«Tak tak tak tak...»
ihtiyarca bir kadın, kapıyı bir daha vurduktan sonra sağma soluna bakındı:
— Hay Allah cezasını versin! Dedi. Bunlar ne biçim ayakyolu böyle.. İnsan çatlasa aldıran yok...
Öteden, vapurlara giriş kapısının bulunduğu taraftan, kurşunî entarili, siyah başörtülü başka bir kadın geldi.
Ayağına siyah fitilli bir çorapla yazlık bir erkek ayakka
bısı giymişti. İhtiyar kadının homurdandığım görünce, h a
fiften öfkelendi:
— Ne dırdırlanıyorsun hanım?...
— Evlâdım insanlık hali bu... A yıptır söylemesi, şu ayakyoluna gireyim dedim, giremedim bir türlü... İçerde- kiler, kontrat mı yaptılar, nedir?. Beş bafurunu kaçırdım.
Barı beş yirmiye yetişeyim. Ama bir giren b ir daha çık
m ıyor ki...
— Ç ıkarlar helbet... Az bir şey dişini sık. Patlam adın ya...
— Aaa, ne biçim lâf o?. Bu ayakyolunu yapanlar, ya
lı niyetine yapm adılar ya!., üm m eti Muhammet girsin de istfade etsin diye yaptılar. Gel gelelim, içeri bir giren, sanki sefa sürmeye giriyor.
— Hanım niye lâfını bilmeden konuşuyorsun? Yüz num araya giren sefa sürmeye mi girer?
— Ne bileyim ben... Onu sana sormalı. B uranın ada
m ı sen misin?
— Benim, ne olacak?..
— Haydi öyleyse, birini boşalt da biz de girelim.
— İçeride adam 1 v ar dedik, içerideki adamı kolundan tutup dışarıya atacak değilim a... Beş dakika sabret. Çı
karlarsa girersin.
— Ya çıkmazlarsa?..
— Çıkmazlarsa beklersin.
— Ay, başıma gelenler.. Seni buraya kim koyduysa yanlış koymuş banım. Demokrasi devrinde vatandaşa böy
le lâf söylenmez. Biz ne diye reyimizi evcek Demokrat P artiye verdik? Elbet rahatlık için verdik. Fırından ekmek alırken rah at edeceğiz, bafura binerken rahat edeceğiz, sözüm eşikten dışarı, ayakyoluna girerken rahat edeceğiz.
Ama insan ra h at rah at bir ayakyoluna girem edikten son
ra, ism et Paşanın ne kabahati vardı?. Bir de gelmşsin bu
rada vatandaşa fena muamele yapıyorsun. Ne hakkın var?
K urban olduğumun demokrasisi. Böylelerinin hakkından sen gelirsin. Haydi hanım , fazla l â f . dinlemiyorum. Ya şu içerdekilerden birini çıkarırsın, ya da şuracığa çömelive- ririm . Gayri sabrım kalmadı.
Aptesane bekçisi olan kadın da bu lâfa içerledi:
— Çömelirsen çömel! Diye çıkıştı. Beni mi korkutu- yirsun? Sen çömelince ben de gider polis çağırırım, eline de süpürgeyi veriveririm . Kasbahanek temizlersin.
O saatte Köprüdeki Kadıköy vapur iskelesi mahşer gibi kalabalıktı. Çengelli iğne satan kadınların m ırıltıları, gazetecilerin seslerine karışıyor, vapurlara girip çıkan k a
labalığın uğultusu arasında, iki kadının münakaşası gittik
çe kızışıyordu. Bir kısım m eraklılar da başlarına toplan*
mışlardı. Erkeklerden biri gülümsiyerek:
— Hanım! Kavgaya değmez, dedi. Beş dakika m üsa
ade et şimdi boşalır.
— Boşalmıyor evlâtçığım.
— Şu vapurlardan birine girsene...
— Vapurdaki ayakyolunun aynası yok.
— Aynayı ne yapacaksın valde?...
— Ne yapacaksam yapacağım... Senin ne üzerine va
zife?..
