• Sonuç bulunamadı

YOKSUL ÇOCUKLAR BALOSU

Belgede SOSYETE A D N A N V E L İ (sayfa 28-47)

Perihan, salonun kapısını açıp kocasına seslendi:

— Hişt, bana bak. Hazır mısın? Geç kalacağız yoksa..

Akşamdanberı bir papyonunu bağiıyamadın g itti Ne mıy­

m ıntı adammışsın sen.. Gel yanım a şöyle.. Düzelteyim bari.

Süleyman Allahverdi, aynam p karşısında, kanter için­

de kalmış, ama papyonunu bir tü rlü doğrultamamıştL ö f ­ ke ile karışm a döndü:

— Şana yimbeş defa didim, ardından gopçalı pavyon­

lardan ne deyi almıyon? Bu uğursuz papyonu bağlaması mektep işi be... Düğümünü orta yere getirincek gulağı sarkıyo. Gulağını düzeltincek düğmesi yana gaçıyo. Gop- çaiısı olsa bi seferde yerleşivirir.

— Aman sen de, miskin herifin birisin. K ırk yılda b ir baloya gidecek olduk, insanın burnundan getiriyorsun. Bi- leydim vallahi hazırlanmazdım. Gel şöyle, karşım a gel bakayım...

Süleyman Allahverdi, kuzu gbi boynunu uzattı. Kadın bir yandan papyonu bağlıyor, bir yandan da kocasına ta ­ lim at veriyordu:

— Bana bak, geçen seferki, gibi, öyle olur olmaz şey­

ler için kıskançlık num araları istemem. Ya bu sosyete ha­

yatına alışırsın, ya da, gerisin geriye Kayserinin yolunu tutarsın. Burası İstanbul. B urada dangalaklık sökmez. Be­

nim dediklerimi tutarsan yakında adama benzersin. Ama kendi kafanın dediğine gidersen, hem beni, hem de ken­

dini rezil edersin. Bir kere kapıdan girince, bizi SüJıeylâ- nm kocası karşılayacak. Sen önce Süheylânm elini öper­

sin, sonra da Cemil Beyin elini sıkarsın. Kadın oldu mu eli öpülecek. Lâfımı anladın mı?

— Başüstüne garıcığım.. Ağnadım.

— Yavaş yavaş dansı da beceriyorsun. Profesör Pa- nosyan’a başlıyalı kaç hafta oldu?

— Uç dersine gettim, iki hafta oldu...

— Ne öğrendin üç dansta?

— Tango’yu örgetti. İkinci bi dans daha var. Ona

başladım. Düz yürüm esine yürüyom da gassıklannı bi çal- galaması var, onu pek beceremiyom..

— Canım, sen de tango yaparsın, ö tek i danslara şim­

dilik kalkm a... Daha önümüzde dünya k a d a r bali var. O

vakte kadar öğrenirsin.

—- Bi de şeyi örgensem... Neydi o? Hani ayaklarını titretiyon da, gizi çevıriyon, sona elinin barnaklaruıdan dutup -savuruyon, dönderip gucağına doğru çekiyon,. Çe­

virm e dansı diyom ben ona..

— Çevirme dansını lalan simdi bırak. Tango senin ne­

ne yetmiyor?.. Tango yaparsın. Sonra en mühim mesele, dans ettiğin kadına kom pliman yapm aktır. Kompliman, h e r erkeğin kadına karşı ilk vazifesidir. B unları öğren.

— Gomplimeni nasıl yapcem?

— Canım diyeceksin ki, meselâ karşında bir hanım var. Ona diyeceksin ki «Çok zarifsiniz hanım efendi İn­

sanın sizin gibi sempatik ve Şarm ant ahbapları olunca, iftihar ediyor» diyeceksin. Sonra elbiselerden filân söz açacaksın. Yâni her hareketinde, her sözünle, hanımın güzellik ve zarafetini ileriye süreceksin. Anladın mı?...

— Ağnadım emme, bi yerini ağnıyamadım. O lâkırdı­

ların hepsini gocasımn yanında-m ı sayıcam? Herif galdırıp da zuratımm orta yerine bi dene bismillâh idiverirse?..

