• Sonuç bulunamadı

Bu karar, yukarıda değinilen 23 Eylül 1998 tarihli A.-Birleşik Krallık davası kararı, Reports 1998-VI ile benzerlik taşımaktadır

Mal varlıklarının tahrip edilmesi

Bazı davalar, mal varlıkların tahrip edilmesinin 3. Madde’nin ihlaline yol açıp açmayacağı sorusunu gündeme getirmiştir.

Menteş ve Diğerleri-Türkiye davası kararında, AİHM başvurucuların evinin tahrip edilmesi olgusunu 8. Madde kapsamında ele almış olduğu için, bu hususu dikkate almamıştır. O davada, Komisyon 3. Madde’nin ihlal edildiğine hükmetmiştir (Menteş ve Diğerleri-Türkiye davası, 28 Kasım 1997 tarihli karar, Reports 1997-VIII, paragraf 74-77).

Diğer taraftan, Selçuk ve Asker-Türkiye davası kararında, AİHM başvurucuların evinin güvenlik güçleri tarafından yakılmış olması nedeniyle, 3. Madde’nin ihlal edildiğini kabul etmiştir (Selçuk ve Asker davası, 24 Nisan 1998 tarihli karar, Reports 1998-II, paragraf 77-80):

Mahkeme, bu davada gerçekleştiğini saptadığı olaylara atıfta bulunmaktadır (bkz. yukarıdaki paragraf 27, 28, 30 ve 57). Olay sırasında Bayan Selçuk ve Bay Asker’in 54 ve 60 yaşlarında olduğunu ve tüm yaşamları boyunca İslamköy adlı köyde yaşadıklarını hatırlatmaktadır (bkz. yukarıdaki paragraf 8).

Evleri ve mülklerinin çoğunun güvenlik güçleri tarafından imha edilmesi sonucunda başvurucuların geçim kaynağı bir anda yok olduğundan, köylerini terk etmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulamanın önceden tasarlandığı, tahkir unsuru içerdiği anlaşılmakta, başvurucuların duygularına saygı gösterilmediği gözlemlenmektedir. Başvurucular hazırlıksız yakalanmışlar, bir kenarda durup evlerinin yakılmasını seyretmişler, Bay ve Bayan Asker’in güvenliğini sağlamak için alınan önlemler yetersiz kalmış, Bayan Selçuk’un itirazlarına kulak verilmemiş ve daha sonra kendilerine hiçbir yardımda bulunulmamıştır.

Özellikle, başvurucuların evlerinin tahrip ediliş şekli (bkz. yukarıda belirtilen Akdıvar ve Diğerleri kararı, s. 1216, paragraf 91) ve kişisel durumları düşünüldüğünde, güvenlik güçlerinin tasarrufu nedeniyle maruz kaldıkları acıların, 3. Madde çerçevesinde insanlık dışı muamele olarak nitelendirilecek kadar şiddetli olduğu söylenebilir.

[…] Ancak, söz konusu tasarrufun amacı, başvurucuları cezalandırmak değil de evlerinin teröristler tarafından kullanılmasını önlemek veya başkalarını caydırmak olsa bile, bu durum kötü muamele için gerekçe olamaz.

Sonuç olarak, Mahkeme bu davadaki olayların 3. Madde’nin ihlaline işaret ettiğine hükmetmiştir.

Aynı yönde, bkz. 16 Kasım 2000 tarihli Bilgin-Türkiye davası kararı, Başvuru No. 23819/94, paragraf 103.

