• Sonuç bulunamadı

İthal İkameci Birikim Modelinin Ekonomi Politiği

III. BÖLÜM

3.1. İthal İkameci Birikim Dönemi

3.1.1. İthal İkameci Birikim Modelinin Ekonomi Politiği

Türkiye kapitalist dönüşüm serüvenine, ticaret kapitalizminin egemen olduğu oldukça uzun sürecek olan bir birikim evresi ile başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. Yüzyılında kendini iyiden iyiye hissettiren iktisadi dönüşümü; fabrika mamülü ürünlerinin değil, tarım ürünlerinin iç ve dış ticaretini geliştirmiş; bu durum toprak sahipleri ile ticaret sınıfları arasında bir ittifakı doğurmuştur. Bu dönemde ticaret ve finans burjuvazisinin yanında sanayi burjuvazisi üçlü hâkim sınıflar koalisyonunun zayıf ortağıdır. Sanayileşmenin hızlanması 1950’den sonra gerçekleşmiş, özellikle ticaret ve tarımda biriken bir kısım sermaye işlenmiş gıda imalatı ile sanayiye kaymaya başlamıştır. Üretimin bu tarımsal yapısı içinde uzun süre, ticaret ve sanayi burjuvazisi birbirinden kesin farklılaşmamıştır. Bu yapı içinde giderek güçlenen sanayi burjuvazisi 1954 sonrası bir takım korumacı politikaların uygulamaya girmesiyle diğerlerinden az çok farklılaşarak üçlü koalisyonun güçlü ortağı durumuna gelme yönünde gelişmiştir.

Bu dönemde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nin hegemonya projesi, dışa kapalı birikim modeli üzerinde burjuvazi ve bürokratik seçkinler arasındaki ittifakın, artık değerin en büyük kaynağı olan kırsal nüfusu, toprak reformu vaadiyle bu projeye eklemlemesi üzerine kurulmuştur (Balseven ve Önder, 2009:87).

İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde, DB ve Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kurulduğu dönemde Marshall Planı devreye sokularak, komünizmin çevresinde yer alan kapitalist dünyanın ekonomik olarak ayağa kaldırılmasına çalışıldığı dünyada, kapitalizmin baş aktörleri tarafından Türkiye’nin ikili bir rol üstlenmesi planlanmıştır. Birinci rol, Türkiye’nin, komşusu olan SSCB’nin etkisi altına girmemesi olarak belirlenmiştir. Zaten 1944 yılında kurulmuş olan DB’nın rolü, gelişmekte olan ekonomilere proje kredisi adı altında yardım vererek, hem onların sanayileşme hamlelerini denetim altına almak, hem de komünist blokun çevresindeki ekonomilere yönelik hareket alanını sınırlamaktır. Türkiye’ye biçilen ikinci rol ise, ekonomisini açarak, üretimi hızla artan kapitalist merkezlere piyasa işlevi götürmek olmuştur. 1948

yılında Marshall Planı çerçevesinde dış yardım almış olan Türkiye’ye, 1950’de işbaşına gelmiş olan iktidarla dış ticarette serbest rejime geçme projesi önerilirken; aynı dönemde Türk Hükümeti’ne verilmiş olan Hilts Raporu’na göre de, Türkiye’den demiryolu projesinden ve sanayileşme hamlelerinden vazgeçmesi istenmiştir (Balseven ve Önder, 2009:87-88).Doğan’a göre:

“CHP’nin, uzun iktidar dönemi boyunca uyguladığı sermaye birikim stratejisiyle de bağlantılı olarAK Partinin yerel birimlerini elinde bulunduran burjuva kesimlerden başlayarak yaşadığı örgütsel yozlaşmaya ek olarak, tek parti döneminin otoriter modernleşme/kapitalistleşme uygulamalarıyla, iç pazarı ulusçu temelde bütünleştirme politikasının içerdiği siyasal-askeri zor, savaş ekonomisi sırasında kırsal nüfusun yaşadığı yoksulluk ve baskıdan kaynaklı yıpranmışlıkları DP’ye iktidar yolunu açan etmenlerin başında gelmektedir. DP, 1950 seçimlerinde demokrasi ve “her mahallede bir milyoner yaratma” belgisinin içerdiği refah/zenginleşme vaadiyle geniş toplum kesimlerini taşıyıcı aktörü olduğu hegemonya projesine kazanmayı başarmıştır” (Doğan, 2010: 91).

