• Sonuç bulunamadı

337 numaralı Bozkır Şer'iye Sicili'nin transkripsiyonu ve değerlendirilmesi

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2021

Share "337 numaralı Bozkır Şer'iye Sicili'nin transkripsiyonu ve değerlendirilmesi"

Copied!
434
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

SOSYAL BİLİMER ENSTİTÜSÜ TARİH ANABİLİMDALI YAKINÇAĞ TARİHİ BİLİM DALI

337 NUMARALI BOZKIR ŞER’ÎYYE SİCİLİNİN

TRANSKRİPSİYONU VE DEĞERLENDİRİLMESİ

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN

Prof. Dr. Muhittin TUŞ

HAZIRLAYAN

Hikmet TEPELİ

(2)
(3)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

(4)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU

(5)

ÖNSÖZ

Tarih bir milletin geçmişi ve kimliğidir. Tarihini bilen milletler geleceğine yön verebilir. Tarihini bilmeyenlerin tarihini başkaları yazar. Tarihini bilmek, dostunu düşmanını tanımak, geçmişini öğrenip geleceğe emin adımlarla palanlı, kararlı yürümek demektir. Tarihi aydınlatan en gerçek kaynak belgelerdir. Belgeler içerisinde Osmanlı tarihi araştırmalarında bize yardımcı olan kayıtlardan biride Şer’iyye Sicili dediğimiz Kadı Sicilleridir. Türk tarihini, kültürünü, şehir hayatını açığa çıkarması bakımından, tarih tetkikleri içinde önemli ve zengin kaynaklardan biri olan Şer’iyye Sicillerinin incelenmesi sonucu Osmanlı hukuk sisteminin temeli, tarihi, Şer’iyye Mahkemelerinde görevli memurları, kadılarda aranan şartlar ve daha bir çok detay karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı Devleti’nde mahkeme tutanaklarının ve merkezi hükümetle taşra teşkilatı arasında gerçekleştirilen yazışmaların suretlerinin kaydedildiği defterlere şer’iye sicili adı verilmektedir.

Bu çalışmanın konusu H. 1300 – H. 1309 / M. 1883 – M. 1892 yıllarını içine alan 337 Numaralı Bozkır Şer’iyye Sicili’nin Transkripsiyonu ve değerlendirilmesidir. Çalışmamızda 1883-1892 tarihlerinde Bozkır ve çevresinin idari, sosyal, ekonomik yapısı sicile göre ele alınmaya çalışılmış ve bunu takiben sicilin transkripsiyonu yapılarak, yeni Türk alfabesine çevrilmiştir. Belirtilen bu tarihlerde Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu siyasi, sosyal, ekonomik durumun genel yapısına değinilmiştir. Defter 211 sayfa olup toplam 250 belge bulunmaktadır. Bu 250 belge günümüz harflerine çevrilmiştir. Tezimizin giriş kısmında Osmanlı Devleti’nin hukukî yapısı, Şer’iyye Sicilleri’nin tanımı, ortaya çıkışı ve önemi, II. Bölümde metin transkripsiyonuna bağlı belgelerdeki konulara göre tahlili, III. Bölümde de defterin özet ve transkripsiyonuna yer verilmiştir. Belgelere, sicilin aslındaki sayfa numaralarına göre sonradan numaralar verilmiştir Belgeleri kısaca açıklarken önce sayfa numarası sonra hüküm numarası yazılarak kısaltılmıştır. Örneğin: 2 numaralı sayfadaki / 3 numaralı hüküm anlamına gelmektedir. Belgelerin deftere kaydında kronolojik sıraya uyulmadığı görülmüştür. Defterlerin sayfa başları ve sonları tahribata uğradığı için bazı kelimeler okunamamıştır. Okunamayan kelimeler (….) şeklinde gösterilmiştir.

(6)

Türk tarihinin, kültürünün, sosyal ve iktisadi hayatının vazgeçilmez birinci elden ve özgün kaynakları olan şer’iye sicilleri üzerinde ufkumu açan, böyle bir çalışmaya beni teşvik eden, bilgi ve tecrübelerini esirgemeyen danışman hocam Prof. Dr. Muhitin TUŞ’a teşekkürü bir borç bilirim. Çalışmanın bitirilmesinde benimle birlikte aynı sıkıntıları yaşayan ailem ve emeği geçmiş olan bütün arkadaşlarıma teşekkür ederim.

Hikmet TEPELİ

(7)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Adı Soyadı Hikmet TEPELİ Numarası:

084202042002 Ana Bilim/Bilim Dalı TARİH / Yakınçağ Tarihi

Ö

ğrencinin

Danışmanı Prof. Dr. Muhittin TUŞ

Tezin Adı 337 Numaralı Bozkır Şer’îyye Sicilinin Transkripsiyonu ve Değerlendirilmesi

ÖZET

Osmanlı tarihinin en önemli arşiv kaynaklarından bir tanesi de şer'iyye sicilleridir. Osmanlı Devleti’nde kadıların verdiği hükümlerle, devlet merkezinden gelen fermânlar, berâtlar, buyruldular ve diğer hüküm çeşitlerinin yazıldığı defterlere şer’iye si- cili denir. Çalışmamızın konusu 337 Numaralı Bozkır şer’iye sicili defteri, Hicri 1300–1309/Miladi 1883–1892 yıllarına ait hukuka intikal etmiş mahkeme kayıtlarını ihtiva etmektedir. Sicilin içinde mülk satışları, fermânlar, berâtlar, vasî tayini, mirâs, vakıf, mülk ve alacak da’vâları gibi konular yer almaktadır. Bunların içinde miras ve vasi tayini sicilin büyük bir kısmını oluşturmuştur.

Bu çalışma ile asıl amacımız eski çağlardan beri bir yerleşim merkezi olan Bozkır ilçesinin,1883–1892 yılları arası tarihi, sosyal, ekonomik, hukukî, idarî ve kültürel yapısının belirlenmesine katkı sağlayabilmektir. Bunun yanında şer’iye mahkemeleri ve görevlileri, şer’iye sicillerinin tanımı, önemi konularına da değinilmiştir.

Bu çalışmada 337 Numaralı Bozkır şer’iye sicilinde yer alan belgelerin transkripsiyonu, özeti ve değerlendirmesi yapıldı. Bu belgelere dayanarak halkın dini ve sosyal yapısı, ikili ilişkileri, gündelik yaşamı, ekonomik yapısı, aile hayatı, eş ve çocuk sayıları tablolar yardımıyla açıklanmıştır. Merkezi idare ile taşra arasındaki ilişkileri içeren tahliller yapılmaya çalışıldı.

Burada 9 yıl için düzenlenen defterin tümü tek bir belge olarak ele alınmış ve içindeki kayıtların tümü çeşitli açılardan analiz edilmiştir. Sicil defteri yaklaşık 211 sayfa, 250 hükümden oluşmaktadır. Defterin bazı sayfalarının yırtıldığı, eksik olduğu görülmüştür.

(8)

T. C.

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü

Name Surname Hikmet TEPELİ ID: 084202042002

Department/Field TARİH / Yakınçağ Tarihi Student’s Advisor Prof. Dr. Muhittin TUŞ

Research Title Number 337 Transcription and Evaluation of Register Bozkır Şer’îyye

ABSTRACT

One of the most important archives resources of Ottoman history is şer`iye Registers. In Ottoman Empire, the notebooks in which kadı`s judgement and firmans that come from centre of the state,berats, commands and other judgements are written is called şer´ìye register. The subject our study consists of Bozkır şer ìye register Notebook numbered 337 and registration of lawcourt that comes down by law in muslim calendar 1300 –1309 \ gregorian calendar 1883-1892. This record includes the subjects such as sales of property, firmans, berats, guardian, inheritance, fountation,property and owing suits. Among these subjects, inheritance and guardian form the major part of the register.

The main purpose of this study is to make contribution to the determination of the historical, social economical, legal,administrative and cultural structure of the town of Bozkır which has been a residential area since old ages between 1883-1892. Moreover, the şer ìye courts and its officials, definition and importance of şerìye registers have been incluled.

In this study, the documents in Bozkır Şerìye register numbered 337 have been transcribed, summarized and evaluated. Based on these documents the religious, economical and social structure, relationships, daily life of people,family life, the numbers of the partners and the children have been analyzed by the help of diagrams. Analysis that consists of connection between administrative center and the provinces have also been carried out.

Here, all of the notebook that prepared for 9 years has been held as only one document and inside records has been analyzed with certain aspects. Register notebook consists of approximately 211 pages and 250 judgements. Some of the pages of the notebook have been seen to be missing and torn.

(9)

İÇİNDEKİLER

BİLİMSEL ETİK SAYFASI... i

YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ... ii

ÖNSÖZ... iii ÖZET... v ABSTRACT ... vi İÇİNDEKİLER... vii KISALTMALAR ... x TABLOLAR LİSTESİ ... xi GİRİŞ... 1 I. SİCİLLER ... 1

A. Bozkır Kazasına Ait Şer’îyye Sicilleri ve 337 Numaralı Sicil... 1

B. 337 Numaralı Bozkır Şer’iye Sicilinin Transkripsiyonunda Takip Edilen Metod... 2

II. BOZKIR... 2

A. Bozkır’ın Coğrafi Durumu... 2

B. Bozkır Kazasının Tarihçesi ... 4

BİRİNCİ BÖLÜM OSMANLI HUKUKU VE ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ I. ŞER’ÎYYE SİCİLİ TANIMI VE İLK SİCİLLER ... 7

II. ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ... 11

III. TANZİMAT DÖNEMİNDEN SONRA ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ... 15

IV. ŞER’ÎYYE MAHKEMESİ GÖREVLİLERİ ... 17

A. Birinci Kademe Görevliler... 17

1. Kadı... 18

2. Nâib... 21

B. İkinci Kademe Görevliler... 22

(10)

2. Şühûdu’l-hâl ... 23

3. Kâtib ve Hademeler ... 23

4. Muhzır... 24

5. Mübaşir... 24

III. ŞER’ÎYYE SİCİLLERİNİN İHTİVA ETTİĞİ KONULAR... 25

A. Hüccetler ve Özellikleri ... 25

B. Vakfiyeler... 27

C. İ’lâmlar ... 29

D. Ma’rûzlar... 30

E. Mürâseleler ... 31

F. Başka Makamlardan Gelen ve Sicile Kaydedilen Belgeler ... 32

IV. ŞER’ÎYYE SİCİLLERİNİN TÜRK KÜLTÜRÜ AÇISINDAN ÖNEMİ... 33

A. Tarih Açısından Sicillerin Önemi ... 33

B. Hukuk Tarihimiz Açısından Önemi ... 34

1. Özel Hukuk Açısından... 34

2. Kamu Hukuku Açısından ... 35

C. İktisât Tarihi Açısından Önemi ... 36

D. Askeri Açıdan Önemi... 36

(11)

