• Sonuç bulunamadı

4.2. KONU

4.2.2. Toplumsal Hayatı Konu Alan Hikâyeler

4.2.2.3. Siyaset

Annesinin bir cumhuriyet kadını olmayı yeğleyerek, hem yörenin geleneklerine uygun biçimde başını örttüğünü hem de kendilerini cumhuriyet anlayışıyla büyüttüğünü ifade eden Necati Güngör, bir cumhuriyet çocuğu olarak yetiştirilmesiyle gurur duyar. Lise yıllarında, Filistin’e gerilla eğitimi almak için giden sınıf arkadaşlarına, kendisini götürmedikleri için sitem eden, ancak daha sonraları bu kampların iç yüzünü öğrenerek böyle bir serüvenden geri kalmakla yersiz bir üzüntüye kapıldığını düşünen Güngör, gençlik çağının getirdiği coşkuyla hareket etmekten çok, fikirce yakın bulduğu Gorki, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi yazarları okuyarak kendini yetiştirmiştir. Üniversite yıllarında hiçbir illegal örgütle ilişkisi olmadığını, hiçbir eyleme karışmadığını ifade eden Güngör, üniversite hocalarının da ihbarıyla tutuklanacak, nezarethanede kaldıktan sonra salınacak, ancak suçlu damgasını üzerinden silmek kolay olmayacaktır. Cumhuriyet, Milliyet ve Hürriyet gibi gazetelerde yıllardır yazıları yayınlanan yazarın gerek hikâyelerinde, gerekse anı ve söyleşilerinde hem bu devre tanıklık etmiş olmasının, hem de severek okuduğu isimlerin etkisiyle siyasi çizgisini belli eden cümlelerle karşılaşırız.

Deniz Gezmiş’in de adının geçtiği “Altmışsekizli ve Miço” hikâyesinde, siyasi düşünceleri yüzünden bir takım olaylara karışmasıyla polis tarafından kaldıkları yurda düzenlenen baskın sonucu tutuklanan ve yıllarca hapis yatan bir balıkçının hikâyesi anlatılır. Cezaevinden sonra yarım kalan okulunu tamamlamak istemesin rağmen karşıt görüşlerin üniversite üzerindeki hâkimiyetini görerek vazgeçmiştir:

110

“Cezaevinden sonra üniversiteye dönüp kaldığı yerden okumayı sürdürmek istediğini anlamıştı. Ama üniversite, onların bıraktığı üniversite değilmiş artık. Karşı tarafın, yani ülkücülerin borucu ötüyormuş okulda; polis de onların yanında yer alıyormuş.” (Güngör, 2003b:40)

Balıkçı arkadaşlarından bazılarının ülkücülerden şüphelendiği ancak savcının faili meçhul bir cinayet olarak nitelendirdiği ölümün ardından Altmışsekizli için söyledikleri de bu başlık altında incelenebilir:

“Bizler gibi elinin emeğiyle geçinen ailelerde büyümüşlerdi. Kiminin babası kapıcı, kiminin anası temizlikçi, kimi işsiz, kimi hasta; çocuklarını okutmaya bile gücü yetmeyen kimseler. İçlerinden bazıları ülkücülük davasına kaptırmıştı yakasını. Rahmetli hem arkadaşlık ediyor onlarla, hem de azarlıyordu yanlış yol tuttukları için. “Ekmeğini taştan çıkaran insanların çocuklarısınız!” diyordu. “İnsan bir durup düşünür, bulunduğu yeri. Bu, senin benim gibi insanların ülküsü değil…”Bazen öyle kızıyordu ki inatlaşmalarına, sövüp sayarak kovuyordu yanından.”(s.44)

Siyasi temanın en yoğun olarak işlendiği bir başka hikâye, babasının Mustafa Kemal’e bağlılığı ve yıllar yılı onun kurduğu partiye oy vermesiyle gurur duyan avukat Ayşe Bilge Akıncıoğlu’nun başından geçen talihsiz ilişkilerin anlatıldığı “Yüreğini Kapalı Tut, Aklını Koru” isimli hikâyedir. Siyasi değişiklikler ve fikirlerden özellikle üniversitelerin etkilendiği yıllarda hukuk öğrenimi gören Akıncıoğlu’nun dilinden o yıllar şu şekilde aktarılır:

“O sıralar, üniversitelerdeki direniş eylemlerini yönlendiren lider durumundaki öğrenciler ateşli bir tartışma içindeydi, yargı gizli yarı açık biçimde. Kimileri, artık silahlı mücadele sürecinin başlamasından yanaydı; kimiler, önce demokratik sürecin tamamlanması gerektiğini savunuyordu. Bir başka bölük, köylüleri bilinçlendirelim, kırlardan kentlere inelim, diyordu. … Artık toplumdaki devinim bir yol ayrımına gelip dayanmıştı.”(s.59)

“Bizim kuşağın, üniversitede okurken yaşadığı olaylar, -aynı yanlışlar yinelenerek- liseler düzeyine yayılmıştı bir süreden beri. Aynı senaryoyu, aynı yönetmen, bu kez figüranlarla çekiyordu sanki. Şimdi liselerin önünde polis araçları duruyor, panzerler dehşet saçarak, körpecik çocukları sindirmeye uğraşıyordu. Polisi okula çağıran yöneticileri kınamak için, on beş, on altı yaşlarındaki çocuklar derslere

111

girmiyor, kendilerince direniyorlardı. Tabii polis de üstlerine gidiyor, tutuklamalar, okuldan uzaklaştırmalar başlıyordu. Ana babalar, elleri yüreklerinde, çocuklarının okuldan dönmesini bekliyordu her akşam.”(s.66)

Polisin; karşıt göstericilerin, ülkücülerin yandaşı olduğunun vurgulandığı hikâyede olay kahramanı ve arkadaşları yer yer isyan etmekte, gösteriler düzenlemektedirler:

“Bir gün, polisin özellikle yapmadığı işi biz yapmaya kalkıştık. Okulun bahçesinde toplanacak, sınıflardan çıkan faşist öğrencilerin çevresini kuşatıp bellerindeki silahlara el koyacaktık. Bu amaçla son saatteki derslere girmedik. Bahçede, iç avluda, koridorlarda bölükler halinde beklemeye koyulduk. Aslında polisin işini kolaylaştırmıştık. Önce koridordan dışarı çıkardılar bizi kolaycana. Sonra iç avludan bahçeye… Ötekiler içeride rahat rahat ders dinliyordu. Tabii bu arada bizler, polisin bu çok belirgin yan tutması yüzünden, onları aşağılayan, öfkelendiren sözler bağırıyorduk.” (Güngör, 2003b:40)

“Bir Hayatın Davası” yine siyaset konusunun ele alındığı diğer bir hikâyedir. İçkiye düşkünlüğü sonucu, burnunun ucunun hep kırmızı olmasından kendisine “Kırmızı” lakabı verilen bir avukatın acıklı ölümünün ardında yatan sebepler konu edilmiştir. “Hiçbir yürüyüşte arkada kalmayan, hiçbir cenazeye gelmezlik etmeyen” Kırmızı’nın arkadaşı dilinden anlatılan hikâyede yaşanan sağ-sol çatışmasına dair hatıralar şu şekilde nakledilir:

“Bir defasında faşistler aynı yurtta kalan üç arkadaşımızı birden katletmişti! Durakta otobüs beklerken, bir arabanın içinden üzerlerine ateş açmışlar… Haber, bir anda bütün kentte çalkalandı. Cinayeti işleyen odaklar belliydi; ama polisin, bu odakların üzerine gitmeyeceğini, daha önceki olaylardan biliyorduk. Ertesi gün, binlerce öğrenci isyan duyguları içinde, faşistlere gözdağı olacak görkemli bir tören yapmak amacıyla toplandık.” (Güngör, 2003b:97)

Yukarıda değinilen polisin işbirlikçi tavrına benzer bir durum, bu hikâyede kalabalığı dağıtmak gayretinde olan bir askerin sözünde durmaması olarak karşımıza çıkar:

“Dağılırsak, sokakların çevresinde pusu kuran polis elma gibi toplardı herkesi. Kırmızı’yla tartışan subay bir aracın üstüne çıkmış sesleniyordu: “Hiçbirinizin kılına

112

kimse dokunamaz arkadaşlar, dağılın, can güvenliğinize kefilim!” Bu sözler, öfkeli kalabalığa güven vermişti bir anda. “Dağılmayalım arkadaşlar!” sözleri heyecanlı kalabalığın üzerinde bir etki yaratmadı. Dağıldık ve az sonra sokaklardan çığlıklar yükselmeye başladı: Ara sokakları, polis araçları tutmuştu; gerçekten elma armut gibi her geleni topluyorlardı rahatça…”(Güngör, 2003b:99)

Türkiye’nin dar boğazdan geçtiği, ülke insanının bölünmelere maruz bırakılarak eşinden dostundan kaçar vaziyete geldiği, muhbirlerin meydanda cirit attığı, can korkusu sebebiyle evlere kapanılan yılların anlatıldığı bir başka hikâye “Kuşlar Arkadaşımdır”da o karanlık zamanlar şu şekilde anlatılır:

“Çünkü kaç zamandır ortalık tekin değildi. Kahvehaneler kurşunlanıyor, bombalar atılıyordu insanların üzerine! Suçu, günahı olmayan kişiler, kim vurduya gidiyordu! Kimi evlere, dükkânlara mim koyup sahiplerini izliyor, bir punduna getirince de kurşun yağmuruna tutuyorlardı. O yüzden akşam karanlığı çöker çökmez insanları evlerine girip kapılarını kapatıyorlardı çoğunlukla.” (Güngör, 2002a:82)

Güngör’ün kimi hikâyelerinde, inandığı değerler uğruna baskı altında olduğu zamanlarda bile arkadaşlarını, davasını ele vermeyen insanlar konu edilir. Eylem sırasında tanışan iki dava arkadaşının sona yaklaşmakta olan aşkının anlatıldığı “Fincan Falında Aşk”, ülkenin değerleri sayılan gençler üzerinde oynanan oyunları ve onlara yapılan eziyetleri anlatması açısından bu başlık altında incelenmeye değerdir:

“Aradan geçen yıllar bedenini yormuş, direncini kırmış. Tam on yıl yatmış içeride. Bir gömlekle buz gibi betonun üstünde yatmış geceler boyu. Çıplak bedenine tazyikli su sıkmışlar. Hastalanmış, günlerce ateşler içinde kıvranmış. Vaktiyle ağır suç işlemiş: Daha mutlu bir insanlık yaratmak uğruna insanları ayağa kaldırmak istiyormuş. Hatta böyle bir eylem sırasında tanışmışınız. Birlikte yollarda yürüyormuşsunuz; birlikte grev çadırlarına girip işçilere arka çıkıyormuşsunuz… Her yerde, her olayda el ele, omuz omuzaymışsınız. İçeride onca eziyet görmesinin, aşağılanmasının nedeni, dışarıda bulunan sizlere zarar gelmesin diye diline kilit vurmasıymış.” (Güngör, 1998:56)

Son olarak yazarın kendi hayatından karelere ve memleketi Malatya’ya dair kayda değer bilgilerin aktarıldığı Annem Babam Malatya isimli kitabından, Güngör’ün

113

ve yakın çevresinin darbe yıllarına ait görüşünü yansıtan ait şu cümleleri aktarmayı uygun buluyoruz:

“Siyasetse, ekmek su gibi, onsuz yapamadıkları bir şeydi. Bu konuda hemen herkesin söyleyecek bir sözü vardı. Çünkü siyasetin piri İsmet Paşa’ya olan bağlılıkları, ister istemez onları bu alana itiyordu. Bir kez, iktidardaki Menderes’in, İsmet Paşa’yı sindirmek için yaptıkları sineye çekilir şeyler değildi. Paşa’nın yemeyip içmeyip hazineye doldurduğu altınları, Menderes gelir gelmez çar çur etmişti! Köylüye yol yapacağım, çeşme yapacağı diye hazineyi tam takır bırakmıştı. Neredeyse, Atatürk’ün erken ölümüne şükredilecekti; Menderes’in, İsmet Paşa’ya yaptıklarının aynısını ona da yapmayacağı ne malumdu?

