• Sonuç bulunamadı

Necati Güngör hayatı, eserleri, sanatı

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "Necati Güngör hayatı, eserleri, sanatı"

Copied!
320
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

T.C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

NECATİ GÜNGÖR

HAYATI, ESERLERİ, SANATI

Tuna UYSAL

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Danışman

Prof. Dr. Mustafa ÖZCAN

(2)
(3)
(4)
(5)
(6)
(7)
(8)
(9)
(10)
(11)

I

ÖN SÖZ

Necati Güngör kaleme aldığı çok sayıda hikâyenin yanı sıra derlemeleri, çocuk kitapları, röportaj ve anı kitaplarıyla son dönem Türk edebiyatının güçlü isimlerinden biridir. Hemen hemen bütün hikâyelerinde yoksul kasabalarda, köylerde ya da kenar mahallelerde yaşama tutunmaya çalışan insanların acıklı öykülerini dillendirmiş; köylü-kentli, ezen-ezilen, kadın-erkek, insan-hayvan ilişkisini mesaj verme kaygısı gütmeden sade bir üslupla işlemiştir. Bu yönüyle, 1970’le 1980 yılları arasında edebiyatımızın da ister istemez etkilendiği toplumcu gerçekçilik akımından bağımsız eserlere imza attığını söylemek güçtür. Bu çalışmayı yapmamızın sebepleri arasında son dönem Türk edebiyatının toplumcu gerçekçi örneklerinden birini incelemek yatmaktadır. Ayrıca Necati Güngör hikâyeciliği üzerine hazırlanmış bir tez olmaması da sebepler arasındadır.

Yazarın hayatta olması çalışmamızın hazırlanmasında birinci el kaynaklara ulaşmamızı kolaylaştırmıştır. “Ekler”deki belgelerden de anlaşılacağı üzere özellikle hayatı ve sanat anlayışı ile ilgili bölümlerde bizzat yazar ile yapılan söyleşilerden faydalanılmıştır. Bu haliyle tezimiz dört ana başlık, giriş, sonuç, dizin, ekler ve fotoğraflardan oluşmaktadır.

“Giriş”te yazarın, toplumcu gerçekçilik bağlamında ele alınabileceği düşüncesinden hareketle bu akımın genelde dünya, özelde Türk edebiyatındaki doğuşu ve etkilerine değinilmiştir. Yine aynı başlıkta Güngör’ün toplumcu gerçekçilik içerisindeki yeri tayin edilmeye çalışılmıştır.

İlk bölümde, başta anı kitabı Annem Babam Malatya olmak üzere hayat hikâyesinin yer aldığı kaynaklardan ve bizzat kendisiyle yaptığımız söyleşilerden yararlanarak Necati Güngör’ün hayatı, ailesi, doğumu, çocukluğu, gençliği, eğitim hayatı, evlilikleri, kişiliği ve mizacı ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir.

İkinci bölümde; gerek bizzat kendisinden, gerek yakın arkadaşlarından, gerekse edebiyat çevrelerinden edinilen bilgiler çerçevesinde Güngör’ün sanat anlayışı ve beslendiği kaynaklar üzerinde incelemeler yapılmıştır. Sanat hayatına atılması, başlangıcı, tetikleyici unsurlar ve süreçler “Sanat Hayatı” kısmında, yine aynı kaynaklardan yararlanılarak aktarılmaya çalışılmıştır.

(12)
(13)

II

Çalışmamızın üçüncü bölümünde, yazarın eserleri ele alınmıştır. Tamamı telif olan eserleri; “Hikâye”, “Anı”, “Röportaj”, “Derleme”, “Çocuk Hikâyeleri” ve “Çocuklar İçin Yazılmış Kitapları” alt başlıklarından oluşur. Özellikle hikâyeci kimliğiyle tanınan yazarın hikâyelerinin bir sonraki bölümde genişçe tanıtılıp değerlendirilmesi uygun görülmüştür.

Dördüncü bölümde, “Hikâyeciliği” başlığı altında hikâye kitapları incelenmiştir. Necati Güngör’ün özellikle hikâyeci kimliğiyle tanınmış olması, bu başlığın derinlemesine incelenmesine sebep olmuştur. Hikâyeleri incelenmeden önce yazarın öncelikle hikâye türüyle ilgili anlayışı, kendisinden ve yakın çevresinden edinilen bilgiler eşliğinde sunulmuştur. Daha sonra her bir hikâyenin edebî açıdan ayrı ayrı incelenmesiyle şekillenen bu kısım; “Hikâye Anlayışı”, “Konu”, “Fikirler” “Vak’a”, “Merak Unsurları”, “Anlatım Teknikleri”, “Anlatıcı ve Bakış Açısı”, “Figürler”, “Zaman”, “Mekân” ve “Dil ve Üslup” alt başlıklarından müteşekkildir.

“Sonuç”ta çalışmamızla ilgili varılan en genel kanılardan bahsedildi. Necati Güngör’ün genel olarak sanatının başlıca özellikleri ve kendisiyle ilgili ulaşılan sonuçlar ana hatlarıyla aktarıldı. Türk edebiyatının içindeki konumu belirlenmeye çalışıldı.

“Kaynakça” başlığı altında; ulaşılabilen, yararlanılan bütün kaynaklar soyadına göre alfabetik sırayla sunulmuştur. Çalışma içerisinde parantez içinde kısaca verilen kaynaklar, bu bölümde detaylarıyla sunulmuştur. Yapılan alıntılarda kitap isimleri italik, kitap içindeki bölüm isimleri ve hikâye isimleri ise tırnak içinde düz olarak verilmiştir.

Çalışmamıza “Şahıs Dizini” ile “Eser Dizini” de eklenmiştir. Dizinde eser adları italik, şahıs adları düz yazılmış, isme göre alfabetik bir sıralama izlenmiştir.

Çalışmamızın sonundaki “Ekler” kısmına ise yazarla yaptığımız görüşmeler, yazılarından örnekler ve kendisine ait fotoğraflar konulmuştur.

Her ne kadar çalışmamız esnasında gerek hocalarımızın, gerekse Güngör’ün esirgemediği yardımları olsa da konunun genişliği göz önünde bulundurulduğunda ortaya çıkması muhtemel aksaklıkları peşinen kabul ediyor ve hoşgörülerinize sığınıyorum. Bu çalışmamla, Necati Güngör bağlamında edebiyat dünyasına bir nebze de olsa katkıda bulunabilirsem kendimi mutlu addedeceğim.

(14)
(15)

III

Çalışma esnasında cömertçe sunduğu yardım, ilgi ve desteği için Necati Güngör’e; lisans ve yüksek lisans öğrenim hayatım boyunca bilgi ve deneyimlerini benimle paylaşan, başlangıcından sonuna kadar sabırlarını esirgemeyen değerli hocalarım Prof. Dr. Mustafa Özcan ve Prof. Dr. Âlim Gür’e sonsuz teşekkürlerimi sunarım.

(16)
(17)

IV

İÇİNDEKİLER

ÖN SÖZ ... I İÇİNDEKİLER ... IV GİRİŞ ... 8 B Ö L Ü M I ... 12 1. H A Y A T I ... 12 1.1. AİLESİ VE DOĞUMU ... 12 1.2. ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ ... 16 1.3. EĞİTİM HAYATI ... 19 1.4. EVLİLİĞİ ... 23 1.5. KİŞİLİĞİ VE MİZACI ... 23 B Ö L Ü M I I ... 27 2. S A N A T I ... 27

2.1. SANAT ANLAYIŞI VE BESLENDİĞİ KAYNAKLAR ... 27

2.2. SANAT HAYATI ... 28 B Ö L Ü M I I I ... 32 3. E S E R L E R İ ... 32 3.1. TELİF ESERLERİ ... 32 3.1.1. Hikâye ... 32 3.1.2. Anı ... 33 3.1.3. Röportaj ... 35 3.1.4. Derleme ... 45 3.1.5. Çocuk Hikâyeleri ... 56

3.1.6. Çocuklar İçin Yazılmış Kitapları... 73

B Ö L Ü M I V ... 76

4. H İ K Â Y E C İ L İ Ğ İ ... 76

(18)
(19)

V

4.2. KONU ... 81

4.2.1. Bireyi Konu Alan Hikâyeler ... 82

4.2.1.1. Alkol ... 82 4.2.1.2. Ölüm ... 87 4.2.1.3. Cinsellik ... 90 4.2.1.4. Aşk ... 93 4.2.1.5. Hayvan Sevgisi ... 95 4.2.1.6. Özlem ... 98

4.2.2. Toplumsal Hayatı Konu Alan Hikâyeler... 100

4.2.2.1. Taşradan Kente Göç ... 100

4.2.2.2. Ekonomik Sıkıntılar ve Yoksulluk ... 105

4.2.2.3. Siyaset ... 109 4.2.2.4. Eleştiri ... 113 4.2.2.5. Sinema ... 118 4.3. FİKİRLER ... 123 4.4. VAK’A ... 126 4.5. MERAK UNSURLARI ... 138 4.6. ANLATIM TEKNİKLERİ... 140 4.6.1. Anlatma ve Gösterme ... 140 4.6.2. Tasvir ... 145 4.6.3. Otobiyografik Anlatım ... 155 4.6.4. Geriye Dönüş Tekniği ... 162 4.6.5. Özetleme ... 167 4.6.6. Montaj ... 168 4.6.7. Diyalog ... 170

4.7. ANLATICI VE BAKIŞ AÇISI ... 173

(20)
(21)

VI

4.8.1. Cinsiyetlerine Göre ... 177

4.8.2. Yaşlarına Göre ... 193

4.8.3. Etnik Kökenlerine Göre ... 206

4.8.4. Sosyal, Kültürel ve Eğitim Özellikleri ... 212

4.8.5. Psikolojik Özellikler ... 220 4.8.6. Fiziksel Özellikler ... 223 4.8.7. Adlandırma ... 225 4.8.8. Diğer Canlılar ... 227 4.9. ZAMAN ... 231 4.10. MEKÂN ... 237 4.10.1. Açık Mekânlar ... 237 4.10.2. Kapalı Mekânlar ... 241 4.11. DİL VE ÜSLUP ... 242 SONUÇ ... 246 KAYNAKÇA ... 251 ŞAHIS DİZİNİ ... 256 ESER DİZİNİ ... 258 EKLER ... 260

