• Sonuç bulunamadı

İthal İkameci Birikim Modelinin Açmazları

III. BÖLÜM

3.1. İthal İkameci Birikim Dönemi

3.1.2. İthal İkameci Birikim Modelinin Açmazları

1960’lı yılların başında, 1930’lu yılların devlet yatırımlarının izleğindeki sanayi üretiminde, yaygın tüketim malları %50’nin üzerinde bir oranla hala ağırlığını korumaktadır. 1963-1980 yılları arasında dayanıklı tüketim malları ile ara mallar, sanayi üretiminin en hızlı gelişen kesimleri olmuşlardır. Ancak bu ilerleme sanayinin dışa bağımlılığının süregeldiğini de ifade etmektedir. Dayanıklı tüketim mallarının gelişme hızının, ara mallar üretimine nispeten yüksek oluşu bu bağımlılığın göstergesidir. 1 1980

sonrasında devlet sanayi esas olarak ara-mallara yönelerek, ekonominin diğer alanlarına özel sektör başta olmak üzere ekonominin diğer alanlarına girdi sağlama işlevini üstlenmiştir. Ancak bu dönemde kamu kesiminin sanayi içerisindeki payı daralma eğilimindedir.2 1962-76 döneminde Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH)’da ithalatın payı

artarken, ihracatın ithalatı karşılama oranının azalma eğilimi göstermesi, hedeflenen ithal ikamesinin gerçekleşmediğini ortaya koymaktadır. Boratav’a göre ekonominin artan dışa

1 Boratav’a göre bunun nedeni “1963-1980 arasında yatırım malları üreten sanayi kollarının toplam sanayi

içindeki payının üretim değeri %8.4’ten % 7.5’e düşmüştür. Bu düşüşe rağmen, 1970’li yılların sonunda Türkiye’de ara-malı ve yatırım mallarının imalat sanayii içindeki payının üretim değeri bakımından %50’yi bulmuş olması önemli bir gelişmedir. Milli gelirdeki gelişmeye bu dönem içinde sanayi kesimi tarımdan daha fazla katkı yapmıştır. Yıllık sınai büyüme hızlarının ortalaması % 9.6; tarımınki ise %3,9’dur. Bu hızlı büyüme temposuna rağmen, cari fiyatlarla sanayinin milli gelirden aldığı pay, dönem boyunca hemen hemen değişmemiş; dönem ortalaması olarak %18’ler dolayında kalmıştır. Bu dönemde milli hasılanın yapısında meydana gelen en çarpıcı değişme, hizmetler kesiminin kaydettiği aşırı şişmedir. 1960-1961 ortalaması olarak hizmetlerin milli hasıladan payı %45.7 iken, 1975-76’da bu oran %51’e yükseltilmiştir. Böylece bazı nitelemelere göre “üretken olmayan” veya “dış ticarete katılmayan” bu kesim, cari fiyatlarla yapılan hesaplamada ulusal ekonominin göreli olarak genişleyen tek büyük sektörü olmuştur. Bu genişlemenin daha da çarpıcı bir özelliği, istihdam alanında gözlenmektedir. 1960 nüfus sayımına göre hizmetlerin faal nüfustan aldığı pay %14.4 iken 1975’te aynı oran %25.1, 1980’de %29.5 olmuştur. Sanayinin faal nüfustan payı ise aynı yıllarda %9.6, %11.0 ve %12.5 olarak saptanmaktadır” (Boratav, 2015a:132-135).

2 “Gerek istihdam, gerek üretim değeri bakımından büyük imalat sanayiinde kamu kesiminin payı 1963’ten

1980’e %44-%45 dolaylarından %36.4’e düşmüş ve bu gerileme tüm alt kesimleri kapsamıştır. Devlet sanayii üretim değeri bakımından sadece ara-mallarda özel sanayiden daha geniş bir yer kaplamaktadır. Yatırım mallarında devlet sanayiinin göreli gerilemesi, bu alt-kesimin genel durağanlılığının da bir nedeni olarak görülebilir.”(Boratav, 2015a: 137).

bağımlılığın nedenini, yaygın kanaat olan aşırı ithal ikamesinde değil, yetersiz ve yanlış ithal ikamesinde aramak gerekmektedir (Boratav, 2015a: 132-137).