İKİNCİ BÖLÜM

SOSYAL VE EKONOMİK HAYATA AİT BELGELER

I. SOSYAL HAYATA AİT BELGELER ... 40

A. Bozkır Kazasının Köyleri... 40

B. Aile Kurumu... 41

1. Ailelerde Çocuk Sayısı ... 44

2. Evlilik ve Boşanma... 45

C. Mehir ... 45

D. Nafaka ... 47

E. Vasi Tayini ... 48

F. Miras ... 49

II. EKONOMİK VE KÜLTÜREL HAYATA AİT BELGELER ... 51

A. Ekonomik Faaliyetler ... 51

B. Para Fiyat Analizi... 54

C. Meslek Grupları... 57

D. Lakap ve Ünvanlar ... 58

E. Adi Suçlar İle İlgili Meseleler ... 59

SONUÇ... 61

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM SİCİLDE BULUNAN BELGELERİN TRANSKTİPSİYONU I. 337 NUMARALI BOZKIR ŞER’ÎYYE SİCİLİNİN TARİHİ VE KONUSU ... 63

II. 337 NUMARALI BOZKIR ŞER’ÎYYE SİCİLİNİN TRANSKRİPSİYONU... 102

KAYNAKÇA ... 412

EKLER ... 418

(12)

KISALTMALAR a. g. e. Adı geçen eser

a. g. m. Adı geçen makale

Bk. bakınız

B. nu Belge numarası

BŞS. 3-4 Bozkır Şer’iye Sicili 3. Sayfa 4. Hüküm BOA. Başbakanlık Osmanlı Arşivi

C. Cilt

çev. Çeviren

DİA. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi

Gzt. Gazetesi

H. Hicri

Hz. Hazret

İA. İslam Ansiklopedisi

M. Miladi MÖ. Milattan önce MS. Milattan sonra Mad. Madde Mah. Mahallesi Mat. Matbaası

MEB Milli Eğitim Bakanlığı

Neş. Neşriyat

Nu. Numara

Osm. Osmanlıca

OSAV. Osmanlı Araştırma Vakfı

S. Sayı

s. Sayfa

S. No. Sicil Numarası

SÜ. Selçuk Üniversitesi

TDAV. Türk Dünyası Araştırma Vakfı

TDK. Türk Dil Kurumu TTK. Türk Tarih Kurumu Vb. Ve Benzeri v. dğr.: Ve Diğerleri Yay. Yayınları Yy. yüzyıl

(13)

TABLOLAR LİSTESİ

Tablo 1: 337 Numaralı Sicile Göre Bozkır Kazasının Köyleri ... 40

Tablo 2: 337 Numaralı Sicile Göre Eş ve çocuk sayısı ... 41

Tablo 3: 337 Numaralı Şer’iye Sicilinin Konulara Göre Dağılımı ... 42

Tablo 4: 337 Numaralı Sicilde Bulunan Belgelerin Yıllara Göre Dağılımı ... 44

(14)

GİRİŞ I. SİCİLLER

A. Bozkır Kazasına Ait Şer’îyye Sicilleri ve 337 Numaralı Sicil

Bozkıra ait Osmanlı İmparatorluğu dönemi şer’îye sicili 11 adet olarak tesbit edilmiştir. Bu siciller 336–347 numaraları ile kaydedilmişlerdir. Bunların hicri 1291-1341, Miladi 1874-1922 yılları arasına ait olduğu görülmüştür (Akgündüz, 1988: 178-179). Siciller Konya Mevlana müzesinde kayıt altına alındığı, mikro filmlerinin çekildiği, ve bu filmlerin Selçuk üniversitesi Kütüphanesinde muhafaza edildiği bilgisine ulaştık. Sicillerin mikrofilmlerine de S. Ü. Kütüphanesinde ulaştık Sicillerin aslı ise İstanbul Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü`nün Sultanahmet`teki Osmanlı Arşivleri deposuna gönderildiğini ve İstanbul’da depoda olduğunu, araştırmaya henüz açılmadığını öğrenmiş bulunmaktayız. Biz bu sicillerden 337 numaralı sicilin transkripsiyon ve tahlilini yapmış bulunmaktayız. 337 numaralı Bozkır Şer’iye Sicili Defteri, 17x37 ebadında, Hicri 1300–1309/Miladi 1883–1892 yıllarını kapsamakta ve 211 sayfa, 250 hükümden oluşmaktadır. Sicilin asıl nüshası şuanda İstanbul’da BOA. da depoda tutulmaktadır. Sicilde bazı sayfaların olmadığı, bazılarının çift filminin alındığı, sonradan sayfa numaralarının verildiği, bununda bir altta bir üstte olduğu ve bu sayfa numaralarının da birbirini tutmadığı görülmüştür. Sicilin orijinal nüshası araştırmaya açılmadığı için bakma şansımız olmadı yalnız arşivde bir yetkiliden aldığım bilgi doğrultusun da sicilin aslında da bu sayfaların olmadığı, o sayfaların yırtılmış olduğunu öğrendim. Defterlerin mikrofilmlerinden anladığım kadarıyla sayfa sonları ve satır başları tahribata uğradığı için veya iyi filmi çekilemediği için bazı kelimeler çıkmamış veya da katibin yazımı sırasında karalanmıştır. Bunların bir kısmı belgeler içindeki terkipler ya da alışılmış cümleler olduğu için kolayca tespit edilmiş; özel isim, tarih, rakam ya da başka bir kelime ile ilgili olanlar ise tespit edilememiştir. Defter; miras, vâsi tayini, alacak verecek meselesi, alım satım, adli konular, askeri, mali ve sosyal olayları içeren birçok konuyu ihtiva etmektedir.

(15)

B. 337 Numaralı Bozkır Şer’iye Sicilinin Transkripsiyonunda Takip Edilen Metod

337 numaralı Konya şer’iye sicili baştan sona okunarak transkripsiyon yapıldı. Belge okunurken belgenin başına sayfa no, hüküm no, belgenin tarihi, (Hicri-Miladi) konusu başlıkları verilerek transkripsiyona geçilmiştir. Belgeye sonradan altta ve üstte olmak üzere sayfa numarası verilmiş fakat oda çift verilmiş ve sayfalar birbirini tutmamaktadır. 144 sayfadan sonra sayfa numaraları bozulduğu için alttaki sayfa numaraları ile üstteki sayfa numaraları birlikte yazılarak verilmiştir. 119 sayfadan itibaren bazı bölümlere hüküm numarası verilmediğinden hüküm no boş bırakılmıştır. Daha sonra buradaki her bir belgenin özeti çıkarılıp konusu başlığında gösterildi. Çalışmamızın kullanılabilir olması için transkripsiyon aşamasında her bir kelimeye titizlik gösterildi. Transkripsiyon yapılırken okunamayan, silik yerler (…), belgenin orjinalinde boş olan bazı kelimeler boş [ ] (boş) bırakılmıştır. Bu kelimeler belgelerin anlaşılmasını engellemediklerinden fazla ehemmiyet arz etmemektedir. Metinlerde geçen ayn ve hemze harfi (‘) işareti ile gösterilmiştir. Uzâtma ve inceltme işaretleri için ise (^) kullanılmıştır. Okunuşunda şüphe duyulan yerler (?) şeklinde gösterildi. Belgelerin hicri tarihleri miladi tarihe çevrilmiştir.

II. BOZKIR

A. Bozkır’ın Coğrafi Durumu

Konya ilinin en eski ilçelerinden biri olan Bozkır’ın il merkezine uzaklığı 116 km dir. Konya’nın Akdeniz bölgesi sınırları içinde yer alır. Toroslar’ın İç Anadolu bölgesine bakan eteklerinde kurulmuştur. Bozkır’ın bu özelliği iklim, bitki örtüsü, sosyal ve ekonomik yapısını etkileşmiştir. Denizden yüksekliği 1162 m dir. Bozkır İlçesi 37–38 Kuzey enlemi, 32–33 Doğu boylamları arasında yer almaktadır. Konya İline bağlı 31 İlçeden biri olan Bozkır’ın Yüzölçümü1949 kilometrekaredir. Akdeniz iklimi ile Karasal iklimin etkilerini Toros Dağları belirler. Bozkır ilçesine komşu ilçeler: Doğuda Güneysınır, Çumra Güneyde Hadim, Güneybatısında Gündoğmuş Batıda Akseki, Ahırlı Kuzeyde Seydişehir, Ahırlı, Yalıhüyük ilçeleridir.

Bozkır kelimesi; günümüzde step iklimine sahip toprakların ve bölgenin bulunduğu “yılın çoğu zamanı boz renkli görünen yerler” anlamında kullanılan coğrafî

(16)

bir terimdir. Ancak böyle bir tanımlamadan hareketle, buranın adının da bölgenin coğrafî özelliklerinden kaynaklanmış olup olmayacağına baktığımızda, Toros dağlarının üzerinde, denizden epey yüksek bir mevki ve ormanlık tepelerin ortasındaki yayla karakteri gösteren bu bölgenin yapısı, bize adının step iklim özelliğinden gelmediğini rahatça gösterir. Aslın da, Bozkır kelimesi tamamen Türkçe bir kelimedir. Boz ve kır kelimesinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Şimdi hem bir yerleşim yeri adı olarak, hem de coğrafî bir terim olarak farklı anlamlar taşısa da, eski Türkçe'de boz ve kır, yani; yen ve yok et ve bu davranışı gösteren yiğit kişi anlamı olduğunu Bozkır’ın tarihçesini anlatırken değinmiştik (Tuş, 2007a: 60) Toroslar’dan çıkan Çarşamba çayı bozkıra hayat veren 65 km uzunluğun da bir akarsudur. Çarşamba çayı; Sorkun kasabasına bağlı Karacahisar köyünün Aygır Dağı eteklerinden doğar, su çatı denilen bölgede Beyşehir gölünden gelen kanal ile birleşip Çarşamba suyu şeklinde Bozkırdan geçerek Apa barajına dökülür. Tabiidir ki baraj yapılmadan önce bu akarsu Çumra ovasına kadar ulaşmakta ve geçtiği yerlerde birçok eski medeniyetin kurulmasını ve onların hayatta kalmasını sağlamıştır. Nil nehri gibi ovaya M. Ö. 8. bin yıldan beri hayat vermiştir.

İlçenin iklimi karakteristik bir özellik arz etmektedir. İç Anadolu ve Akdeniz iklimlerinin arasında geçit bir iklim özelliği taşır. Arazi Dağılımına gelince; Bozkı’ın güney bölgelerinde arazi yüksek tepe ve dağlardan meydana gelmektedir. Torosların en yüksek kısımları bu bölgededir. Geniş ve yüksek yaylalar bu bölgede hâkimdir. Tarıma elverişli arazi sahası azdır. Batı sınırı bölgesinde yine aynı duruma rastlanmakla beraber müsait düzlükler bulunmaktadır. Tarım arazisi genellikle Kuzey, Kuzeybatı ve Doğu bölgelerindedir. Bozkırlıların tabiriyle “Ova kolu” olarak adlandırılan kesimde daha çok ziraat hayatı öne çıkmakta, “Dağ kolu” olarak bilinen Doğu Çarşamba ve Göksu havzalarında ise hayvancılığın öne çıktığı bir ziraat hayatı görülmektedir. Dağlık olan bu kesimlerde tarih boyunca güney kuzey yayla göçleri olmuş, coğrafi durumundan dolayı bölgeye devamlı hakim olma mücadelesi verildiği, aynı zamanda bölgenin korsan yatağı olarak da gösterildiği görülmüştür (Bahar, 2007: 14). İlçenin Batı kesiminde Suğla gölü mevcuttur. Torosların yüksek dağlarından Yıldız dağı eteklerinde 2-3 dekarlık krater gölü bulunmaktadır. Bu göle halk arasında Dipsiz Göl denilmektedir. İlçenin tarihi ve coğrafi konumundan dolayı oldukça iç ve dış turist çektiği görülmektedir.