EK-1 NECATİ GÜNGÖR’LE 24.08.2014 TARİHLİ SÖYLEŞİ ... 260

EK-2 NECATİ GÜNGÖR’LE 15.05.2016 TARİHLİ SÖYLEŞİ ... 267

EK-3 YAZAR IN YAYIN LANM IŞ YAZILAR IN DAN BAZILAR I .. 271

ARNAVUT PRENSİ MUZAFFER BUYRUKÇU ... 271

ANADİL BİLİNCİ ... 282

BABIALİ’NİN ÖLÜMÜ! ... 286

ADINI GÖNLÜME YAZDIKLARIM ... 291

(22)
(23)

VII

KISALTMALAR

a.g.e. : Adı geçen eser a.g.g. : Adı geçen görüşme a.g.m. : Adı geçen makale a.g.s. : Adı geçen söyleşi a.g.y. : Adı geçen yayın

(24)
(25)

8

GİRİŞ

Bir Malatyalı olarak kendisi de halkın içinden gelmiş olan Necati Güngör’ün hikâyelerinde daha çok köyden kente göçün acı sonuçları, pişmanlıklar, kırgınlıklar, yoksulluk, hastalıklar ve toprağına bağlı, eli nasırlı insanların yaşadığı çıkmazlar gibi buruk konular işlenir. Hande Öğüt, “Başka Öykülerin Kahramanları” isimli köşe yazısında Necati Güngör’ün değindiği konuları şöyle özetler: “Darbeler, devletin ideolojik aygıtları ve toplumsal bağnazlıklar, görenekler eliyle ideallerini yitiren ya da vazgeçmek zorunda kalan insanları olduğu kadar acıya, açlığa, yokluğa, yalnızlığa mahkûm kılınan hayvanları da didaktizme asla kaçmayan bir üslupla anlatıyor. Hayatın rutin bir anında başlayan hikâye, giderek toplumsal bir taşlamaya dönüşürken; siyasi yozlaşma, baştan yanlış kurgulanmış köylü-kentli; ezen-ezilen; kadın-erkek; insan-hayvan ilişkisi ve bu konumlandırmaya direnenler ile karşı çıkanlar arasındaki bitmek bilmez ‘savaşım’ ince, ısırgan bir yergiyle sonlanıyor.”(Öğüt, 16 Ocak 2004:6) Anlaşıldığı üzere, Güngör’ün ele aldığı konular itibariyle edebiyat çevrelerince toplumcu gerçekçi olarak anılması, bu başlıkta bu akıma kısaca yer verilmesini gerektirmiştir. Ayrıca kendisinin Olay Aktüel’de yer alan “Öykülerim toplumcu gerçekçilik anlayışına dayanıyor. Emeğin savunulması bağlamında, insanın sömürülmesine karşı çıkan öyküler…”(Kömeçoğlu, 28 Mart 2002:8) cümleleri de bunu gerekli kılmıştır.

Toplumcu gerçekçilik, 20. yüzyılda ortaya çıkmıştır. “İnsanı toplumsal ilişkileri içinde ele alan, sosyal hayattaki gerçekleri ve çarpıklıkları saptayan, sergileyen ve tüm bunlara sosyalist dünya görüşü doğrultusunda çözüm arayan estetik, felsefi ve ideolojik kaynağı Marksizm olan siyasal ve sanatsal bir duruştur.” (Alver, 2014:133)

Toplumcu gerçekçilik kuramına bir başka açıklamada bulunan Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri isimli kitabında bu düşüncenin sanatın bir yansıması olarak kabul edildiğini söyler:

“Sanatı yansıtma olarak tanımlayanlar yansıtılan gerçeklikten farklı şeyler anlıyorlardı. Bazılarınca bu, yüzey gerçeklikti, bazılarınca insan tabiatının özü, bazılarınca idealleştirilmiş gerçeklik, yine bazılarınca toplumun günlük hayatıydı. Toplumcu gerçekçilik bunlardan en çok sonuncusuna, yani gerçekçilik akımına yakındır ama önemli birkaç noktada ayrılır ondan. Toplumcu gerçekçiliğe göre sanatın

(26)

9

yansıttığı gerçekçilik toplumsal gerçekçiliktir ama bu gerçekçilik devrimci gelişme içinde görülür ve doğru olarak tarihi somutlukla, işçi sınıfının eğitimi gözetilerek yansıtılır ”(Moran, 2003:53)

Türk edebiyatında, toplumsal olayların ve gelişmelerin bu çerçevede ele alınması II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan sosyal ve ekonomik sıkıntıların baş göstermesine dayanır. Fakirliğin gittikçe artması, emek-sermaye çatışmasının yaşanması, köylünün ve emeğinin değer kaybetmesi, makineleşme, göçler ruhen yaralı ve çaresiz insanların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

İbrahim Kıbrıs, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı isimli kitabında toplumcu gerçekçiliğin en yoğun yaşandığı dönemi 1970-1980 olarak tanımlar. 1917 Ekim devrimiyle Rusya’da ortaya çıktığı bilinen toplumcu gerçekçilik kuramına Türkiye’de zemin hazırlayan sebepleri ise şu şekilde özetler:

“1960’lı yılların getirdiği özgürlük havası, giderek gençlerin, öğrencilerin ve bilinçli okuyucuların konu yönünden okuma sınırlarını büyük ölçüde genişletmiş, onları şiirin, öykünün ve romanın ötesine taşımıştır. Bu duruma ek olarak; Avrupa’nın değişik kentlerindeki öğrenci olayları 1970’li yıllara doğru Türkiye’nin yüksek öğrenim gençliğini de etkilemiş onların daha çabuk politize olmalarına yol açmıştır. Böylece önceden de var olan, ancak bu denli yaygınlaşmamış olan sağ ve sol düşünce akımları daha kitlesel bir düzeye ulaştı. Dahası 1950’li yıllardan bu yana kırsal kesimden kopup kentlere gelenlerin, sanayi kesiminde çalışan işçilerin ve giderek ekonomik durumları güçsüzleşen memurların da bu politik ortama çekilmesi, ister istemez politik tavırların keskinleşmesine yol açmıştır. Böyle bir ortamda da edebiyatın bu gelişmelerden uzak kalması ve bireysel sorunlarla yoluna devam etmesi söz konusu olamazdı. Bundan olacak, 1970’le 1980 yılları arasındaki Türk edebiyatı ağırlıklı olarak toplumsal gerçekçiliğin zemininde ürünler vermiştir. Bu gelişmelere 1970’li yıllara doğru ülkedeki koşullara bağlı olarak gelişen İslâmcı düşüncenin edebiyat ürünleri de eklenebilir. ”(Kıbrıs, 2001:101)

Âlim Gür ise “Cumhuriyet Dönemi’nde Hikâye ve Roman” başlıklı yazısında toplumcu gerçekçi kuramının mahiyetini ve ortaya çıkışını şu sözlerle özetlemiştir:

“Sorunları ideolojik açıdan değerlendiren hareket 1930’lara doğru, sosyalist yazarlar tarafından başlatılmış, 1939’dan sonra ise, sosyalist ülkelerde veya sosyalist

(27)

10

sanatçılarda görülen sanat ve edebiyat anlayışının uzantısı olarak, toplumcu gerçekçilik Türk hikâye ve romanında da gündeme getirilmiştir.

Önemli temsilcileri Sovyetler Birliği ve Fransa’dan çıkan bu akımda; dünyaya, insanlara ve bütün sorunlara Marksist görüş doğrultusunda bakmak esastır. Toplumcu gerçekçiler, insanı toplum düzeni içinde bir değer olarak kabul etmiş ve toplum gerçeklerini dile getirerek, insanın mutlu edilebileceğini savunmuşlardır. Bu yüzden, genellikle sosyal çatışmaları ve bunların insan üzerindeki etkilerini işlemişler, ayrıca kurulu toplum düzenindeki çarpıklıkları, aksayan yanları sergilemekle yetinmemiş, yerine getirmek istedikleri rejimi, okuyucuya sevimli sunmaya çalışmışlardır.”(Gür, 1984:4713)

1940 yılında kurulan köy enstitüleri dikkatleri köy ve köylü sınıfına çekmiş, bu hareketlenme edebiyat dünyamızda da yankısını bulmuştur. Yoksul ve sömürülen köylüden taraf, sömüren zihniyete düşmanlık besleyen bir edebiyat ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısı edebiyatımızda toplumcu gerçekçilik anlayışının daha da güçlenmesinde etkili olmuştur. Bu bağlamda Fakir Baykurt’un Yılanların Öcü, İlhan Tarus’un Yeşilkaya Savcısı, Samim Kocagöz’ün Bir Şehrin İki Kapısı, Bir Çift Öküz, Bir Karış Toprak, Yılan Hikâyesi, Sunullah Arısoy’un Karapürçek kitabında olduğu gibi birçok yazar bu kuram çerçevesinde köy ve köylü üzerine kitaplar kaleme almıştır. “Mehmet Başaran, Dursun Akçam, Ümit Kaftancıoğlu gibi köy enstitülerinden mezun olan daha pek çok yazar eserinde aydın kesimin köylüye ve köye bakış açısını, aydın ile köylü ilişkisini, köylülerin içinde bulundukları ekonomik sıkıntıları, sefaleti ve devletin bu duruma olan kayıtsızlığını ve dönemin ideolojik yapısını işleyerek sosyal gerçekleri ele almada toplumcu gerçekçi bir çizgi izlemişlerdir.”(Cömert, 2013:28)

1960’lardan sonra ise Fakir Baykurt, Yaşar Kemal gibi yazarlar toplumcu gerçekçilik anlayışı çizgisinde konuları işlemeye devam etmişlerdir. Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz gibi kalemler ise hem bu geleneği sürdürmüş, hem de ilerleyen dönemlerde kent yaşamına eğilmişlerdir. Şehir yaşamının sorunları ve bu sorunlarla yüzleşen insanları ele alan öyküler kaleme almışlardır. Toplumcu gerçekçi yazarların en belirgin özelliği de “Olaylara insancıl ve evrensel değerler açısından bakmaları ve büyük ölçüde konularını yaşam öykülerinden ya da yakın çevrelerinden almalarıdır.”(Gündüz, 2009:462)

(28)

11

Yakın olduğu isimleri, “Benim yazmaya başladığım yıllarda toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışı yaygındı. Bu çizginin edebiyatçıları beni en çok etkileyen yazarlardır. En başta Sabahattin Ali ve üç Kemal’ler: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir.”1 diyerek sıralayan Güngör’ün işlediği konular göz önünde bulundurulduğunda bir toplumcu gerçekçi olduğunu söylemek zor olmayacaktır.2 Konularını toplumsal bozukluklardan, köy ve kasaba yaşantısından alır ve taşrada doğup büyümesi hasebiyle hikâyeleri daha çok gözleme dayanır. İnsanlar arası ekonomik eşitsizlikleri ve ayrımları işler. Taşradan kente göç ve bunun doğurduğu ekonomik, psikolojik ve sosyolojik sıkıntılar yazarın çoğu hikâyesinin ana motifini oluşturur. Ramazan Kaplan’ın Cumhuriyet Dönemi Türk Romanında Köy adında basımı yapılmış doktora tezinde de belirttiği üzere bu dönem eserlerinde “ekonomik hayatla ilgili problemler başta olmak üzere, sosyal yapının kendisine ve işleyişinde ortaya çıkan aksaklıklara yöneltilen tepkiler, üzerinde en çok durulan hususlar olmuşlardır.”(Kaplan, 1988:152) Ayrıca Güngör’ün eserlerinde de sıklıkla rastlanabilecek sosyal düzene gösterilen tepkilerin dönemin siyasî gelişmelerinden etkilendiğini söylemek yerinde olacaktır.

