1 i
-Çelik Gülersoy
TÜRKİYE TURİNG ve OTOMOBİL KURUMU
İSTANBUL 1985
ocukluğumun İstanbulun- j da, yani 1930’lu ve biraz (vf f h da 1940’Iı yılların, sakin ve telaşsız şehrinde, kenar- köşe ^semtlerden Beyoğlu’na çıkış, şehirlerarası bir yolculuk, hattâ bi raz da bir Avrupa seyahati gibi bir şeydi.
Önce taşıt ve ulaştırma sorunu vardı. Bir çok yere yaya gidilirdi. Ama bizim oturduğumuz Yıldız Mahalle sinden Taksim’e yürümek pek kolay bir şey olmadığından, genellikle oto büse bindirdi. Otobüs. Hele, Beledi ye otobüsü. Her semte işlemeyen, ve emektar - babacan tramvaya oranla, hayli «lüks», bir «vasıta-i nakliye».
Özellikle, II. Savaştan sonra servi se konulan, açık yumurta sarısındaki rengini eni-konu şık bulduğum ve ar kasındaki balkon-sahanlığı neş’emi artıran, burunlu ve oturaklı tipleri yok mu, bir bilet alıp yerleşince,
bom-boş yollardan, homur-homur
Taksim’e çıkmakla, Paris'e gitmek arasında, fazla bir ayırım kalmazdı.
Taksim Meydanına gelip, Suların kaldırımı kenarına inince, gece ise ışıklı, büyüleyici, gündüz ise, şık, bir dünya başlardı.
Güneşli yollarda vitrinlere bak mak, benim çocuk gözlerim için, do yulur şey değildi:
Pastacılarda (hepsi de Evropa isim li: Gloria, Nisuaz, falan), üzeri yapma çiçekli boy-boy kadife kutu
lar, parlak tepsilerde dizi-dizi pasta lar, giyim kuşam mağazalarında, ha sır şapkalar, baston çeşitleri. Lâf de ğil, çoğu Paris, ya da Viyana malı. Amma, ille de Beyoğlu geceleri.
İki keçeli mağazaların ve ara so kaklarda barların panolarındaki renk li ışıkları, bir durur, bir yanar, sonra pırr, hepsi, söner, bu defa başka bir desen çizer ve boyar, limonatacı ve
gazeteci dükkânlarının kapı zili gibi anonsları çalar, kapısında kırmızı-be- yaz helezon? bantlı ve tepesi gloplu fenerleri yanan berber salonlarından pudralı m üşteriler çıkar, sinemalar dan dik siyah paltolu, parlak beyaz ipek eşarplı beyler, hanımlar dağılır, ve her yerden bir keyif, bir canlılık, bir «asrî»Iik rengi ve kokusu yayılır dı.
Fakat Galatasaray’da, köşedeki Zara Gömlekçisini geçipTepebaşı’na doğru sapınca, ışıklar azalır, mağaza lar azalır, biraz karanlık, biraz demo de, ikinci derece ve rütbede bir yeni semt başlamış olurdu.
Buradaki azıcık hüzünlü atmosfer, her seferinde beni üzerdi. Az yürü yünce, İngiltere Elçiliğinin ilerisinde sağ köşedeki bir yapı, tekrar dikkat
leri toplar, ve özellikle ahşap kapısı üstüne, yarım bir demir kemer içeri sine yerleştirilm iş bir amblem, daha doğrusu bayram geceleri takılan bir süsleme, içimi ezerdi:
Karşı karşıya iki ay ve ortalarında bir yıldız. Bu tahta m otiflerin üzerine dizilmiş beyaz ampuller yandığı za man (*), bu tablonun o karanlık ge cenin içinde çizdiği pırıltılı resmin tadını, şimdilerde nasıl anlatmalı?
Burası, ilk yapılışında «Hôtel d ’An gleterre», sonra «Hotel Logotheti», daha sonra «Hotel Royal» olan, daha da sonra, galiba II. Savaş öncesinde bir takım nümayişler ve Mussolini paralelindeki bir-iki şehir olayından sonra, adı acele Orta-Asyalaştırılıp, «Alp Oteli »ne çevrilen eski ve tarih sel yapı idi.
(*) 1983/84’te Sultanahmet’te Turing Kurumunca yaptırdığımız ilk tipik İstanbul Oteli olan «Ko nak» bitince, zevk duyarak yaptığım işlerden biri, kapısı üzerine böyle bir ampullü ayyıl- dızı koydurmak oldu...
Çok sonraları 1950’Ii yıllarda, içi ne girecek yaşa geldim ve köşesini- bucağını tanıdım.
Bir öğrenci olarak gelip çalıştığım Turing Kurumu, 1950-1955 arasında, Tepebaşı Meydanındaydı. 1955-1965 arasında ise, az ötede, Aşmalı Mes cit Sokağında, Nil Pasajında. Yani Alp Oteline, tam 15 yılı, iki adımlık bir mesafede yaşadım. Aylarım, onun önünde yürümekle geçti. 1960' tarda ise, lokantasında yemeklerimi yemeğe başladım. Önce burayı bir ta rif edeyim:
Yapının M eşrutiyet Caddesine ba kan ana yüzünde, önce sağda, küçük bir kadın şapkacısı dükkânı vardı. Macar Madamı Laszlo’nun, boy-boy, renk-renk, tüllü-tülsüz, demet ve bu ket çiçekli, kanatlı, tüylü şapkaları, vitrin i ve rafları doldururdu.
Hem 19. yüzyıl frenk Beyoğlusu- nun madamlarına hitap eden, hem de Atatürk reformları ile, İstanbul ve Ankara hanımlarının da artık alışma ya başladıkları, bir süs: Şapka.
Şapkacının solunda, Otelin girişi geliyordu, cilâsı solmuş ahşap bir kapı, iki kanatlı. Girer girmez kısa ve dik bir mermer merdivenle, az yuka rı çıkılıyor. Orası otelin ana holü. Sol da Müdürlük odası.
Karşıya, iyice dik çıkan, sonra sa ğa bir dönüş yapan, yüksek bir mer diven geliyor, üst katlara çıkmak için. Merdivenin altında, resepsiyon ve konsiyerj var. Onu bırakıp sağdan ilerleyince, önce lobby. Sonra da lo kanta salonu. Salon ve lokanta, eski mobilya ile döşeli. Beyaz lâke büfe ler, ahşap-hasır, uzun arkalıklı san dalyeler ve duvarda eski servis ta kımlarından kalma, kanatlılar ve ba lık resim li, renkli uzun tabaklar.
Bunların otel söküldükten yıllar sonra, sahibinin Nişantaşındaki dai
resinde çektirdiğim resim lerini, ya yımlıyorum. Holdeki merdivenden yukarı çıkınca ise, sıra-sıra oda lar. Büyük kısmı Halic’i görüyor. Hepsi masif ve kaliteli ahşap eşya ile döşeli. Bir bölümü, arkadaki İngi liz Sefaretine ve bahçesine bakıyor: Zümrüt gibi bir dünya. Şehrin orta sında, o zaman bile hareketli ve ka labalık olan bir caddenin kenarında bulunup da, odalarından bülbül din- lenebilen yegâne otel, hatta tek ev, burası.