— Ayol aptal mısm nesin? Tabii kocasının yanında söyliyeceksin. Ama, h e r şeyi söylemenin bir usulü var.

Ben bunları sana, kadınların suratına alık alık bakmıya- sın diye öğretiyorum. Istanbulda yaşamak Kayseride yaşa­

maya benzemez. Pastırm a tüccarı Süleyman bey’sin diye herkes sana itibar ediyor. Sen de, beni mahcup etmemeli­

sin... Bak papyonun ne güzel oldu. Yürü bakalım, yoksa geç kalacağız.

Süleyman Allahverdi, kanapenin üstünde duran par- desüsünü koluna aldı:

— Hadi yörü, dedi.

Otomobilde kadın, kendini b ir takım düşüncelere kap­

tırm ıştı, kocasiyle hiç ilgüenmiyordu.

Süleyman bey Perihan’ı dürttü:

— Beri bak. O bi herif v ar hani? Neydi ismi onun?

— Hangi herifm iş o? •

— Hani bi bey... Sana ziyade yanaşıyo...

— Ha, P ertev bey mi?

— İşte o...

— Ne olacakmış?

— Olacağı ben de bilmiyom. Gözlerinin içerisi az bişey başka aürlü... O d a bu ağşam' geliyor mu?

— Tabiî geliyor. Daha oraya varm adan kıskançlık et­

meye kalkma. Vallahi seni burada bıraktığım gibi ters yü­

züne gider, eve yatarım . Böyle şeyler istemiyorum ben;

anladın m ı bakayım? Zaten gençliğim, güzelliğim senin yüzünden ziyan oldu. Bir de dırdırını çekemem senin an­

lıyor musun?

— Ağnamasına ağnıyom garıcığım. Ağnıyom emme, da­

h a alışamadım. Bi aya varm az alışırım.

— Ben yabanilikten hiç hoşlanmam. İstanbul hayatın­

da bilhassa böyle gece toplantılarında, erkekler daim a di*

ğer kadınlarla meşgul olurlar. K adınar da kocalarından başka erkeklerle konuşurlar, dans ederler, onlarla alâka­

lanırlar. Bu kadar senedir kurulm uş olan sosyete gelenek lerini sen değiştirecek değilsin ya!...

— Helbette garıcım. Sen ne dirsen ben uyarım. Uya­

rım da, yağnız bu işlerin incesine alışamadım. Bizim da- raflarda bunlar pek ayıptır. Dimek Istanbulda ey iye ge- çiyo...

Otomobil gazinonun kapısında durdu. P erihan kap’ını omuzlarına alarak yürüdü, içerisi bu gece çok kalabalık­

tı. Bütün m asalar hem en hemen dolmuş, caz başlamıştı.

P erihan önde, kocası arkada, m asaların arasından iler­

lediler. Süheylâlar, Fifi ile kız kardeşi, Şükran, Cemil, Pertev, Ayten, Güler, Mücellâ, hepsi kocaman bir m asa­

ya oturmuşlardı. Perihanla kocasıriı görünce ayağa kalk­

tılar. Perihan gülerek onları selâmladı:

— Bonsuvar çocuklar. Geç mi kaldık acaba?.. Bakın size kocamı takdim edeyim. Süleyman Allahverdi.. Fifi, nonoşum hani sen bizimkini çok m erak ediyordun. Sü- heylâ ile zaten tanışıyorlar. Gülerciğim, nonoşum! Sen de kocamla pek tanışm ak istiyordun değil mi? Vay, Cemil Beyefendi de teşrif buyurmuşlar. Ne saadet, ne saadet!.

Bonsuvar P ertev Bey nasılsınız?.

Hepsinin ayrı ayrı ellerini sıktı. Süleyman bey de h a­

nımların ellerini öpmeye başladı.

— Müşerref oldum Güler Hanımefendi.

— Ah beyefendiciğim... Sizinle tanıştığım a o k ad ar memnunum ki..

— Estağfurullah!... Bize ait...

Şükranın elini öperken, daha çok eğildi:

— Hürm et iderim bayan!..