Çıkmaza giren ithal ikameci modelin yansıması olarak, siyasal alanda meydana gelen tıkanma bu dönemde açıkça kendini göstermiştir. Hâkim sınıflar arasındaki bölünme (Anadolu küçük burjuvazisinin ve büyük toprak sahiplerinin Adalet Partisi (AP)’nin sanayi sermayesi merkezli poltikalarından soğuması ve AP içindeki bölünme (Milli Nizam Partisi ve Demokratik Partinin doğuşu), diğer yandan ithal ikameciliğe dayalı sermaye birikim stratejisinin ilk krizini aşmak üzere AP’nin sanayi burjuvazisini kendi hilafına ihracata yöneltme çabaları (1970 Ekonomik paketi) neredeyse tüm sermaye kesimlerinin kısa bir süre için AP’ye mesafe koymasına yol açmıştır. İktidar bloğu içindeki bu bölünme, AP’nin hegemonya kapasitesinin daralmasına yol açtığı ve “yönetememe krizi içinde olduğu”nun ilk sinyallerini vermiştir (Akça, 2013b: 58). Bu dönemde 15-16 Haziran adıyla anılan büyük işçi hareketleri, AP’nin rıza/onay kapasitesini düşürerek, hegemonyasının iflasına işaret etmiştir

Kapitalizmin 1970’lerin başında dünya ölçeğinde durgunluk sürecine girmesi, sermayenin dünya ölçeğinde değerlenme koşullarının zorlaştığı ve rekabetin arttığı bu yıllardır. 1970’lerin ortalarından itibaren erken kapitalistleşen ülkelerde yaşanan, sermaye birikiminin yeniden değerlenme koşullarının krize girmesi, bu ülkelerin bireysel sermayeleri –ama belirli bir sermaye donanımına sahip sermayeleri- için uluslararasılaşmayı önemli bir strateji haline getirmiştir. Ülke içi pazar olanağını tüketen sermayeler için, daha fazla artı değer yaratan ara ve sanayi mallarına yönelme bir yandan daha fazla sermayeye sahip olma zorunluluğunu gündeme getirirken, diğer yandan ara- sanayi malı üretmek amacıyla nitelikli girdi sağlamak için daha fazla dövize ihtiyaç doğurmuştur (Ercan, 2004: 11-13).

Cari açık ile kalkınma hamleleri arasında sıkışmış olan ekonomi, 1974 ve 1976 petrol şokları yanında Kıbrıs Harekâtı ve arkadan gelen Amerikan ambargosuyla birlikte iyice sıkışarak, dönem sonuna doğru derin bir döviz krizine girilmiştir. Böylece, planlama altında yürütülen ithal ikameci korumacı dönem de döviz krizi ile kapanmıştır. 1960-1979 kesitinin belirgin özelliği, bu dönemde ikinci sınıf bir sanayi altyapısı oluşturulmuş olmasıdır.

1980 sonrası Türkiye’de sermaye birikim sürecinin ulaştığı aşamaya bağlı olarak, ülke içi sermayenin belirli bir donanıma sahip olan az sayıda sermaye grubu, sermayenin

toplam döngüsü üzerinde kontrol yeteneklerini yoğunlaştırarak artırmışlardır. Özellikle holding biçiminde organize olan bu gruplar, 1970’li yılların sonunda karşılaştıkları derinleşen bunalımı aşmak ya da kontrol etmek için yeni sermaye birikim biçimine uygun yeni hegemonik oluşumlara yönelmişlerdir (Ercan, 2004: 10). Ancak bu hegomonik oluşum, ülke içinde görece egemen olan sermaye gruplarının artık doğrudan kontrol edemedikleri ve karşısında göreli olarak da donanımsız oldukları dünya sermayeleriyle ilişkiye girmesine yol açmıştır. Bu süreçte, uluslararasılaşma sürecinde başarı elde eden bireysel sermayelerin kısa dönemli çıkarlarıyla genel olarak ülke ekonomisinin çıkarları arasında var olan çelişkiler yoğunlaşarak artmıştır. Bu çelişki ise, ülke içindeki sermayelerin devletle ilişkilerinin yeniden tanımlanmasını zorunlu kılmıştır. Dünya ölçeğinde süren sermaye birikim sürecine eklemlenmek isteyen sermaye grupları (holdingler) bir yandan ülke kaynakları üzerinden daha fazla sermaye elde etme adına bir dizi mekanizmayı harekete geçirirken, diğer yandan ihtiyaç duyduklarında dışsal kaynaklara (para-sermaye) yönelmişlerdir (Ercan, 2004: 11-12). Türkiye’de tarımın ekonomik bakımdan zayıflığı ve işçi sınıfının kazanımları, jeostratejik konum gibi çeşitli faktörler dolayısıyla yabancı yatırım sermayesinin Türkiye ile karşılaştırılabilecek öteki ülkelere göre daha az yatırım yapmış olması; burjuvazinin önceleri “ihracata dayalı kalkıma”, daha sonra ise “küreselleşme” olarak anılan yeni stratejiyi benimsemesine yol açmıştır (Savran, 2004: 27).