Halic’e bakan odaların bütün kera meti, gündüzleri görülen manzara değil: o tarihlerde, mavi bir su olan Haliç, gidip gelen kayıklar, ahenkli bir mimarî ile yamaçlara dizili evler, filân. Güzel bir resim. Bu yüzyılın ba şında, yokuş başındaki karşı köşesi ne apartman yapılıp görünümün yarı sını kapatıncaya kadar, otel böyle bir tabloya bakıyor. Ama, tadı bundan
ibaret değil.
Olmaz bir güzellik, akşam olunca başlıyor. Güneş, nasıl bir gün geçer se geçsin, kaç milyonlarca yıldır uy guladığı bir âdetine uyarak, bir saat ten sonra Topkapı Sarayının ardına,
Bakırköy yörelerine doğru ine-ine, uzaklaşmaya koyulunca, rengi sol maya dönüyor, gönderdiği zayıf ışık lar, huzme demetleri ve nurdan çu buklar, birer veda mesajı haline ge liyor ve ne kadar, güzel olsa da, her- şeyin yazık ki bir sonu olduğunu, bo yalarla anlatan, söyleyen, ince bir ro mans, her akşam, ama her akşam, bu odalar ve balkonlardan seyredile- biliyordu. Yabancıları, hele içlerinde yazar-çizer takımını büyüleyen yanı otelin, işte bu özelliği idi: H aliç’te
günbatımına bakış.
Kimi akşamlar gökyüzü bir süre yanıp tutuşur gibi olurdu. Güneş son bir kaprisle, gücünü göstermek
cesine, ortalığı ufuk-utuk yangın renklerine boyar, koyu kızıllar üzeri ne boydan boya sarılar, turuncular çeker, arada tuhaf maviler, yosun renkleri, cam göbeği tonları parlatır, herkesi sükûtlara boğan, ucu-bucağı olmayan resim ler çizerdi.
Ama çoğu kez görülen tablo, böy- lesine canlı, ve ölen güne karşı gene de bir yaşama sevinci veren üslûpta değildi: Çoğu akşam, güneşle bera ber Haliç’te cıvıl-cıvıl bir yaşam da, bütün bir kent de, mavi sular da, ren gârenk evler de, beyaz kayıklar da,
soluyor, yavaşça ölüyordu.
Güneş, hepsinin üstüne, bir saat boyunca, bıkmadan, her akşam, tü l ler, sisler, buğular indiriyor, her şe yi tabaka-tabaka örtüyor, ve durma dan, avuç-avuç, ince-ince, altın toz larını her yere serpiyor, serpiyor, serpiyordu.
Bu sönen, solmuş gül renklerine
bürünen dünyada, artık her şey sa rıydı, turunç rengiydi ve onların akla gelebilecek (ve gelmeyecek) tüm tonları idi.
Haliç onun için Altın Boynuz’du. Su artık, parlayan mâdeni bir yoldu. Hotel d'A ngleterre’in, panjurlarını, demir kepenkli balkon kapılarını bir türlü kapattırmayan yabancıları pen cere önünden ayırtmayan zenginliği bu idi: H aliç’te akşam.
Bugün de öyledir: Dizi-dizi, beton apartmanlar ufakları örtse de, 1970’ lerin gökdelen otelleri ve iş hanları semâları yırtsa da, aşağıda Haliç, kö tünün ve çirkinin her türüne batsa da, çoğu akşam güneşin ölümsüz senfo nisi gene aynıdır.
Sadece otel yok. Yeri, oto-park çöplüğü halinde sızlayan bir boşluk halinde süründü, uzun yıllar.
Şimdilerde orada da çimento bir blok yükseliyor.
®
ugün olmayan binayı an lattım. Yapı, 20-25 yıldır okuduğum eserlerde ve şehir tarihi araştırmalarımda, durup-durup karşıma çıktı. Bunlardan edindiğim bilgilere göre, Otelin ilk yapılışını ve geçirdiği aşa malar konusunu da olabildiğince iş
lemek isterim . Türk turizm tarih in de, en ilginç bir hoş yaprak:
Devrinin belgeleri, bunun İstan bul’da, (bu demek ki Doğu’da}, açıl mış ilk otel olduğunu gösteriyor. Başşehir frenk gazetelerinden biri (1), gazetesinin bulunup okunabile
ceği, satın alınabileceği tesisleri bil diren bir ilânında, lokantalar, çay ve pasta salonlarından başka, alt-alta 7 adet otelin adını veriyor. En başta bu bizimki.
Yine Beyoğlu’nun frenk gazetele rinden başka birisinde (2) rastladı ğım bir ilâna göre, tesisim izin açılış yılı, 1841 'dir.
Oteli açan kişi, «Misseri» adında bir lövanten, yani tatlı su frenki. Hat ta yarım frenk bile denemez. Bir ta tar, adam.
Adını Avrupalılar biraz değiştirip bozarak yapmış olabilirler. Aslı bel ki «Mıssırî» filân olabilir, (M ısırlı an lamına).
Oteli açması, Osmanlı İmparator luğunun Avrupalılaşma süreci ile at- başı gidiyor. Daha önce başkentte ve dolay ıs lyle koca imparatorlukta otel yok. Kervansaraylar ve Han’lar var. Bunlar da, bilindiği ve önce ki bir eserimde kaynaklar göstere rek, uzun-uzun yazdığım gibi (3), yol güvensizliği ve zahmetli yolculuk ko şulları içinde doğmuş, görkemli bi rer ortaçağ kuruluşu. Çoğu, parasız kalınan, mimarîsi ve kuralları ile say gı uyandıran, gözalıcı yapılar. Fakat işte o kadar. Konfor hak getire. Oda lar, banyo, tuvalet şöyle dursun, dö şemeden bile yoksun. Eski bir gezgi nin deyimi ile, taş taban, yatağın ola cak, tavan da, yorganın. Getirdiğin yükü yıkıp, üstünde uyuyacaksın.
Bunların dışında, kentin Beyoğlu yakasında kalınacak yerler yok de ğil. Özellikle 1700’lerden sonra. Fa kat hepsi birer madamın işlettiği, beş-on odalı pansiyonlar. Hatta, 1830’lar geldiğinde bile, Osmanlı başkentinde, o dönemde hâlâ «dün ya kraliçesi» olan İstanbul’da, henüz «otel» yok. Azınlıkların ve yabancı ların işlettiği, ev pansiyonları var (4).
Onlar da sadece ve sadece Beyoğ- lu ’nda. İstanbul tarafında ve Üsküdar’ da bir-iki kervansaray-han var.