(17)

B. Bozkır Kazasının Tarihçesi

Konya ilinin en eski ilçelerinden biri olan Bozkır’ın bilinen tarihi milattan önceki yıllara kadar dayanmaktadır. Bölgede bulunan Çarşamba suyunun kenarında ve kollarının geçtiği yerlerde tarih öncesine ait birçok Hüyük bulunmaktadır. Bunların en bilinenleri Çatalhöyük, Yalıhöyük, Balçık Hisar, Alkaran, Dineksaray, Apasaraycık, Alibeyhöyüğü, Ahırlı, Sazlı Hüyükleridir. Bu Hüyüklerden Çatalhüyük’te ve diğer Hüyüklerde M. Ö. 8. bin yılından itibaren neolitik çağda, insanların bu bölgelerde yekleştiklerini arkeolojik kalıntılardan anlamaktayız. Bozkır ilçesinin antik kaynaklara göre en eski adı İsauria olarak adlandırılan bir bölgenin adı idi. Bu bölgenin merkezi şimdi Bozkır Ulupınar’da Bozkıra 16 km uzaklığında (Konya Bozkır Karayolu Üzerinde) Ulupınar, Hacılar, Işıklar ve Yazdamı köyleri arasındaki dağlık alanda bulunan ve bu gün “Zengibar Kalesi” olarak bilinen Antik İsauria kentidir. Zengibar Kalesinin antik kaynaklarda adı İsauria Vetus olarak geçmektedir (Bahar, 2007: 6)

Hititler Bozkır bölgesine başlangıçta; burada oturan halkın etnik durumundan dolayı Luviya adını verirlerken daha sonra bölgede oluşturdukları eyalete yine Luvilere ait bir isim vermişlerdi. Bu isim Luvilerin Fırtına tanrısı Tarhu’dan kaynaklanan “Tarhu’nun Evi” anlamına gelen “Tarhuntaşşa” idi (Bahar, 2007: 7). Bozkır bölgesi Hititlerden sonra Frigler, Asur, Lidya, Pers (M. Ö. 322) egemenliğinde kalmış, M. Ö. 79 yılında Roma’nın Cilicia Eyaleti valisi Servilius Vatia’nın İsaurialıları kontrol altına almak için bir seferi olmuş, beklide Romalılar bu bölgeyi ilk kez kontrol altına alabilmişti. Bu yüzden Servilius’a İsaurius unvanı verilmiştir. Roma imparatorluğu döneminde İsaurialılar zaman zaman yönetime baş kaldırıp karşı gelmişler, Bizans tahtına göz dikmişlerdir. Bölge halkı eskiden beri savışçı bir millet olarak bilinmektedir. Bizans yönetimi gerek içeriden gerek dışarıdan gelen tehlikeye karşı İsaurialılardan askeri yardım istemiş bu istek daha sonra Bizans’ın yönetiminin değişmesine neden olduğu görülmüştür. Nitekim aslen İsauria’lı olan Treskalisseus veya diğer adıyla Torasikodia (Zenon), M. S. 474–491 yılları arasında Bizans imparatorluğunu ele geçirecek ve Bizans’ı yönetecektir. M. S. 717–741 yılları arasında ise İsauria’lı III. Leon Bizas imparatorluğunu zorla ele geçirmiş tarihe “İzorya Hanedanlığı” olarak geçen M. S. 717-867 yılları arasında kalan dönemde Bizansı İsaurialı komutanlar yönetmişlerdir (Yılmaz, 2007: 23-27). M. S. 360 yılında Bozkırın adı Leontopolis

(18)

(Aslanlar Kenti) olarak geçer. Hatta Mustafa Yılmaz bu ismin M. S. 1. ve 2. Yüzyılda ortaya çıktığını savunmaktadır.

Anadolu 1071 Malazgirt savaşıyla Türklerin eline geçmiş olsada Türkler daha 1069 yıllarında Konya yakınlarında görülmüştür (Tuş, 2007a: 61) 1076 yılında İznik’in alınıp merkez yapılmasıyla fetihler hızlanmış, 1176 yılında Konya başkent yapıldıktan sonrada, 1220 yılından itibaren İsauria bölgesi tamamen Anadolu Selçuklu Türklerinin eline geçmiş ve Bozkır bölgesi de tamamen Türk toprağı olmuştur. Bozkırdaki Türk hakimiyeti Anadolu Selçukluları, Karamanoğulları, Eşrefoğulları, Hamidoğulları ve Turgutoğulları’yla devam etmiştir. Bölge, Osmanlıların eline ilk defa I. Murat zamanında geçtiyse de Osmanlı-Karamanoğlu çekişmesi nedeniyle sık sık eldeğiştirdi. Osmanlılar ancak fatih döneminde bu bölgeyi tam olarak ele geçirebildiler. Bozkır, Karaman eyaletine bağlı, Beyşehir sancağına kayıtlı bir nahiye durumunda idi. Bozkır Nahiyesi’nin 1500 ve 1524 yıllarına ait tahrir defterlerine bakıldığı zaman, köylerinde tamamen Müslümanların oturduğu hiçbir gayr-i Müslim nüfusun olmadığı görülmektedir (Aköz, 2007: 69). Bozkır ismi kayıtlarda 16. ve 17. yüzyıllarda “Sırıstat”, “Silistat”, “Seriustat” olarak da anılmış, hatta bu gün bile yaşlı kuşak, bu isimlerden bir tanesini hala söylemektedir. Bu sözcüğün anlamı ve menşei bilinmemektedir. Ancak Bozkır ve çevresinden çıkarılan Simli kurşun, altın ve gümüş madenlerini işleten baş ustanın “Ser Usta”nın değişik bir varyasyonu olsa gerek. Bozkır adı Katip Çelebi’nin Cihan Nüma’sında “Buz-Kîr” olarak geçer. İsauria Bölgesi’nde ilk bilimsel araştırmaları yapan Hamilton, Bozkır’a “Tris-Maden” adını vermiştir. Hamilton’un bu adı verişi herhalde üçlü madenin yani altın, kurşun, gümüş’ün çıkarılıyor olmasındandır (Yılmaz, 2007: 27).

Bozkır Kelimesi bölgenin iklimi gereği coğrafi bir terim olarak ortaya çıkmamıştır. Bozkır kelimesi Türkçe bir kelimedir. Boz ve kır kelimesinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Eski Türkçede boz ve kır, yen ve yok et, bu davranışı gösteren yiğit kişi anlamına gelmekte idi. Esasen tarihte de bu sıfat anlamında kullanılmıştır. Selçuklular ve Karamanoğulları döneminde yaşamış ve önemli hizmetler görmüş olan Osmanlılar dönemi belgelerinde de Veled-i Bozkırlı diye tanımlanan bir Türkmen beyi ve sülalesi bulunmaktadır. Bozkır imside büyük ihtimalle bu anlamdaki söz konusu Türkmen beyine dayanmaktadır. Kalabalık bir cemaat olan Bozkırlıoğulları,

(19)

Osmanlı Karamanoğulları çekişmesinde Karamanoğulları tarafını tutmuş, Osmanlılar bölgeye hakim olduktan sonra, eski Karamanlı Türkmen beylerini kendi tarafına çekmek için, eskiden sahip olduğu arazileri tımar olarak vermeye devam etmiştir. Bu yüzden Bozkırlıoğlu Hüseyin ve Bozkırlıoğlu Yusuf ‘a Sırıstad köyü ve çevresi tımar olarak verilmiştir. Bu sebeple bölgeye Bozkır denilmiş, Bozkır adının kaynağı da buraya dayanmaktadır (Tuş, 2007a: 60).

Bozkır Osmanlılar döneminde 40 köyün bir raya getirildiği ve sabit bir merkezinin bulunmadığı bir nahiye iken, XVII. Yüzyıla doğru Sırıstad nahiyenin merkezi haline geliyor ve arkasından nahiye için kullanılan Bozkır kelimesi bu yerleşim yerinin adı haline geliyor. Bozkırın önemi yaklaşık olarak XVIII. Yüzyılın başlarından itibaren Bozkır madeninin işletmeye açılmasıyla hem idarî, hem sosyal, hem de ekonomik olarak gelişecek önemli olayların meydana gelmesine de neden olacaktır. Bozkır 1840 yılında nahiye olmaktan çıkıp ilçe olmuştur. Bu gün hala 40 köy, 10 kasabadan oluşan Bozkır Konya iline bağlı bir ilçe birimi olarak devam etmektedir.

(20)

BİRİNCİ BÖLÜM

OSMANLI HUKUKU VE ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ

I. ŞER’ÎYYE SİCİLİ TANIMI VE İLK SİCİLLER

Şer’îyye sicillerinin tarihimizin vazgeçilmez kaynakları arasında yer aldığına şüphe yoktur. Sahip oldukları muhteva özellikleri dolayısıyla tarihin çeşitli konularına ait ve uzunca bir dönemi kapsayacak şekilde bilgi ile mücehhezdirler. Kadıların devlet merkezi ile yaptıkları resmî yazışmaları, halkın şikâyet ve dileklerini, mahallî idarelere ait hukukî düzenlemeler olarak yansıtan mahkeme kararlarını ihtiva eden bu siciller incelenmeden Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve sosyal tarihini hakkıyla ortaya koymak mümkün değildir. Şer’i mahkemelerde mahkemenin bilgisi dahilinde tutulan, resmi statü taşıyan her türlü kayıtların toplanmış olduğu defterlere yaygın adıyla Şer’îyye sicili denir. Şer’îyye sicillerine kadı defterleri, mahkeme defterleri de denildiği gibi kısaca defter de denilmektedir.