1970’li yılların ikinci yarısında ücret kâr ilişkisi sanayi sermayesi aleyhine seyretmiştir. Boratav’a göre:

“Sınai hammadde ve enerji arzında meydana gelen tıkanmalar nedeniyle sanayinin kapasite kullanım oranı düşmüş; çeşitli kurumsal, politik ve ekonomik nedenlerle istihdam aynı oranda düşürülmemiş; dolayısıyla emek verimliliği yükseltilememiştir. Bu koşullarda sendikalar geçmiş yıllarda gerçekleştirdikleri reel ücret artış oranlarını aşağıya çekmeyi reddetmişler ve genellikle başarılı olmuşlardır. Sektör ortalamasına göre daha ılımlı da olsa, özel sektör ücret paylarındaki bu artış ve kârların gerilemesi; sanayi burjuvazisini popülizmin bölüşüm politikalarına ve toplu sözleşme-grev hakkına karşı çıkmaya yönelten etkenlerden biridir. Aynı dönemlerde İşçi hareketinin giderek militanlaşması da kapitalistler için ciddi yönetim ve kontrol sorunlarını doğurmuştur” (Boratav,

1976 sonrasında iyice sertleşen emek ve sermaye arasındaki çekişmeler, IMF’nin istikrar programında geçen önlemlerin zor kullanmaksızın gerçekleştilmesine imkân vermeyen bir siyasal iklim yaratmıştır (Boratav, 2015a:144). 3

3.1.3. 24 Ocak Kararları

1979 sonunda Özal’ın başbakan Demirel’e sunduğu, istikrar programında, Türkiye’nin mevcut ücret düzeylerini koruyarak ihracat yapamayacağını; bu nedenle ücretleri disiplin altına alacak yöntemleri mutlaka bulması gerektiğini belirtmiştir. Sonradan “24 Ocak Kararları” olarak anılacak bu program, içerdiği devalüasyon, fiyat denetimlerinin kaldırılması gibi unsurlar dikkate alındığında, IMF’nin talepleriyle örtüşen hatta bunları aşan bir nitelikte olduğu söylenebilir. 24 Ocak kararlarındaki bu önerilerin Türkiye’deki sermaye çevrelerinin talepleriyle tam uyum gösterdiği (Boratav, 2015a: 149-150) dikkate alındığı takdirde, bu kararlarda ekonomik çıkmazların ve IMF’nın baskıları kadar Türkiye burjuvazisinin etkili olduğu görülebilir.

Ancak, Demirel Hükumeti’nin, bu programı yürütebilmenin araçlarından yoksundur. Bu nedenle yeni ekonomik düzenin reçetesini ilan eden 24 Ocak kararları ancak parlamentonun feshedildiği bir darbe ortamında uygulamaya konabilmiştir. 12 Eylül rejimi, Demirel döneminde arka planda yer alan Özal’a ekonominin yönetiminin,

3Egemen sınıfların Büyük Burjuvazi tartafından temsil edilen kanadı, istikrar politikalarının

emeğin disiplin altına alınarak gerçekleştirilmesi ve kendilerinden (artan vergi yükü gibi) anlamlı katkılar beklenmemesi karşılığında Ecevit hükümetinin kurulmasını başlangıçta desteklemiştir. Ancak Milliyetçi Cephe (MC) hükümetlerinin mirası olan yüksek dış boç yükümlülüklerini hafifletme müzakerelerinde Ecevit’e sunulan IMF reçetelerindeki hasat mevsiminde mazota zam, ücret artışlarının frenlenmesi, devalüasyon oranı artılırken fiyat kontrollarının kaldırılması, sermaye aleyhine vergi tasarılarının askıya alınması gibi tedbirler, büyük sermayenin talepleriyle çakışmıştır. Hükümetin her müzakerede ağırlaşan koşullar karşısında çekimser kalması IMF kredilerinin askıya alınmasına neden olmuştur. Hükümet, IMF’nin dayatmaları karşısında dış destek aradığı OECD’de; Almanya ve İskandinavya’nın sosyal demokrat partileriyle yapılan görüşmelerde ise bu defa DB’nın “yapısal uyum” reçeteleriyle karşılaşmıştır. Bu yapısal uyum reçetesinde Türkiye ekonomisinin planlamayı terk etmesi istenmiştir. Bu reçetelerin uygulanması iç siyasette Ecevit’in sol siyaseti terk etmiş olacağı anlamına gelmektedir. Bu yüzden hükümet IMF ve diğerleriyle görüşmeleri sürdürmüş fakat reçeteleri tümüyle uygulamaya koymaya yanaşmamıştır. Bu durum Ecevit’in Türk-İş ile bir toplumsal anlaşma yapmasına rağmen sermaye örgütlerinin uzlaşmaya katılmamasına sebep olmuştur. Zira Türkiye burjuvazisi artık sadece maliyeti emekçe üstlenecek bir istikrar programını değil; Türkiye toplumunun bölüşüm dinamiklerinde kalıcı bir değişmeyi istemiştir. Böylece sermaye uzlaşmacı değil, çatışmacı seçeneği yeğlemiştir. Sermaye çevreleri, Mayıs 1979’da kolektif bir bildiriyle, hükümetin uygulamalarını “hür teşebbüsü yok edecek yönde” olduğunu ilan ederek sınıf savaşını ileri noktaya taşımışlardır. Bu durum Ecevit hükümetinin sonunu getirmiş; Aralık’ta Demirel Üçüncü MC hükümetini kurmuştur Ecevit hükümetine saldırıyı başlatan, sürdüren, tırmandıran sermaye gruplarının hepsi istisnasız olarak 12 Eylül Darbesini desteklemişler; 1982 Anayasası’nın oluşumuna aktif katkı vermişlerdir” (Boratav, 2015c: 32-34).