Doğrusu ya, gönüllerde yatanın gerçekleşmesi için fazla beklenmeyecekti… 27 Mayıs sabahı uyandıklarında, radyolar, İsmet Paşa’nın hemşerilerine, özlemini duydukları olayın müjdesini veriyordu: Bayar da, Menderes de, askerlerce alaşağı edilmiş! Askerin arkasında İsmet Paşa’nın olduğu kuşkusuzdu. Malatyalının çilesi sona ermişti. Onunla oynamaya kalkışanlar, yanlış hesabın Bağdat’tan döndüğünü görmüş oluyorlardı böylece. O İsmet Paşa ki, Lozan’da, dünyanın en güçlü devletlerine kök söktürmüştü. Siyaset alanına daha dün çıkmış olan Menderes’e pabuç mu bırakacaktı?” (Güngör, 2005:87-88)

4.2.2.4. Eleştiri

Yazarın, çocukluğuna rastlayan ellili yıllarda ülkemizin yaşadığı 27 Mayıs darbesi ve o zamanlar gündemin nabzının tutulduğu kahvehaneler, berber dükkânları, terziler, kitapçılar gibi mekânlarla iç içe büyümesi hasebiyle siyasi fikirlerle birlikte yetişmesine rağmen hiçbir partiye üyeliği yoktur. Bu konuya, “Bu ortamdan etkilenmemek mümkün değildi. Edebiyatla erken yıllarda tanışmam, beni siyasetin körü körüne ‘iman’ etme zemininden uzak tuttu. Sonuçta hiçbir partiye girmedim. Meslek örgütleri dışında bir bağlantım olmadı. Elbette siyasal görüşüm, tercihlerim olmuştur. Topluma, ülkeye, dünyaya karşı bir bakışım, bir duruşum olmuştur. Ama bağımsız kalmayı seçtim…”21 diyerek açıklık getiren Güngör, siyasete dair

düşüncelerini, kimi zaman da eleştirilerini daha çok kalemiyle dillendirmeyi seçmiştir.

114

“Sormaz, sorgulamaz, eleştirmez bir kalabalığın arasında yer almaktansa” yalnızlaşma riskine rağmen yalnız kalmayı tercih eden yazar, eleştirme hakkını sonuna kadar kullanmış, eleştiri oklarını kimi zaman siyasi görüşlere, kimi zaman vefasızlığa, bazen dinî hassasiyetlere ve özellikle de düzensiz ve eğreti değişime yöneltmiştir.

Necati Güngör’ün sıklıkla eleştiri getirdiği konulardan biri çarpık yapılaşma ve yeninin eski olan üzerindeki hatırsız yok ediciliğidir. “Kuşlar Arkadaşımdır” adlı hikâyesinde, avlusunda tandır olan evlerin yerini beton yığınlarının alması ve bu geleneğin insanlarının bu durumu yadırgamaması tenkit edilir:

“Zamanla insanlar tandırda ekmek pişirmez olmuştu. Avlusunda tandır gömülü evler birer ikişer yıkılmaktaydı. Fındık dışarı çıktıktan sonra kabuğunu beğenmezmiş misali, yeni yetmeler, doğup büyüdükleri avlulu, bahçeli, havuzlu evlerini küçümsüyorlardı nedense. Atadan dededen kalma evlerini terk edip apartman dairelerine taşınıyorlardı. Altı ay bayatlamadan saklanabilen ekmeğin yerine, iki günde küf kokmaya başlayan ekmekleri yeğliyorlardı.” (Güngör, 2002a:78)