Şer’îyye, sözlükte şerîata âit, şerîatla ilgili, şerîata uygun; sicil ise, resmî vesikaların kaydedildiği kütük anlamına gelir (Develioğlu, 1996: 951). Terim olarak, kadıların verdikleri ilâm, hüccet ve hükümlerle, görevleri gereği tuttukları çeşitli kayıtları ihtiva eden defterlere şer’îyye sicilleri, kadı defterleri veya zabt-ı vekâyi sicilleri ismi verilmektedir (Bayındır, 1986: 1). Bunların, maruzlara, ilâmlara, hüccetlere, aile hukukuna, terekeye, izinnâmeye, emir ve fermanlara, vekâlet ve kefâletlere ait ayrı ayrı tutulmuş olanları olduğu gibi çeşitli vesikaları bir arada karışık olarak bulunduranları da vardır (Bayındır, 1986: 1). Ömer Nasuhi Bilmen, sicili ifade ederken “kendisine, nikâha, talaka, vakfa, ikrara, beyi ve şiraya ve sair hukukî

muamelelere dair mahkemede cereyan eden ifadelerin ve hükümlerin zabt ve tahrir edilmiş olduğu defterdir. ” diyerek şer’iyye sicillerinin içeriği hakkında bilgi

vermektedir (Bilmen, 1952: 421). Osmanlı Devleti’nde İslam Fıkhı’na göre hüküm veren hukuk ve ceza davalarına bakan mahkemelere “Şeriyye Mahkemeleri” denirdi. Şerî Hukuk adı verilen bu sistem, hemen hemen her alanda uygulanmıştır. Bununla birlikte, köklü Türk devlet geleneğinin idare ve teşkilat sahası ve âmme müesseseleri

(21)

sahasında şer’î kurallara ters düşmemek üzere örfî hukuk sistemi oluşmuştur (Halaçoğlu, 1989: 390). Bu mahkemeler kadıların ve mevalilerin bulundukları kaza ve şehirlerde vardı (Uzunçarşılı, 1984: 108). Kadılar, şerî ve hükmî muamelatta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazifeleri görüp Hanefi Mezhebi üzerine hüküm verirlerdi. Nikâh, evlenme, miras taksimi, kayıp malın muhafazası, vasî tayin ve azli, vasiyetlerin ve vakıfların hükümlerine riayet edilmesinin gözetilmesi, cürüm ve cinayet ve sair bütün davalar, kısacası, şerî ve hukukî bütün muamelat kadılar tarafından görülürdü (Uzunçarşılı, 1984: 109). Osmanlı’ daki din ve vicdan hürriyetinin bir tezahürü olarak gayr-i müslimlere, özellikle dini kuralların yakın etkisi altında bulunan şahıs, aile ve miras hukuku alanlarında kendi kanunlarını kendi mahkemelerinde uygulama fırsatı verilmiştir (Aydın 1996: 233). Kadının askeri davâlarda verdiği karar katl ve kısas içerikli ise; karar valinin onayına sunulur, eğer vali kararı onarsa hüküm infaz edilir, eğer hükmü onamazsa evrak devlet merkezine kazaskere gönderilirdi. Kazasker de bu konuyla ilgili görüşlerini Divan-ı Hûmayun’a sunar orad, a incelendikten sonra da karar ya onanır ya da bozularak yeni karar verilirdi (Uzunçarşılı 1984: 110). Mahkemelerde bir sicillat defteri bulundurulur ve hakimler vereceği ilâm ve hüccetleri, tahriften korunacak şekilde muntazam olarak söz konusu deftere kaydederlerdi. Bu defterler belli bir usûle göre tanzim edilir, ebat itibariyle uzun, dar veya enli olabilirlerdi. Bunların ebatları mahkemelere ve bazen da hakimlere göre değişiklik arz edebilirdi. Yazı şekli, çoğu zaman talik kırması denilen yazı şeklidir. Kâğıt çok sağlam, parlak ve mürekkebi de parlaklığını muhafaza edecek kadar sabittir (Akgündüz, 1998: 17). Ancak, Tanzimat’tan sonra mahkeme kararlarında, şahitleri gizli ve açık tezkiye eden kişilerin isim ve adresleri yazılmış ve gerekçe daha uzun tutulduğundan bu dönemdeki mahkeme defterleri eskiye oranla daha büyük hacimli olmuştur (Bayındır 1986: 2).

Tespit edilen ilk şer’îyye sicil kayıtları, 1455 tarihli Bursa şer’îyye sicilleridir. Dolayısıyla XV. asrın yarısından başlayarak Cumhuriyet’in kuruluşuna değin yaklaşık 472 yıllık Türk kültür, medeniyet ve müesseseler tarihinin birinci elden kaynakları elde bulunmaktadır. Zira mahkeme kayıtları, her devirde ait olduğu devletin kültürünü ve tarihini yakından yansıtan önemli tarihi vesikalardır (Akgündüz 1998: 11). Osmanlı tarihinin kaynakları arasında şer’iyye sicillerinin birinci derecede önemli bir kaynak olduğuna şüphe yoktur. Kadıların devlet merkezi ile yaptıkları resmî yazışmaları, halkın şikayet ve dileklerini, mahallî idarelere ait hukukî düzenlemeler olarak kabul edilen

(22)

ferman ve hükümleri, en önemlisi de ait olduğu mahallin sosyal ve iktisadî hayatını yansıtan mahkeme kararlarını ihtiva eden bu sicilleri incelemeden Osmanlı Devleti’nin siyasî, idarî ve sosyal tarihini hakkıyla ortaya koymak mümkün değildir (Akgündüz, 1998: 12). Özellikle şehir tarihleri ve bir bölgenin tarihi ve iktisadî hayatını ortaya çıkarmak açısından Şeriyye Sicilleri hiç şüphesiz önemli kaynaklardır. Şer’iyye sicilleri’nin mahkemece tutulup muhafaza edilmesi hukuki bir ihtiyaçtan doğmuş (Akgündüz, 1988: 16-18). sicillerin korunmasına dikkat edilmiş olmakla birlikte zamanla bunların önemli bir kısmı kaybolmuştur. Savaşlar, düşman işgalleri, yangınlar, su basmaları, bakımsızlık, insan eliyle yapılan tahripler ve aşınmalar (Atalar, 1980: 313). nedeniyle bu defterlerin sayılarında azalmalar olmuştur. Sicillere dayalı olarak son yıllarda değişik boyutlu çalışmaların ortaya konulduğu görülmektedir. Şer’iyye sicilleri’nin sağlıklı olarak değerlendirilebilmesi için katalog çalışmalarına yönelinmesi gerektiği anlaşılmış (Halaçoğlu, 1976: 99-108; Ersoy, 1980: 3; İlgürel, 1975: 123-166; Baykara, 1999: 148). ve bu amaçla sicil defterlerinin mevcudiyeti ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bugün takriben Şer’îyye sicili sayısı 20 000 adet ve 500 000 sayfa civarındadır (Akgündüz, 1998: 19)

Yurt dışında da Sofya Milli Kütüphanesi’nde, Üsküp’te Makedonya Tarih Enstitüsü’nde, Yunanistan’da Selanik Makedonya Tarih Enstitüsü’nde, Kıbrıs’ ta, Kahire’ de, Şam’da, Basra’da Osmanlı Devletinden kalma kadı sicillerinin varlığı bilinmektedir. Doğu illerimize ait sicil defterlerinin bir, ikisi dışında hemen hemen tamamı ise 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ile 1914-1918 I. Dünya Savaşı sırasında buralar Rus işgaline uğradığı için muhtemelen Ruslar tarafından götürülmüş veya tahrip edilmiştir. Doğu illerimiz ile ilgili tek defter Ahıska’ya aittir. Oda tesadüfen tespit edilip para ile satın alınmıştır (Gündüz, 1992: 51). Sicil kayıtlarının Osmanlı Tarihi’nin aydınlanması açısından birinci derecede önemli yer tuttuğunu açıklayan İnalcık, merkezle yapılan yazışmaları, halk dilekçelerini, fermanları, kanunnameleri ve şer’i hüccet gibi çeşitli konuları içeren sicillerin incelenmeden idarî ve sosyal tarihin ortaya çıkarılamayacağını ifade eder (İnalcık, 1943: 89).

Şeriyye sicilleri, sadece Türkiye sınırları içinde yer alan toprakların değil, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin bünyesinde barındırdığı ve bugün sınırlarımız dışında kalan topraklardaki ülkelerin doğru ve gerçek tarihinin ortaya çıkması bakımından da

(23)

önemlidir. Şer’iyye sicillerinin bir diğer önemi de genel tarih açısındandır. Zira siciller, önemli tarihi olayların, tarihi şahsiyetlerin, mahallî yer adlarının ve kurum tarihlerinin doğru olarak tespitinde istifade edilecek kaynaklardır. Yine sicil kayıtlarından Osmanlı Hukuku’nun kaynakları; İslam Hukuku’nu, ne dereceye kadar uyguladıkları, padişahların ve devlet yetkililerinin yasama yetkilerinin sınırları, örfî hukukun bağlayıcılığı gibi bir çok konu bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Ayrıca Şeriyye Şer’îyye sicilileri aile hukuku, şahsın hukuku, miras hukuku, ticaret hukuku, ceza hukuku, devletler hukuku, mâlî hukuk, idarî teşkilât ve askerî teşkilat açısından son derece önemli bilgiler veren vesikalardır.

Çeşitli müze ve kütüphanelerimizde bulunan Şer’îyye sicilleri 3 Kasım 1941 tarih ve 4018/2182 sayılı Maarif Vekaletinin emriyle çeşitli merkezlerde toplatılmıştır. Sicilleriler1991 yılında ise Milli Kütüphaneye devredilmiştir. Sadece İstanbul’daki Müftülük Arşivinde bulunanlar yine burada muhafaza edilmektedir. Bugün müze ve Kütüphanelerimizde 8364 adet Şer’îyye sicilleri mevcuttur (Yılmazçelik, 1988: 259). Bu gün yapılan bazı araştırmalardan Sofya Milli Kütüphane’sinde, Üsküp, Makedonya Tarihi Enstitüsü’nde, Yunanistan Selanik Makedonya Enstitüsünde, Kıbrıs, Kahire, Şam ve Basra’da Osmanlı devrinden kalma şer’iye sicillerilerinin var olduğunu görmekteyiz (Baltacı, 1985: 131).

Şer’îyye sicilleriyle ilgili üç temel mefhumun bilinmesi gerekir. Bunlardan birincisi mahdar kavramıdır. Sözlük anlamı huzur ve hazır olmak demektir. Terim olarak iki anlamı vardır. Birincisi; hukuki dava ile ilgili yani, tarafların iddialarını, delillerini içeren ancak kadının kararına esas teşkil etmeyen yazılı beyanlardır. İkincisi; herhangi bir mesele hakkında düzenlenen yazılı belgenin içeriğinin doğruluğunu onaylamak için, belgenin altında, mecliste hazır bulunan ve meseleye vakıf olan başta subaşı, çavuş ve muhzır gibi şahısların beyanlarına ve imzalarına mahdar denir.

İkinci temel kavram sicildir. Sözlük anlamı; okumak, kaydetmek olan bu kelime terim olarak; insanlarla ilgili bütün hukuki olayları, kadıların verdikleri karar suretlerini, hüccetleri ve yargıyı ilgilendiren çeşitli yazılı kayıtları içeren belgeye şer’iyye sicilleri, kadı defterleri, mahkeme defterleri veya sicillat defteri anlamına gelmektedir. Şer’î mahkemeler tarafından verilen her çeşit i’lâm, hüccet veya şer’i evrak aslına uygun olarak bu deftere kaydedilir. Şer’îyye sicillerinde yazı genellikle

(24)

ta’lik kırmasıdır, kağıt çok sağlam ve parlak, mürekkepleri de bu gün bile parlaklığını muhafaza eder. Bütün şer’iyye sicillerinin başında genellikle dili Arapça olan dibace yani giriş kısmı vardır. Burada şer’i hükümlere ve bunları bildiren Allah ve Peygambere saygı arz edilmekte daha sonra sicili tutan kadının ismi, ûnvanı ve göreve başlama tarihi kaydedilmektedir. Şer’iye sicillerinde kullanılan dil XVI. asrın sonlarına kadar Arapça iken zamanla neredeyse Türkçe’ye dönmüştür. Yine de vakfiyeler, bazı tereke ve aile hukukuna ilişkin kayıtlar ile sicilleri tutan kadının göreve başlamasını gösteren kısımlar Arapça kaleme alınmıştır. Bazı siciller Rumca yazılmıştır. Bu sicillerde kullanılan yazılar ise rika kırması, talik kırması, divanî gibi yazı türleridir (Gedikli, 2005: 188).