“Toplumun gerçeklerini iyi gözlemleyebilen, şimdiye geleceğin gözüyle barak bugünü yarına bağlayabilen, yalnızca olmakta olanı değil, olması gerekeni belirtendir.”(Bezirci, 1996:24) şeklinde toplumcu gerçekçi yazarı niteleyen Asım Bezirci’yi doğrular nitelikte bulunduğu devir ve şartları detaycı ve dikkatli bir yaklaşımla izlemiş, bunları hikâyelerinde konu edinmiştir.

1 Kendisiyle 24.08.2014 tarihinde yaptığımız söyleşiden alıntıdır.

2 Necati Güngör; Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi yazarlardan etkilenme sebebini Adnan

Özer’le yaptığı söyleşide şu şekilde açıklar: “Bana gelince: Cahit Külebi’nin diliyle söyleyeyim; benim doğduğum yerlerde ada yoktu, plaj yoktu, akşamları ışıklar içinde yüzen bir Beyoğlu yoktu, vapuru, Galata Köprüsü’nü ancak resimlerden tanıyorduk. Şeytanminaresi de, sinağrit balığı da somutluk kazanmıyordu imgelemimizde… Belki ayıp ama, öyle! Sait Faik’in bu çok özel coğrafyasının öğelerini tanımadan hikâyesinin keyfini çıkarmak kolay değildir. Oysa Sabahattin Ali de, Orhan Kemal de, bizim oranın insanlarını hayat maceralarını anlatıyordu. Onları anlamam, sevmem ve çizgilerine bağlanmam daha kolay olmuştur. Onların gerçekçilik anlayışı benim için bağlayıcı bir sonuç doğurdu desem yalan olmaz. Çünkü hikâyedeki çıkış noktam bu iki yazar oldu; daha doğrusu yanına Tarık Dursun K.’yı, Muzaffer Buyrukçu’yu, Haldun Taner’i, Selim İleri’yi de kattım. Sonra bir eleştirmen arkadaş, hikâyelerimi ‘memleket gerçekçiliği’ çizgisinde gördüğü saptamasında bulundu ki, doğrudur…”(Özer, 1999:47)

(29)

12

B Ö L Ü M I

1. H A Y A T I

1.1. AİLESİ VE DOĞUMU

Necati Güngör, 27 Mart 1949 tarihinde Malatya’da, dürüstlüğüyle ün yapmış bir mahalle kasabının ve kendini evine, çocuklarına, eşine adamış cefakâr bir annenin çocuğu olarak dünya gelir. Doğuma hazırlık olsun diye gidilen hamamdaki, “Gavur Hamamı”ndaki doğumunu yazar şöyle nakleder:

“Annem beni hamamda dünyaya getirmiş. Doğuma hazırlık olsun diye gittiği hamamda… İşletmecisi Ermeni olduğu için “Gâvur Hamamı” adıyla bilinirdi orası. Gerçekten Ermeni komşularımızın çoğunlukta olduğu, hatta metruk bir de kilisenin bulunduğu Çavuşoğlu’ndaki hamam… “Seni suda tuttum!” diye kandırırdı beni küçükken. Annemin yorumuna göre, bu yüzden küçüklüğümde yıkanmayı severmişim… O gün, Ermenilerin bayramının arefesiymiş. Gâvurluğum da ordan geliyormuş… Çok kalabalıkmış hamam. Doğuma yardımcı olmuş hanımlar. Beni bir şeylere sarıp faytonla eve getirmiş. Faytoncuya beş lira ücret ödemiş bahşişle karışık… Faytoncu, babama müjde götürmüş, bir beşlik de ondan almış. Böylece dünyaya gelişim biraz pahalıya mal olmuş ana-babama!”(Güngör, 2008:162)

Güngör’ün yazılarında doğrudan ya da dolaylı olarak babasını çokça anlattığını görürüz. İsminin “Mahmut Güngör” olduğunu öğrendiğimiz, ailesinin geçimini sağlamak için bayram günleri dahi evinde durmayıp sabahın erken saatlerinde dükkânına koşturan, gece geç saatlere kadar çalışan fedakâr, ancak bir o kadar da ketum olarak tasvir edilen baba, yazar üzerinde etkili olmuştur:

“Sabahın kör karanlığında kalkıp işine gittiğinde babam, bizler uykuda olurduk. Üstüne gün doğmayan bir insandı. Çalışmayı, işinin üstesinden gelmeyi severdi. Çevresindeki çalışkan insanlardan övgüyle söz ederdi. (Güngör, 2008:39)

Güngör’ün “Babam Tanık Sandalyesinde” hikâyesinde değindiği gibi babası; kazancına haram para karışacağı endişesiyle ibreyi daima müşteriden yana tutan, kul hakkı yemekten çekinen, “Ticarette kendini aldat, ama karşındakini aldatma!” düsturu gereği hareket eden dürüstlüğü esnaf arasında meşhur bir insandır:

(30)

13

“Ne kadar özen gösterse de, bilmeden, kazancına “haram” para karışmış olabilir kaygısını taşıyordu. Bankada tuttuğu vadesiz paranın faizini bile almıyor, orada çalışan memura bırakıyordu. Et tartarken, ibreyi azıcık müşterinden yana eğik tutuyordu ki, karşı tarafın hakkı kendisine geçmiş olmasın… Her defasında müşteriye on gram fazladan et vermiş oluyordu böylece. Olsun! Ancak öyle içi rahat ediyordu. Bir dönemler Kayseri’den Malatya’ya deri tüccarları gelir, esnafın elinde biriken hayvan derilerini satın alırlardı. Kayserililer ticaretin kurdu insanlardı; bir malı alırken –zarar etme korkusuyla!- her şeyden kuşkulanır, kılı kırk yararlardı. Buna karşın babamın ambarındaki hayvan derilerini tartmadan alırlardı ki, bu görülmüş bir iş değildi! Çünkü denemişlerdi; babamın defterinde kaç ton, kaç kilo yazılıysa derinin miktarı, hep o kadar çıkıyordu! Bu yüzden onun söylediği miktar üzerinden malın parasını ödeyip kamyona yüklüyorlardı.

Yıllarca ortaklık ettiği insanların hiçbirinin ondan bir şikâyeti olmamıştı; çünkü kendini aldatır, ama ortağını aldatmazdı. Yalnız karşısındaki insanda biraz kurnazlık gördü mü, hemen canı sıkılır, sol kaşı havaya kalkar, ortaklığı bozmakta gecikmezdi!”(s. 191)

Bütün bu koşturmaca içinde, beş metrekarelik dükkânı dışında, akşamları kurcalamaktan usanmadığı bir radyo babasını oyalamakta, yorgunluğunu unutturmaktadır. Yazarın “Annem, Aslan ve Ben” hikâyesindeki baba figürü gibi, o da radyo üzerinde tam bir egemenlik kurmuştur:

“Kendi yağıyla kavrulma düzenimizi sürdürmek için babamın her gün, güneş doğmadan kalkıp işine gitmek zorunda olduğunu bilecek yaşta değildim daha… Onu yalnızca akşamları görürdük evde. Daha çok da radyo başında geçirirdi zamanını. (…) Dakikalarca süren arayıştan ötürü ortaya çıkan kakofoniyle başımız şişse de babama karşı çıkamazdık. Onun, radyo üzerindeki egemenlik hakkı tartışılamazdı! Zaten yorgun ve sıkkın gelirdi akşamleyin; yüzünde ciddi bir ifade olur, az konuşur… Sıkıntılarını kimseyle paylaşmazdı. Sorunlarını kendine saklar, keyifli durumları annemle paylaşırdı. Annemin de eğer o konuyla ilgili eleştirisi olursa, bu kez de keyfi kaçardı adamın… Konu komşuya akşam oturmalarına gitmeyi sevmez, akraba ziyaretleri nedir bilmezdi. Ama birileri geldiği zaman, sanki gökten inmişler gibi sevinir, nasıl ağırlayacağını bilemez, evde ne varsa çıkarsın diye annemi sıkboğaz eder, kadının iki ayağını bir pabuca sokardı!”(s. 38-39)

(31)

14

Güngör, daha çocuk denilecek yaşlardan itibaren abisiyle birlikte okuldan sonra babasına yardım etmek için dükkâna gider. Necati Güngör’ün abisine göre daha sakin olması, genellikle gergin olan babasının sinirli davranışlarına uyum sağlamasını kolaylaştırır. Bu yumuşak başlılığı, ileriki yaşlarında üniversite tercihinde yine babasının baskın çıkmasına ve onun isteğiyle hukuk fakültesinde okumasına sebep olacaktır:

“İşleri oluruna bırakan, değişen koşulları kolayca içine sindiren biri değildi. İşler kendi doğrularına aykırı geliştikçe öfkeye kapılır, bu öfkesini çevresine yansıtırdı. Abim gibi ben de sıkılıyordum ama ona karşı çıkmak yerine siniyor, sinirli halinin geçmesini bekliyordum. Biraz daha yumuşak başlıydım sanırım… Tabii, öfkesi geçince, karşılık vermeyen oğluna daha bir sevecen yaklaşıyordu. Bir biçimde getirip gönül almak istiyordu bu kez. Onun bu öfkeli halleri yüzünden yanında kalfa dayanmıyordu.”(s. 51)

Babasının öfkeli tavırları, yaşı ilerledikçe yerini sükûnete bırakacaktır. Özellikle Necati Güngör’ün üniversite öğrenciliği yıllarında gurbette okuyan oğlunu daha sık görmek, daha uzun vakit geçirmek isteyecek hatta bunun için sert mizacından beklenmeyecek kadar ısrarcı olacaktır:

“Yazı Malatya’da geçirir, sonbaharın ilk haftalarında dönerdim İstanbul’a. Adeta güneşin rengi değişir bu mevsimde, tatlı bir turuncuya dönerdi. Gün ışığı yumuşar, havlara günden güne serinler, kentimizin insanları kışa hazırlanmaya başlardı. Babam biraz daha kalayın ister, beni yanında oyalamaya çalışırdı, anlardım bunu. Birlikte daha fazla zaman geçirelim diye, yanı sıra Meydanlık’taki bahçelere götürürdü.” (s.190)

“Bayram bittiğinde, artık dönmem gerektiğini söyledim kendisine… Yüzünden bir sıkıntı gölgesi geçti o an.