İçe yönelik sermaye birikim politikalarının azgelişmiş ülkelerde uygulanmasının hem yerel hem de uluslararası sermaye açısından çeşitli nedenleri vardır. Gelişmiş kapitalist ülkelerde sermayenin yoğun birikimi ve aşırı biriken sermayenin bu ülkelerce yeniden değerlendirme koşullarının azalması, üretken sermayelerin uluslararasılaşmasının temel nedeni olmuştur. Üretken sermayelerin uluslararasılaşması, azgelişmiş ülkelerdeki içe yönelik sermaye birikim stratejileri ile uygunluk göstermektedir (Bina ve Yaghmanian 1990). Gülalp’a göre;

“İçe yönelik sermaye birikim stratejileri bu anlamda ülke içi ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüş öyküsüdür. Bu süreç Türkiye’de 1950’li yıllarda gündeme gelmiştir; ticaret sermayesi, iç pazarı yeniden ele geçirmenin yolunu arayan metropol sermayesi ile işbirliği içinde bu kez piyasaya üretici olarak girmiştir. Bu süreç içerisinde ticaret sermayesinin belirli kesimleri, yabancı sermayeyle ortak yatırım lisans anlaşmaları gibi yollarla sanayi sermayesine dönüşmüştür” (Gülalp, 1983:34).

Devralınmış olan Osmanlı borçlarının dahi henüz kapatılmadığı bu dönemde Türkiye, dışa açılma politikalarının bedelini 1958 Moratoryumu ile hazin bir şekilde

ödemiştir. Böylece, Türkiye sanayileşme aşamasını yavaşlatmış ve ithalata bağımlı ticaret burjuvazisi oluşum aşamasına girmiştir (Balseven ve Önder, 2009:87-88).

Akça’ya göre;

“DP’nin hegemonya projesi; tarım ve ticaret merkezli ekonomik kalkınma, patronaja dayalı yeniden dağıtım, muhafazakâr modernleşme ve çoğunlukçu bir milli iradenin gerçekleşmesi olarak demokrasi üzerine kurulmuştur”

Bu unsurları birbirine eklemleyen ise popülist siyaset tarzı olmuştur. Buna göre Demokrat Parti (DP), Türkiye’de iktidar bloğunu hep askeri-sivil bürokrasinin ve bu kesimin organik aydınlarının kullandığını ileri sürürerek, bu vesayetçi blok karşısında geride kalan tüm toplumsal kesimleri içeren milleti temsil ettiğini iddia etmiştir. DP’nin politik liderliğinde kurulmuş olan büyük toprak sahipleri, ticaret burjuvazisi ve küçük ve orta köylülüğe dayalı popülist kalkınmacı ve muhafazakâr modernleşmeci bir hegemonya projesine ve bu projenin 1950’lerin ikinci yarısında yaşadığı krize/tıkanmaya karşı bir cevap olarak 27 Mayıs 1960 Darbesi vuku bulmuştur. Bu darbe, özellikle DP’nin toplumsal değişim sürecinde gelişen yeni tolumsal güçleri kendi hegemonya projesine dâhil etmeyi başaramayıp, daha çok otoriterleşmeyle kontrol altına almaya çalıştığı bir tarihsel sürecin ürünüdür. 27 Mayıs Darbesi, yeni bir hegemonya projesi çerçevesinde bir araya getirilmeye çalışılan sanayi burjuvazisi, işçi sınıfı ve kentli orta sınıflardan (aydınlar, öğrenciler, ekonomik ve bürokratik orta sınıflar) oluşan bir toplumsal bloğa dayanan bir müdahaledir. Askeri rejimin icraatı da bu yeni kapitalist hegemonya projesinin kurumsallaştırılması olmuştur. Bir yandan ithal ikameci sanayileşmeye ve planlı kalkınmaya dayalı bir birikim stratejisi kurumları ve politikalarıyla devreye sokulurken, diğer yandan da sosyal adaleti gözeten planlı kalkınma anlayışının bir hegemonya projesi olarak işlev görmesi öngörülmüştür. Buna göre, planlı sanayileşmeye dayalı ekonomik gelişme sosyal adalet ilkesiyle birleşerek toplumsal (sınıfsal) barışı sağlayacak ve sınıf çatışmalarını engelleyeceği düşünülmüştür. Diğer bir ifadeyle, 27 Mayıs rejiminin güvenlik eksenli siyaset anlayışının iki yüzü olan sosyal güvenlik ve milli güvenliğin her ikisinin de temel hedefi sınıf mücadelesini ve sınıf siyasetini gereksizleştirmektir. Bu hedefin kendisi bizatihi bir sınıf siyasetidir. Aslında darbecilerde de darbeyi destekleyen toplumsal blokta da hâkim olan, kapitalist gelişmenin rasyonel planlandığı zaman sosyal sınıf çatışmalarına yol açmayabileceğine dair bir çeşit modernist-kalkınmacı iyimserliktir (Akça, 2013b: 54-55).