1841 'de Beyoğlu’nda, ilk oteli, yani mobilyalı odaları, koridorlarında her kes için banyoları, restoranı, oturu lacak bir salonu olan, Avrupa cinsi bir tesisi, bu Bay Misseri açmayı akıl etmiş.
Kendisine cesaret verecek ortam da tabiî yok değil. Yeni bir çevre ve koşullar oluşmakta.
1839’da Tanzimat ilân edilip, Batı ile ticaret yoğunlaştırılmış. Batıya el açma devri başlamış. Ferman, yaban cılara ve azınlıklara hukuk garantile ri veriyor ve can güvenliği sağlıyor. İstanbul’a gelen yabancı tüccar ve meraklı sayısı artmakta.
Batıda keşifler ve buluşlar da bir birini izliyor. Yelkenli gemiler yeri ne buharlı vapurlar, uzun mesafeleri daha kısa sürede yutar hale gelmiş. Bir berekettir gidiyor. Hem ticaret, hem turizm, kayısı gülleri gibi açıl ma halinde. Böyle bir ortamda otel işletilmez de ne yapılır.
Onun için Osmanlı taht şehrinde de, Batıya oranla 300 yıl kadar bir ge cikme ile, işte ilk otelimiz, bu koşul larda açılmış.
Tesisi kuran kişi hakkında fazla bir bilgimiz yok. Galiba kendisinin de geçmişi, böyle bir bilgi sahibi olma ya pek imkân vermeyecek nitelikte.
1840’da Am erika’dan kalkıp, bir Avrupa ve Yakın Doğu gezisi yapmış olan bir seri kitaplar yazarı, Bay Mis- seri’nin, durumunu düzeltip centil menliğe yükseldiğini, ve ağzından düşürmediği piposu ile, zamanla bir çok Amerikalıdan daha batılı ve da ha burjuva görünüşlü bir patron hali ne geldiğini yazmaktadır. Oteli, ün lü «Eothen» rehber kitaplarının met hetmesi ile, Batıda şöhret kazanmış
(5).
Becerikli otelcimizin, turizmin ko naklama bölümüyle yetinmeyerek, seyahat organizasyonu işlerine de el attığı görülüyor. Sultanahmet’te açıl mış olan Sergi-i Umumî-i Osmânî ve silesiyle Avrupa’dan bir miktar tu rist gelince, bu gelişme ona Türk tu ristlerini de Avrupa’ya taşıma düşün cesini ilham etmiş olmalı. Çünkü dö nemin b irtü rk ç e gazetesinde,
daki ilânı okuyoruz. İlânın Beyoğlu’- nun frenk gazetelerinde değil de, (ve ya onlarla beraber) İstanbul ve Boğa ziçi efendilerinin okuduğu türkçe bir gazetede çıkması, ayrıca ilginç.
1860’larda, Bab-ı Â li’den döndükten veya Kapalıçarşı’da dükkânını kapa dıktan sonra, hareme çekilip entari sini giyip selâmlıkta kahve içmek, veya dostlarıyla tavla oynamak alış kanlığı içindeki müslüman İstanbul luların, Bay M isse ri’nin «iğvâsına kapılıp» M arsilya’lara, Viyana’lara yola döküleceğini hiç sanmıyorum.
İşbilir otelcimizin, o yüzden seya hat acentaiığı hevesi kursağında kal mış olmalı ki, bu vâdide yeni bir gi rişimine rastlayamadım.
Çığır açıcı hamlelerde bulunmak, tabiî, çok takdir edilecek bir şeydir ama, gerçekçi olmak şartıyla. Özel
likle ticarî işlerde.
Bay M isse ri’nin 1863’te İstanbul efendilerini Londra’ya taşıma he vesi, bana tam «Müslüman mahalle sinde salyangoz satışı» gibi geldi.
Gazetedeki ilân şöyle:
AVRUPA’YA OSMANLI
SEYAHAT POSTASI
«Bu posta İstanbul’dan hare ketle Napoli, Marsilya, Paris, Londra ve Viyana’yı ziyaret ede cektir. Adı geçen posta, Beyoğ- lu’nda Mösyö Musiri tarafından kurulmuştur.
Bu seyahat postası, İstanbul- dan temmuzun başlarında hare
ket ederek Napoli’de üç güç kala cak ve şehrin etrafı ve görmeye değer yerleri ziyaret edilecektir. Buradan M arsilya’ya gidilecek ve bu şehirde beş gün kaldıktan son ra Tuna yolu ile İstanbul’a avdet edilecektir.
42 gün sürecek olan bu seya hat, bütün masraflar dahil olmak üzere 75 Osmanlı lirasıdır.
Bu hususta daha fazla bilgi edinmek için Beyoğlu’nda Dört yol ağzında Ingiltere Oteli sahibi olan Mösyö M u siri’ye müracaat olunabilir».(6)
Tarihteki sayısız zengin gibi, özel likle toplumun iplerini toprak soylu su aristokratların elinden alıp ik ti dara geçen (ve o zamandan beri de bırakmayan) 19. Yüzyıl burjuvaları nın hemen hepsi gibi, sıfırdan baş layarak zengin olan bu Bay M isse r i’nin, ilginç bir kişiliği olduğu anla şılıyor.
Gene tarihten bildiğimiz, (ve ya şadığımız zamanlarda da, çevremize baktığımızda pek çok benzerini gör düğümüz gibi), galiba çabuk kazan dığı para, kendisine biraz fazla gel miş ve midesine oturmuş. Haylice azamet kazanmış.
Meselâ tutmuş, otelin adına hak kazanmak için, salona Kraliçe Vik- torya’mn portresini asmış. Bu iyi jest. Ama karşı duvara Prens A lb e rt’ in resmi gerekmez mi? Gerekir ama onun astığı yağlıboya portre, kendi- sininki. Bahçelerinin kenarına Ingil tere isim li bir otel açılmasına ses çı karmayan, hatta fazla konukları yol lamak için teşvik eden Sefaret, bu garip durum hakkında ne düşünüyor muş, bilemiyorum.
Bay M isseri, otelinde patron-mü- dür olmaktan öte, minyatür bir dik tatör. Herşeye karışıyor, her yanı o düzenliyor.
Personeline emretmesi, tabii. Fa kat aynı yetkiyi m üşteriler üstünde de kullanmağa kalktığı ve ortaya ga
rip durumların çıktığı oluyormuş. Ama, kendisinin de hakkını fazla ye memek için, ilk otellerin, biraz ona bu diktatoryayı kurma cesaretini ve ren prensiplerle işletildiğini kayde delim.
Meselâ otel lokantaları, bugünkü benzerleri gibi, liberal ve rahat at mosferde değil. Önce, ayrı-ayrı ma salar yok ve herkes istediği (veya şefe hafif bir rica ile) seçebildiği ye re oturamıyor. Uzun bir masa var. M üşteriler onun çevresinde öbür
yolcularla beraber yer alıyorlar. Gü nümüzde de hâlâ bazı vapur yolcu luklarında olduğu gibi.