“Erken değil mi oğlum, birkaç gün daha kal!” dedi.

“Erken gideyim ki, sınavlar için zamanım olsun…”dedim. “Birkaç gün daha kal.” dedi, “Hemen gitme…”

(32)

15 “Peki,” dedim. “Olur, iki gün sonra giderim.”

Sevincini yüzünden anlamak mümkündü.”(s. 206-207)

Babasının bu denli ısrarı, ömrünün son gününü yaşamakta olduğunun içine doğması ile açıklanabilir. Nitekim bu konuşmanın ardından, oğlunu eve göndererek akşam namazını kılmak için camiye gidecek, tekrar dükkânına döndüğünde yıllarını vakfettiği bu küçücük mekânda “yürek depremine” yenik düşecektir:

“Çocukluk çağından, öldüğü ana kadar çalışmış ve nihayet ölümü, üzerindeki iş giysisiyle, bütün yaşamını geçirdiği dükkânında karşılamıştı.”(s. 210)

Güngör’ün annesi Mürüvvet Hanım, varlıklı bir ailenin kızıdır. Altı aylıkken babasını, yedi yaşındayken de annesini kaybetmiştir. Babasının ölümünden sonra günden güne azalan servete rağmen annesini yitirdiğinde kendisine bir ev, bir çiftlik ve bir de tarla miras kalmıştır. Aile büyüklerinin bu öksüz ve yetim kız çocuğunun başını bağlamak gerekçesiyle on üç yaşında Necati Güngör’ün babasıyla evlendirilmiştir. Ancak bu farklı kültürün insanlarına alışması zaman alır:

“Annem, öksüz, yetim, devlet düşkünü de olsa, dayısı ve yengesi tarafından nazlıca yetiştirilmiş, görgüsüne özen gösterilmiş bir genç kız olarak; köyden kente inmiş kalabalıkça bir Kürt ailesi içinde kendini pek mutlu hissetmemiş… Dilleri, mutfakları, görenekleri, yaşam biçimleri farklı bu yeni ailesine uyum sağlamakta güçlük çekmiş. Babasının sağlığında ancak kapılarından rençberlik edebilecek insanların hizmetinde olmayı içine sindirememiş.”(s.47-48)

Bütün olumsuzluklara, yokluklara, yoksulluklara, hastalıklara rağmen kendini evine, çocuklarına ve eşinin hizmetine adamış bir Anadolu kadınıdır. Ayrıca, o günün ve o mekânın şartlarında eşine az rastlanır biçimde öğrenmeye karşı ilgilidir:

“Öğrenme açlığını okuyarak giderme olanağı bulunmasa da sözel bir kaynağı vardı her zaman. Gençlik yıllarından beri tutkulu bir radyo dinleyicisiydi. Radyo tiyatrosunu, bizlere sevdiren de kendisiydi. Ağdalı dramlar işleyen yerli filmleri, birkaç yılda bir de olsa kentimize gelen tiyatro oyunlarını mutlaka izlemeye çalışırdı. Edinmeyi kafama koyduğum bir kitap olursa, mutfak giderinden seve seve kısar, o kitabın parasını koyardı avucuma. Aynı olanağı abime de sağladığını anımsarım…”(s.32)

(33)

16

Yazar anılarını, bir bakıma hayat hikâyesini kaleme aldığı Annem Babam Malatya kitabında kısaca da olsa abla ve abisinden de bahseder:

“Yaşım ilerledikçe, dükkânın bir elemanı olmuştum! Ama asıl abimin çocukluk, ilk gençlik çağları dükkânda geçmiş, annem anlatırdı: babam bana karşı daha hoşgörülü, bağışlayıcı imiş… Abimi sıkı biçimde dükkâna bağlıyor, göz açtırmıyormuş. Onca sıkıdüzene gelemeyen abimse başkaldırıyor, dükkândan kaçıyordu. Babamın anlayışına göre “asi evlat”tı. Bu kanısı hiç değişmeyecekti.” (s.50)

1.2. ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ

“Ailenizin eski kuşak insanların özlerken, belki de özlediğiniz, kendi çocukluğunuzdur, kim bilir…” diyerek geçmişe, özellikle de çocukluğuna özlemini dile getirir Güngör. Malatya’da geçirdiği çocukluk ve gençlik yılları, Sünnilerden Alevilere, dinine bağlı Müslümanlardan Ermenilere, Çingenelere, Zazalara kadar farklı etnik grupların oluşturduğu, buna rağmen huzur ortamını muhafaza eden bir çevrede geçer:

“Aleviler, Zazalar da azımsanmayacak sayıdaydı. İnsanların din ya da mezhep çekişmesine hiç tanık olmazdınız. Herkes kendi inancı doğrultusunda yaşar, kimse kimseye karışmazdı. Kimse kimseyi ayırt etmezdi. Şakalaşmalar, takılmalar dışında, kimse kimseye karşı saygıda kusur etmezdi. Tersine, Ramazan ayları boyunca, Ermeniler de, Aleviler de açıkta yemek yemezler; su, sigara içmezlerdi. Dürüst insan, dürüst esnaf, hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun, saygı görürdü. İnsanlar arasında inanç ayrımı değil, dürüstlük-sahtecilik ayrımı yapılırdı.

Bir de babamın Çingene dostları vardı. Nereden öğrenmişse öğrenmiş, dükkâna geldiklerinde Çingenece hal hatır sorar; onlar da bundan hoşlandıklarını belli ederlerdi.”(Güngör, 2005:84)

Edebiyata, kitap okumaya küçük yaşlardan itibaren ilgi duyan Necati Güngör ortaokul yıllarında, aynı sınıfta okuduğu şiir meraklısı bir arkadaşının önerisi üzerine kitap çıkarma girişiminde bulunur. Babasından aldığı elli lira ve arkadaşının eklediği bir miktar para ile kitap basılır. Hayat Yolu adını verdikleri ve arka kapağında birer vesikalık fotoğrafları bulunan bu kitap saman kâğıdına mavi mürekkeple yazılmış şiirlerden müteşekkildir.

(34)

17

Edebiyat merakının yanı sıra, annesinin izniyle ilkokul yıllarında edindiği ancak adamakıllı çalmak nasip olmadan düşüp kırılan darbuka ve ortaokulda babasının bütün reddetmelerine rağmen annesinin borç-harçla aldığı keman sayılırsa kısmen de olsa müzikle de ilgilenmiştir. Ancak dünya kadar masraf edip alınan kemandan sonra müzik hocasının bilmediği bir müzik işareti yüzünden keman macerası sonlanmış, bugün de hâlâ içinde bir ukde olarak yer etmesine sebep olmuştur:

“Birkaç ders boyunca, bir türlü anımsayamadı! Takılıp kaldık. İşareti çözeceğiz ki ona göre ilerleyelim. Bize ne söylemek isteniyor, ne yapmamız gerekiyor, bilemiyoruz. Matematik işaretleri gibi problemde anlamadığınız işaret varsa çözüme ulaşamazsınız! Onun yerine eski öğrendiklerimizi yineletiyor bize, bu yolla aylık ücreti de işliyordu.

Bu takılış, keman öğrenme serüvenimizin sonu oldu! Arkadaşım da, ben de ilerletemedik çalmayı. Öğrendiklerimizi de zaman rüzgârı alıp götürdü.”(s.123-124).

Zamanın şartlarına göre yoksul sayılamayacak ancak dedesinden kalma varlıklı günleri özlemle yâd edecek şekilde yetişmiştir. Dedesinin ölümünden sonra anneannesi onca malı tek başına idare edemeyeceğini düşünüp tekrar evlenmiş, yeni eşi de har vurup harman savurarak mülkiyeti günden güne eritmiştir. Necati Güngör, anneannesinin yedi yaşında yetim bıraktığı kızına kalan evde doğmuş, büyümüştür:

“Biz varsıl sayılmazdık ama yoksul da değildik. Havuzlu evimiz dededen kalmaydı; annemin babasından… Annemin babası vaktiyle varlıklıymış. Fırınları, değirmenleri çeltik tarlaları, çiftliği Halep’e gidip gelen deve kervanı varmış. Evimizin kapısının yüksek ve çift kanatlı oluşunu, develerin yükleriyle birlikte girip çıkması için, diye açıklamıştı annem. (…) Öyle her istediğimiz alınmazdı sözgelimi. Ayakkabımızın altı delinmesin diye top peşinde koşturmak yasaktı. Yeni bir giysi alınması için çoğu zaman bayramları beklemek durumundaydık ya da eskileri bozarak üstümüze göre yeniden yapardı annem. Kışlık çoraplarımızı, kazaklarımızı, papaklarımızı, eldivenimizi, atkımızı kendi örer, delinen çoraplarımızı yamardı. Buna karşılık odunsuz bir kış geçirdiğimiz olmamıştı. Bir kez odun kıtlığı olmuştu Malatya’da; o kış da, avludaki yaşlı salkımsöğüdü (İstanbul söğüdü derdik ona) kestirmişti babam.”(s.37-38).