3. Madde’nin ihlal edilmesi nedeniyle mağdur olanların yakın akrabalarının durumu

AİHM, 2. ve 3. Maddelerin ihlali nedeniyle mağdur oldukları iddia edilenlerin yakın

akrabalarına ilişkin olarak 3. Madde’nin uygulanmasına hükmetmiştir. Buna göre,

Çakıcı-Türkiye davasında (8 Temmuz 1999, Başvuru No. 23657/94, paragraf 98-99) AİHM şu

görüşü dile getirmiştir:

Mahkeme, başvurucunun oğlunun gerçekleştiği kabul edilmeyen bir gözaltı sırasında kaybolmasına ilişkin Kurt davasında (yukarıda belirtilen Kurt davası, s. 1187-1188, paragraf 130-134), olayın cereyan ettiği koşulları dikkate alarak, başvurucunun 3. Madde’nin ihlali nedeniyle mağdur olduğuna karar vermiştir. Mahkeme özellikle, başvurucunun oldukça ağır bir insan hakkı ihlali kurbanının annesi olduğuna ve çektiği acı ve ıstıraba yetkililerin ilgisiz kalışı nedeniyle kendisinin de mağdur durumuna düştüğüne dikkat çekmiştir. Yine de Kurt davası, “kayıp bir kişinin” aile fertlerinden birinin bu nedenle 3. Madde’ye aykırı bir muamelenin mağduru olacağı konusunda genel bir ilke getirmemiştir.

Bir aile ferdinin bu şekilde mağdur olup olmadığı, başvurucunun çektiği acılara, ağır insan hakları ihlali mağdurunun yakınlarının kaçınılmaz olarak çekeceği düşünülen duygusal sarsıntıdan farklı bir boyut ve nitelik kazandıran özel nedenlerin bulunmasına bağlı olacaktır. Bunlar arasında, kan bağının yakınlığı – bu bağlamda ebeveyn-çocuk arasındaki bağa özel önem atfedilecektir – ilişkinin özel koşulları, aile ferdinin olaylara ne ölçüde tanık olduğu, kaybolan kişi hakkında bilgi alabilmek için aile ferdinin çabaları ve bu çabalara yetkililerin nasıl tepki gösterdiği gibi hususlar sayılabilir. Mahkeme, ayrıca, bu gibi ihlallerin can alıcı noktasının aile fertlerinden birinin “kaybolmasından” ziyade, konu hakkında kendilerine bilgi aktarıldığında yetkili makamların tepki ve tutumu olduğunu vurgulamaktadır.

Özellikle bu son nokta ile bağlantılı olarak, ilgili aile ferdi yetkililerin davranışının doğrudan mağduru olduğunu iddia edebilir.

Bu davada, başvurucu kaybolan kişinin erkek kardeşidir. Kurt davasındaki başvurucudan farklı olarak, kendi ailesiyle başka bir kentte yaşadığı için, güvenlik güçleri kardeşini götürürken evde bulunmamıştır. Başvurucu yetkililer nezdinde sayısız dilekçe vermiş ve başvuruda bulunmuş olmasına rağmen, 22 Aralık 1993 tarihinde Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi’ne dilekçe verenin babası Tevfik Çakıcı olduğu anlaşılmaktadır. Bu davada, yetkililerin tepkilerinden kaynaklanan ağırlaştırıcı bir neden Mahkeme’nin bilgisine sunulmamıştır. Buna göre, Mahkeme bu davada başvurucuyla ilgili olarak Sözleşme’nin 3. Maddesi’nin ilâve bir ihlaline gerekçe olacak hiçbir özel durum görmemektedir.

Sonuç olarak, bu davada başvurucu açısından 3. Madde ihlal edilmemiştir.

AİHS 4. Madde – Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı 4. Madde, 1. fıkra