resmi olarak devredilmesini sağlamıştır. Bu üç yıllık dönemde emek piyasası, sermayenin çıkarları doğrultusunda askeri denetim altında tutulmuştur. Ayrıca bu dönemde sermaye sınıfları ucuz kredi imkânları ve vergi iadesi gibi imkânlara kavuşmuş, özellikle ihracatın desteklenmesi kapsamında teşvik ve sübvansiyonlar sermayenin hizmetine sunulmuştur4

(Boratav, 2015a: 150-151).

24 Ocak kararlarıyla birlikte, yurtiçi sermaye birikiminin sağlanması amacıyla baskı altında tutulan faizler serbest bırakılmıştır. Bu kararla öne çıkan finansal sermaye, mevcut birikimini artırmak isteyen sermaye grupları ve ayakta kalma gayreti içesinde olan tikel sermayeler için öncelikli bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu dönüşüm, holdingleşme yoluyla finansal sermaye kaynaklarına erişimde avantaj sağlamış olan büyük burjuvazi ile bu imkanlardan yoksun olan sermaye sınıfları arasındaki çelişkilerin derinleşmesine yol açmıştır ( Ercan, 2004:22).

24 Ocak Kararları, IMF’nin sermaye ihtiyacı nedeniyle birikim rejimi tıkanma noktasına gelmiş ülkere dayattığı istikrar programlarının tüm ortak özelliklerini içermektedir. Bu kararların özgün niteliği ise iç talebi daraltıcı para ve maliye politikalarının uygulanmaktansa, emek maliyetlerini düşürmeye yönelik politikların ağırlıkta olmasıdır. Bu dönemde iktisat politikalarıyla burjuvazinin sınıf içi mücadelelerinde öncü fraksiyonun çıkarına hizmet edecek önlemler alınmış olmasına rağmen, sermaye ve emek arasındaki ilişkilerin sistemli olarak emek karşıtı bir çizgide düzenlenmesi bu politikaların ana omurgasını oluşturmuştur (Boratav, 2015a:151-152).

4 Sönmez’e göre: “1979-1983 döneminde liberalizasyon listeleri kapsamında yer alan sınai ürünlerde ithal

teminat oranları %25’ten %7,5’e, ticari ürünlerde ise %40’tan %15’e indirilmiştir. 1979’da, ithalatta liberalizasyon listelerinin payı %67 iken, 1983 yılı sonunda %89.6’ya çıkarılmış, ithalat kotaların payı %17’den, %1.8’e indirilmiştir. Bunun yanı sıra, ihracatı artırmak için de önemli teşvikler getirilmiştir. İç finansal serbestleşme doğrultusunda, Sermaye Piyasası Kanunu, Sermaye Piyasası Kurulu, Ödünç Para Verme İşleri ve Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunlarında değişiklikler yapılmış; faiz hadlerinde deregülasyona gidilmiş; finansal araçlar çeşitlendirilmeye başlanmış (TCMB nezdinde Tasarruf Mevduat Sigorta fonunun –TSMF- kurulması gibi) finansal aracıların yapılanması yolunda önemli adımlar atılmış; sermaye hareketlerinin serbestleşmesine yönelik ilk düzenlemeler yapılmıştır” (Sönmez, 2009: 31).