Restoran, öyle bir çok zaman açık değil. Yemek hazır olunca, belli bir saatte açılıyor, sofra biter bitmez kapanıyor. Yemek pişince, Maitre d ’Plotel, salonun iki kapısını açıp, başını yukarı kaldırıp, burnunu dike rek sesleniyor: Mesdames et Mes- sieurs, dîner est servi! (Bayanlar, Baylar, yemek servise hazırdır!). Sonra peçetesi koluna asılı, pen guen kılığı ile yana çekilip heykel gi bi durması gerek. M üşteriler, yani protokol tutsakları, birer-ikişer, ko- nuşa-konuşa, girip yerlerini alıyor
lar.
İş bitince, haydi dışarı, kapılar ka panıyor. Bir şey daha: Yemek â la carte değil, table d ’höte. Yani seçe cek çeşitler yok, bir cins liste var, onu yiyeceksin. Avrupa’da da pek çok yerde, bu böyle.
Şimdi, otel m üşteriliğinin bir cins kışla subaylığı olduğu bu disiplinli devrede, Bay M isseri ne yapsın, onun da otoritesini acık genişlettiği durumlar oluyormuş.
Örneğin sofraya, en uca bizzat kendisi oturarak başkanlık ediyor muş.
Bununla kalsa iyi.
Bazan bu pozisyonu da abarttığı, m üşterilerin hareketlerine karıştığı ve kendisine göre ikram ve servis politikaları uyguladığı görülüyormuş: Önem verdiği kişilere ve beğendiği yolculara, sofradaki yerlerine uyma dan, garsonların getirdiği dolu ye mek tabaklarını en önce yollamak, ve hoşuna gitmeyenlere ise, masa daki sırasını (bir kaş-göz işaretiyle) atlatıp, tabak boşalmaya yüz tu ttu k tan sonra, garsonu yollamak gibi.
Bir Fransız hanım yazar, davetli olarak gittiğ i bu restoranda, onun bu trüklerinden başka, tanık olduğu şu acıklı-eğlenceli sahneyi de, gezi
kitabında, keyifle kaydediyor (7): Bay M isseri, yemek esnasında bir müşterinin gazete okuduğunu görür ve ayağa kalkarak kendisine asabi yetle seslenir:
— Mösyö! Size hatırlatmak iste rim ki, burası «distenge» bir oteldir ve sofrada yemekten başka bir uğ raşa yer yoktur!
— Mösyö! Ne itibarla böyle bir hatırlatılmaya mâruz kalıyorum?
— Gayet basit, ben, yani bu mai- son’un sahibi ve efendisi, bunu böy le gerekli ve âdab-ı muaşerete uygun buluyorum.
— Ah Mösyö! Pozisyonları değiş tirm eye, ben de sizi mezun bulmuyo rum. Evinize gelsem ve size davetli olsam, dediğiniz doğru olabilirdi. Ama burası bir ote ldir ve ben bura ya para ödüyorum. Günde 25 frank!
Bunun üzerine sofradakiler gülüş meye başlarlar ve mesleğinin diplo matlık olduğu anlaşılan bu yolcunun hazırcevaplılığı, genel bir onaylama bulur.
Durumun nazikleştiğini gören Bay M isseri, yenilgisi halinde bu cins örneklerin çoğalacağını ve otelinde
ki kırallığının, bir hizmetkârlığa dö nüşeceğini düşünür.
Fakat koşulları iyi değerlendire meyen pek çok kişinin, tarihte ve ça ğımızda yaptığı hataya düşerek, iyi ve şerefli bir geri çekilme manevra sı yerine, tâlihsiz hücuma devam eder:
— Mösyö, bu tonla konuştuğunu za göre, sizi sofrayı terk etmeğe da vet ediyorum. Burası ancak nâzik ve seçkin kişilere mahsustur.
— Bah! Sofrayı terk etmesi gere ken bir kişi varsa, o da sîzsiniz Mös yö! der, diplomat yolcu, kristal ka dehini eline alır, roze şarabını yu dumlar, sükûnetle ve tekrar monok lünü takmadan önce, patrona küçüm seyerek bakar ve ilâve eder: Unut mayın ki, bu alelâde bir yemek için de size 8 frank ödemekteyim. Sonra monoklünü takar ve kıraatine devam eder.
abiî oteldeki yaşam, her zaman böyle tra jik olaylar
la geçmiyordu. 19. yüzyıl İstanbul’unun renkli, tatlı, kozmopolit, sâkin hayatı, olduğu gi bi, Beyoğlu’nun bu eski ve ilginç te sisine de yansıyordu. Yüzyıl boyun ca şehre gelmiş olan gezginler, onun hakkında da değerli bilgiler verir, il ginç skeçler çizerler:
19. yüzyılda henüz Galata rıhtım ları yapılmadan önce, bu kıyılar tabiî bir deniz sahili halinde, sığ kumlu ve topraklı olduğundan, gemiler açıkta demir atarlar ve yolcuları oradan ka yıklarla kıyıya çıkartırlardı.
1850’de gelen bir İngiliz, Hotel M isse ri’nin, yolcularım, geminin reh ber, otel komisyoncusu, tercüman ve hammal kargaşasından kurtarıp, özel kayığı ile sahil-i selâmete çıkardığını yazıyor (8).
Birçok seyahatler yapıp onların ki taplarını yayınlayan bir Amerikalı, bir Yakın Doğu gezisini anlatan kitabın da «Hotel Misseri»yi «en büyük ve en güzel, en modaya uygun ve şık» tesis olarak nitelendirip her zevkli turiste tavsiye ediyor. Otelin salonla rı, koridorları, merdivenleri her daki ka, inip-çıkan, gelip-giden, hizmet kârlar, garsonlar, tercümanlar, ko misyoncular ile dolup tasıyormuş (9).
Kırım Savaşına katılan bir İngilize göre de, bu hareketli yıllarda, İstan bul'da tek iyi otel, buydu (10). Kırım Savaşından az sonra da, 1857’de, en iyi otel, gene Misseri sayılıyordu
(11) .
1860’lı yıllarda, yani Abdülaziz za manında, başkentin en iyi durumda ki oteli, bu olacak ki, 18.5.1862 tarih li Journal de Constantinople’un bir haberine göre, İngiliz Kralının tem silcisi Elliot ve beraberindeki he
yet, buraya inmiş ve apartmanlar tutmuşlar.
Daha böyle bir çok kaynak göste rilebilir. Carlisle Kontu da, burada huzur içinde oturmuş. Çok sıcak gün lerde şehre de çıkamamış. Taş bina nın serin salonlarında, her m illetten tüccarların, yemekte, Osmanlı ülke sinin, tam kullanılmayan zenginlikle ri üstüne iştahlı sohbetlerine kulak vererek, vakit geçirmiş (12).