4. Madde 1. fıkrada şu ifade yer almaktadır:

1. Hiç kimse köle ve kul halinde tutulamaz.

1. Kulluk kavramı

Van Droogenbroeck-Belçika davasında “kulluk” kavramına bir açıklama getirilmiştir. Bu davada başvurucu, hırsızlık suçundan hüküm giyerek iki yıl hapis ve on yıl kamu hizmeti cezasına çarptırılmıştır. Belçika kanunlarına göre “kamu hizmeti”, bir güvenlik önleminden ziyade ceza olarak anlaşılmalıdır, zira kamu hizmeti uygulaması, aslî bir hapis cezasına ek olarak uygulanır ve bu cezanın bittiği tarihten itibaren yürürlüğe girer. Kamu hizmeti, kanunla belirlenen süre boyunca geçerlidir. Belçika mevzuatına göre, “Adalet Bakanlığı’nın hizmetinde bulunan, suça itiyatlı kişiler ve suç işlemeyi alışkanlık haline getirmiş olan gençler, gerekli görülürse bir kurumda alıkonulurlar”. “Gerekli görülürse” ibaresinin varlığı, alınacak tedbirin seçiminde (alıkoyma, yarı özgürlük, gözetime tâbi özgürlük, vb.) yasada geniş bir takdir payı tanındığını göstermektedir. Adalet Bakanı, alıkoyma cezasının söz konusu olduğu bir durumda ilgili kişiye esas cezanın bitiminden sonra ya da alıkonma durumu sırasında şartlı salıverilme hakkı tanıyabilir veya bu kararı ileri bir tarihe bırakabilir.

Başvurucu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde, AİHS’nin özgürlükten yoksun bırakmayla ilgili 5. Madde’sine (bkz. aşağıda) dayanarak, kendisinin maruz kaldığı alıkonma halinin

“yetkili bir mahkeme” tarafından verilen bir mahkûmiyet kararı sonucunda değil, Adalet Bakanı’nın kararıyla verildiği iddiasında bulunmuştur. Başvurucu, bu nedenle, kamu hizmetinde tutulmasının ve yetkililerin inisiyatifine tabi olmasının 4. Madde 1. fıkraya aykırı biçimde kendisini köle durumuna soktuğu gerekçesiyle şikâyette bulunmuştur. AİHM, 5.

Madde 1. fıkra hükümlerine uygunluğun kural olarak durumun kulluk olarak nitelendirilmesini dışlayacağı düşüncesinden hareket etmiştir (Van Droogenbroeck-Belçika davası, 24 Haziran 1982 tarihli karar, Seri A No. 50, s. 32, paragraf 58). Bu konudaki istisnayı de şu şekilde belirtmiştir:

Şikâyet konusu durum, 5. Madde 1. fıkrayı (madde 5-1) (bkz. yukarıda 42. paragraf) ihlal etmemiştir.

Bu uygulamanın kulluk olarak kabul edilebilmesi için “özellikle ağır” bir “özgürlükten yoksun bırakma” durumunun söz konusu olması gerekirdi (bkz. Komisyon raporu 79-80. paragraflar) ki mevcut davada durum böyle değildir.

Kıbrıs-Türkiye davasında (10 Mayıs 2001 tarihli karar), AİHM Büyük Dairesi 4. Madde’ye

dayandırılan bir şikâyeti ele alma fırsatı bulmuş, ancak meseleyi ispat konusu yönünden

incelemekle yetinmiştir. Başvuruda yer alan olaylar Türkiye’nin Temmuz ve Ağustos 1974’te

kuzey Kıbrıs’ta gerçekleştirdiği askeri harekâtla ve Kıbrıs topraklarının halen devam etmekte

olan bölünmüşlük durumuyla ilgiliydi. Başvuru sahibi devlet, temelde, çatışmaların sona

ermesinin ardından 20 yıl geçtiği halde yaklaşık 1491 Kıbrıslı Rum’un kayıp olduğunu ifade

ediyordu. Bu kişilerin hayattayken en son görüldükleri zaman, Türkiye’nin yetkisi altında

gözaltına alındıkları aşamaydı ve davalı Devlet bu insanların akıbeti hakkında hiçbir açıklama

yapmamıştı. Başvuru sahibi Devlet’in iddiası, kayıp kişilerin ölmüş olduklarına dair

çürütülemez bir sav mevcut olmadığına göre, 1974 olaylarının üzerinden geçen süre