Vaktiyle en iyi ustalardan terziliğin ince maharetlerini öğrenen, ancak hazır giyime geçilmesi, el emeği göz nuru dikimlerin devrinin kapanmasıyla terzi dükkânını batıran Muharrem’in hikâyesidir “Taksim Alanında Geceleri”. Yetim kalan iki çocuğunu babasına emanet ederek çareyi İstanbul’da atölyelerde çalışmakta bulmuştur. Bu hikâyedede, hazır giyim atölyelerinin maharetli ustalara meydan okumasına, bir bakıma emeğin yok sayılmasına ve bunun sistemleşmesine getirilen eleştiriyi görürüz:

“Hamamın önüne güğümünü, ocağını kurar, sıcak sıcak salep satardı. Kendimi o adama benzetiyorum şimdi. Ama nerede onun kaymak gibi salebi? Benim yaptığım onunkinin yanında su gibi kalır. Ama burada kimseler işin iyisini aramıyor ki… Konfeksiyondan giyiyor herkes. Terzilik hüneri tükenip gitmiş… Geceleri şoförler içiyor çokluk burada. Gençler gelip içiyor. Hoşuma gitmiyor sattığım şey. Bir türlü tutturamadım, koyu salep yapmayı. O işin de bir sırrı var elbet. Ama ben eremedim o sırra. Olsun. Benim işim salepçilik değil, terzilik etmek. Terzilere salep sattıran utansın değil mi canım kardeşim?” (Güngör, 1982:83)

Eskinin yeni karşısındaki mağlubiyetinin işlendiği bir başka hikâye de “İyiler Genç Ölür”dür. Ancak bu defa makinelerin değil, belediyenin çarşıyı yeniden

115

düzenleme ve yolları genişletme bahanesiyle bağdadî mimariye sahip yapıları nasıl harcadığı üzerinde durulur. Düzensiz ve eğreti değişimin daimî muhalifi olacağını belirten Güngör, bu hikâyede bu duruma bir eleştiri sunmuştur:

“Başımızda esen kavak yellerinin etkisiyle biz ayrımında olmasak da, her şey hızlı bir değişim içindeydi. Tıpkı, içinde doğup büyüdüğümüz kentin çehresi gibi. Eski zamanlardan kalma dar sokaklar, taş döşeli yollar, derme çatma dükkânların sıralandığı çarşılar, bağdadi mimarinin örneği geniş avlulu kerpiçten yapılar birer birer yok oluyor; yerini kara asfaltla gri beton yığınlarına bırakıyordu. Belediye, yolları genişletme, çarşıyı yeniden düzenleme sevdasıyla, Ohannes Usta’nın dededen kalma hanına da yok pahasına el koyarak yıktırmıştı.” (Güngör, 1998:14-15)

Tarihin hoyratça yok edilip yerine anlamsız beton yığınlarının dikilmesine ve hatta bu binalara apartman yaşamından bîhaber insanların yerleştirilmesi itirazına, Annem Babam Malatya kitabında da yer verilmiştir:

“Yapsatçılar, mimar-mühendisler, eczaneler, doktorlar, avukatlar, tabelalarıyla bu kentin yaşamına yalın biçimde ayna tutuyorlar sanki. Eski bağdadi evler yıkılıyor, yerlerine sakil binalar dikiliyor; o binalara apartman yaşamından habersiz çok çocuklu aileler yerleşiyor; çocuklar apartmanların içini oyun bahçesi, duvarlarını kara tahta gibi kullanıyorlar.” (Güngör, 2005:132)

Yukarıdakine benzer şekilde; yetiştikleri avlulu evlerinden, geniş sokaklarıyla, kendine has yaşantısıyla köylerinden kalkıp şehrin gürültülü ve bol ışıklı caddelerinde kendini kaybeden, kentin getirdiği kurallara ayak uyduramayan, bir bakıma “fazla rahat” davranan insana eleştiri “Kuşlar Arkadaşımdır” hikâyesinde şu şekilde ifade edilir:

“Nedense, Kamber’in içine sinmeyen bir terslik vardı bu kalabalığın üstünde. Kılıf kıyafetlerini, dillerini, kabalıklarını da birlikte getiriyorlardı. Şehir hayatının tornasından geçmeden, sözgelimi sinemaya gitmenin adabını öğrenmeden sinema seyircisi olmuşlardı. Sinema diye de, o, ellerini önlerine bastırtan, ağızlarının suyunu akıtan filmleri bellemişlerdi. Eski günlerde karanlık salonlarda duygulu hıçkırıklar işitilirken, şimdilerde bayağı inlemeler, oflamalar yükseliyordu. İşte bu yüzden, öylesi filmlerin seyircisi olmayı kendilerine yakıştıramayanlar evlerine kapanmışlardı.” (Güngör, 2002a:80

116

Güngör’ün kimi hikâyelerinde yukarıda değindiğimiz çarpık yapılaşmayı ve makineleşmenin sonucu olarak el emeğinin gözden düşmesini birlikte işlemiştir. “Hep Böyle Uzun Yollar” adlı hikâyesi bunlardan biridir. Yazar burada haklı bir tepkide bulunmuştur:

“O yıllarda kentin planı değişti. Her şey hızla değişiyordu zaten… Kentleri birbirine bağlayan daha geniş bir yol açıldı o sıralar. Kentin merkezi o yolun iki yanına kaymaya başladı. Eski parke taşlı, dar caddeler, ara sokaklar gibi kaldı yenisinin yanında. İki katlı, bahçeli, avlulu, çıkartmalı, saçakları ahşap oyma, pencereli vitraylı evler gözden düştü. Ve bu evlerde büyüyen insanlar, sanki kirli geçmişlerini yadsır gibi, bütün anılarını bir kalemde silip, o yeni caddenin iki yanında yükselen apartmanların katlarına taşınmaya başladılar. Apartmanların giriş katlarında göz alıcı vitrinleriyle yeni yeni terzi dükkânları, hazır giyim mağazaları, mobilyacılar açıldı.” (Güngör, 2002b:92)

Güngör’ün eleştiri sunduğu bir diğer konu dinî inanışlar üzerinedir. “Sormaz, sorgulamaz, eleştirmez, sadece “biat” eder bir kalabalığın içinde yer almaktansa sorgulayarak yalnızlaşmayı tercih eden” yazar, bu sorgulayıcı ve reddedici tavrını; gençlik yıllarını gösterilerle, başkaldırılarla geçiren bir avukatın hikâye edildiği “Yüreğini Kapalı Tut, Aklını Koru” isimli hikâyesinde şu şekilde ortaya koyar:

“Hepimiz, -ne zaman, belli değil!- bir gün mutlaka İsrafil’in borusunu öttüreceğine, yüzüstü sürünen bu halkın silkinip ayağa kalkacağına inanıyorduk! Bu konuda en küçük bir kuşku belirtisi gösterene hain gözüyle bakılıyordu! Farklı düşüncede olan, Tanrı’ya şirk koşmuş kâfir misali lanetleniyordu! Buna karşılık, en doğal ve insani eğilimler ardında görünmek, zayıflık sayılıyordu. … Nasıl bir kör inançmış ki o, sevmek, âşık olmak, gencecik bedenlerimizden yükselen arzu ateşlerine uymak da bağışlanmaz günahlardan biri sayılıyordu ve biz bunu saygıyla benimsemiştik!” (Güngör, 2003b:48)

Hayvan sevgisini gerek araştırma kitapları, gerekse hikâyelerinde sıkça işlediğini gördüğümüz Güngör, bu sevginin aşırılığından ötürü olsa gerek, İslam dininin akidelerinden sayılan ve hikmeti kendince yeterince anlaşılamayan kurban farziyetine şu şekilde tepki göstermiştir:

117

“Hayvanları boğazlayıp etiyle beslenen ya da ağzı var dili yok hayvancıkların kanını akıtarak Tanrı’ya sevgi gösterisine bulunan günümüz insanı, mağara çağındaki ilkel atalarından ne kadar ileride acaba?