Sunbeam adlı lüks yatı ile 1874’te uzun bir Akdeniz ve Ege gezisine çı kan İngiliz soylusu hanım yazar, Lady Brassey, «rüyalarının şehri olan» İs tanbul’a gelip demir attıkları zaman, öğle ve akşam yemeklerinin çoğunu devrin en iyi tesisi olan otelimizde yemişlerdir. Cami, çarşı-pazar, sa ray ziyaretlerinin sonunda, «Locan- ta-Misseri»nin sakız gibi beyaz örtü lü, kolalı masasına oturmuşlar, o gü nün tabl-dotuna katılmaktan zevk duymuşlardır. Bir keresinde, sofrada buluşan yolculardan iki garip tipin, bir Oxford profesörü ile, 20 dili an layan ve bunlardan yedisini konuşan Brezilyalı bir denizcinin sohbetleri ni ve tartışmalarını tatlı-tatlı hatırlar. Dört yıl sonra aynı yatı ile Kıbrıs’a yaptığı yeni bir gezi sonucu uğradığı İstanbul’da, otelim izi çok bozulmuş, değişmiş bulduğunu nakleder. Bu, biraz da, 1877 savaşının ve onun ge tirdiği ekonomik sorunların, göçle rin sonucu idi. Başşehir yenilgi ile biten bir savaşın ve trajik bir tahttan indirme olayının sarsıntılarını yaşar ken, Beyoğlu’ndaki otel de, servisi ile, yemekleri ile, kalitesi ile, bu dramları kendi çapında yansıtıyordu (13).
Abdülaziz’e, saygı dolu bir Anaya sa istemi dilekçesi verebilmek için, sanki en kanlı bir ihtilal çetesi kur muş gibi, gizli hazırlıklar içerisinde
olan genç Ebuzziya Tevfik Bey ve ar kadaşları, bu «ateşli» faaliyetleri sı rasında, otelimizde yemek yiyorlar, sonra -sanki hiç bir şey yokmuş ha vasını vermek için- az ötedeki Naum Tiyatrosunda La Traviata’yı seyredi yorlar, ve gece gelip, yine M isse ri’ de yatıyorlar (14).
İngiltere’nin, Abdülhamid’in de güvenini kazanmış gizli ajanı, Macar mûsevisi tarihçi Vambery İstanbul’a her gelişinde, kendisine «zamanın en iyi bir ikramı olarak», otelimizde kalmaktaydı. Londra’ya gönderdiği raporlarının birinde, gece yarısı otel de uyandırılarak, Mâbeyncilerden birinin, vehimli Padişahın yine bir so rusunu kendisine ilettiğini de okuruz (15).
Yine Abdülhamid döneminde,
«gayrıresmî» bir dünya gezisi içinde tu ris t olarak İstanbul’a da gelen Bre zilya İmparatoru ve İmparatoriçesi de burada kalmışlardı. Bu, otelin ka litesi ve şehrin o zamanki standardı
için, bir ölçüdür.
1877 Savaşından az önce, İstan bul’da toplanan bir konferans için gelen İngiliz delegesi, ünlü Salisbury M a rk is i de, bütün heyeti ile, ote li mize yerleşmiş ve nerede ise tüm te sisi işgal etm işti.
Bu haberi resim leriyle veren ünlü Londra Dergisi «The 11lustrated Lon- don News»da (16), hem olayla ilgili değerli bilgiler, hatta Lord’un ziyare tinden de önce, otelin sahne olduğu diğer ikametler hakkında malûmat buluyoruz, hem de, başka hiç bir yer de rastlayamadığımız önemde, ola ğanüstü güzellikte, iki gravür görü yoruz.
Gravürlerden biri, bugünkü Tepe- başı Meydanından Otelimize bakışı, öbürü ise, otelin teraçasından Tepe- başı ve H aliç’i gösteriyor.
Tepebaşından Otele doğru bakıldı ğında, sağdaki sıra binalar, bugünkü Londra ve Bristol otelleri yapılmadan önce, o zamanki yapılar dizisini gös teriyor. Otelimiz de serbestçe gözü küyor. Çünkü önünde, karşı binalar ve özellikle tam karşısındaki «Bau- douy apartmanı», henüz yapılma mış.
Otelimizden Tepebaşına bakış gra vüründe ise hemen önünde bir temel yapımı faaliyeti görülmekte. Demek ki Baudouy Apartmam’mn yapım ta rihi 1870’ler. Bu bina, Otelin H alic’e şahane bakış açısını kısmen kapatıp, nezaretinin canına okumuş.
Ama Otelimiz yok olduğuna göre, bugün bâri, bu tipik, güzel eski za man binası yaşayabilse.
Bu satırları yazdığım 1985 M artın da, bu eski, köşesi kuleli, güzel bina duruyordu. (*}
Şimdi, Lord Salisbury’nin ziyareti ne ait Londra Dergisinin haberini okuyalım:
«Lord Salisbury’nin, İstanbul- da Rumların oturduğu Galata’nın yanında ailesi ile kaldığı ve ço ğunlukla Batı AvrupalIların yaşa dığı bir semt olan Beyoğlu’na ait iki resim veriyoruz. F. Logotheti’- ye ait olan Hotel Royal, Tepeba- şı’nda, Haliç tepelerinde, eski bir Türk mezarlığının bitişiğindedir. Haliç, muhtemelen okuyucuları mızın bildiği gibi, asıl Türk şehri
(*) Yakınlarda çıkan, İslâm Seramikçiliği üstüne anıtsal bir eser, Yıldız Porselen Fabrikasında 10 yıl, 1904'den 1914’e kadar bir Fransız uzmanın yönetici olarak çalıştığı bilgi sini veriyor: Louis Baudouy. Tepebaşındaki bu apartm a nın yapılışı ise Illustrated London News'un 1876 yılına ait gravüründeki temel inşaatına bakılırsa, bundan 24 yıl ka dar önce. Bu durumda. Beyoğlundaki apartmanı yaptı ran kişi, Yıldız Porselen Fabrikasında müdürlük yapan zâtın, babası veya yakın akrabası olabilir. Yani Baudouy’ lar, İstanbul'a yerleşmiş bir İstanbul veya Levanten aile si olabilirler.
Jean Soustiel; La Céramique Islamique. Fribourg 1985 S. 352
Hotel d'Angleterre’in az ilerisinde Naum, Opera ve Tiyatrosu. (Galatasaray)
İstanbul’u, yabancıların oturduğu Galata ve Beyoğlu (Pera) sem tle rinden ayıran bir su girin tisi, ya da Boğaz’ın bir koludur.