— Çok anşante Beyefendi...

— Size de anşante hanımefendi. Fifi hanım, size de anşante.. M assdakilerin hepsine çok çok anşante iderim.

Tam Mücellânın elini öpeceği sırada, Süleyman Beyi bir aksırık tuttu. Kendini zorlamasına rağm en aksırığını zaptedemedi. Mücellânın eline doğru müthiş bir hapşırdı.

Etrafa yıldız gibi saçılan tükürüklerle beraber, kadım n eli­

nin üstüne bir şey yapıştı ve arkasından ikinci bir hapşı­

rık. Kadının elini tutmuş, bir türlü bırakmıyordu.

Perihan yerinden fırladı. Mendüini kaptığı gibi Mücel- lânın yanm a koştu:

— Ah şekerim, dedi. Milpardon... Çok üzüldüm. Uzat bakayım elini...

Mendiliyle Mücellânın elini silmeye çalıştı.

Kocasına m üthiş kızmıştı. Süleyman B e y ‘de mahcup oldu:

— isdanbulun bu nevazili adamı öldürüyo be!..

Perihan sert sert:

— A ksırırken başını niye öte tarafa çevirmiyorsun?

D edi

— ö te yanda da bu hanım var.

— İnsan ağzına mendil kapatır...

— Mendil gapamıya vakit mi galdı be? bu uğursuz tıksırık gelirken «ben beliyorm diyo mu? Birden bastırıyo.

Perihan suratını asarak, geçip yerine oturdu. Masa­

dakilere belli etmeden adamın haline gülüyorlardı.

Süleyman Bey Fifi’nin yanm a oturdu.

— Nasılsınız hanımefendi?

— İyiyiz efendim...

— Allah âfiyet virsin. Havalarnan aranız nasıl?

— Havalarla da iyi efendim.

— Sizin gocanız var mı?

— Kocam geçen sene vefat etti efendim.

— Eyi ya!.. Ne iş yaparsınız?

— Evde otururum . Bazan arkadaşlara giderim. Bir yerde toplanır, vakit geçiririz.

Garson masaya bir şeyler taşıyordu. Süleyman Bey viski emretmişti.

Kadınla 'konuşurken bir yandan da burnunu karıştı­

rıyor, ara sıra parmağını, masa örtüsünün ucuna siliyor­

du. Biraz sonra Perihan, Pertevle dansa kalktı.

Süleyman Bey de Fifi’ye teklif etti:

— Tango dansı biliyonuz mu siz?

— Biraz bilirim efendim.

— Buyurun, dans idelim.

Kalktılar. Periıhan Pertev’e iyice sanlm ış, kendi dün­

yasını unutm uştu. Süleyman Bey de Fifiye sarıldı:

— Ben biraz acemiyim, dedi. Gusura bakmayın..

— Z arar yok efendim.

— Yâni ayaklarınızı gollayın deyi söylüyom.

— Peki, ben dikkat ederim.

Süleyman Bey, kadının göğsünü, omuzlarını, kollarını uzun uzun süzdükten sonra içini çekti:

— Hanımefendi be!..

— Buyurun efendim.

— Müsaade iderseniz size biraz gomplimen yapcem.

— Buyurun efendim, yapın.

— Pek zarifsiniz siz. Her zaman böyle misiniz, yoğ- sam bu ağşam hüsosi geyindiniz de, böyle gozel mi ol­

dunuz?

Kadın ister istemez güldü:

— Aman Beyefendi iltifat ediyorsunuz. Ben güzel fi­

lân değilim.

— Orası bana ait. Bu entariyi nirde diktirdiniz?

— Paris’te efendim,

— Gaça çıktı?

— U nuttum efendim.

ö te yanda, Perihanla Pertev, yanak yanağa verm iş­

ler, âdeta kendilerinden geçmişlerdi. Mümkün olduüu k a­

d ar Süleyman beyden uzak kalm aya çalışıyorlardı. Erkek,

kadının kulağına bir şeyler söylüyordu. Ama bunların ro­

m antik şeyler olduğu uzaktan bakınca da, anlaşılabiliyor- du.