O sırada k ürk mantolu iki kadın geldi. Biri münakaşa eden helâ nöbetçisinin hafifçe kolunu d ürttü:
— Biraz bakar mısınız? Dedi. ,
Kadın, kü rk mantoluya doğru yürüdü. Usulca:
— Boş b ir tuvalet istiyorum, dedi.
— Aman hanımcığım, şu acuzeyi görmüyor musun?
Deminden beri aptesane diye kafamın etini yiyor. Onun yanında sana nasıl kapı açayım?..
— Canım ben şöyle siper olurum.
— Olmaz Hanımcığım. Vallaha Yusuf Ziya Beye k a
d ar şikâyet ederler. Sen bu iskelenin memuriyetini bil
mezsin. B ura çok bir ince iştir. B urada 'herkese kapı açıl
maz. Çünkü neden dersen buraya herkes geliyor. Temsil şu Karaköy börekçisinin garsonlarından tut da Ömer Âbit hanına kadar, sol tarafta Tokatlının yanından Perşembe- pazarına kadar, Tünel’in altbaşı, şapkacılar, boyacılar, kunduracılar, hep buraya taşınıyorlar. Bununla başa çıkılır m ı kardeş? Ben de m üdriyete haber ettim. Bankanın m ü
dürleri toplanıp konuşmuşlar. Buraya m üfettiş yollamışlar.
M üfettiş gelip gördü. Raporunu verdi. Şimdi ben de ada
m ına göre kapıyı açıyorum. Sana kapı açacak olsam, şu karı görecek, başımı nâre yakacak. Sen şöyle görünme.
K enara sokul. Ben bir fırsatını kollar, seni içeri alırım.
Mantolu kadın aynanın önüne geçti. Çantasını açıp rujunu çıkardı. Dudaklarını boyamıya başladı. Kocakarı, dışarıda hâlâ hom ur hom ur söyleniyordu.
Erkekler aptesanesinin önü de epey kalabalıktı. Gi
dip gelenlerin, sjra bekliyenlgrin, gözleri hep kapılar
da idi. O rta yaşh adamın yanına, gençten biri sokuldu:
— Affedersin âbi... Bir hacetin mi var?..
— V ar ya...
— Bir yirmi beşliğin v ar mı?..
— Ne olacak?.
— .Kabinelerden birini çabucak em rine tahsis edece
ğim..
— Hay Allah razı olsun senden.. Demindenberi ho
şafın yağı kesilmişti bende.. Al kardeşim şu yirm i beşi...
Adam, çaktırm adan parayı cebine indirip, doğru k a
binelerden birinin önüne gitti. İkişer ikişer üç defa kapıyı vurdu. Sonra bir öksürdü. İçeriden kendi gibi biri çıktı.
Doğru musluğa yürüdü, önceki, 25 kuruş sızdırdığı müş
terisine göz etti:
— Buyur âbi. Serbesttir.
Musluğa giden delikanlı oradan uzaklaşmadı. Biraz önce tahliye ettiği kapının önünde nöbet beklemeğe baş
ladı. Dışarıdaki kalabalık da yavaş yavaş artıyordu.
Kocakarı hâlâ, hom ur hom ur söyleniyordu:
— Şimdiye kad ar hiç başıma gelmedi. Bunlar nasıl şey böyle? İnsanın kasığı çatlasa kimsenin um urunda de*
ğil. Hanım, sizin şefiniz kimdir? Ben gidip ona şikâyet ede
ceğim.
— Bizim şefimiz saat beşte paydos eder. Yarın gel, ne şikâyetin varsa ona yap...
— Vallahi yapacağım. «Siz bu dem okrasiyi boşuna ka
bul etmişsiniz» diyeceğim.
— De...
— Hem bak daha neler söyliyeceğim.
— Söyle.. Bir de benden selâm söyle...
Tam bu sırada, kocakarı tek ra r sancısı tutm uş gibi elini beline götürüp yüzünü buruşturdu:
— Aman, aman, am an... Vah başıma gelenler, vah...
Hiç d e böyle olmadımdı ayol... Bafura gitsem, orası da do
lu.. Ama bir daha sefere ben biliyorum ne yapacağımı...