Hotel Royal’den manzara ola rak, sol tarafta, Haliç sahiline ka dar uzanan düzensiz tepeler ile, çocuklarla, sahipsiz köpeklerin oynadığı bir alan seyredilir. Bura sı herhaldeyapımı planlanan yeni tiyatronun yeri olmalı. Ötelerde selvi ağaçları yükseliyor. Otelin solunda, İngiliz Sefaretinin bah çesi var. «İngiliz Sarayı» adı veri len bu yapının girişi, otelin sağın daki dar sokaktandır. Otelin tüm birinci katı şimdi Lord Salisbury ve ailesince işgal edilirken, diğer katları da, onların maiyeti ile eş yaları dolduruyor. Brezilya İmpa ratoru ve İmparatoriçesinin bu
otelde ağırlanmalarının üzerin den fazla bir zaman geçmemiş. Burası bir zamanlar, Mısırlı İbra him Paşa’nın geçici ikametgâhıy dı. Bir başka zamanda da Sefaret binası yeniden inşa edilirken, İn giliz Büyükelçisi tarafından ika metgâh olarak kullanılmakta idi.
Bundan sonra dikkatinizi, otel den Batıya doğru bakarak Haliç ve İstanbul'un tam bir görüntüsü nü veren ikinci resme çekiyoruz. Haliç, bu manzarada sağ tarafın dan daha geniş gözükmesine rağ men, aslında Boğaz’a doğru bu resmin sınırları dışında, sol taraf tan açılır. İstanbul’un alçak kıs mında kubbesi ve iki minaresi ile belirlenen Şehzade Camiinin ar kasında, Marmara Denizi adı veri len su, ve bunun da arkasında, en
az otuz mil mesafede, Küçük As ya’daki Bursa dağları gözükür. Ön plan, Beyoğlu’ndaki yeni tiya tro nun tem elleri ile, Muhammed’in erkek müminlerinden birisinin burada gömülü olduğunu göste ren, başlarında süslü sarıklarıyla müslüman mezar taşlarını ve sel- vilerden oluşan Tepebaşı’m kap sıyor. Sağ tarafta, aşağılarda, Ha liç sahilindeki dörtköşe yapı, Türk Bahriye Nezaretidir. Avru palI tam yetkili tem silciler, kon feransla ilg ili günlük toplantıları nı burada yapmaktadırlar. Bahri ye cephaneliği bu binanın bitişi- ğindedir. İskele ve rıhtımlarda yatmakta olan gemilerin direkle rini ve bacalarını görmekteyiz.» 1883 Eylülünde ünlü Orient-Ex- press’in ilk seferi ile Londra’dan İs tanbul’a özel davetliler kafilesi için de gelen İngiliz «Times» gazetesinin Paris muhabiri, devrinin hatırı sayı lır bir gazetecisi, M. de Blovvitz de, Hotel d ’A ngleterre’e yerleştirilm iş, öbür yolcular bugünkü İstiklâl Cad desi üstünde ortalarda bir yerde bu lunan, Hotel de Luxembourg’da kal mışlardı.
M. de Blovvitz’e, otelin yan tarafın da, yani binanın boş kalan meydan tarafına bakan cephesi üzerinde, 3. katında, balkona açılan geniş salon- odalardan biri ve rilm işti. Yukarıda naklettiğim gibi o zamanlar Tepeba- şı Meydanında bu tarafta yüksek bi na bulunmadığından, bu terastan hem Haliç, hem de Topkapı Sarayı ve liman, hatta Adalar görülebiliyordu. Bu manzaraya ait, hiç bir yerde çık mamış çok ender resim leri, sulubo yaları, gravürleri, yayınlıyorum. Ha liç ayaklar altında, karşıda İstanbul yamaçları.
Yazar yolcu, yukarıda bahsettiğim
bu tabloyu ve güneş doğarken bura dan gördüğü manzarayı coşkun bir dille, hasretlerle ve hayranlıkla an
latır. «Bundan güzel bir resmi dün yada başka hiç bir yerde seyretme diğini, ondan sonra da hiçbir yerde görmek ve rastlamak istemediğini» yazar. Sabahın süt rengi, gümüş ve sedef rengi sisleri içinden üstle ri ne çubuk-çubuk dökülen altın ışıklar la birer-birer aydınlanan ve beliren tekneler, onların arkasında yükselen kubbeler, minareler, perde-perde açılan, bir opera dekoru gibi, binbir desen, binbir rüyâ resm i... (17).
Bir 19. yüzyıl yazarının ve yolcu sunun kaleminden okuduğum bu coş ku dolu satırlar, bu içli anlatım, beni de, burada geçen yıllarıma götürü yor, kaybetmiş olduğum, hem kendi gençlik dönemimi, hem de yine kay bettiğim , eski güzel İstanbul’u, kar şıma bir tiyatro sahnesi gibi açıp, es kilerin deyimi ile, «burnumun direği ni sızlatıyor».
Siz, «içime ağu gibi indiğini» de tahmin edebilirsiniz.
Kırım Savaşı sırasında İstanbul’da oturmuş olan bir İngiliz hanımın da İngiliz Sefaretindeki davetlere katı labilmek için bazı geceler kaldığı ote limiz hakkında, güzel anıları var (18):
Kocası Osmanlı İmparatorluğuna
borç para veren İngiliz İkraz Komis yonunun (yani günümüzdeki anlamı ile İMF heyetinin) başkanı olan Mrs Hornby, geç saatte evlerinin bulun duğu Ortaköye dönmek çok güç ola cağı için, burada oda tutuyor ve giyi niyorlar. Ama beş-on bina ötedeki Sefarete kadar, uzun tuvaletler ve la- me pabuçlarla gitmek imkânsız:
Yol öylesine çamur deryası. Onun için at kiralanıyor.
Şimdi bu bilgileri okuyan, aklı ba şında İstanbul hemşehrilerinin
1877 Savaşı’nın yoksulluk yıllan-Bey oğlunda bir otel.
HOTEL B O YA L. f . L O G O T H E T I .
yıflanacağı bir tek şey olabilir: Günü müzde durum daha da kötü: A t yok.
Lady Hornby, başka kaynaklarda geçmeyen ilginç bir bilgiyi de veri yor ve hoş resim ler çiziyor, satırla rıyla:
Bayan M isseri, çiçek âşığı imiş: Otelin balkonları ve pencere içleri, çiçek saksıları ile doluymuş. Giriş katından yukarı çıkan merdivene ba kan pencerelerin geniş sahanlıkları na, Noel günleri, üzerlerinde meyve leri ile, portakal ve limon saksıları ve fıçıları dizilirm iş. Bunlar tabiî, son derece güzel ve pittoresk sahneler oluşturuyordu. Masal gibi, âdeta.
---
o---E
akat geçen yüzyıl için tat min edici ve konforlu bir tesisi ifade eden Otelimiz, bu yüzyıl girdiğinde, artıkyeni yolculara, yetersiz ve geride kalmış, «demode» bir konaklama ye ri olarak görünmeye başlamıştı, ya zık ki.
Bu yüzyılın başında gelen bir İngi liz tu ris ti, Angleterre Otelinin, temiz ve konforlu olduğunu, ancak bu kon fordan, odalarda mobilyalardan son ra bir de lamba bulmaktan daha fazla şeyleri anlamamak gerektiğini, kat taki banyoyu kullanmanın da otoma tik bir kolaylık olmadığını yazıyor (19).