Kadının görevi bittikten sonra bu defteri bizzat kendisi veya emini vasıtasıyla halefi olan kadıya teslim edilmektedir. Tanzimat’tan sonra her sahada meydana gelen değişikliklerden şer’iyye sicilleri de nasibini almıştır. Sicillerin ilk sayfasından başlanarak sayfa numarası koyma, evrakı sicile kaydedenin kayıtta özel mührünün olması, satır aralarına bir şey ilave etmeme, edilirse de kadı tasdik edip mühürlemeli gibi değişiklikler meydana gelmiştir. Şer’iyye sicilleri üzerine yapılan araştırmalara göre, her çeşit yazılı kayıtlar belli bir usule göre düzenlenmekte ve sicile kaydedilmektedir. Bu usule sakk-ı şer’i usulü denir. Sakk sözlükte; berat, hüccet, tapu tezkeresi gibi yazılı belge manalarını ifade eder. Terim olarak ise; şer’i mahkemelerin sicile kaydettiği veya yazılı olarak tarafların eline verdiği her çeşit belgenin düzenlenmesinde ve yazılmasında takip edilen yazım usulüne veya bu çeşit yazılı belgelere sakk-ı şer’î denir. Başta i’lâm ve hüccetler olmak üzere bütün kayıtların düzeni ve yazım şekillerini açıklayan numuneler yazılarak sakk kitapları oluşturulmuş ve şer’iyye sicillerindeki nizam meselleri düzenli ve sağlam temeller üzerine oturtulmuştur.

II. ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ

Devletlerin en temel unsuru insanlardır. Çok geniş topraklara sahip Osmanlı Devleti’nde insan unsurunu, çeşitli din ve kavimlere mensup olan kişiler oluşturmuştur. Devlet; içte ve dışta huzuru sağlamak, barışı korumak, halkın can ve mal güvenliğini tesis etmek, insanların devletle, devletin insanlarla ilişkisini sürdürmek için hukuk sistemini en mükemmel hale getirmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti, kendisinden önceki İslam-Türk devletlerinin yaptığı gibi, hukuk sistemi olarak İslam hukukunu esas

(25)

almıştır. Ancak Osmanlılar, pek çok İslam hukuk kurum ve kavramını, zamana ve yeni şartlara uydurarak uygulamışlardır (Bozkurt, 1988: 7). Bu yüzden Osmanlı Devleti içerisinde yaşayan gayrimüslim unsura Müslümanların içinde eritme politikası uygulamayıp İslam Hukuku’na göre; Müslüman olmayan ve İslam topraklarında sâbitnin güvencesi altında dinlerini muhafaza ederek, bir akde dayanarak “zımmî” adını alıp, sosyal ve ekonomik ilişkilerini bu hukuk sistemince belirtilen bir hukukî statü içerisinde sürdürmüşlerdir. Osmanlı adliye teşkilatı islamın ilk dönemlerinde ortaya konan adli yapının Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Memluklu devletlerinin birebir kopyası değil onların değişime ve gelişime uğramış halidir (Aydın, 2001: 77). İşte Osmanlı Devleti, kendi vatandaşları yanında gayr-i Müslim tebaaya da geniş haklar veren, İslam hukukunun uli’l-emre tanıdığı sınırla yasama yetkisini kullanarak bir mânâda kânunlar yapan ilk ve en büyük İslam Devleti unvanını almıştır. Şer’î hükümlerin tanıdığı sınırlı yasama yetkisine veya içtihat hukuk, toprak hukûku, askeri hukûk ve idârî hukûkuna ait hukûkî düzenlemeler ve temelini örf, adetler, amme maslahatı gibi tâli kaynakları ihtivâ eden içtihadı hükümlerdir ki, bunlara da örfi hukûk, siyaset-i şer’îyye, kânûnname gibi isimler verilir ve şer’î esasların da dışına çıkmayacağı gibi, İslam Hukûku’nun dışında bir hukûk düzeni kabul edilemez (Cin ve Akgündüz, 1990: 49).

Osmanlı hukukunun iki unsuru şu şekilde sıralanabilir; 1- Klasik fıkıh kitapları içinde yer alan ve geçmiş dönemlerde devletin müdahalesinden uzak kalarak, bağımsız olarak oluşmuş şer’î hukuk, 2-Padişahların emir ve fermanlarından oluşan örfî hukuk (Aydın, 1996: 73-74). Örfî hukuk terimine ilk kez Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanında Tursun Beyin kayıtlarında rastlanmaktadır. Önceki İslâm devletlerinde de varlığına rastlanan örfî hukuk; “örf-i padişahi”, “örf-î münif-i sultanî” şeklinde ifade edilmektedir. Moğollarda Cengiz Han Yasaları, Timur’un Tüzükat’ı, Akkoyunlular’ın Uzun Hasan Kanunları ve Dulkadiroğullarının Alaûddevle Kanunları diğer Müslüman devletlerde karşılaşılan örfî hukuklardır. Bu durum İslâm öncesi dönemin “töre” ve “yasak” geleneğinin bir etkisi olarak düşünülmektedir. Örfî hukukun hazırlanmasında en önemli rol ise Divan-ı Hümâyun ve burada meselenin uzmanı olan nişancılarındır (Aydın, 1996: 74-75).

Osmanlı hukukunun işleyişinin temel taşı olan kadılık mesleği günümüz yargı sisteminde hakimlerin fonksiyonunu da içeren bir özelliğe sahipti. Osmanlı’da farklı

(26)

statülerde birden çok mahkemeler bulunmakla birlikte en yaygın olan Şer’iyye Mahkemeleriydi. “Meclis-i Şer’ “ adı verilen bu mahkemeler devletin kuruluşundan Tanzimat dönemine kadar en geniş yetki alanlarıyla, sonrasında ise daha daraltılmış alanlarla devletin sonuna kadar varlıklarını sürdürdüler. Tek hâkimli ve basit yargılama usulüne sahip olan bu mahkemeler, kadıların ilmi görüşlerinden istifade ettikleri müftüler ve mahkemelerde yargı sırasında bir çeşit müşahit gözüyle yargılamayı izleyen Şühud ve Şühûd-ül-hâl adlı görevlilerle kendisine has bir zenginliğe sahiptir (Aydın, 1999: 375-400). Devletin kuruluş yıllarından itibaren varlığını bildiğimiz kadılık müessesesi Osmanlı’nın selefi İslâm devletlerinden beri devam eden bir süreçtir. İlk zamanlar da devlet, kurumsallaşmasını daha tamamlamadığı için kadıların yetiştiği medrese kurumları da yaygın değildi. Bu sebeple ilk kadılar genelde Anadolu, Suriye, Mısır gibi merkezlerde yetişmiş olup, sonradan Osmanlı hizmetine girmekle bu meslek icrâ’ edilmekteydi. Zamanla medreselerin yaygınlaşması ve kadıların yetişmesiyle Osmanlı bu konuda kendi kendisine yeter bir duruma gelmiştir. Kadıların ve mevâlîlerin (İstanbul, Bursa, Mekke gibi yüksek payeli kadılıklar) bulunduğu kaza ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardır. Bu şer’î mahkemeler tek kadının görev yaptığı adalet müesseseleriydi. Kadılar şer’î muamelâtta kendilerine verilen berâtlarda gösterilen vazifeleri görüp Hanefi Mezhebi üzerine hüküm verirlerdi. Irak, Mısır, Hicaz ve Yemen gibi bölgelerde başka mezheplere mensup Müslüman halklar da vardır. Başka mezheplere mensup Müslümanlar arasında meydana gelen ve kendi mezhepleri çerçevesinde halledilmesi uygun görülen dava ve meselelerde, eğer o mahalde kendi mezhebinden bir kadı yoksa, bunlar mensup oldukları mezhep alimlerinden bir alimi hakem ta’yîn ederler. Bu alim bunların mensup olduğu mezhebe göre karar verir. Sonra Hanefî kadı onu tasdîk ve infaz eyler. Eğer kendi mezhebinde kadı varsa ona müracaat eder. Ayrıca padişah ilgili meselede diğer mezheplerin görüşüne göre de hüküm verilmesini isterse hüküm ilgili mezheplere göre de verilirdi. İstisnai durumlar olarak görülen bu meseleler dışında genel olarak hem hukuk birlikteliğini sağlamak, hem de istikrârlı bir yapı arz etmek için Hanefi mezhebine göre hükmetme esası kabul edilmiştir (Bayındır, 1986: 37-41; Akgündüz; Öztürk, 1999: 369-370). Mahkemelerde Hanefi Mezhebinin görüşlerinin mu’teber kabul edilmesinin ana sebeplerinden birisi de devletin kuruluşundan kurumsallaşmasını büyük oranda tamamladığı Yavuz Sultan Selim zamanına kadar (13. yy. sonu-16. yy. başı) Osmanlı’nın hakimiyet sahasının Tuna

(27)

ile Fırat Nehri arasındaki Türk topraklarını kapsaması ve Türklerin de Hanefi mezhebi mensubu olmalarıdır. Ayrıca başta hanedân olmak üzere yönetici kesimin Hanefi olması sebeplerin en başında gelenidir. Nikâh, izdivaç, miras taksimi, yetim malı, vasî ta’yîni ve azli, vasiyyetlerin ve vakıfların hükümlerine riayet edilmesi, cürüm ve cinayet v. s. bütün davalar ve bütün hukuki muamelât, günümüz noterliği benzeri onaylama işlemleri kadılar tarafından görülürdü (Uzunçarşılı, 1988: 109; Aydın, 1996: 87). Bazı kadılıklar ise belli hususlarda ihtisaslaşmış kadılıklar görünümündeydi. Mesela Eyüp Kadılığı “su işleri” ile ilgili meselelere bakmaktaydı. Bunun yanı sıra kadılıklar bazı tür ceza ve hukuk davalarına da bakmamaktaydı. Bunlara verilecek örneklerde; gayrimüslim din adamlarının ceza davalarının Divan-ı Hümayunun ve kapitülasyonlar sebebiyle yabancıların kendi aralarındaki davaların konsolosluk mahkemelerinin yetkisinde olması gibi (Aydın, 1996: 88). Kadılar da bulundukları kaza, nahiye ve şehirlerde devlet otoritesini temsil ederlerdi. Hükümet merkezinden gelen fermanları cevaplar, gereken işlemleri yaparlardı. Zahire ve amele tedariki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisadi işler. Yani askeri inzibattan başka bütün resmi işlemlerin yapılmasından kadı sorumluydu.