Darbenin ekonomik boyutu, bir yanıyla ticari emperyalizm mağduru olarak moratoryumla sonlandırılmış bir dönemden acı ders almış olan ekonominin ithal ikameci ve korumacı ekonomiye geçiş refleksini; diğer yanıyla da ithal ikameci politikaların bizzat Batı tarafından desteklenmesi ve ekonomik yardımlarla güçlendirilmesi girişimlerini yansıtmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan 15 yıl sonra makine ve teçhizatını yenilemeye yönelen Batı, bu kez de eskimiş sermaye stokunu aktaracak yer arayışına girmiştir. Türkiye de montaj ile başlayıp, tümü ile üretime geçeceğini umduğu bu dönemde, aslında montaj sömürüsü içine dâhil olmuştur. Bunun da ötesinde, ürün ticareti ile sürdürülen emperyalizmin daha rafine biçimi, patent anlaşması ile yapılan yatırımlar ile ortaya çıkmaktadır. Bu tür yatırımların gizli ilkesi, hammadde ve/veya yarı mamülün dünya fiyatları üzerinde bir bedelle montaja yönelen ülkeye verilmesi ve nihai ürünün ülke dışında satışının anlaşmalarla ya da yaratılan fiyat dezavantajı ile engellenmesidir. Böylece, bir tür “ulus-devlet modeli” çerçevesinde hem dış, hem de iç rekabete karşı korunmuş olan bir iç piyasa yaratılmış; rekabetin olmadığı, dış piyasaya kapatılan Türkiye ekonomisi, verimli olmaktan uzak bir yapı kazanmıştır. Gerek patent anlaşmaları çerçevesinde dışarıdan yapılan girdi alımlarındaki aşırı fiyatlama, gerekse kâr transferleri yoluyla dışarıya yapılan aktarımlar nedeniyle ekonomi bıçak sırtında gelişmeye başlamıştır. Üretimde ve milli gelirde artışın sağlanabilmesi için girişilen her adım cari dengeyi olumsuz etkilerken, üretimin ihraç edilemiyor olması, bu olumsuzluğun giderilmesini engelleyen bir unsur olmuştur (Balseven ve Önder, 2009:88-89).

1960’lar boyunca üretken sermaye hızlı birikim gerçekleştirmiş ve 1970’e doğru birikim sürecinin bazı sektörlerde dışa açılması gerektiğini savunmuştur. Sermaye birikim sürecindeki bu değişimler aynı zamanda devlet biçiminin de farklılaşması anlamına gelmiştir. Özellikle gıda ve mensucat sanayiinde 1960’ların ortalarından itibaren kapasite fazlaları ortaya çıkmış; artık belli sektörler için iç pazar doymuş ve bu sektörler için ihracata yönelme ihtiyacı doğmuştur. Büyük sanayi sermayesi, 1960’lı yılların sonlarına doğru dışa açılmanın gerekliliğini kavramış, burjuvazinin bu talebi İkinci Beş yıllık Kalkınma Planında karşılığını bulmuştur. Dolayısıyla, 1970 önlemleri Türkiye’de dışa açık birikim modeline geçişin ilk hamleleri olarak tanımlanabilir. Sermaye birikimini dışa dönük hale getirme ise, hem sermaye içi hem de sermaye ile işçi sınıfı arasında çatışmalara yol açmıştır (Ercan, Tuna, 2007: 396-397).