Bir aralık caz durdu. Süleyman Bey onların halini görmüş, epeyce içerlemişti. Masaya dönünce eski yerine oturmadı. Karısının yanındaki kanapeye geldi. Kaşları eni konu çatılmıştı. Usulca eğildi. Bir fısıltı halinde:

— Beri bak, dedi.

— Ne v ar gene?

— Yanağını herifin yanağına dayıyıp da ne ağnıyon?

— Aaa, şekerim. Dans öyle yapılır. H attâ buna Mek­

sika’da yanak dansı derler.

— Meksike’y bırak. B ura T ürk melmeketi. O herif ne iş yapar?

-t- Şekerim, niye öfkeleniyorsun? Seninle evde konuş­

m adık mı? Kıskançlık yok, demedik mi?'

— Gısgancını bırak sincik. Herif ne iş yapar?

— Eksper...

— Eh birbirinizi buldunuz gari. O ekispires, sen mo­

torlu. Bi arada olup bitiyonuz.

— Hadi hadi, beni sinirlendirme.. Şimdi herkesin ara­

sında rezil olmıyalım. Dön öte tarafa...

Süleyman Bey epey efkârlartmıştı. Cebinden sigara pa­

ketini çıkardı. Yanında oturan Şükran’a uzattı:

— Hanımefendi, Camel cuvarası içionuz mu?

— Ne cigarası?

— Deve cuvarası. deve.

— Kamel mi efendim?

— Evet...

— İçeyim efendim bir tane...

O sırada caz mikrofonunun önüne iki kişi geldi. Bir tanesi son derece dekolte bir tuvalet giymiş, genç güzel bir hanımdı.

Yanındaki simokinli erkek konuşmaya başladı:

— Savın misafirlerimiz. Hepinizi saygı ile selâmlarız.

Bu akşam burada, hudutsuz bir neş’e içindeyiz. Fakat, biz böyle eğlenirken, h er türlii yardımdan, şefkatten uzak va­

tandaşlarımızı da düşünmeliyiz. Bu maksatla çimdi sizin y u rt severliğinize ve hamiyetinize hitap ederek, bir

şef-F : 3

taliyi satışa çıkaracağız. Bu mevsime k adar büyük bir iti­

na ile saklanmış olan bu şeftaliye vereceğiniz, ehemmiyet­

siz bir para, yoksul yavruların bir çok ihtiyaçlarını karşı­

layacak, onları da sevindirecektir.

Genç kadın, elindeki şeftaliyi havaya kaldırarak da­

vetlilere gösterdi. O zaman salonda bir alkış koptu. Civar­

daki masalardan bir ses yükseldi:

— Yüz elli...

Perihanla beraber aynı masada oturanlarda da aşikâr bir heyecan belirdi. Başlar ümitle Süleym an Beyin tarafı­

na döndü:

— Haydi Süleyman Bey.. Gösterin kendinizi.. Bu ge­

cenin en büyük şerefi bizim masaya nasip olsun...

Bu sefer kadınlar aralarında Süleyman Beyi alkışlama­

ya başladılar:

— Bravo, Bravo Süleyman bey!...

Süleyman Bey, şöyle bir silkelendikten sonra seslen­

di:

— İk yüz

ötek i masalardan da arttu m ay a katılıyorlardı.

— İki yüz elli...

— Üç yüz ellL

— Üç yüz altmış.

— Dört yüz.

— Döıt yüz otuz.

Süleyman Bey, kendinden emin bağırdı:

— Beş yüz dedik...

öteki masalar boyuna arttırıyorlardı:

— Beş yüz yirmi.

— Beş yüz altmış.

— Altı yüz..

Süleyman Beyin sesi yavaş yavaş alçalmaya başladı:

— Altı yüz on..

Kadınlar heyecandan heyecana düşüyorlardı. Şeftali­

nin m utlaka kendi masalarına gelmesini istiyorlardı. F a­

k at karşıki masada da, şişmanca bir zat boyuna yüksel­

tiyordu:

— Altı yüz elli...