Reyimi, dosdoğru, Osman Bölükbaşı’ya vereceğim.
Hırpani bir delikanlı kocakarıyı kolundan çekti:
— Hanım az bir şey buraya bak. Gel şöyle. İçeriye doğru gel...
— Ne varmış?
— Erkekler helâsma g irer misin?
— Neresi olsa girerim evlâdım..
— Nâmehremliğinden korkmaz mısın?
— Boş şeyler onlar, efendi oğlum. Icsan fikrini boz
m adıktan sonra bir zarar gelmez.
— İyi ya.. Bir yirmi beşlik verirsen işin hallolur.
— Aa.. Niye 25 verecekmişim?
— Niye olduğunu sorma... İçeride benim b ir arkada
şım var. Ona seslenirim. Yarım bırakıp dışarı çıkacak.
Senden sonra tekrar girer, tamamlar.. S ırf bir kolaylık olsun diye insaniyet namına sana bu işi yapıyorum.
— Hadi evlâdım. Madem insaniyet namına bir iyilik yapacaksın, bari 25 alma da 15 alıver. On beş olmaz mı?
— İdare etmez valde...
— Ayol bunun idaresi mi varmış? Sermayesi ne ki?.
— Sermayesi sabahtan akşama kadar koku çekmek.
Biz dört arkadaşız. Bizim de ekmeğimiz bu... K usura ba
kılmaz.
— Dünyada 25 veremem.
— Veremezsen başının çaresine bak.
Delikanlı öteye doğru yürüdü. Kadın arkadan ses
lendi:
— Oğlum 20 ye olmaz mı?
— Bir k aru ş aşağı olmaz valde...
Kadın, koynundan kesesini çıkardı. İçinden bir yirm i beşlik alıp adama uzattı. Delikanlı tek rar içeri girdi. Bir iki öksürükten sonra ihtiyarı buyur etti.
İskeledeki kalabalık azalmamıştı. Günün kalabalık saatlerinde iş gören karaborsacılar akşam Tophanedeki Abdi’nin kahvesinde, günlük hasılatı taksim etmeğe baş
ladılar. O gün yirm i dört buçuk lira toplanmıştı. A bdur
rahm an Tevfik’e diyordu ki:
— Hey kaşkaval!.. Y ann Fener maçı var... Kapalı tribünün helalarını tutacağız. Akşam gene Kadıköy iske
lesinde iş var. Yalnız maçtan sonra Beşiktaş iskelesine m uhakkak iki adam koymalıyız...
(15.5.1955)
TECRÜBE FİLMİ
Fehamet, nefes nefese m erdivenleri çıktıktan sonra, bir koşu Dürriye Hanımın boynuna sarıldı:
— Ah şeher anneciğim. Canım sana feda olsun, öyle güzel, öyle sevinçli haberlerim v ar ki..
Dürriye Hanım gaz lâmbasının şişesine soktuğu p a
çavrayı gıcırdata gıcırdata çevirerek, sordu:
— Kız, yoksa gene, iysaatte olsunlarla mı konuştun?..
— Hayır benim nonoş anneciğim, öyle şey değiL. Bir bilsen, bir öğrensen, ne kad ar sevineceksin...
— Namaz sûrelerini m i ezberledin, kız?
— Yok be anne, öyle şeyler değil. Başka şey, başka., istikbalim açıldı, güneş gibi parladı kör olayım.
— Zaar bir pastırmacı buldun kendine. Çünkü senin işinde bir musibettik olmadan olmaz.
— Hayır, hayır anneciğim. Benimle beraber senin de istikbalin parladı.
— Ayol benim istikbalim, üstüne benzin döksen gene parlamaz. Sen kendine bak.. Seni bir baltaya sap edebi
liyor muyuz, ona bak sen... Neymiş bakalım istikbalin?
Söyle de ben de sevineyim.
Fehamet, avucunda tuttuğu buruşuk b ir gazete p ar
çasını eliyle düzelterek:
— Ben artık yıldız oluyorum şeker anneciğim, dedi.
— Ayol ne yıldızı oluyorsun?