27 Mayıs’ın güvenlik siyasetinin iki sacayağındaki denge, toplumsal güç ilişkileri değiştiğinde çok hızlı bir şekilde tersyüz olmuş ve sosyal güvenlik boyutu geri plana

çekilerek, milli güvenlik boyutu çok daha fazla ön plana geçirilmiştir. MGK’da işçi grevleri ve eylemleri, gençlik hareketi ve sol hareketlerin en çok ele alınan konular olması, grevlerin milli güvenlik gerekçesiyle ertelenmesi, işçi eylemlerine jandarma ve asker müdahalesi, sıkıyönetim uygulamalarıyla dolu süreç 12 Mart muhtırası ve ara rejimi ile sonuçlanmıştır (Akça, 2013b: 58). 1960’ların ikinci yarısından sonra, sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması uluslararası sermayeyle ilişkili olarak gerçekleşmiş, uluslararası sermaye tarafından desteklenmiştir. Silier’e göre “üretim ve sermayenin yoğunlaşıp toplulaşması, belli bir düzeyden sonra mutlaka yabancı sermaye ile ilgili ilişkilerde birlikte gelişmekte, uluslararası sermayeyle işbirliği biçimine bürünmektedir” (Silier, 1997: 36). Aker’e göre:

“1967 yılından itibaren montaj sermayesi büyük sanayi sermayesine dönüşmüştür. Montajdan üretken sermayeye geçişle, sanayicinin aldığı artı- değerin esas kaynağı ticaret değil, işçinin emek gücü olmuştur” (Aker, 1975: 8,11).

İçe yönelik sermaye birikiminin ilk aşamasında, üretim ve karlar büyük bir hızla artış gösterir. Fakat hızlı büyüme ve yüksek karlar vaktinden önce doygunluk aşamasına girer. Türkiye’de içe yönelik sermaye birikiminin kolay aşaması kısa sürede doygunluğa ulaşmıştır. Özellikle iç talebin yatırım yapılan dayanıklı tüketim mallarına doyması üretken sermayenin yeni yatırımlara yönelmesine ve dünya ekonomisi ile eşitsiz de olsa eklemlenmek zorunda kalmasına neden olmuştur. Dolayısı ile Ercan, dünya ekonomisi ile eklemlenme kaygısının kapitalistler için bir neden değil sonuç olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre üretken sermaye sınıflarının dışa açılma girişimlerinin ardında yatan neden, dünya ekonomisi ile bütünleşmekten ziyade; dışa yönelik birikim imkanlarını değerlendirerek artı değer kapasitesini genişletmektir (Ercan, 2004:17).

Özetle, 1960’lı yıllar boyunca uygulanan ithal ikameci politikalar ve ithal ikameci sanayileşmenin temeli olan korumacılığı, uluslararası sermayeye karşı bir pozisyon alış olarak tanımlamak; milli ekonomi yaratma gayreti olarak okumak, dönemin gerçekliğine uymamaktadır. Eralp’in de belirttiği gibi; ithal ikameciliğin temeli olan korumacılık ile uluslararası üretken sermayenin az gelişmiş ülkelerdeki iç pazara yönelik uğraşları arasındaki çakışma olduğu söylenebilir. Eralp’e göre, “korumacılık özellikle iç pazarda tekelleşme olanağı yaratılması ve genişleyen pazarda çeşitli rantlar sağlaması ile uluslararası üretken sermaye açısından oldukça elverişli bir ortam yaratmıştır" (Eralp,

1980:618). Ama aynı ortam, ülke içi üretken sermaye oluşumunun ve iç burjuvazinin gelişiminin temel belirleyenlerinden biri olmuştur (Ercan, Tuna, 2007: 392).

