çalışılmıştır. Bu ideolojik dönüşüm 1970’lerde ve 1980’lerde çok daha otoriter rejimler ve muhafazakâr yönetimler eliyle yürürlüğe konan neoliberal politikaların 1990’larda demokratik bir açılımla birlikte yürütüleceği izlenimi doğurmuş, fakat katılımı artırmayı vaat eden demokarasi retoriğine karşılık yeni bir otoriterleşme biçimi olan teknokratik mekanizmalar da aynı paralelde güçlendirilmiştir. Dolayısıyla neoliberal reformların gerçekleştirilme biçiminin son derece “tepeden” olması bile, neoliberalizmin kendine eklemlemeye çalıştığı demokratikleşme retoriğinin içeriğinin ne kadar tutarsız olduğunu göstermiştir (Ataay, 2008: 33-34). Bu anlamda üst kurulların oluşurulması “siyasetin ekonomiden elini çekmesi” yönündeki argümanlara dayanarak siyasal olarak hesap vermeyen üst özerk kurulların oluşumu, sermaye sınıflarının dışında kalan kesimlerin karar alma süreçlerinden uzaklaştırılması anlamına gelmiştir (Ercan, 2004:269).

1990’larda, sermayenin hegemonyasını, çeşitli toplumsal kesimlerin istemlerini içeren politikalarla genişleten ve böylece neoliberal politikaların azalan toplumsal

Referanslar

Benzer Belgeler

Sperber ve arkadafllar› (1989), kronik idyopatik ürtikeri olan 19 hastay›, kontrol grubu ile Belirti Tarama Listesi-90 (SCL-90) uygulayarak karfl›laflt›r- m›fl,

Çizelge 4’e göre, Bilensoy çeşidi yonca bitkisi için belirlenen ince tabakalı kurutma modelleri arasında 50°C ve 70°C kurutma havası sıcaklıklarında Midilli

yükseliyor.Rize’de ya şanan sel felaketinin ardından, ölenlerin toprağa verilmesi yaralıların tedavilerinin yapılması sonras ı bu kez, evleri yıkılan ve evleri

Tamamen sermayenin ihtiyaçlarına göre ilerleyen Kentsel Dönüşüm Yasası'na eklenecek olan "Ekolojik Planlama" ile yenilenebilir enerjiyi kullanacak, aç ık

Özinanır, zaman zaman bu suyu taşıyan özneyi genel bir “sol” olarak anmakla buland ırıyor (yukarıda böyle bir genel “sol” olmadığını vurguladık), ama yazının

AKP hükümeti, bir süredir kamuoyunda tart ışılan ve işçi sınıfının sahip olduğu yasal ve sosyal korumaları önemli ölçüde azaltarak fiilen uygulanmakta olan esnek

Çalışmaya katılan futbolcuların ve badmintoncuların yaş, boy uzunluğu, vücut ağırlığı, diastolik kan basıncı, 20 metre sprint koşu, ve sol el kavrama kuvveti

Hattat Davut Bektaş ve Mehmed Özçay tarafından “fe inne meal usri yusra, inne meal usri yusra”, ibaresi celi sülüs kalemiyle yazılmıştır (Resim 7-8), (URL-6-7, 2018) Yine