— Sarışın Bombalar, Jane Russeller, Sofia L orenler, Gina Lollobrigida’lâr gibi harika bir yıldız oluyorum.
— Onlar da nasıl şey?. Hıristiyan mı oluyorsun?
— H ayır anneciğim. Sinema yıldızı oluyorum. Dün
yanın serveti, o kürkler, o elm aslar Hep benim olacak.
Otomobillerde gezeceğim. Tuvaletlerin birini çıkarıp öte
kini giyeceğim.
— Ayol, nereden oluyor bunlar? Aklım mı bozdun yoksa?
— Vallahi değil anneciğim, gazete yazıyor.
— Elimin tersiyle bir tane vurursam , bir de duvar
dan yersin. Gazetenin yazmasiyle adam zengin m i olur
muş?
— Amaaan!.. Çok kalın kafalısın be anne... Yıldız ne demek, bilmiyor m usun sen?
— Tiyatroda oynamak için demiyor m usun sen?
— Hiç bile değil... Ben sinemadan bahsediyorum.
— Sinema ile tiyatronun ne farkı varmış. Yıldız, yıl
dız diye tutturm uşsun. Çengi desene şuna...
— Yıldız başka şey be anneciğim.
— Haydi haydi, ağzımı bozdurma benim. Geçen sefer de böyle abuksabuk işlerin peşinde koştun da, beni yedi mahalleye rezil ettin. Doktor doktor dolaştığımız o gün
leri ben daha unutmadım. Sende bu kafa varken bu hop
palık varken, yıldız değil, yıldız şehriyesi bile olamazsın.
Otur, oturduğun yerde.
Fehamet, biraz daha üzgün, tek ra r annesinin boynu
na sarıldı:
— Anneciğim! İşin aslını, faslını bilmeden ne diye öfkeleniyorsun? Hele bir kere dinle I Bak gazete ne yazı
yor?
— Ne yazıyormuş?
— Bak, diyor ki: «Film yıldızı alınacak... Biri tarihî, biri aşkî, biri dram atik, biri de doküm anter olmak üzere yeni mevsimde çevrilecek 4 büyük filmin birinci ve ikin
ci derecedeki rolleri için, sinemaya âşinâ, vücut teasübü mevcut, yaşı 20 yi aşmamış, fotojenik bayanlar alınacak
tır. Göstereceği kabiliyet derecesine göre çok yüksek üc
ret verilecek ve başarı sağlayanlar birinci sınıf film yıl
dızı yapılacaktır. İsteklilerin, bu hafta içinde h e r gün sa
at 14-17 arasında, Beyoğlunda Alyon sokağında kâin Ho- rozcıyan apartm an ın ın zemin katındaki «Zambak Film*
şirketine m üracaatları lüzumu ilân olunur.» Şimdi anladın mı, ne olacağını?.
— Anlıyamadım. Hem de kolay kolay anlaşılır gibi değil...
— Anneciğim, ne olur bana inan.. Dünyanın en meş
h u r yıldızları da böyle parlam ışlardır. Ben ne diyorsam,
sen ona bak. Hele ben bir yıldız olayım, vallahi seni Ayaz- paşa’nin apartm anlarında, ipek halıların üstünde, kuştü- yü yataklarda yaşatırım. Çünkü yıldızlık başka şeye ben
zemez. Yıldız deyince, paranın hesabı olmaz. Haydi anne
ciğim şu yeldirmeni giy de, başkaları gitmeden biz gidip kontratımızı yapıverelim.
— Ayol dur bakalım, acelen ne? Ateşin üstüne ka
puska koyalı yarım saat olmadı. Akşam ne yiyeceğiz?..
— Aaa, anneciğim, 'kapuskanın lâfı mı olurmuş? He
le ben bir yıldız olayım, ballarla, kaym aklarla, kuzu etle
riyle besliyeceğim seni... Kapuska da yvnir miymiş? Kom
şulara vereyim?
— öyleyse tencereyi indirip bir kenara koy. Üstarafı- nı sonra düşünürüz.
Fehametin telâşı karşısında Dürriye Hanım da tered
düde düşmüştü. Ne yapacağını Jcestiremiyordu.