Mikrofon başındaki adanı Süleyman Beyin masasına doğru baktı:

— Altı yüz elli veriyorlar. Ne dersiniz? Satıyorum ...

Altı yüz elli... Altı yük eliiiiü. Sşatt...

Perihan dayanamadı:

— Ne olur Süleymancığım, dedi. A rttır şunu...

— Hanım, arttım ası m ı galdı?

— Altı yüz on virdik.

— Şekerim sen milyoner bir insansın.. Altı yedi yüz liranın lâfı mı olur bizim için?..

— Ne lirasından gonuşuyon sen ıhanım? Ben demin*

denberi guruş diye gidiyom.

— Ay, yüreğime indirecek. Ayol sen milyonlar sahibi adamsın meşhur pastırm a tüccarısın. Ayıp değil mi sana?..

— Basdırma tüccarıysam havadan gazanmadım ya...

Deve eti sattım, eşek eti sattım, alnımın terinen milyonu gazandım. G arının şeftalisine virm ek için gazanmadım ya...

— Ayol haydi şunu yedi yüz yap da rezil olmıyalım...

— Peki, hadi yedi yüz...

— Yedi yüz liraya satıyorum ... satıyorum... S aatt...

saaatt...

Adam, gözlerini salonda dolaştırdı. Başka arrttıran yoktu. Süleyman Beye doğru bakarak bağırdı:

— Saattt... dımmm...

Yine br alkış... Perihanın gururdan koltukları ka­

barmıştı. Bir dakika sonra Süleyman Bey büfeye davet edildi. Orada paraları saydı. Kendisine bir viski ikram edildi. Sonra şeftaliyi getirip masanın üzerine bıraktı.

— Buyrun. Afiyetinen yeyin...

— Bravo Süleyman Bey. Bravo... Ne kadar sevap ka­

zandınız.

Ve sonra tek ra r caz başladı.

(13.12:1954)

G Ö R Ü C Ü Şaziye Hatırcan, üst üste iki defa geyirdikten ' sonra, biraz daha rahatladı. Gerdanını k ıra k ıra konuşmasına da­

vam etti:

— Evet hanımefendiciğim, dedi. Kısmette varsa olur.

Ben bir anne olaraatan evladımın m ürvetıni helbette gör­

m ek isterim. Lâkin onun o çiğdem gibi güzelliğini de göz göre göre ziyan etm ek istemem. Benim kızım iyi yetişti­

ği için, fazla sıkıntıya gelemez. Rahmetli babası olsun, ben olayım, onun bir dediğini iki etmedik. Kuş tüyü yataklar­

da yatırdık. Pirzolalarla, böbreklerle, iştah ilâçlarıyle bes­

ledik. En birinci Avrupa kum aşlarından elbiselerlen gez­

dirdik. Yani sizin anlıyacağınız, kızı pek nazlı büyüttük.

Onun için ben evlâdımı dara sokm aktan pek korkarım.

Şimdi sizinle her şeyi açıkçana konuşalım hanımcığım- Madem sizin oğlunuz benim kızımı beğendi. Madem gönlü arzu etti. Ben de bu işe razı oluyorum.

— Aına Şaziye hanımcığım, sizin kızınız olmaz dedik­

ten sonra sizin razı olmanız, bilmem ki...

— Hanımefendiciğim, 'Siz benim kızıma ne bakıyorsu­

nuz? Bu evin içinde onun dediği olmaz, benim dediğim olur. O, istediği kadar «olmaz» desin. Son lâf bende biti­

yor. Siz beni razı ettikten sonra üst tarafına karışmayın.

Ben ne yapar yapar, çeneme çimendifer yağı sürer, yine de kızı razı ederim. Ama siz benim şartlarım ı yapabile­

cek misiniz bakalım?..

— Hepsine razıyız efendim. Yeter k i bu yuva kurul­

sun. Evlâtlarımız mesut olsun...

— Durun.. Hemen razıyız diye kesip atmayın, ilk ev­

velâ her şeyi peşin peşin konuşalım. Müslüman dini Aşi­

kâre... Şimdi diyelim ki, kızı ben sizin oğlana verdim.

Apartım anı nerede tutacaksınız?