(35)

18

Lise yıllarına geldiğimizde, babasının dükkânında çalıştığı günlerde okuduğu kitapların ve sorgulayıcı düşünce yapısının da etkisiyle siyasi bir kimlikle karşılaşırız. Ancak alevlenen ortamda oğlunun bir kazaya kurban gitmesinden korkan babasının yumuşak bir tavırla verdiği telkinler onun bütünüyle siyaset yolunda yürümesine engel olmuştur:

“Babamın yaşı ilerliyor, sağlığına dikkat etmesi gerekiyor, çevresinin kendisinden beklentileri artıyor, yuvadan uçurduğu çocuklarının yaşamını kolaylaştıracak katkılar sağlıyor; bütün bunlar yetmezmiş gibi yeni bir kaygı nedeni çıkıyordu yoluna: Özenle okutmaya çalıştığı oğlunun siyasi olaylara karışarak başını derde sokması! Toplumda baş gösteren olayları sağduyusuyla değerlendiriyor, iktidarlarla karşı karşıya gelenlerin başlarının dertten kurtulmadığını hayat deneyimleriyle biliyor, oğlunun bir kazaya kurban gitmesinden korkuyordu. Dükkânda yalnız olduğu bahanesiyle, okuldan çıkınca yanına gitmemi istiyor, ben de bu isteğine uymaya çalışıyordum. Oğlunu yanında görmek onun içini rahatlatıyordu; bunu sonraları daha iyi anlayacaktım. Akşamları ordan burdan konuşarak eve dönüyorduk. Benimle aynı görüşleri paylaşsa da paylaşmasa da ne düşündüğünü belli etmez; ‘uzak dur’ öğüdüyle yetinirdi.”(s.176).

Babasının nasihatlerinin yanı sıra görüşünü benimsediği partinin mensuplarının bir zaaf olarak nitelendirdiği edebiyat tutkusu onu durduran bir diğer unsurdur:

“Bir bakıma da, edebiyat tutkusu, ideoloji ve siyaset yolunda sonuna kadar gitmekten alıkoyuyordu bazılarımızı. Elimizde edebiyat kitaplarını gören partili arkadaşlar hoşgörüyle karşılıyorlardı zaafımızı… Ama bir yandan da edebiyat tutkusu bir yol ayrımına doğru sürüklüyordu bizi. Ya roman, hikâye, şiir okumayı sürdürecek ya da bu kitapları küçümseyerek, çetrefil bir Türkçeye çevrilmiş, ne dediği anlaşılmayan kuramsal kitapların sayfaları arasında kendimize yol arayacaktık.”(s.177).

Eğitim hayatı bir sonraki bölümde detaylı olarak ele alınacağından çocukluk ve gençlik dönemine ait notlara burada nokta koyuyoruz.

(36)

19

1.3. EĞİTİM HAYATI

Necati Güngör; ilkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Malatya’da, üniversiteyi eğitimini ise İstanbul’da yapmıştır. Babasının devlet dairelerinden haz etmemesi sebebiyle nüfus cüzdanı doğduktan çok sonra çıkarılır. Bu nedenle eğitim hayatına bir yıl gecikmeli olarak başlayacaktır:

“Sözün kısası, nüfus cüzdanım zamanında çıkarılmadığı için yaşıtlarımla birlikte okula başlama şansım olmadı. Ama annem kendince bir çözüm buldu buna: Önce mahalle mektebine göndermeyi akıl etti. Gitmemek için ağlayıp direndiğimi, karalar bağladığımı; beni kandırmak için dayım tarafından ne diller döküldüğünü, annemin tatlı sert çıkışlarını hayal meyal anımsıyorum şimdi.”(Güngör, 2005:52)

Annesi; güçlükler, yokluklar, anne-babasız kalma gibi nedenlerle okuyamamış, bu tutkusunu çocuklarının eğitimi üzerine titizlikle eğilerek telafi etmeye çalışmıştır. Bu ısrarının altında, zamane şartlarında okumanın, okullar bitirmenin yoksulluktan kurtulmak için tek çıkar yol olarak bilinmesi de yatar. Yazar bu durumu, “Memur olup devlet kapısına adımınızı attınız mı, yaşamınız güvence altına girmiş demektir.”(s.34) sözleriyle özetler. O devrin çocukları, “Nereden ve nasıl geleceğini bilmedikleri güzel günler görme umuduyla” gaz lambalarının titrek ışığında ders çalışırlar.

Güngör, ilkokuldan önce, yine annesinin ısrarıyla mahalle mektebine verilir. Mahalle mektebinin hocası Hatice Hoca’nın gölgesinden korkarak geçirir bu yıllarını. İlk eşini seferberlikte kaybeden Hatice Hoca’nın dramatik hikâyesini çok sonra öğrenecek, hatta bunu yıllar sonra “Nazile Hoca” (Güngör, 1986:68) ismiyle hikâyeleştirecektir.

İlkokulu, babasının dükkânına iki yüz metre uzaklıkta, çarşının orta yerindeki Fırat İlkokulu’nda okur. Kendilerine daha yakın okullar olmasına rağmen annesi, kentin ileri gelen ailelerinin çocukları bu okulda okuduğu için oğluna burasını uygun görmüştür.

Necati Güngör’ün okuma merakı ilkokul sıralarına dayanır. Babasının dükkânına gidip gelirken geçtiği sokaklar, bu sokaklardaki dükkânlar, özellikle de Kışla Caddesi üzerindeki kitapçı vitrinleri dikkatini cezbetmektedir. O yaşlarda, daha sonra müdavimi olacağı vitrindeki kitapların kapaklarını, kapaklardaki yazar isimlerini belleğine işler. Kitapların büyülü dünyası küçük Necati’ye kapılarını cömertçe açar:

(37)

20

“Bir gün de, evimizin çatı arasında oynarken bir sandık dolusu kitap bulmuştum. Daha çok polisiye romanlar; Çağlayan Yayınları… Bazı kitapları okudukça şaşırıyordum! Bizim oradan başka yerde kullanılmayacağını sandığım deyimler, atasözleri… Kitapların yazarına bakıyorum yabancı bir ad. Sözgelimi, romanın kahramanı bir yerde şöyle diyordu kız arkadaşına: “Elinin hamuruyla erkek işine karışma!” Bu lafları okudukça şaşkınlığım artıyordu… Bu romanların yazarının aslında Kemal Tahir olduğunu, üstadın Malatya Cezaevi’nde yattığını, akşam sabah buralı insanların konuşmalarıyla kulaklarının dolduğunu öğrenmem için epey zaman sonra Babıâli Yokuşu’nu tırmanmam gerekecekti.”(Güngör, 2005:58)

Sabahları okula, okuldan sonra da kasap dükkânına giderek biten ilkokul yıllarının ardından, artık çevre algısı değişen Güngör, okul müdürünün yönlendirmesiyle şiirler yazmaya başlamış, evlerinde bulunan Karacaoğlan şiirlerini, Yunus Emre’nin divanlarını okuyarak onlara özenmeye başlamıştır. Annem Babam Malatya kitabındaki şu sözler onun ilkokul hayatına ilişkin bilgileri içerir:

“Aslında, bu yöne itilmemi sağlayan, ilkokul bitirme sınavları esnasında, okul müdürümüzün benimle ilgili bir sözüydü… “Bu çocuk edebiyatçı olacak!” Böyle demişti… Önce, bir konu verip onunla ilgili kompozisyon yazdırmışlardı. “Ormanın yararları.” Ardından sözlü sınav geldi. Sınıfın kapısında bekleyip, numara sırasıyla giriyoruz içeri. Sıram geldi ve girdim. Beni fark etmeyen öğretmenler, yazdığım kâğıt üzerinde konuşuyorlardı. O zaman işittim, Müdür Bey’in sözünü. “Anlaşılıyor canım, bu çocuk edebiyatçı olacak.”(s. 118)

Aynı sınıfta okuduğu, şiire meraklı bir arkadaşının teşvikiyle, ortaokul yıllarında birlikte bir şiir kitabı çıkarırlar: Hayat Yolu. Saman kâğıdına mavi mürekkeple basılı kitap, amatörce de olsa, yazarın ilk kitabıdır.

Altmışlı yılların ilk yarısına tekabül eden ortaokul yıllarında toplum sağcı ve solcu olmak üzere parçalanmış, hem sağcısı hem de solcusu dinamik bir düşünce ortamında öğrenim açlığı içerisine girmiştir. Dünya algısı günden güne olgunlaşan Güngör, “yaşadığı toplumun belirlediği sınırlar dışına çıkmaya, yeni şeyler öğrenerek bilgilenmeye, kişiliğini bulmaya, kuşaklar boyunca herkese dayatılmış bilgi kalıplarının dışına çıkmaya çabalar, el yordamıyla.”(s.126). İngilizce öğretmeninin Nâzım Hikmet’in ölümünü haber vermesiyle şairden haberdar olmuş, o günden sonra

(38)

21

da kendi tabiriyle “Nâzım Hikmet şiirlerinin avına çıkmıştır.”(s.126). Bu takip, yazarın dünya görüşünün temellerini de bir bakıma oluşturur niteliktedir:

“O güne dek usta diye bellediğim şairler birdenbire gözümden düşmüştü! Nâzım ustanın kadınlar konusunda bir şeyda bülbülü olduğundan haberimiz yok; dolayısıyla, aşk şiirleri yazmak da birdenbire anlamsız bir uğraşı gibi görünmeye başladı gözüme. Nâzım Hikmet yalnızca bir şair değil, bir dava adamı; şiirini de davasına adamıştı… Onun şiirlerini anlamak için davasını da bilmek gerekiyordu… İlgi alanımızın sınırları gittikçe genişliyor; bu kez, çevremizdeki insanları yadırgatacak biçimde, geleneksel siyasi eğilimleri, siyaset dünyasının önderlerini de sorgulamaya, eleştirmeye başlıyorduk boyumuza bakmadan… Büyüklerimizin, adeta kutsallaştırırcasına benimsedikleri siyasi önderleri reddederken, aslında topluma değişmez yazgı gibi dayatılmış bir şeylere karşı çıkmayı gereksiniyorduk.”(s.127).