— Hay Allah senin iyiliğini versin! dedi. Bak, beni bu yaştan sonra ne boyalara boyuyorsun. Hadi bari, ben yeldirmemi giyinceye kadar sen de allığını, pudranı sür.
Rujunu dudaklarının kenarından pek taşırma.. On defa söyledim sana, faraş gibi ağız makbul değildir diye.»Ağ
zın hokka gibisi güzel olur. Sol yanağına ufarak bir de ben yap. Gideceğimiz yerdeki adamlara bari biraz şirin görün de, maaşı dolgun olsun. Fazlo firketen var mı senin? V ar
sa iki tane ver de ben de toparlanayım. Sözde ikindi vakti ham am a gidip de acele boya sürecektim başıma. Ama bu zamanda ya evlâttan vazgeçeceksin, ya da Mevlûttan..
D ürriye Hanım mutfağa gitti. Feham et de aynanın karşısına geçip bir yandan gözlerine rimel sürerken,, bir yandan da Jesabel sarkışını mırıldanm aya başladı. Maki- vajı bitince gri etek üstüne, kısa kollu lacivert yün hırkasını giydi. Sol kasının üstüne bir perçem düşürdü.
Bir koşu annesinin yanm a gitti:
— ö f be anneciğim! dedi. Hâlâ hazırlanam adın mı?..
— Aaa, üzerime düşme öyle.. Ben zaten sihirli kadının biriyim. F ada sıkıntıya gelemem.
Feham et tek ra r aynanın karşısına geçti. Enine, boyu
na, >beline, kalçalarına, bacaklarına önden, arkadan, yan
dan uzun uzun baktı. Annesi de yeldirmesini giymiş, baş
örtüsünü örtmüştü. Çıktılar. Tramvayla Saraçhane’ye ka
d a r geldiler. Oradan otobüse bindiler. Feham et yolda di
yordu ki:
— Anneciğim, sakın taassuptuk etmeye kalkma. Si
nem a meselelerini sen bilmezsin. Sinemada h er şey var
dır. F akat olanlar, fenalık niyetiyle olmaz.
— Başıma gelenler a dostlar.. Bizim kızın seçtiği za- naatini görüyor musunuz? Ayol şu koskoca İstanbul’da kendimize göre bir iş bulamaz miydin?
— Anneciğim, yıldız olmak benim idealimdi zaten...
— Kör ol inşallah... Bu yaştan sonra beni de önüne kattın. Ruzu m ahşerde ne cevap vereceğiz bakalım.. Hay
di gir şu kapıdan.
Feham et önde, annesi arkada, «Horozcıyan» apartıma-, nımn zemin katına indiler. Kapıda «Zambak Film» tabe
lâsı vardı. Feham et heyecan içinde parmağını zile götür
dü. İçeride bağnşm alar oluyor, kahkahalar duyuluyordu.
Kapıyı açan adam hırpani kılıklı biriydi. Fehamet ezile büzüle:
— Efendim, m üdür beyi görmek istiyoruz, dedi.
— Buyurun.. İçeri girin.
D ürriye hanım arkadan yürüyordu.
Adam parmağiyle işaret etti:
— Nah, şu oda.
Feham et usulca kapıyı araladı. İçeride b ir masanın et
rafına 3 kişi oturm uştu. Bir okkalık ekmeği elle kopar
mışlar, beyaz bir kâğıdın üstüne de köfte ve piyaz koy
muşlar, öğle yem eği' yiyorlardı. Fehamet, mahçup bir ta vırla:
— Efendim, m üdür beyi görmek istiyordum, dedi.
M asadakilerden biri, lokmasını yuttuktan sonra, ağ
zını elinin tersiyle silip:
— Buyurun, b ir arzunuz mu var? diye sordu.
— Beyefendi, gazetedeki yıldız ilânını okudum da...
— Ha, siz misiniz? Yıldız mı olmak istiyorsunuz?
— Evet...
Müdür, masadakilere döndü:
— Recep! iskemleyi ver hanıma...
— Peki abi...