— Aman efendim, apartım anın lâfı mı olur? Gelini­

m in istediği yerde apartım an tutarız.

— Gelini bırakın da bana bakın.. Ben apartım anı Ni- şantaşında isterim bir... Tram vay caddesinde isterim ik i- KarelUfer’li isterim üç. Gömme banyolu isterim, dört.. Ka-' pıcıyı çağırmağa zil olacak, beş... Pencereleri çifte camlı olacak, altı.. Mutbağı aydırdık olacak, yedi, Benim de ken­

dime mahsus odam olacak, sekiz...

— Peki hanımefendi. Ararız. H er halde uygun bir şey buluruz zannediyorum.

— Ondan sonracığıma efendime söyliyeyim, ön ta ra ­ fında salon salamance isterim. Açma masa, 12 kişilik.

Fransız usulü masa olacak. Beyaz lâke kaplama.. Tabiî k ı­

zımı evlendirdikten sonra benim konu komşum ziyarete gelecek. E ben onlara ziyafet çektiğim tahta masanın başın­

da oturtacak değilim a.. Şahver hanım lar gelir, Behiyeler gelir, m utasarrıf Ziya beyin torunları gelir, icradan Niya- zinin anasıyle baldızı gelir. Hep bunlar teklifli ahbaplar.

— Oğlum, m asa ile iskemle meselesini de halleder el­

bette..

— Halleder demek, pek olmaz hanımcığım. B unlar ni­

kâhtan önce olacak işler.. Sonracığıma mobilyaları da en iyisinden isterim. Luvi mobilyası dediklerinden olmalı.

Baştan başa ceviz kaplama.. K enarları sedefli, ortası da yaldız işlemeli olacak. A rkasını dayayacak yerleri k ati­

yen Kapahçarşı işi istemem. Perdelere gelince kardeşci- ğim.. Perdeler gırgırlı olmalı. Perdelerin kornişlerini Be- yoğlunda satan bir dükkân var. Oradan alırız. Perdenin kenarındaki sicimi çekince ortası büzülecek.. Çatal bıçak­

lar gümüş olmalı. Tabaklar d a yaldızlı olacak kardeşim.

Hani kenarları çiçekli de, orta yerinde Alamanya padi­

şahının resmi var. İşte onlardan diyorum. Sonra, efendi­

me söyliyeyim, bir tane de 16 ayaklı Frigidaire dolabından isterim hanımcığım. Ağustos sıcaklan bastı mıydı, kızıma ham am suyu içirecek değilim a... Yiyeceğimi korum, içe­

ceğimi korum. H er Tanrının günü yemek pişirmek de ne demekmiş?... Çamaşırı da m uhakkak makinede yıkamak isterim hanımcığım.. Elde yıkanan çamaşır, taş çatlasa makine çamaşırı gibi olmuyor. Yiv yerlerinde çizik çizik kirli kalıyor. Hani çamaşırı Boşnak Hüsniye gibi yıkayan olmasın. K adının avuçlan parçalanır da, »İlerine oksid

mel-heminden süre süre çörekçi fırınının hamuricârına dön*

düyaü otııziuk taze.. Onun için çamaşır makinesi de m u­

hakkak olmalı.. Sonracığıma hanımefendiciğim, elektrik süpürgesi olmadan aüııyada edemem. Ebe Şiikriyelerde gördüm de bayıldım doğrusu... Onlar taksitle hortum lu bir süpürge almışlar, vallahi ömür.. Keçeleri süpüren ağzı ay­

rı. Perdeleri süpüren ayrı. Kanepeleri üfüren ayrı. Hani içinde filit makinesine Kadar hepsi var. işte o, çok ağız­

lı süpürgelerden de bir tane m uhakkak isterim.

— Hanımefendi, oğlum h e r halde bunları tem in et- miye çalışır zannediyorum.

— Zannediyorumian olur muymuş hanımcığım.. Siie 19 yaşında kızoğlan kız veriyorum, besleme vermiyorum ki..