Kadıların ve mevâlînin derecelerine ve şer’î hasılatlarına göre belli sayıda maiyetleri vardı. Kadı bizzat davayı dinler yanında muâvin olarak kethüdası, dava temsil eden, sicile geçen kâtibler bulunurdu. Muhzır adı verilen mübâşirler de mahkeme görevlilerindendir. “Mevâlî” denilen büyük kadılar genelde ta’yîn olundukları vilâyete gitmeyerek yerlerine “nâib” adlı vekillerini gönderirlerdi (Uzunçarşılı, 1988: 109). Duruşmaların halka açık olması kanun emri idi. Mahkemeye gelen halk kadının dürüstlüğünü kontrol eder, gerekirse şikâyet ederdi. Kararlarda ilgili kanun hükmü yoksa örfe göre hüküm verilirdi. Gerekli görülmesi durumunda kadı, müftüden ilgili konuyla alakalı fetvâ alırdı (Sevinç, 1978: 53). Kadının verdiği hüküm bizzat vali ve iki mutemet tarafından incelenir, tasdîk edilirse infaz olunurdu. Eğer tasdîk edilmezse evrak başkente kazaskere yollanırdı. Kazasker de davayı inceler, kararı doğru bulursa onaylar, bulmazsa bozarak yeniden hüküm verir ve o hüküm geçerli olurdu (Uzunçarşılı, 1988: 110). Hukuki davalarda mahkum, ceza davalarında müttehidin akrabası verilen hükmü haksız bulursa direk kazasker veya şeyhülislama itiraz hakkı vardı. Yani Mahkemelerinin temyîz makamı Divan-ı Hümâyun idi. Eğer kazasker ve şeyhülislam kadı hükmünü hatalı bulursa bu kadının yetersizliğine veya tarafgirliğine

(28)

işaret sayılacağından kadının kendi sicili için olumsuz bir durum oluştururdu. Bu nedenle kadılar hükümlerinde adalet ilkesine sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışmışlardır (Uzunçarşılı, 1988: 109).

Şer’iyye Mahkemelerinin sabit bir yeri yoktu. Bununla birlikte kadıların yargı işlerini yürütecekleri ve ilgililerin kendisini her an bulabilecekleri belirli bir yerleri vardı. Bu; kadının evi, camisi, mescid veya medrese olabilirdi (Akgündüz, 1988: 77). Hatta o kadar ilginçtir ki modern hukuk uygulaması içerisinde varlığına rastlanmayan bir durum olarak karşılaşılan bir usul de; yolda giderken kadıya rastlanılmasıyla konunun arz edilmesi ve bazen ayak üstü davanın görülüp, karar verilmesine ilişkin bilgilerdir. Osmanlı adli sisteminin pratikliğine ilginç bir örnek teşkil etmesi bakımından mühimdir (Ekinci, 2002: 771). İncelenen belgelerde mahkeme heyetinin yerinde tespit yapmak için mahkemeye konu olan meselenin mevkiine gittiği ve hükmünü orada verdiği de görülmektedir.

III. TANZİMAT DÖNEMİNDEN SONRA ŞER’ÎYYE MAHKEMELERİ

19. yy. Osmanlı Devleti her alanda önemli değişimlerin yaşandığı bir ülkedir. Özellikle II. Mahmud’un (1808-1839) 1826 yılında Yeniçeri Ocağını kaldırmasından sonra başlayan alan bu değişim rüzgârı yüzyıl boyunca devam etmiştir. II. Mahmud döneminin reformlar açsından bir devamı sayılabilecek Tanzimat süreci ile birlikte Osmanlı hukuku ve işleyişindeki esaslı değişim Şer’iyye Mahkemelerinin ve dolayısıyla kadıların yetki alanlarını da daraltmıştır. Bu dönemde Ticaret ve Nizamiye mahkemeleri kurulmuş, evlenme boşanma, miras, tapu anlaşmazlıkları dışındaki davalar bu yeni mahkemelere devredilmiştir.

Yargı gücünü büyük oranda tek başına kullanan Şer’iyye Mahkemelerinin yetkileri, II. Mahmut’tan itibaren azaltılmaya ve yargılama alanında yeni düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. İstanbul Kadılığı 1837 de resmi bir binaya taşınmış, 1838 de kadıların yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemek için “Tarîk-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunnâme-i Hümayunu” çıkartılmıştır. Asırlardır sadrazama bağlı olan kazaskerler, Tanzimat’ın başında şeyhülislâmlığa bağlanmış şeyhülislâm da Meclis-i Vükelaya dahil edilmiştir. 1837 yılında kazaskerlikler birer mahkeme haline getirilmiş ve kadıların idari yetkileri kaldırılmıştır (Bozkurt, 1996: 46).

(29)

1855 tarihli bir nizamnâme ile kadıların ta’yîn esasları belirlenmiştir. Kadıların belirli süreler için atanıp bu süre sonunda kazasker tarafından uygun görülürse yeniden atanmaları usulü, kısmen değiştirilerek, ehil olduğu sürece görev yapmaları esası benimsenmiştir. Kadıların görev bölgeleri ise eski usule uygun olarak derecelerine göre beş sınıfa ayrıldı. Birinci sınıf; büyük mevleviyet kadıları ile kibar-ı müderrisin olanlar vilâyetlere ve büyük sancaklara, ikinci sınıf; devriye mevâlîleri, müderrisler ve eşrefü’l kuzat olanlar kaymakamlık bulunan kazalara, üçüncü sınıf; önceden kadılık yapmamış mevâlîler müderrisler ve imtihanla eşrefü’l kuzat olduğunu ispat edenler kaymakamlık bulunmayan büyük veya bulunan küçük kazalara, dördüncü sınıf; daha aşağı rütbeliler küçük kazalara ve beşinci sınıf; yeni göreve başlayanlar kalan kazalara ta’yîn edileceklerdir. Kadıları yetiştirmek için de Abdülmecid tarafından 1854 yılında “Muallimhâne-i Nüvvab” adıyla bir medrese kurulmuştur (Uzunçarşılı, 1988: 267). 1859 yılında çıkarılan bir nizamnâmeyle bütün Şer’iyye Mahkemeleri yeni bir yapıya kavuşturuldu. Evkaf, Kassâm ve Kazasker mahkemeleriyle özellikle İstanbul’daki mahkemelerin görev ve yetkileri ayrı ayrı tespit edilerek bir ölçüde sınırlandırıldı. 1867 tarihinde Şer’iyye Mahkemeleri dışında bir takım idari ve adli mahkemeler kuruldu. 1867 tarihli Divan-ı Ahkâm-ı Adliye Nizamnâmesi ile aile, miras, vakıf konuları ile şahsa karşı işlenen suçlara ilişkin yargılamalar dışındaki konular Şer’iyye Mahkemelerinin yetki alanından çıkarıldı ve aynı tarihli Şûrayı Devlet Nizamnâmesi ile de idari yargı yetkileri tamamen ellerinden alındı. Divan-ı Ahkâm-ı Adliye aynı zamanda ilk Osmanlı temyîz mahkemesi olma özelliğine sahipti. 1870 tarihli nizamnâmelerle de kurulan Havale ve İcrâ’ Cemiyetleri ile de bu alanlardaki yetkiler de Şer’iyye Mahkemelerinin elinden alınmıştır. 1871 yılında Nizamiye Mahkemeleri kurulunca Osmanlı yargılama sisteminde bir ikili yapı oluşarak iki adli mahkeme ayrı ayrı sahalarda yargı görevini yürütmekle görevlendirildi. Ayrıca Nizamiye Mahkemeleri yurt çapında teşkilatlandırılarak “şer’iyye” denilen konular dışındaki bütün yargı yetkileri bunlara devredilmiş ve hatta taşrada vazifesiz kalmış olan kadılar Nizamiye Mahkemeleri reisliğine atanmaya başlanmıştır (Cin ve Akgündüz, 1990: 284-285; Aydın, 1999: 391).

Bütün bu düzenlemelerden sonra Şer’iyye Mahkemeleri sadece, vakıf mallarının aslına, vasiyyete, vasî ta’yîn ve azline, yetim mallarına, vakıfların borç ilişkilerine, miras hukukuna ve diğer şer’î haklara ilişkin davalara bakabilecekti. Diğer

(30)

davalarda Nizamiye Mahkemeleri yetkiliydi (Akgündüz ve Öztürk, 1999: 411). 1873 yılında Şer’iyye Mahkemelerinin bir üst mahkemesi (temyîz) mahiyetinde bulunan ve yüksek bir şer’î mahkeme olan “Meclis-i Tedkikat-ı Şer’iyye” kuruldu. Bu meclis, fetvâ-hâneden kendisine havale edilecek olan dava ve meseleleri bir temyîz mahkemesi olarak inceleyecekti. Şer’î Mahkeme kararlarının şer’î hükümlere aykırılığı söz konusu ise, durumu gerekçeleriyle beraber şeyhülislâma arz edecekti. Bu arada bu meclisin bir altında ve Şer’iyye Mahkemelerinin üstünde bulunan Fetvâ-hâne-i Ali’de, Şer’iyye Mahkemelerinin kararları hususunda temyîz ve istinâf yetkilerine sahip yüksek bir mahkeme olarak 1875 tarihinde kurulmuştu. 1913 tarihli Kanun-u Muvakkat ile Şer’iyye Mahkemelerinin teşkilat ve görevleri yeniden düzenlendi. Bu düzenlemeye göre; mülâzemet usûlü ve sınırlı sürekli kadılık düzeni tamamen kaldırıldı. Kadılık için en az yirmi beş yaşını doldurma şartı getirildi. 1885’de “Mekteb-i Nüvvab”, 1908’de “Mekteb-i Kuzat” ve 1909’da “Medresetü’l Kuzat” adını alan hukuk fakültesinden me’zûn olmayanların hâkim olamayacağı, hükme bağlandı. 1916 tarihinde kazaskerlik ve Evkaf Mahkemeleri de dahil olmak üzere bütün şer’iyye Mahkemeleri, Adliye Nezaretine bağlanmış ve Temyîz Mahkemesinde “Şer’iyye” adıyla yeni bir daire teşkil edilmiştir (Cin 1992: 24-25; Akgündüz ve Öztürk, 1999: 409;Aydın, 1999: 393). 1919 tarihli Kararnâme ile tekrar şeyhülislâmlığa bağlanan Şer’iyye Mahkemeleri, 191de “Usûl-ı Muhakeme-i Şer’iyye Kararnâmesi” ile sıhhatli bir yapıya kavuşturulmuştu. TBMM’nin açılmasından sonra dört sene daha aynı kararnâme uygulanmış ise de, 8 Nisan 1924 tarihli “Mehâkim-i Şer’iyyenin İlgasına ve Mehakimin Teşkilâtına Ait Ahkâmı Muadil Kanun” ile bu mahkemelere son verilmiştir (Cin ve Akgündüz, 1990: 286).

IV. ŞER’ÎYYE MAHKEMESİ GÖREVLİLERİ A. Birinci Kademe Görevliler

Osmanlılarda mahkeme görevlilerini, birinci kademe yani esas yöneticiler ve ikinci kademe mahkemede kadıya yardımcı görevliler şeklinde iki grupta açıklayacak olursak.

(31)

1. Kadı

Arapça’da kaza kökünden ism-i fâil olan kâdi, fıkıh terimi olarak insanlar arsında meydana gelen çekişme ve davaları şer-î hükümlere göre çözümlemek için yetkili makamca tayin edilen kimseye denir (Atar, 2001: 66). Kadının tanımına ilişkin Mecelle’de yer alan ibare şu şekildedir; “Hâkim, beyn-en nâs vuku bulan dava ve muhasamayı ahkâm-ı meşruasına tevfîkan fasl ve hasm için taraf-ı sultaniden nasp ve ta’yîn olunan zattır” (Taneri, 1977: 167) Osmanlı devlet düzeni içerisinde oldukça önemli bir mevkii ve vazifesi olan ve ulema sınıfının içerisinde yer alan kadılar imparatorluğun vilâyet ve kazalarında eksiksiz olarak bulunmakta, mahkemelerde yargı görevini yerine getirmekte, idari ve hukuki büyük görevler üstlenmektedirler.