Müdür, m üracaatçılara kargı mahçup olmamak için köfte kâğıdını hemen topladı. Masanın üstündeki ekmek kırıntılarını bir eliyle öteki avucuna süpürdükten sonra:
— Demek yıldız olmak istiyorsunuz ha?! diye kendi kendine tekrarladı.
— Evet efendim.
— ötek i hanım kim? O da yıldız mı olacak?..
— Hayır, o benim annemdir.
— Şimdiye kadar hiç bir filmde çalıştınız mı?
— Hayır efendim.
— Kaç yaşındasınız?
— 19 uma geliyorum.
— Tahsiliniz nedir?
— Makbule hanımın biçki ve dikiş yurdunu bitirdim.
— Raks bilir misiniz?
— Rumba, samba, mambo, swing, slow, vals bilirim.
— Çiftetelli bilir misiniz?..
— H ayır bilmiyorum.
O zaman Dürriye hanım atıldı:
— Amcası!. İki gün müsaade edin, çiftetellinin alâsı
nı ben ona öğretirim.
— Peki valde.. Kızınızın filme m üsait bir edası oldu
ğu anlaşılıyor. Y alnız, bir mesele var. Benim çevireceğim filmler tamamen sanat filmi olduğu için artistlerim iz her sahnede, seyirciye dilediğimiz şekilde görünmelidir. Bili
yorsunuz ki sanatta ayıp yoktur. Bizim sahnelerimizin ço
ğunda da bol bol sanat bulunacaktır. Bu itibarla seyircinin karşısında sanat sahneleri çevirirken «Aa, ben mahçup kızım. Soyunamam» filân gibi lâflar etmezsiniz tabii. K a
bul mü efendim?
Kız annp-Mn^,haktı. Annesi kıza baktı. Dürriye hanım pek meraklanmıştı:
— Bu zanaat dediğin ne zanaatı acaba amcası?. Fe
na bir zanaat olmasın sakın?
— Yok valde. zanaat değil, sanat...
Feham et atıldı:
— Anneciğim, sus biraz. Biz konuşurken lâfa karış
ma..
— Karışma ne demekmiş, maymun?.. Sen, bu işlerin F : 5
içinde nenin nesi olduğunu biliyor musun?
— Anneciğim, sanat meselesinin ne olduğunu helbet bilirim.
— Bir de ben bilsem, ne zararı var7
— Sanat demek, mayo giyip ahalinin karşısına çık
m ak demektir. Yazrn bütün plajlarda binlercesi var, gör
müyor musun?..
— Hımmm, o plâjlardaki sanattan istiyorlar demek?, Fehamet, m üdüre döndü:
— Evet beğefendi, kabul ediyorum.
— O halde sizinle bir tecrübe filmi çevirmemiz lâ zım geliyor. Bizans İm paratoru Konstantin’in yaş günü ba
losu adiyle bir film çevireceğiz. Siz bu filmde Teodosya rolünü yapacaksınız.
Teodosya’nın raksını çıplak oynamanız gerekiyor.
Çarşamba günü teşrif ederseniz, o gün m akineyi de geti
rir, prova filmini çekeriz. Olur m u efendim?
Flhamet sevinç içindeydi:
— Peki öyleyse efendim, dedi. Çarşambaya geliriz.
— İsterseniz yalnız gelin.
Bu lâfa, Dürriye hanım pek içerledi:
— Ben kenarda otururum efendi oğlum, sizin oyunu
nuza karışmam.
— Peki valde siz de buyurun.
Sokağa çıktıkları vakit Fehametin ağzı kulaklarına varıyordu. Fakat Dürriye hanım ın aklı b u işe pek yatma
mıştı:
— H ayırdır inşallah, dedi. Benim anladığıma nazaran bu sanat işi, biraz karışık bir işe benziyor.
★
Prodüktör Tâci Bey, rejisör Garbis Efendi, ope
ratö r Sırrı, dekoratör Aristidi ve diğer vazifeliler stüdyo
da toplanmışlardı.