(…) Bugün, her kurban bayramında içim burkuluyor, hayvanların topluca katledildiğini düşünerek… Günah diye bir şey varsa, hayvanların yaşama hakkına karşı insanın işlediği kıyımlar günah sayılmalıydı!” (Güngör, 2002:40,69)

Necati Güngör, kurban kesen insanların yanı sıra Malatya’nın çehresini değiştiren tesettürlü hanımları, çember sakallı beyleri de yadırgar. Bir cumhuriyet çocuğu olarak yetiştirilmesiyle her zaman gurur duyan yazar, otuz beş yıl aradan sonra, annesinin rahatsızlığıyla ziyarette bulunduğu Malatya’nın çehresindeki değişimi yadırgar. “Takım elbiseli, fötrlü beyefendiler, japone kollu, saçları ondüleli hanımlar”ın yerine, “şalvarlı, çember sakallı erkeklerle, tesettürlü kadınlar”ı görmek kendisini bir hayli rahatsız etmiş, onları “altmışlı yılların gerisinde” olmakla niteleyerek bu itirazı; “Hayır!” diyorsunuz, “Bunlar, o kuşağın çocukları olamaz; bunlar başka birileri…”(s.29) sözleriyle ifade etmiştir.

Bunlardan başka, Güngör’ün hikâyelerinde, kendilerinden “faşist” olarak bahsedilen bir grup göze çarpar. Bu “faşist” grup polisle işbirliği halinde karşıt gruptaki öğrencilerin can güvenliğini tehdit eden hareketlerde bulunmaktadır. Güngör, siyasi söylemlerin ağırlıkta olduğu “Yüreğini Kapalı Tut, Aklını Koru” isimli hikâyesinde polise ve işbirlikçi gruba eleştirel göndermelerde bulunur:

“Bir gün, polisin özellikle yapmadığı işi biz yapmaya kalkıştık. Okulun bahçesinde toplanacak, sınıflardan çıkan faşist öğrencilerin çevresini kuşatıp bellerindeki silahlara el koyacaktık. Bu amaçla son saatteki derslere girmedik. Bahçede, iç avluda, koridorlarda bölükler halinde beklemeye koyulduk. Aslında polisin işini kolaylaştırmıştık. … Nedense o gün pek soğukkanlı davranıyordu polis. İç avlunun kapısından dış kapıya etten bir duvar örmüşler, bizler de o duvarın arkasında kalmıştık. Amaçları belliydi: Ders bitiminde okuldan çıkacak olan kafadarlarının can güvenliği içinde geçip gitmelerini sağlamaktı. Derken ders saati bitti, sınıflar dağıldı. Polisin koruması altında silahlı faşistler çıkmaya başladı

(…) O, geçip gittiğini sandığımız faşistler dışarıda pusu kurmuşlardı ve az kalsın yansızlığına kanacağımız polis, bizi, onların önüne doğru sürmüştü!”

118

(…) “Üç günün ardından, saldırganlar yine bellerindeki silahlarla okula geldiler. Sözümona yan tutmayan polis, sınıflardan iki grubun arasında oturmaya başladı.” (Güngör, 2003b:52-53,55)

Yazarın değer verdiği konular arasında vefa ve vefalı olma duyguları da vardır. Eleştiri getirilen bir başka konu “vefasızlık ve vurdumduymazlık” üzerinedir. Güngör’ün “Hayatın kör noktalarını, boşa çıkan umutları, aldanışları, daha güzel bir dünya için mücadele eden insanların yaşadıklarını ve sevginin ne kadar güçlü olduğunu” (Radikal Kitap, 2003:23) anlatmaya çalıştığı Üsküdar’a Gidelim kitabında alıntıladığı dizelerdeki gibi “Kimselerin vakti yok(tur), durup ince şeyleri anlamaya.”22 Yazar da bu konu üzerinde durur ve “Yüreğini Kapalı Tut, Aklını Koru”

hikâyesinde şu cümlelerle hassasiyetini dile getirir:

“Çünkü herkes kendi derdinde; anlatsan bile dinlemiyor başkaları seni!”(s.47) Kimi insanların birbirlerini aşağılamak için adını kullandıkları bir köpeğin çoğu zaman vefakâr olmasıyla örnek olabileceği imasıyla, “Dağlarda Yalnız Bir

Benzer Belgeler