Başlangıçta dayanıklı tüketim mallarının üretimi için gerekli ithalat miktarının azalmasına yol açıyor gibi görünen ithal ikamesine dayalı gelişme; süreç içinde ara ve sanayi mallarının üretimine yönelik ithalatın artmasına neden olmuştur. Bu olgunun sanayileşme sürecine geç başlayan ülke kapitalistleri açısından anlamı, sanayileşmenin erken dönemlerinde üretim yapan sanayicinin aslında hala ticaret sermayesinin özelliklerini taşıyor olmasıdır. Üretken kapitalistin, üretimi daha çok montaj biçiminde gerçekleştirmesi, yaratılan artı değerin montaj üretimi sınırlarında gerçekleşmesine neden olur. Fakat sermaye birikimi arttıkça kapitalistler ticari kâr yerine, daha fazla artı değer yaratmaya yönelmek isterler. Gelişmekte olan ülkeler için bu isteği sınırlayan olgu, sermaye birikiminin yetersiz düzeyde olmasıdır. Özellikle iç pazara yönelik dayanıklı tüketim mallarında gözlemlenen kâr oranlarındaki düşüş ve realizasyon krizleri, bireysel sermayeler için alternatifler, stratejiler geliştirmeyi gerekli ve zorunlu kılmıştır. Fakat geç kapitalistleşen ülkelerde gerek krizin kapitalizme özgü yapısal özellikleri, gerekse geliştirilen alternatif stratejilerde döviz yetersizliği temel belirleyiciler olarak öne çıkarılmıştır. Bu yüzden bağımlı ekonomilerde içe yönelik sermaye birikiminin krizi, döviz krizi olarak kendini gösterir. Yaşanan gerçekliği sadece döviz krizi olarak analiz etmek yani kapitalizme özgü yapısal belirlemeleri göz önüne almamak hatalı sonuçlara yol açacaktır. Bu anlamda krizin döviz krizi olarak açığa çıkmasının yapısal nedeni, üretimde yaratılan artı değerin yeterli düzeyde olmamasıdır. Diğer yandan üretken sermayelerin, bu yetersizliği aşmak için daha sermaye yoğun mallara yönelmeleri, dövize duyulan ihtiyacı daha bir artıracaktır. Bu ise üretken sermayenin uluslararası sermayeye olan bağımlılığının daha da artmasına yol açacak, diğer bir deyişle sermayenin uluslararasılaşma sürecini hızlandıracaktır. Daha bir üst soyutlama düzeyinden soruna bakacak olursak, aslında bu gelişmenin kapitalizmin dünya ölçeğinde eşitsiz ve bileşik gelişmesinin doğal sonucu olduğunu söylenebilir. Türkiye’de bu sürecin/zorunluluğun ilk ifadesi Üçüncü Beş yıllık Plan’da görülmektedir. Planda süreci gerçekleştirecek iki temel öneri, ara ve yatırım mallarına yönelme ve ekonomide döviz kazandırıcı faaliyetlerin artırılmasıdır (Ercan, 2004:18-19).

Türkiye’nin 60’lı yıllardan itibaren tatbik ettiği ithal ikameci birikim modeli geniş bir iç pazarın varlığına ihtiyaç duyar. Bu modelde bujruvazi için emek maliyetleri aynı zamanda bir talep unsurudur. Bu nedenle ücretlerin üzerindeki siyasal baskıyı hafifletici

bir etkisi vardır. İthal ikameci birikim modelin bir diğer özelliği, siyasal rejimde popülist bölüşüm politikalarına başvurulmasıdır. Böylece işçi sınıfı ücret kazanımlarının yanı sıra bir takım sosyal haklar da elde etmiş; sendikal haklar, grev hakkı, toplu pazarlık sistemi gibi dayanışma kurumlarıyla kazanımlarını güvence altına almayı başarabilmiştir. Fakat iktidarın son kertede, ticaret ve sanayi sermayesi ile büyük toprak sahiplerinden oluşan egemen sınıfın çıkarına hareket eden sınıfsal karakteri, bu kazanımları belli sınırlar dâhilinde gerçekleşmesine neden olmuştur (Boratav, 2015a:125-127).