Fehama^, kendisine verilen talimatı, büyük bir dik
katle dinledikten sonra:
— Peki efendim! dedi. Ben bu kapıdan gireceğim, im paratorun yaveri olan Nevzat Beyin önünde duracağım
ve öğrettiğiniz sözleri söyliyeceğim. O bana cevap vere
cek. Ben de ona diyeceğim ki... Yâni öteki cümleyi söy
liyeceğim. Aynen sizin söylediğiniz gibi yapacağın. Siz m erak etmeyin efendim.
D ürriye Hanım, Feham etin yanında duruyor, onun sözlerini tasdik ediyordu:
— Efendi, oğlum, benim kızımın maşallahı var. On parm ağında on m arifet... Siz biraz gösterin, o üstarafuu becerir.
— Peki valde. Şimdi biz kam era’yı hazır ediyoruz.
Kerime hanım da soyunup gelsin.
İDüiTiye Hanım biraz şaşırdı:
— A a... Kızı soyup kam araya m ı sokacaksınız?
— Hayır valde. Yani şuraya, orta yere gelsin. Biz de lâm baları yakıp şu saray sütununun yam nda filmi çek
meye başhyacağız.
— Enikonu soyunacak mı?..
— Tabii tabii, tamamen soyunacak. Biz üstüne bir tül vereceğiz.
— Olmaz evlâdım. Zaten kız hastalıklı. Tülle üşür.
Üstüne ben yeldirmemi vereyim.
— Valide, Teodosya yeldirme giymezdi ki..
— Bir seferlik giyiversin, ucunda ölüm yok ya..
Fehamet, annesinin boşboğazlığına içerliyordu:
— ö f be anne! Çeneni tutsana biraz. Sana on defa tenbih ettim, karışm a dedim. Amma da acuze şeysin be!„
— A a a, rezilin zoruna bak. Niye karışmıyacakmı- şım? Seni ben doğurdum, elâlem doğurmadı. Yarın öbür- gün bir satlıcan olduğun vakit ben çekeceğim. Elimin ter
siyle bir tane çarparsam, ağzını, burnunu üçe taksim ede
rim.
Prodüktör T â d Bey müdahale etti:
— Valde münakaşanızı sonra yaparsınız. Şimdi Feha
m et Hanım soyunup gelsin.
— Oğlum, ne halt ederse etsin. Ben karışmam.
Kız bir koşu kendisine gösterilen odaya gitti. Dürriye Hanım da iskemlesini duvarın dibine çekti. Koynundan tü tü n tabakasını çıkardı... Bir sigara sarmaya başladı, ö f
keden eli ayağı titriyordu.
Karşıda, deppoyun kapısı önünde dizi dizi dekorlar duruyordu Rejisör Garbis Efendi, Konstantin rolünü y a
pacak olan Cavit Manavgat’a talim at veriyordu:
— Sesinin perdesi kaim olacak idiyse, hareketlerinde son derece yumuşağa kaçmalısın. Mızıkanın sesi duvarın arka tarafından gelirken, adım larını yere vuraraktan uşa
ğı çağırırsın. Uşak gelincek kılıcım talep edersin. Son
ram şu direğin yanından denize bakıp da gülersin. Tam o vakitte sarayın kızları gelip entarinin eteklerinden öpme
ğe başlıorlar. sen kızları açıp Teodosya'yı kucağına ala- raktan: «Seni yaratan Allahıma kurban olayım. Gerdanı
nın üstündeki kara ben’e dudağımı koyayım. Kendi elim ilen her yanını soyayım. Isıra ısıra alkanlara boyayım.
Anca sevdanıza böylecene doyayım» diyeceksin. Agnoor- sun?..
— Tabiî, ben bu sahneyi gayet iyi yaparım. Siz me
ra k etmeyin.
Garbis Efendi, prodüktör Tâci Beye döndü:
— Konstantin’in kılıcını buldunuz?
— Bulamadık birader. Bir kılıç bulamadık. M aran
goza yüz defa tenbih ettim. «Kontrplâktan b ir kılıç kes»
dedim. Herif dalga geçiyoç.
— Katiyen olmaz. Kılıç olmadan olmaz.
Tâci Bey biraz düşündü. Akima bir çare geldi. Oda
Tâci Bey biraz düşündü. Akima bir çare geldi. Oda