Kadıların yargı görevi kadı berâtlarında; “istimâ-ı deâvi ve fasl hususunda şer’î kavilden inhirâf göstermeye” veya “icrâ’-yı ahkâm-ı şerâi-yi nebeviyye ve infaz-ı evâmir ve nevâhi-i ilâhiyye mütemessik olup şer’î kavilden tecâvüz eylemeye” şeklinde ifade edilmektedir (Aydın, 1999: 394). Kadılık görevi ile bir kazaya atanan kadı, önce orada kendisine ve mahkeme ehline yetecek nisbette büyük bir konak kiralayıp bu konağın bir bölümünü kendisi ve ailesi için ayırırken, diğer bölümünü de ‘‘Mahkeme-i Şer’iyye’’ olarak tanzim ederdi. Bu şekilde oluşturulan Mahkeme-i Şer’iyye’de, bir kadı veya naib, bir başkâtip, iki ve ya üç tane kâtib, bir mukayyîd, bir feth-hân, bir mahkeme imamı, bir kethüda, bir çukadar, bir muhzırbaşı ve sayıları 4-5 arasında değişen muhzırlar bulunmaktaydı. Bu şekilde oluşturulan mahkeme halkına, duruşmaların yapıldığı oturumlarda mahkeme jürisi diyebileceğimiz’’Şuhudü’l-hal’’ denilen sayıları oturumlara göre değişen belirli topluluk da dahil olmakta idi.

Osmanlı Devleti’nin üç kıta üzerinde yayılmış bulunması, bu kıtaların ayrı ayrı dil, kültür, duyuş ve düşünüş sahibi halk tarafından meskûn bulunuşu, kadıların üç coğrafî sahaya göre üç gruba ayrılmalarına sebep olmuştur. Bunlar Anadolu, Rumeli ve Mısır Kadıları idi (Altundağ, 1967: 346). Osmanlı tarihinde bilinen ilk kadı Osman Gazî’nin Bilecik’i fethinden sonra Karacahisar’a kadı ve fakih olarak ta’yîn ettiği Dursun Fakih’dir. Daha sonra Çandarlı Kara Halil (geleceğin ilk Osmanlı veziriazamı Çandarlı Kara Halil Hayreddin Paşası) Bilecik, İznik ve Bursa kadılıklarına getirilmiştir (Halaçoğlu, 1998: 110). Osmanlı hukukçuları kadıyı; dava ve anlaşmazlıkları şer’î hükümlere göre karara bağlamak için devletin en yüksek icrâ’ makamı (kazaskerlik)

(32)

tarafından ta’yîn edilmiş şahıs şeklinde tanımlarlar. Osmanlıda nahiye ve köyler dışındaki bütün merkezler idari yargı merkezi idi. Hatta konar-göçer durumlardaki aşiretlerin kaza statüsünde olanlarına kadı olarak ta’yîn edilenlerin onlarla birlikte konup göçmesi kanundu. Bu itibarla bu birimlerin adli teşkilatının temel unsuru olan kadılar hem hâkim, hem belediye başkanı, hem emniyet amiri hem de sosyal güvenlik makamı durumundaydı (Akgündüz, 1990: 228). “Hâkim, hâkimü’ş şer” de denilen kadılar (Akgündüz ve Öztürk, 1999: 407). 14. yy. dan 16. yy. ortalarına kadar kazaskerler tarafından atanırdı. 16. yy. ın ikinci yarısından sonra mevleviyet kadılarını ta’yîn yetkisi şeyhülislâmlara devredildi. Büyük eyaletlere ve bazı önemli sancaklara mevleviyet denilen kadılar tayin edilirdi. Diğer kadıları yine kazaskerler ta’yîn ediyordu. Kaza kadılarının görev süreleri iki sene idi (sonradan 20 ay). Mevleviyet kadılarının görev süresi ise bir sene idi. Görev süresini dolduran kadı İstanbul’a gelir ve eğer kaza kadısı ise her Çarşamba günü kazaskerin makamına devam ederlerdi. Kadıların her görev yerindeki görev sürelerinin sınırlı olmasının sebepleri çeşitlidir. Bunlar;

a-Belli bir yerde uzun süre göre yapmasıyla, yöre insanıyla zaman içinde yakın temas kurarak yargılama sırasında tarafsızlık ilkesinin zarar görebilecek olması,

b-Kadıların uzun süre hakimlik yapmaları zaman içinde tedrisat faaliyetlerinden uzak kalmalarına yol açacağından ilmi yönden gerileyebilecek olmaları,

c-Medreseden me’zûn olan hukukçulara yeterli sayıda kadılık kadrosunun bulunmayışı. 17. yy. ın başlarında bir kadının görev süresinin dolmasını bekleyen 10 kadar kadı adayının varlığı, kadro sıkıntısını ortaya koyması açısından oldukça ilginçtir. Tanzimat’tan sonra bu usul değiştirilmiştir. “Mülâzemet” adı verilen bu usûlün amacı, kadıların mazul oldukları zaman içinde kendilerini mesleki açıdan yetiştirmeleridir. 1598 yılında mülâzemet usulünün bozulmasıyla birlikte suistimaller başladı (Cin ve Akgündüz, 1990: 278; Aydın, 1996: 85;Aydın, 1999: 392; Uzunçarşılı, 1988: 83). Şer’î hükümleri icrâ’, kararların yazımı, velisi veya vasîsi olmayan küçükleri evlendirme, yetim ve gariplerin mallarını muhafaza, vasî veya vekil ta’yîni ve azli, vakıf nizamnâmesinin uygulanması, görevlilerinin atanması, mali kayıtlarının kontrol edilmesi, nikâh, talâk, tereke, vasiyyetlerin icrâ’sı gibi çeşitli hukuki işlem ve i’lâmlar kadıların mahkemeye ilişkin görevlerindendir. Ancak yukarıda adı gecen belge çeşitleri,

(33)

sicillerin yüzde doksanını işgal ettiğinden, diğerleri fazla ehemmiyet arz etmemektedir (Aktan, 1995: 177). Devletin askeri ve siyasi işlemleri kadıların alanının dışındadır. Ayrıca kadıların görev yeri ve süresi dışında verdikleri hükümler de hukuken geçerli değildir (Uzunçarşılı, 1988: 33; Aydın, 1999: 394).

Kadılar medresede ilmiye tahsilini bitirdikten sonra direk kadılığa başlamazlardı. Kadı adayları “mülâzım” adıyla günümüz staj uygulamasının bir benzeri olarak kazasker divanında belli bir süre görev yaparlardı. Mahkemelerin işleyişi, hükümlerin verilişi gibi kadılık mesleğinin gereğini öğrendikten sonra ilk defa kaza kadılığına atanırlardı. Bunun dışında medreseden icazet aldıktan sonra bir müddet müderrislik yapanlar direkt bir kazaya kadı ta’yîn edilirlerdi. Kadılık da derece dereceydi. Kaza kadılığı, sancak kadılığı, büyük kadılıklardan olan mevleviyet kadılığı, (Mekke, İstanbul, Edirne, Bursa, Şam) gibi büyük kadılıklardan sonra kadıların yükseleceği makam kazaskerliktir. Divan üyesi olan kazaskerler yükselirse şeyhülislâmlık makamına çıkarlardı (Baltacı, 1976: 55).

İslâm Hukuk tarihinde yönetimden ayrı ve bağımsız şekillenen yargı daha sonrada bu özelliğini korumuştur. Bu sebeple kadılar yargılamalarında her hangi bir siyasi etkinin altına girmeden vazife yapmışlar ve sancak beyi, beylerbeyi gibi idarecilerle bir astlık-üstlük ilişkileri olmamıştır. Bu sebeple kadı merkezle yazışmak istediğinde ismi geçen idareciler aracılığı ile değil, doğrudan yazışabilmektedir (Aydın, 1999: 394).

Kadıların ta’yîn edilmelerinde aranan şartlar şu şekilde tespit edilmektedir: a-Tam ehliyetli olmalı, yani akıl bâliğ ve hür olmalı. Körlük, sağırlık ve dilsizlik gibi fiziki arızalardan uzak olmaları.

b-Müslüman olmaları. c- Erkek olmaları.

d-Anlayışı kuvvetli, dürüst, güvenilir, iradesi kuvvetli, adil, hukuka ve hukuk uygulamalarına vakıf olmaları (Akgündüz, 1990: 231).

(34)

Kadının yüklendiği hassas vazifenin şuuru içerisinde tavır ve karakterinde olması gereken temel davranış kurallarını ise; vakar, edep, ağır başlılık ve şakacılıktan uzaklık, yalan söylememe, mahkemede alış verişten uzak olma, taraflardan hediye kabul etmeme, tarafların evlerine ziyafet veya bir başka sebeple gitmeme, taraflara eşit davranma veya taraflardan birine karşı özel bir yakınlık göstermeme şeklinde ifade edilebilir (Bayındır, 1986: 83-85).

Kadıların yargılama dışında bir çok idari görevleri de mevcuttu. Bunlar; yürütmeyle ilgili bir çok idari görevin yanı sıra çarşı pazarı, satılan malları denetleme, fiyatlarını koyma ve kontrol etme gibi bugün belediyelerin yetki ve sorumluluğunda olan mahalli görevleri de yerine getirirlerdi. Bu konuda en önemli yardımcıları “İhtisap Ağası” veya “Muhtesip” adı verilen görevlilerdi. Bu konuda II. Bayezıd (1481-1512) zamanında çıkarılan 1502 tarihli “Kanunnâme-i İhtisab- Bursa” (Bursa Belediye Kanunnâmesi) en açık örneklerdendir. Bu kanunnâmede her türlü gıda maddesinin kalite, fiyat, miktar (ağırlık vs.), sağlıklı oluşu, tekstil ürünleri, sarac, keresteler, nalbantlar, kuyumcular, bakırcılar, attarlar, çilingirler, inşaatçılar, pazarcılar ve lokantalara ilişkin kurallar ayrıntılı bir şekilde ortaya konulmaktadır (Aydın, 1999: 397).

Kadıların diğer görevleri arasında mahallindeki vakıfların şartlarına uygun yönetilmesini, vergilerin kanun hükümlerine uygun toplanmasını denetleme, imam hatip, vaiz gibi görevlilerin ta’yînini yapma, para ayarlarının kalpazanlar tarafından bozulmaması için tedbirler alınması, has ve tımar arazilerinin teftişi, sefer sırasında ordunun ihtiyaç duyduğu lojistik malzemenin bölgesiyle alakalı olanının temini gibi çeşitli kazai, idari, mülki, askeri vazifeleri de sayılabilir (Aydın, 1996: 90).

2. Nâib

Sözlükte “birini temsil etmek, birine vekalet etmek” anlamındaki nevb masdarından türeyen nâib, “bir makamın sorumluluğunu asıl sahibi yerine geçici bir zaman için yüklenen kimse” demektir (Avcı, 2006: 311). Kadı vekili anlamına gelen nâibler kadıların yargı görevini îfâ ederken yardımına başvurdukları görevlilerin başında gelirlerdi. Daha ziyade bir yere tayin olunan kadıların, kendileri gitmedikleri takdirde yerlerine gönderdikleri kimseye denir (Sertoğlu, 1986: 235).