Lise sıralarında Güngör’ü, benimsediği siyasi düşünceyi biraz daha içselleştirmiş vaziyette buluruz. Edebiyata olan ilgisi Gorki, Sabahattin Ali, Orhan Kemal çizgisinde hikâyeler yazma isteğiyle devam etmekle birlikte, Filistin kamplarında gerilla eğitimi almak için okulu üç aylığına terk eden arkadaşların habersiz gidişlerine sitem edecek kadar siyasi görüşüne bağlılığı dikkat çeker. Ancak dönemin militanlarından birinin yıllar sonra kaleme aldığı anılarını okuyunca böyle bir serüvenden geri kaldığı için duyduğu üzüntünün yersiz olduğunu anlayacaktır.

Yine bu yıllarda, yazarın edebi kimliğini destekleyecek, gayret aşılayacak bir olay gerçekleşir. Bir hukuk öğrencisi olan Erkan Yücel’in Malatya’da amatör olarak çıkardığı bir edebiyat dergisine gönderdiği hikâye ona birincilik ödülünü kazandıracaktır:

“Yücel’in dergisi bir hikâye yarışması düzenledi. Yarışmaya, büyük kentlerden bile hikâyeler gönderilmişti. Yapılan değerlendirme sonucunda, yeni bir dolmakalem alarak bir deftere özene bezene yazdığım hikâye birincilik ödülüne değer görülmüştü. Bu mütevazı ödül, beni, artık hiç kopamayacağım bir yola sokmuş oldu.”(s.178).

Liseyi bitirmesinin ardından bir fakülteye rahatlıkla girebilecek kadar iyi bir puan alan Necati Güngör’e ilk tepki babasından gelir. Her gün bir üniversite öğrencisinin öldürüldüğü o günlerde oğlunu yanı başında, tehlikeden uzak görmek

(39)

22

ister. Eğitimi için gerekli parayı babası karşılayacağı için onu ikna etmesi gerekmektedir. Annesi, kendi babasından kalan tarlayı satmakla tehdit edince yelkenler suya iner ve Güngör’e üniversite yolu açılmış olur:

“Ama bir koşulu vardı; onun istediği fakülteyi seçecektim! İstediği fakülte de hukuktu. İki nedeni vardı bu fakülteyi istemesinin: Daha önce teyzemin iki oğlu hukuk okumuştu, çok düzgün yargıçlar olarak saygınlık kazanmışlardı çevrelerinde… Onları gıptayla, sevgiyle izliyordu babam… İkinci nedeni de, yazı yazmalara hevesli olduğumu biliyor; başımın derde girmesini istemiyordu. Yasaları bilerek yazarsam, yazdıklarımın suç öğesi taşımayacağına inanıyordu.

Oysa benim gönlümde yatan psikoloji ya da gazetecilik okumaktı… Seçim sıralaması yaparken, bilmeden hukuk fakültesini ilk sıraya yazmış, ötekileri de ardına sıralamıştım. Aldığınız puan ilk sıradaki fakültenin öngördüğü puanı tutmazsa, ikinci, üçüncü seçiminize sıra geliyordu. Babama, hukuku birinci sıraya yazdım, ama puanım yetmedi, giremedim, demeyi kuruyordum.

Sınav sonuçları açıklandığında, hukuk fakültesine alınan ilk öğrenciler listesinde adım yayımlandı. Tutuklanmıştım adeta!”(s.180).

Böylece, isteksizce başladığı hukuk tahsili, öğrenimi sırasında da Güngör için yorucu ve gereksiz bilgilerle dolu bir mücadele halini alır. “Dili kılçıklı, anlatımı çetrefil, yabancı kitaplardan apartılmış, çoğu zaman ne dediği bile anlaşılmayan ders kitaplarını, bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnercesine”(s.198) okur, ne dediğini anlamaya çalışır. Yine de gayreti elden bırakmaz. Ceza hukukunun üç bin sayfalık kuramsal bir kitabını aylarca çalışıp yüz sayfaya indirecek, böylece sadece kendine değil, arkadaşlarına da büyük kolaylık sağlayacaktır. Ancak öğrenim hayatında müşahede ettikleri bu çabasına ket vurur. Üniversite öğrenimi sırasında siyasetin fakülte sıralarına kadar taşındığına, ders çıkışlarında sebep belirtilmeden tutuklanan öğrencilere (bir defasında kendisi de tutuklanan öğrenciler arasında yer alır), adam kayırmayla kimsenin geçemediği sınavların verilmesine, hatta siyasi görüşleri kendisine uymuyor diye birbirini ihbar eden hocalara tanık olacak, fakülte hocalarının saygınlığı konusunda içinde derin bir kuşku oluşacak ve hukuka karşı soğuyacaktır. Bu uzaklaşma onu yazarlığa itecek, kendisine ödüller kazandıran yapıtların doğmasına sebep olacaktır.

(40)

23

1.4. EVLİLİĞİ

Necati Güngör, ilk evliliğini 1980 yılında Birsen Tör ile yapmış, bu evliliği on iki yıl sürmüştür.

2002 yılında ikinci evliliğini çevirmen Ayşe Hacıhasanoğlu ile yapan yazar, kendisiyle altı ay evli kalmıştır. Yazarın bu iki evliliğinden de çocuğu bulunmamaktadır.

1.5. KİŞİLİĞİ VE MİZACI

Necati Güngör bir cumhuriyet çocuğu olarak yetiştirilmesiyle gurur duyar. Annesinin bir cumhuriyet kadını olmayı yeğleyerek, hem yörenin geleneklerine uygun biçimde başını örttüğünü hem de kendilerini cumhuriyet anlayışıyla yetiştirdiğini ifade eder. Ancak, otuz beş yıl aradan sonra annesinin hastalığıyla Malatya’ya dönecek olan Güngör, kentin değişen çehresinde kendisini oldukça rahatsız edici suretler görür. Onun dünya görüşüne göre bir kadın, ancak gelenek çerçevesinde örtünebilir.

“Kentlerarası bağlantı sağlayan o geniş caddenin iki yanında heybetli beton bloklar yükselmiş. İşhanları, işletme binaları, otomobil acentaları, benzin istasyonları, oteller, üstgeçitler, alışveriş merkezleri, siteler; saymakla bitmiyor… Ama insanların kılık kıyafetine bakarsanız, altmışlı yılların gerisinde! Takım elbiseli, fötrlü beyefendiler, japone kollu, saçları ondüleli hanımlar gitmiş; onların yerini şalvarlı, çember sakallı erkeklerle, tesettürlü kadınlar almış. “Hayır!” diyorsunuz, “Bunlar, o kuşağın çocukları olamaz; bunlar başka birileri…”(Güngör, 2005:29)

Bu “Arap geleneklerine göre kapanan kadınları” ve “çember sakallı erkekleri” kastederek “Peki ya, kaldırımlardan taşan bu tesettürlü, şalvarlı yurttaşlar kimlerin yetiştirmesi?” diye sorar kendi kendine. Onları bu “cumhuriyet kenti”nin sokaklarına yakıştıramaz. Cevabı da ardından gelir: “İç göç! Onlar Malatya’nın yerlileri, bu toprağın köklü insanları değil… Hatta kırsal yörelerden gelenler oldukları bile kuşkulu. Başka illerin insanları.”(s.29)

Küçüklüğünde vaktinin çoğunu yanında çırak olarak geçirdiği, çok vakit sinirleri gergin, sert mizaçlı babasının ani öfkelenmeleri karşısında sabırlı, sessiz ve yumuşakbaşlıdır. Ancak bunun yanı sıra sorgulayıcı tavrı ve içten içe karşı koymalarıyla da karşılaşırız. Annesi, onun bu inadını Ermenilerin bayramı arefesinde

(41)

24

bir “Gâvur Hamamı”nda dünyaya gözlerini açmasına bağlar (s.162). Bir mizah duygusuyla söylenmiş olması muhtemel bu söz, Güngör’ün annesiyle bir başka şakalaşmasını akla getirir:

“Teravihten dönen anneme takılırdım: “Konser bitti mi?”

Annem altında kalmaz: “Allah sana da böylesi konserler nasip etsin oğlum!” derdi.

“Ama bak, ilahileri yanlış okuyorsunuz!” diye takılmayı sürdürürdüm. “Sen de gel, doğrusunu oku!” derdi.

“Yunus’a karşı ayıp oluyor ama…”

“Yunus bizi hoşgörür, sen kendine bak!” diyerek noktayı koyardı annem.”(s.153-155)

“Mahalle arkadaşlarımın iğvasıyla birkaç kez camiye gitmiş, bu olumsuzlukları yaşayınca, o adamlarla aynı yerlerde olmamaya karar vermiştim! Zaten küçüklüğümden beri körü körüne inanma yerine, şeytani sorular aklıma takılıp dururdu. Bir defasında, babamı mahcup etmiştim, bu huyum yüzünden. Dinî konularda bilgisi olan bir müşterimiz vardı. Adamcağız dokuma fabrikasında işçiydi bazı günler fabrikadan çıkıp bizim dükkâna uğrar, hem et alır, hem de ayaküstü babamla söyleşirlerdi. Babam öğrenmek istediği dinî konuları bu adamcağıza sorar, o da bildiklerini güzel güzel anlatırdı. Bir gün ben de kendimi adam yerine koyup Hocaefendi’ye bir soru sormak istediğimi söyledim. Tatlı bir gülümsemeyle yüzüme bakıp, “Haydi sor,” dedi.

“Cennette helâ var mı?” diye sordum pattadak!