Bunların bir tanesini bile eksik istemem. M utbak ’takım ­ larına gelince.. İlk ağızda tam üç tane düdüklü olmadı mıydı, o m utbağm beti, bereketi olmaz kardeşim

-Deminden beri Şaziye H atırcan’ı, büyük bir tem kin­

le dinleyen Kamer hanım, işlerin yavaş yavaş çıkmaza gir­

diğini anlıyordu. Oğlunun hatırı için kalkıp Taşkasaba kadar gelmişti. Ama kızın anasının fazla huysuzluk etm e­

si de epey canını sıkmıştı. Bu gidişe göre eli boş dönece­

ğe benziyordu. Ümitsiz bir sesle:

— Bakın hanımefendiciğim, dedi. Sizin, bütün bu söy­

ledikleriniz dünyanın masrafı... Şimdiki zankanın hali de malûm... Ben oğlumu evlendireceğim ama, evlenmenin, onun için yıkım olmasını da istemem.

Bu lâf, Şaziye hanım a pek dokunmuş gibi göründü.

K aşlarının ara yerini buruşturarak:

— Hanım, hanım! dedi. Üç parça eşya alm aklan, e r­

kek kısmı yıkılacaksa, o para ile evlenmesin de, inşaat şir­

ketine kendisi için bir payanda yaptırsın. Sen bugüne ge­

linceye kadar iki kitapık lâf ettin. Yok bilmem oğlun De­

m okrat Partiye yazılmış da, yakında başkan olacakmış.

Yok bilmem dem ir alıp satacakmış, yok bilmem Avrupa- dan otomobil lâstiği getirtecekmiş, yok İzmit kâğıt fabri­

kasının tuvalet kâğıdı müteahhitliğini üzerine alacakmış.

Mişmiş de mişmiş... Pekâlâ!.. Koskoca tuvalet kâğıdı m ü­

teahhidi doğru dürüst bir apartum an döşeyemedikten son­

ra, ne diye evlenmeye kalkıyor, anlamıyorum ki...

— Hanımefendiciğim, m üsaade ederseniz biraz izahat vereyim.

— Hanım!. İzahat mizahat istemez. Benim öyle ku ru lâflara karnım tok.. Ben senin oğluna tavuk göğsü gibi kız vereceğim. Bedava mı vereyim istiyorsun? Vallaha ge­

çen sene onu, bilmem ne Vekâletinin baş müfettişi H ıdır bey istedi idi de vermedim. Sütlücede cvlep A bdurrahim istedi, ona da vermedim. Hem bu A bdürrahim dedikleri, BeyoğLu barlarında zurnanın içine beşyüzlük tıkan tak ı­

mından... Ona da vermedim. Geçende ülüversiteden b ir muallim istedi. Kızın başı belâya girer diyerekten ona da vermedim. Sonracığıma Kilyos dalyanının sahibi Mıstâ bey istedi. Ona da vermedim. Nihayet senin oğlun istedi. Ama o da m asariften kaçıyor. Senin oğlun benim kızımı daha şöyle yakından bir görmedi. Kız hele bir soyunaraktan lâs- tek mayosunu bir giysin, ondan sonra gör onu.. Bir sefer Fülürya plâjına gtmiş de, plâjm polisi bile lâkırdı atmış.

Benim kızımın vücudü, İstanbul kızlarının vücudüne ben­

zemez. Tam Avrupa biçimi.. Geçende Atikali ham amına gitmiştik de, kız orada terzi Sem ahatin mezurasiylen h e r tarafını santimledi. Santimlerini de bir kâğıda yazdıydı.

Sonracığıma o kâğıdı mecmua ile karşılaştırmış. İtalyan­

ların Safiye dedikleri bir artist varmış. Bizim kızın san­

tim leri Safiyenin santim lerinden üstün gelmiş. Anla bak ne kız? Sonra bir de sen, m asariften bahsediyorsun. Şim­

diki zamanda bir koyunu 150 liraya veriyorlar hanım ...

Anladın mı?..

Bu lâfların üzerine, K am er hanım eni konu üzgün bir

Bu lâfların üzerine, K am er hanım eni konu üzgün bir

Belgede SOSYETE A D N A N V E L İ (sayfa 28-47)