(35)

Nâiblik Osmanlılar’da başlangıcından beri mevcuttur. Yeni fethedilen yerlere idareyi temsilen sancakbeyi veya subaşı, hukuku temsilen kadı yahut nâib tayin edilmesi bir fetih geleneğidir. Nâibler, medrese eğitimi alarak özellikle fıkıh alanında kendi kaza dairesinde ihtilâfları çözebilecek bir seviyede tahsil görmüş ilmiye mesleği mensubu kimselerdir. Osmanlı adlî teşkilâtında kadı yardımcısı ve vekili olan nâib kadı tarafından belirlenir, Anadolu veya Rumeli kazaskeri tarafından tasdik edilirdi. İstanbul’da nâiblerin tayininde İstanbul kadısı yetkilidir. Nâibler genelde süresiz olarak tayin edilirdi, ancak be- lirli süreler içinde görev değişiklikleri olurdu. Nâibler kendisini göreve getiren kadı tarafından re’sen görevden alınamayacağı gibi nâibi olduğu kadının azli veya ölümüyle de görevleri sona ermezdi. Ancak yetersizlikleri, bilgisizlikleri, bir yolsuzluğa karışmaları, ehl-i örf ile işbirliği yapmaları gibi sebeplerle azledilirlerdi (İpşirli, 2006: 312).

Nâibler belirli bir süre veya belirli bir iş için tayin edilirlerdi. Onlar da kadıların ver- dikleri yetki çerçevesinde görevlerini yaparlardı. Belirli bir iş için tayin edilenler keşif göreviyle veya bir başka görevle belirli bir süre için tayin edilenler ise kadının görevi başında olmadığı zamanlarda onun vazifesine vekâleten bakanlardır. Zaman içinde bu uygulama kadılık mesleğinde yozlaşmalara da sebep olmuş, hem zaman zaman ehil olmayan kimselerin kadılık yapmalarına, hem de nâiblerin gelirlerinden asıl kadıya pay vermek durumunda olmaları onların gelirlerini artırmak için çeşitli suistimallere yönelmelerine yol açmıştır.

B. İkinci Kademe Görevliler 1. Kassam

Lügattaki anlamı taksim eden olan kassâm kelimesi hukuki terim olarak vefat eden şahısların terekelerini (mirasını) taksim eden şer’î memur anlamına gelir. Terim olarak İslam Hukukunda ise miras da’vâlarında bizzat da’vâ mahalline giderek, gerekli tahkikatı yapıp ihtilaf hakkında bir neticeye vardıktan sonra da’vâyı hükme bağlayan, ev, tarla, arsa gibi gayrimenkulleri varisler arasında taksim eden memura denmektedir (Öztürk, 1995: 65). Kassâmlar bu görevi kadı adına yaparlardı. Osmanlı adliye teşkilatında iki çeşit kassâm vardı. Birincisi; askeri sınıfın (kamu görevlilerinin) terekelerini taksim eden kazasker kassâmlardı. İkinci ise, Şer’î Mahkemelerin

(36)

bulunduğu yerlerdeki beledi kassâmlardı. Her kadılıkta hususi bir kassâm defteri bulunurdu. Kassâmlar taksim ettikleri terekelerden “resm-i kısmet” adıyla bir harç alırlardı. Bu harç binde belirli bir oran olmakla birlikte kadı ve kazaskerlerin gelirlerinde önemli bir yer tutardı (Uzunçarşılı, 1988: 117; Aydın, 1996: 93). Bunun yanında şerî’yye mahkemelerinde şu görevlilerde bulunurdu.

2. Şühûdu’l-hâl

Mahkemelerde şehrin ileri gelenlerinden bazılarının önemli davâlarda hazır bulunarak verilen kararların veya davâ tutanaklarının altlarına isimleri yazılanlar anlamına gelmektedir (Çadırcı, 1997: 90). Mahkemede yargılamaya bir anlamda müşahit sıfatıyla katılan şühûdu’l hâl, aslında yargılamanın seyrine etki eden şahitler olmayıp, mahkemedeki yargılamanın bir nevi gözlemcisi durumundaydılar. Şühûdül-udül “Udûlü’l Müslimin” de denilen ve yargı merkezinin ileri gelenlerinden 5–6 kişinin veya daha fazlasının katıldığı bu görevliler, kadıya müdahale etmemekle birlikte mahkeme alanındaki varlıklarıyla kadının adalet ilkesi içerisinde hüküm vermesine dolaylı bir etki yaparlardı. Diğer İslâm devletlerinde de rastladığımız bu görevlendirme içinde bazı zamanlar ileri gelen hukukçular da yer almışlar- dır. Kadı sicili defterlerindeki kararların altında bu şahısların isimleri ve imzaları da bulunmaktadır. olarak kazanın önde gelenleri olduğu gibi eski kadı ve kazaskerler de bulunurdu (Aydın, 2001: 84). Şühûdu’l-hâl ile yargının denetimi sağlandığı gibi, yargı bağımsızlığının denetimi de sağlanmıştır. Kadı’ya karşı gelebilecek müdahalelerin önlenmesinde şühûdun azımsanamayacak kadar fazla önemi vardır. Şühûdu’l-hâl ile kadılar kamuoyu baskısı altında tek başlarına bırakılmayarak böylece hem yargı bağımsızlığının sağlanacağı hem de adaletin daha iyi gerçekleşeceği düşünülürdü (Fendoğlu, 1998: 465).

3. Kâtib ve Hademeler

Şer’iyye Mahkemelerinde önemli bir görev olan kâtibliğe; güvenilir, sağlam, davaları tutanağa geçirmede ve i’lâmları tanzim usulünde mahir olan şahısların getirilmesi gerekir. Kâtibin en önemli görevi, tarafların iddia ve savunmalarını, şahitlerin beyânlarını doğru olarak zabta geçmektir. Hediye almak gibi adi suçları irtikap etmemeleri için her zaman kadının nezaretinde görev yapmışlardır. 1331 (1913)

(37)

tarihli Hükkâm-ı şer’ ve Mahkeme-i Şer’iyye kanunu, her mahkemede bir başkâtib ve yeteri kadar kâtibin bulundurulmasını hükme bağlamıştır. Kadı ve müşavir bulunmadığı zaman mahkeme baş Kâtibi kadıya vekâlet eder. Zaman zaman mahkeme dışındaki keşif olayları ile de görevlendirilen kâtibler çoğunlukla yöresel aydınlardan oluşmakta, şairliği ile tanınan pek çok kişi geçimini mahkeme kâtibliği yaparak sağlamaktaydı. Hademeler ise, mahkeme işlerinde evrakların getirilmesi, duruşma güvenliğinin sağlanması vb. ayak işleriyle meşgul olurlardı (Akgündüz, 1988: 72-75; Abacı, 2001: 62).

4. Muhzır

Lügattaki anlamı “huzura getiren” demek olan muhzır; davacı ve davalıları mahkemeye celb eden ve savcının bazı görevlerini îfâ eden bir memurdu. Küçük kaza merkezlerinde; mahkeme mübâşirliği, mahkeme katipliği, emniyet görevlisi ve savcının görevlerini îfâ etmekteydi. Bu hizmetleri karşılığında “ihzariye” denilen ve taraflarca karşılanan bir ücret alırdı. Muhzırların ta’yîni bir seneliğine kurumun işleyişinden sorumlu olan muhzırbaşları tarafından yapılırdı (Cin ve Akgündüz, 1990: 276). Ayrıca Mahkeme i’lâmlarının icrâ’cısını, borçlunun mallarını satarak borcunun ödenmesini, icab ederse mahkeme kararıyla borçlunun hapisle cezalandırılmasını sağlayan Çavuş bulunmakta idi. Hukuken kesinleşen bedeni ve nakdi cezaların infâzından da çavuşlar sorumluydu. Günümüzdeki icrâ’ memurları ve kısmen de savcıların ve emniyet görevlilerinin vazifelerini îfâ ederdi.

5. Mübaşir

Sözlük anlamı olarak bir işe başlayan demektir. Mahkemeden evrakı getirip götüren ve mahkemeye girecek olanlar ile şahitleri yüksek sesle okuyan adliye memuruna denir (Develioğlu, 1996: 700). Adli memur olarak iki manası vardır. Biri celp ve tebliğ işlerinde kullanılan memur anlamıdır. Diğeri ise; Tanzimat’tan önce devletçe gördürülmesi veya soruşturulması lazım gelen bir iş için görevlendirilen memur demektir. Bu görevi karşılığı “mübaşiriye” denen bir ücret alır (Cin ve Akgündüz, 1990: 277). Ayrıca mahkemelerde diğer bir görevlide müşavirler idi. Lügattaki manası kendisine danışılan, istişare edilen demektir. Kadılar ihtiyaç duyulan hallerde müftülerden ve İslâm hukukunu iyi bilen şahıslardan fetvâ isteyebilirler. İşi çok

Şekil

Tablo 1: 337 Numaralı Sicile Göre Bozkır Kazasının Köyleri
Tablo 2: 337 Numaralı Sicile Göre Eş ve çocuk sayısı  Tereke kaydı 130  tane  1 2 3 4 5 6 7 8  9 10  Eş sayısı 104  13  - - - - - - - -  Erkek çocuk  sayısı  238            Kız çocuk sayısı  230            9  13 27 18 21 18 7  1  -  1  Aile ve Çocuk  sayıs
Tablo 3: 337 Numaralı Şer’iye Sicilinin Konulara Göre Dağılımı
Tablo 4: 337 Numaralı Sicilde Bulunan Belgelerin Yıllara Göre Dağılımı
+2

Referanslar

Benzer Belgeler

Medîne-i Sifrihisar mahallâtından Gedik mahallesi sâkinlerinden iken bundan akdem vefât eden Hüseyin bin Ali'nin verâseti zevce-i metrûkesi Rahime binti Osman ve sulb-i

Dârü’l-cihâd ve’l-mücâhidîn Medîne-i Vidin mahallâtından Çavuş mahallesinde sâkin iken bundan akdem vefât eden Ahmed Ağa bin Alî ibn Abdullah’ın verâseti

Medine-i Ayıntab‟da Cevizlice Mahallesi ahâlisinden iken bundan „akdem fevt olan Es Seyyid Arab Çelebi ibni Hasan‟ın verâseti zevce-i menkûha-i metrûkeleri Hanım binti

Eğin kazâsı mahallâtından Bağçe mahallesi sâkinlerinden olup bundan akdem vefât iden Mustafa Efendi ibn-i Mehmed bin Abdullah'ın verâseti zevce-i menkûha-i

Medine-i Ayntab’da Mestancı mahallesi ahâlisinden iken bundan akdem fevt olan Muhsin-zâde Ahmed Ağa el-Hâc Ahmed Ağanın verâseti zevce-i menkuhe-i metrukesi

170 iken senedleĢmiĢ ve kazâ-i mezkûr sicilinde mebaliği-i mezkue ol vakide alunub verilmiĢ madde olduğından ahâlî-i merkûmenin ol vecihle iddi´âları

Zaferan Borlı kurâsından Çiftlik-i Süfla karyesi ahâlîsinden iken bundan akdem vefât iden Ali Emuca Oğlu İsmâîl bin Ali nâm kimesnenin verâseti Zaferan

Medine-i Kayseriyye’de Kalenderhane Mahallesi sükkânından iken bundan akdem fevt olan el-Hâc Mustafa ibn-i Ali nâm kimesnenin veraseti zevce-i metrûkesi Şerife Ayşe