Öteden beri aklıma takılan bir konuydu bu. Hep, şöyle yenilecek, böyle içilecek deniliyordu. Meyveler dalından koparılacak, bir dereden yağ akacak, bir dereden bal… (Bütün bu yiyecekler bağırsak çalıştırırdı!) Cennet bahçelerinde her yan güllerle kaplı… Bu kadar yenilen içilen yerde ayakyoluna da gidilecekti elbet… Ama ayakyolu pis bir yerdi. Berbat kokuyordu. O güzelim gül bahçeleriyle, bu pis koku nasıl bağdaşacaktı?”(s. 151-152)

(42)

25

Güngör, İslam inancına göre farz olarak kabul edilen “kurban” ibadetinden, hikâyelerinde de zaman zaman karşılaşılan bir tutumla, şöyle bahseder:

“Hayvanları boğazlayıp etiyle beslenen ya da ağzı var dili yok hayvancıkların kanını akıtarak Tanrı’ya sevgi gösterisine bulunan günümüz insanı, mağara çağındaki ilkel atalarından ne kadar ileride acaba?”(s.40) “Bugün, her kurban bayramında içim burkuluyor, hayvanların topluca katledildiğini düşünerek… Günah diye bir şey varsa, hayvanların yaşama hakkına karşı insanın işlediği kıyımlar günah sayılmalıydı!”(s.69)

Kendi görüşlerini rahatlıkla dile getirmekle birlikte, karşı fikirleri savunanlar en kadîm dostları bile olsa onlara karşı saygılı duruşunu muhafaza etmiştir:

“Mahalle arkadaşlarım büyüklerinin yüzünü kara çıkarmadı oysa; içlerindeki temiz inancı, sorgusuz sualsiz korudular. Onlarla hâlâ görüşür, ama dinî konularda birbirimize karışmayız.”(s.153)

Necati Güngör geçmişine, yetiştiği topraklara, farklı etnik yapılardan oluşan insanlarına, dostlarına olan özlemini Annem Babam Malatya isimli kitabında dillendirmiştir. Adı geçen kitaptan da anlaşılacağı üzere güçlü bir hafızaya ve keskin bir gözlem yeteneğine sahiptir. Daha çocuk denilecek yaşlardan itibaren babasının dükkânına gittiği zamanlarda yol üzerindeki dükkânları merakla gözlemlemiş, ustasından çırağına, dilencisinden hamalına, Ermenisinden Müslümanına çarşının tüm insanlarını en ufak detaylarına varıncaya dek, kuvvetli hafızasıyla belleğine yerleştirmiştir. Bu geniş birikim daha sonra kimi hikâyelerinde hamalları [(Dağlarda Yalnız Bir Köpek (Güngör, 2008:7), Kan Kokusu (Güngör, 2002:22), Kuşlar Arkadaşımdır (Güngör, 2002a:64), Yalancı Ölüm (Güngör, 1998:35)], kimilerinde kasapları [O Yolun Sonunda (Güngör, 2002b:57), İnek (Güngör, 2002a:21), Kan Kokusu, Ağlama Köpeğim (Güngör, 1998:45), Babam Tanık Sandalyesinde (Güngör, 2008:137)], kimilerinde Ermenileri [Bostangüzeli (Güngör, 1980:66), İyiler Genç Ölür (Güngör, 1998:7), Dünya Bir Pencere (Güngör, 1980:76)], kimilerinde ise çocuk işçileri [Dağlarda Yalnız Bir Köpek (Güngör, 2008:7), Güzelim Kahveci (Güngör, 1982:23)] doğuracaktır.

Anneme Bir Ev Alacağım adlı kitabının ilk hikâyesi “Burada Bülbül Ağlamış”, şu cümlelerle son bulur: “Derler ki, bülbül gül için ağlarmış. Ne büyük yalan! Bülbülü ağlatan insanoğlunun kendisidir. Kuşların yaşadığı yerlere göz diken, onlara yaşama

(43)

26

alın bırakmayan insanoğlu.” (Güngör, 2011:17) Kaleme alınan bu cümlelerde Necati Güngör’ün; hem çarpık yapılaşmanın getirdiği yıkımlara, hem de aynı havayı teneffüs ettiğimiz hayvanların dünyasını işgal ederek yapılan saygısızlıklara isyan ettiğini görürüz. Yine bunun gibi, “Hep Böyle Uzun Yollar” (Güngör, 2002b:89), “Gözyaşların İnci Tanesi” (Güngör, 1998:19), “Kuşlar Arkadaşımdır” (Güngör, 2002a:64) gibi hikâyelerinde yazar; çarpık yapılaşmanın, makineleşmeyle birlikte tüketim odaklı değişen ilgilerin karşısında durmuştur. Bağdadi mimariye sahip evlerin birer birer beton binalara feda edilmesi ve bu beton binalara apartman yaşamından bîhaber insanların yerleştirilmesi tepkisine, yazarın biyografisine ışık tutan Annem Babam Malatya isimli kitabında da yer verilmiştir:

“Yapsatçılar, mimar-mühendisler, eczaneler, doktorlar, avukatlar, tabelalarıyla bu kentin yaşamına yalın biçimde ayna tutuyorlar sanki. Eski bağdadi evler yıkılıyor, yerlerine sakil binalar dikiliyor; o binalara apartman yaşamından habersiz çok çocuklu aileler yerleşiyor; çocuklar apartmanların içini oyun bahçesi, duvarlarını kara tahta gibi kullanıyorlar.” (Güngör, 2005:30)

Necati Güngör; dürüstlüğü ispatlanmış, düşkünü kollayan, muhatabı bir hayvan bile olsa ihtiyaç sahibine cömertçe ikramda bulunan, vefa duygusunu içselleştiren bir babanın oğludur. Özellikle çocukluk yıllarında babasıyla çokça vakit geçirme imkânı bulmuş olan yazarın, bu tür hassasiyetlere sahip olduğunu bir gazeteye verdiği söyleşiden anlıyoruz:

“Öyle toplumsal koşullarda yaşıyoruz ki, yeni nesiller, mesela vefa kavramının anlamını bile bilmiyor. Bu durumun hikâyesini yazmak da bizlere düşüyor. (…) Kendime göre bir kriterim var. Hayvana iyi davranan insan, iyi insandır diyorum ben. Tarih boyunca insanın mağduru olmuş hayvana “hayvan” muamelesi yapmayan insanları kastediyorum. Bir canlı sizin kadar düşünemiyor diye ona zulmedemezsiniz ki.” (Can, 2009:5)

Üniversite öğrenimi görmek üzere Malatya’dan ayrılıp İstanbul’a gelen Güngör, tam bir İstanbul âşığıdır. Bir Taşralının İstanbul Nostaljisi adlı kitabında hayal kentin çeşitli semtlerini tarihsel açıdan, özlemli bir duyarlılıkla anlatmıştır. Hikâyeci kimliğinin yanı sıra iyi bir araştırmacı ve gözlemci olan Güngör, kimi zaman değişime tanıklık eden insanlarla, kimi zaman da kendi izlenimlerine dayanarak, söyleşilerle bu şehre olan tutkusunu dile getirmiştir.

(44)

27

B Ö L Ü M I I

2. S A N A T I

2.1. SANAT ANLAYIŞI VE BESLENDİĞİ KAYNAKLAR

Cemal Süreya’nın, “Anadolulu bir Tanpınar özlemi.” olarak nitelendirdiği Necati Güngör’ün de her yazarda olduğu gibi kalemini etkileyen, sanatına yön veren isimler olmuştur. Küçük yaşlarından itibaren kitaplara merakı olan yazar, okul sonrası babasına yardım etmek için dükkânına gittiği günlerde Gorki, Fakir Baykurt, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi isimleri elinden düşürmemiş, onların edebiyat anlayışından bir hayli etkilenmiştir. Sanatının hangi minval üzere geliştiğini ve beslendiği kaynakları kendisiyle yaptığımız görüşmeden alıntılarla aktarmak yerinde olacaktır:

“Benim yazmaya başladığım yıllarda toplumcu gerçekçi edebiyat anlayışı yaygındı. Bu çizginin edebiyatçıları beni en çok etkileyen yazarlardır. En başta Sabahattin Ali ve üç Kemal’ler: Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Kemal Tahir. Yanı sıra köy enstitülü yazarlar: Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Başaran, Osman Şahin vb… Ancak edebiyatın daha eski kuşaklarıyla da bağım hep vardı: Reşat Nuri Güntekin, Yakup Kadri, Tanpınar, Abdülhak Şinasi, Halide Edip, Memduh Şevket vb… Yabancılardan yazarlardan, Gorki, Babel, Steinback, Hemingway, Hamsun, İstrati vb. Nâzım Hikmet’in şiirleri, Cemal Süreya’nın denemeleri, Fikret Otyam’ın röportajları da dillerinden etkilendiğim kalem sahipleridir.”3

Dil ve üslup açısından Güngör’ün eserlerine bakıldığında ilk hikâyelerinde mahallî dilin kullanıldığı, yabancı kökenli kelimelerin yazına çokça girmediği dönemlerde eserler kaleme almış olmasının sonucu olarak sade ancak akıcı bir Türkçe ile karşılaşıldığını söylemek mümkündür. Sonraki hikâyelerinde yerel dil yerini İstanbul Türkçesine bırakmıştır. Bu durumu kendisi de şu şekilde açıklamaktadır:

“Benim yazmaya başladığım yıllarda yerel dil akımı pek yoğundu. Üç Kemal’lerin, Köy kökenli yazarların başlattığı yerel dil akımını hikâyeci Bekir Yıldız doruğa taşımıştı. Herkes kendi bölgesinin yerel diliyle yazıyor ve böyle yazmanın erdemine inanıyordu. Anadolu Türkçesinin değişik ağızları edebiyat eserleriyle

(45)

28

yaşıyordu. Kemal Tahir, Çorum ağzıyla yazıyordu sözgelimi. Bundan bir üslup yaratmıştı. Orhan Kemal ve Yaşar Kemal Çukurova köylüsünün dilindeki şiir damarını yakalamıştı. Orhan Kemal daha sonra İstanbul Türkçesine yaklaşacaktı. Kemal Bilbaşar, Cemo romanlarıyla Doğu Anadolu dilini adeta şiirleştirir. Bekir Yıldız Urfa - Diyarbakır yörelerini anlattığı zaman, yörenin diline de alabildiğine yaslanıyordu. Osman Şahin yine öylesine… Benim ilk hikâyelerim Malatya yerel dilinin özelliklerini taşır. Oysa bir bölük edebiyatçı da ortak Türkçe olan İstanbul Türkçesiyle yazmakta ısrar ediyordu.