Zaman, yürüyordu... Zaman, her- şeyi kemirdiği gibi, O telim izi de, ge ri sularda bırakmağa koyulm uştu... Ama öte yandan, bu konforsuzluk, bu eskime, rom antikler için hiç de sa kınca ifade etmeyebiliyordu.
Kime mi? Meselâ, O telimizin ya kın tarihteki ünlü müşterilerinden bi ri olan Pierre Lo ti’ye.
Büyüleyici Doğu’nun sadık âşıkla rından olan Fransız romancısı, İstan
bul'a gelişlerinde, gemisinde kalma dığı zamanlar, buraya inermiş. Hatta Pera Palace’ın açılmasından sonra da, çok daha konforlu olan bu yeni te sise inip rahatına bakmaktansa, her zaman olduğu gibi, hâtıralarına ve eskiye sadık kalarak, yine Hotel d ’A ngleterre’e inermiş ve kendisine hep 36-37 sayılı odalar verilirm iş (20). Buranın balkonundan H aliç’i seyretmek, ve akşamları gökyüzün den sulara dökülen sarı gül yaprak larına bakıp-bakıp kendinden geçmek için, Loti’den daha iyisi mi buluna cak?
Ben, birisi yatak odası, öbürü sa lon olan, iç-içe bu iki odayı görmüş tüm, klâsik mobilya ile çok iyi döşe li idi.
Otelimizden bahseden sonuncu yazar, Sait Faik’tir. Lirik hikâyecimiz, burada bir Cumartesi gecesi geçir miş. Gece kafayı bulup yattıktan son ra, sabah, gözlerini kuş sesleri ile açınca, kentin ortalık yerinde, bir ko ru kenarında olduğunu hayretle gör müş. Kimsesiz, ıssız bir İstanbul pa zarı sabahında, rüzgâr sarı sonbahar yaprakları ile oynarken, gözleri bu pastoral sahneye dalıp giden içli ya zarımız, bunu duygular ve sızılarla hatırlar (21).
öylece, baloları ile, kristal JHJl # takımlı restoranı ile, önün- ÇjY' deki çamurları, ve balko- nundan seyredilen masal görünümleri ile, bir eyyâm geçmiş.
Hotel d ’A ngleterre’i ilk açan (ve bazen oteline kendi adını da takan) Bay M isseri ne olmuş, bilmiyorum. Tapu kayıtlarına bakılabiİse, taşın
mazın kaç el değiştirdiği anlaşılabi lir. Bay M isse ri’den sonra tesis, bir İtalyan otelci olan Logothetti'nin eli ne geçmiş. Nitekim Londra Dergisin de çıkan gravürde, bu isim okunuyor. Demek ki 1841’den, 1860’lara kadar Bay Misseri sahnede kalmış kabul edilebilir. 1870’lerde artık adı geçmi yor. Ne hazin. Bütün ihtiraslar 20 yıl için! Yayınladığım bir kartpostalda da, Hotel Royal adı görülüyor. Sütlü kahve, hatta sepya renkli kartposta lın arkasında, fransızca olarak, «To- katlıyan Oteli yönetimince işletilen Hotel Royal» ibaresi var. Başta kay dettiğim gibi, Cumhuriyet dönemin de ise, «Alp Oteli» olmuş.
I. Cihan Savaşından sonra mütare kede, otel, işgal kuvvetlerince kul lanılmış. 1930’lu yıllarda ise, Tokat- lıyan Otelinin sahibinin damadı olan Sırp-Avusturya kökenli Bay Medo- v itc h ’in oğlu, burayı satın almış. Ken disi ve fransız asıllı eşi, uzun yıllar işlettile r. Ben bu oğul M edovitch’i de tanıdım. 1960’larda, yetm işini bulmuştu ve rahatsızdı.
Eskiyen otelin ilk zamanlarındaki parlaklığı, artık hiç mi hiç kalmamış tı, tabiî.
Fakat son yıllara kadar, aile işlet mesi bir 19. yüzyıl otelinde kalmak isteyen yabancılar, yine buraya ge lirler, seyahat acenteleri de o tip m üşterilerini gönderirlerdi.
Pek az yemek çeşidi bulundurabi- len, fakat sâkin ve soylu lokantasın
da, İstanbul’un yaşlı ve seçkin tiple rine rastlanırdı. Bazı kışlarını Kanlı- ca’daki eskimiş yalısında geçireme yen dostumuz Kadri Cenanî Bey, saygıdeğer yabancı asıllı eşi ile bu rada oturur, her yemek vakti resto randa belli masada (duvar kenarı) yerlerini alırlar, cristofle çorba kâ sesinden servis ile başlayan yemek lerinde, muntazaman bulunurlardı.
Galiba 1972 yılıydı. Bayan Medo- vitch bana, otelin Kurumca satın alınması te klifin i yaptı. Bir süre Ku ruma egemen olan ticarî bir anlayış yüzünden, kaçırdığımız bir çok fırsat lar gibi, bunu da gerçekleştiremedik.
İstanbul Belediyesi ve Anıtlar Yük sek Kurulu gibi yetkili ve sorumlu iki makam, şehirdeki tarihsel yapıları şöyle bir taramadan geçirip, bir def tere kaydetmek gibi bir işi, yıllar bo yu bir türlü yapamamış oldukların dan, «Türkiye’nin bu ilk oteli» de, ka mu hukuku açısından, sahipsiz ve ko rumasız durumdaydı. Bu konudaki düşüncemi bildirdiğim de, Bayan Me- dovitch, ellerindeki bu tek aile serve ti «tarihî eser» damgası yiyerek ka put olursa, para bakımından çok zor duruma düşeceklerini söyleyerek ya kındığından, doğrusu, ben de, kendi mi hukuken yükümlü bulmadım ve yapının tescili için, harekete geçe medim.
Bütün bu «irrasyonel» unsurlar bir araya geldi, otel 5 milyon liraya bir akaryakıt şirketine satıldı. Yeni sa hibi de, ne olur ne olmaz düşünce siyle olsa gerek, yapıyı hemen yıktı, arsa haline getirdi.
Yeri (Mrs Hornby’nin ruhu şâd ol sun) yine çamurlu, bir arsaya dönüş tü, uzun süre..
Bugünlerde ise bir beton kalıp yük seliyor yerinde..
( 1) Journal de Constantinople: 29/10/1864 sayısı. ( 2) Levant Herald'in 6/1/1875 sayısı.
( 3) Çelik Gülersoy, Türk Toplumu ve Turizm. İstanbul 1970.
( 4) Dr. C.H. Teule: Pensées et notes critiques extraits du Journal de mes voyages dans l’Empire du Sultan de Constantinople.
Reims 1842, Cild I, S. 115.
{ 5) The Paris Sketch Book... by William Make peace Tackeray. Chicago, New York and San Fransisco, 1840, S. 645.