İkinci kitabım Sevgi Ekmektir’den itibaren işi tadında bırakıp, dilde yerellikten sıyrılarak İstanbul Türkçesine yönelim görülür. Zaten ikinci kitabıma Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü verilmesi bir rastlantı olmasa gerek… Bugünkü anlayışıma göre, edebiyatçı yerel dildeki Türkçe pırıltılarından yararlanabilir; ancak tümüyle yerel dile yaslanamaz. Türkiye’nin ortak Türkçesi, İstanbul Türkçesi olmak durumundadır. Aksi durumda, Azerbaycan Türklerinin diline benzer dilimiz. Azeriler, asıl Türkçenin kendi konuştukları olduğunu ileri sürüyor. Oysa, bizim Erzurum şivesinden başka bir şey değil, konuştukları dil. “Bakıyorsun” diyecek yerde, “Tamaşa edirsen” diyor. Erzurumlu şivesi bizde ancak Karagöz perdesinde gülünçlük öğesi olarak kullanılmıştır… Yanılıyor muyum?”4

2.2. SANAT HAYATI

Necati Güngör, küçük yaşlardan itibaren kitaplarla ilgilenmeye başlamıştır. Okul sonrası, kasap olan babasına yardıma gittiği günlerde et sarmak için kullandıkları gazete kâğıtlarında yazılı olanları merak edecek, dükkân yolu üzerindeki kitapçı vitrinlerini ezber edecek, bu merakı giderek onun Gorki, Fakir Baykurt, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi isimlerle tanışmasına vesile olacaktır. Onu, vitrini çengellere asılmış koyunlarla bezeli kasap dükkânı önünde elinde kitapla gören mahalle çocukları şaşkınlıkla karışık, onun bu haline anlam veremezler:

“Dükkânın önünde oturup kitap okurken, çevremde, yaşıtım hamal çocuklar olurdu. Kitap okuduğumu görünce bana takılmaz, kendi aralarında konuşup şakalaşırlardı. Bir gün, içlerinden birinin, “Gene ne okuyor?” diye sorduğunu işittim, ama duymazdan geldim.

(46)

29 Öteki: “Felsefe okuyor,” dedi.

“Felsefe ne demek?”

“Bilmem. Herhalde bilim demek.”

(Sonradan fark edecektim ki, edebiyat ve felsefe kitapları ilk kez benimle birlikte girmiş Kasaplar Çarşısı’na; sonra bir daha da hiç yolu düşmemişti.)” (Güngör, 2005:111)

Yine aynı kitabında yani Annem Babam Malatya kitabında bahsedildiği üzere henüz ortaokul sıralarında, evlerinde bulunan Karacaoğlan, Yunus Emre gibi şairlerin divanlarını okuyan Güngör, okuduklarından etkilenmiş olmalı ki şiirler kaleme alır. Bugünün çocuklarının mana dünyasında yerini bulamayacak birçok kavramla daha küçükken tanışma imkânı bulur: “Kış geceleri mangal başında, yaz geceleri kayısı çekirdeği ayıklarken, serin sonbahar akşamlarında kışa hazırlık buğday ayıklarken anlatılan masallar, söylenceler, öyküler, anılar, mâniler, bilmeceler, duyarlığımızı besleyen ilk edebiyat malzemeleriydi. Okuyup yazmaları söktükten sonra (ilkokul sıralarında) Karacaoğlan’a, Yunus Emre’ye öykünerek şiirler yazmaya çalıştığımı hiç unutmam…” (Andaç, 1999:155) Bu şekilde edebî altyapısı oluşmaya başlayan yazara, aynı sınıfta okuyan şiire meraklı bir başka arkadaşı birlikte kitap çıkarma önerisinde bulunur. Daha çok arkadaşının ısrarıyla, saman kâğıt üzerine mavi mürekkeple yazılmış şiirlerden mürekkep, arkasında ikisinin de vesikalık birer resmi bulunan ilk kitapları Hayat Yolu bu şekilde basılmış olur:

“Okulda, aile, akraba arasında, eş dost gözünde şairliğimiz böylece belgelenmiş oldu. Hele öğretmenlerimizden gelen övücü, yüreklendirici sözlerle büsbütün şair havasına girmiştik… Arkadaşımın şiirleri epik temalar işliyor; bense soyut bir sevgiliye romantik duygularımı anlatmaya çabalıyordum. Öğretmenlerimiz de deste deste alıp sınıflarda satıyordu kitaplarımızı.”(s.119).

“Çevrenin kolayca armağan ettiği şairlik rozeti”ni takan Güngör, artık kitapçı vitrinlerinin önünde daha çok zaman geçirir. Yeni şairler, yazarlar tanımanın yollarını arar. Bu arayış onu daha çok okumaya ve üretmeye sevk edecektir. Bu doğrultuda lise çağlarına doğru yazdığı yazılar Malatya’nın Oluş adlı edebiyat kültür dergisinde yayınlanır. Yine aynı derginin açtığı hikâye yarışmasında kazandığı birincilik ödülü, kendisinin de “Bu mütevazı ödül, beni, artık hiç kopamayacağım bir yola sokmuş

(47)

30

oldu.” şeklinde nitelendirmesiyle, onun edebiyat dünyasına hikâyeci kimliğiyle dahlinde en büyük etken olacaktır: 5

“Malatya’dayken bazı yerel gazetelerin yanı sıra Oluş adlı edebiyat kültür dergisinde yazılar yazdım. Bu derginin açtığı bir hikâye yarışmasında birincilik aldım. Hikâyeyi, dolma kalemle, bir deftere yazmıştım, onu yarışmaya gönderdim. Bu hikâyede mezbaha işçilerinin yaşamlarına ilişkin kesitler anlatılıyordu. Jüri Başkanı Doktor/Yazar Muzaffer Hacıhasanoğlu hikâyenin kimi ayrıntılarını pek beğendiğini yazmıştı. “Natüralist okulun gözlemcileri gibi” nitelemesi hâlâ aklımdadır.”6

Üniversitede okuduğu yıllarda, hukuk fakültesi birinci sınıfından itibaren bazı edebiyat dergileri ve kimi gazetelerde yazılar yazmaya başlamıştır. Böylece üniversite öğrenimiyle edebiyat iç içe geçer. Hatta zaman zaman edebiyat öne geçer. Babıali’de ilk yazısı 1972 yılında Yansıma Dergisi’nin “Günümüz Türk Hikâyesi Özel Sayısı”nda yayınlanır. Burada yazdığı hikâyeyle edebiyat çevrelerinde okunmaya başlar. Kendisi bu yıllarını şöyle özetler:

“Benim üniversite yıllarım yoğun olaylı yıllara rastlar. Bu nedenle düzenli bir üniversite yaşamım olmadı. Onun yerine kendimi edebiyata verdim sanırım. Böylece üniversiteden sağ çıkabildim belki de. Üniversitenin ölümcül olaylara sahne olması, gazetelere, dergilere yöneltirken beni, öğrencilik yaşamım uzadı gitti.

1977 yılında babamı yitirince, benim için çalışmak zorunlu hale geldi. Geçimimi sağlamak için yazmak kaderimdi artık.

İlk kitabım Yolun Başı’nı da öğrencilik yıllarımda çıkarmıştım. Bunu öteki kitaplarım izledi: Sevgi Ekmektir, Bu Sevda Ölmek, Yeryüzünde İki Gölge, Hayatımın Yedi Hikâyesi, Unutulmaz Bir Kadın Resmi, Sinema Kuşu Sevgilim…

1987 yılına geldiğimizde, hâlâ fakülte son sınıftaydım ama bu kez de askerlik problemi karşımıza çıktı: Askerliğini yapmayan öğrencileri fakülte yönetimi sınava almamaya başladı. Zorunlu olarak askerlik şubesine başvurup, bedelli askerlik

5Tezimizde yayınlamak üzere ödül alan hikâyesinin kopyasını istediğimizde, kendisinin de

ulaşamadığını üzülerek ifade etmiş, dergi sahibinin hikâyeyi iade etmediğini, başvurularının sonuçsuz kaldığını belirtmiştir

(48)

31

yasasından yararlandım. Antalya’da üç ay bedelli askerlik yapıp, yine Babıali’ye döndüm.

Hukuk Fakültesi’nden ön lisans diploması alıp öğrencilik yaşamıma son verdim ve kendimi tümüyle yazı yazmaya adadım. Askerlik sonrasında yoğun biçimde yazdım ve yayımladım.”7

Daha sonra Türkiye Defteri Dergisi’nde birkaç yazısı çıkar. Aynı yıllarda Yeni Ortam gazetesinin sanat sayfasında arada sırada yazı yayımlamaktadır. Hürriyet Gösteri Dergisi uzun yıllar, düzenli olarak yazı yazdığı dergidir. Sesimiz, Kadınca, Nokta, Cumhuriyet Dergi, Atlas, E Dergisi, Kaçak Yayın, Negatif, Milliyet Sanat, Yaşasın Edebiyat, Varlık, Eski, Berfin Bahar, Notos, Ataşehir, Paylaşım; seksenli, doksanlı, iki binli yıllarda yazılarının yayımlandığı dergiler arasındadır.

Ayrıca Politika, Aydınlık, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet gibi gazetelerde de röportaj yazarlığı yapmıştır.

Şu anda yazarlık süreci, yeni hikâyelerinden müteşekkil hikâye dosyası ile tüm hızıyla devam etmektedir. Ayrıca, araştırmacı kimliğiyle dikkati çeken yazar, sekiz yıllık bir çalışmanın ürünü olan, on iki bin maddelik Türk Mutfak Kültürü Sözlüğü’nü yayına hazırlamaktadır.

Referanslar

Benzer Belgeler

Özellikle Gutsche, p-ter-bütil fenol ve formaldehiti uygun bir bazın eşliğinde reaksiyona sokarak halkalı tetramer, hekzamer ve oktamer sentezi için metodlar

Bu tez çalışmasında hidromekanik derin çekme işlemi, Abaqus SEA programında modellenerek, proses sonunda sac kalınlığında en az incelmeyi sağlayacak şekilde sıvı basıncı

Schumpeter’e göre yenilik süreci, araştırmadan geliştirmeye geliştirmeden üretime ve pazarlamaya doğru doğrusal olarak devam ederken, 1980’lerden sonra görülmüştür

lazulina yaprak enine kesit a genel görünüm b iletim demeti Ku Kutikula ÜEp Üst epidermis AEp Alt epidermis Pp Palizat parenkiması Ks Ksilem F Floem Sk Sklerenkima... lazulina

Ona göre icmâ iki şekilde sâbit olur: Birincisi, alimlerin, üzerinde ittifak edilen hükmü kat’î olan ve zanna dayanmayan naklî bir delile dayandırmaları

Karaman, Spectral Singularities of Klein-Gordon s-wave Equation with an Integral Boundary Condition, Acta Math. Coskun, The structure of the spectrum of a system of di

Finansal tablolardaki hile ve usulsüzlükten kay- naklanan önemli yanlışlıklar genellikle, yıl için- de ya da dönem sonlarında uygun olmayan ka- yıtların yapılması ya da

Re-arranging mold shelf and equipment used in mold change operation has saved time. and work