( 6) Tercüman-i Ahvâl 17 Zilhicce 1279/1863. ( 7) Mme. Olympe Audouard: Orient et ses
peuplades. Paris 1867, S. 174-177. ( 8) Albert Smith: A month at Constantinople.
London MDCCCL, S. 44-45.
( 9) J. Ross Browne: Yusef or the Journey of the Frangi. New York 1868, S. 120-121.
(10) Edward Money: Twelve months with the Bashi-Bazouks. London 1857, S. 59-61.
(11) William N. Senior: La Turquie Contemporaine. Paris, 1876, S. 5.
(12) George William Frederick Howard: Türk Sula rında Seyahat. (Tere, yayını) İstanbul, 1978, S. 21, 32-33.
(13) Lady Brassey: Sunshine and Storm in the East. London 1881, S. 61.
(14) Ebûzziya Tevfik: Yeni OsmanlIlar Tarihi, İstan bul 1973, S. 108.
(15) Dr. Mim Kemal Öke: II. Abdülhamid ve Döne mi, İstanbul 1933, S. 35-39.
(16) The Illustrated London News, 23/12/1876. (17) M. de Blowitz: Une course à Constantinople,
Paris 1884, S. 108-109.
(18) Mrs Hornby: Constantinople during the Crimean War. London, 1863, S. 144-145. (19) H.G. Woods F.R.G.S.: Washed by four Seas.
London 1908, S. 32.
(20) Abdülhak Şinasi Hisar: İstanbul ve Pierre Loti, İstanbul 1958. S. 68-69.
(21) Sait Faik: Bir Bahçe. Mahalle Kahvesi S. 82.
1985 durumu: Solda, otelin yerinde yükselmekte olan beton blok. Sağda, Baudouy Ayartmanı.
OTELDEN
SEYREDİLEN
GÖRÜNÜMLER
1830’LAR İLE
YÜZYIL SONU ARASI
tí i J‘ >8 H F n i i *ä 5 £ S K L '& J i \M l I í j •* ' I a i « ä : - ; 5Î ¡ M m : ^
||~ 2 |MME !
r a i
ffiSH
f?
Km m»
m|¡|p
j ' 1 WzSÜ
m n a ''T T T ^ S 1 i f l j j j fI I
Is^iíi ^ î ï î §gasig
l i p
m i W BBugünkü durum. Otelimiz mevcut olsaydı, hangi panoramayı seyredecekti? Yeni inşaatın orta katından çekilen foto. Haziran 1985
RESİMLERİN AÇIKLAMALARI VE KAYNAKLARI SAYFA
h Taksim’den Elmadağı’na inen caddeye yağmur yağıyor. Solda 19^0’ların bir otobüsü. (Foto, Selahattin GİZ) (Ç.G. Arşivi) 7 1920’ler sonu, 30’lar başına ait bir kartpostal. Arkasında
«Tokat-lıyan Oteli tarafından yönetilen Royal Oteli» açıklaması var. ( Ç.G. Arşivi)
8 Otelin lake mobilyalarından son kalanlar. Bayan Medovitch’in evinden. ( Ç.G. Arşivi)
9 Preziosi’nin litoğrafyalarından: 19. yüzyıl ortasında bir hamal ve Beyoğlu’ndaki bir otele taşıdığı turist eşyası: En tepede meşin şapka kutusu, kadife kumaşından çanta, bir şemsiye, birkaç bas ton ve bir büyük meşin valiz. ( Ç.G. Arşivi)
10 Bu yüzyıl başına ait bir kartpostal: Yine bir hamal. Artık kılığı kıyafeti düzelmiş, fakat taşıdığı eşyalar aşağı yukarı aynı. Sağ elinde meşinden bir şapka kutusu. (Ç.G. Arşivi)
11 Otelin son kalmış eşyalarından: Uzun ve balık desenli porselen servis tabağı. Bayan Medovitch’in evinden.
15 Hotel d’Angleterre’in az ilerisinde Naum opera ve tiyatrosu. 1810 Beyoğlu yangınında ortadan kalkan bu ahşap binanın yerine 1815 de Hristaki pasajı yapılmış, 1950’lerden itibaren «Çiçek Pasajı» adıyla ün yapan ve biracılarla dolan bina, bodrum katındaki so rumsuz duvar açmalar yüzünden çökerek, 1910’ler sonunda yarı harabe hale gelmiştir. Halen o durumdadır. (Ç.G. Arşivi)
11 Beyoğlu’nda bir otel girişi, hangisi, bilemiyorum. 1811 savaşının yoksulluk yılları, Yayınlandığı eser: The Turkish-Russo War, by Ollier, London, 1811. (Ç.G. Arşivi)
18-19 Bugünkü Pera Palas Otelinin yerinden İngiliz Konsolosluğu yö nüne bakış. Solda otelimiz, sağda bugünkü Tepebaşı meydanını çevreleyen, 19. yüzyılın ikinci yansına ait apartmanların yerinde bulunan daha önceki yapılar. En sağda köşede bir turist, hama lıyla otelimize geliyor. (Kaynak: The Illustrated London News, 23.12.1816 tarihli sayısı) ( Ç.G. Arşivi)
22 1985 durumu. Solda otelin yerinde yükselmekte olan beton blok, sağda Baudouy apartmanı.
2^-25 19. yüzyıl başında otelimizin penceresinden görülen manzara: Or tada Tepebaşı’ndan Kasımpaşa’ya uzanan büyük mezarlık, kar şıda İstanbul yamaçları en solda bugünkü Tepebaşı meydanına bakan binaların (İtalyan Kültür Heyeti, Londra ve Bristol otel leri gibi) yerinde mevcut olan 18. yüzyıl sonu, 19. yüzyıl başı ya pıları. (Bartlett’in gravürü, Ç.G. arşivi)
26-21 Otelden Haliç’e bakış. Fransız askerî ataşesi Pertusier’nin ese rinden. 19. yüzyılın ilk yılları. (Kaynak: Atlas des promenades pittoresques dans Constantinople et sur les rives du Bosphore, Pa ris, 1811.) (Ç.G. Arşivi)
28-29 Otelden Haliç’e bakış. Mezarlık kısmen duruyor, evler çoğalmış, kıyıda Bahriye Nezareti yükselmiş. ( Ç.G. Arşivi)
30-31 Orijinal bir desen: Bir İngiliz amatör ressamın otel penceresin den çizdiği görünüm. İlk defa yayımlanan belge resim. ( Ç.G. A r şivi )
32-33 The Illustrated London News’un 23.12.1816 tarihli sayısında ya yımlanan ikinci gravür. Otelden görünen manzara ve otelin he men önüne yapılmakta olan ve görünümün yarısını kapatacak olan Baudouy apartmanının temelleri. (Ç-G. Arşivi)
34 Bugünkü durum. Otelimiz mevcut olsaydı hangi panoramayı sey redecekti? sorusunun cevabı.
'¿ZOO
Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği Taha Toros Arşivi