• Sonuç bulunamadı

KÜFÜR MEKTEBİ

Belgede SOSYETE A D N A N V E L İ (sayfa 97-113)

Küçük Yılmaz’la, arkadaşı Dündar, birbirlerini im ti­

h an ediyorlardı. Yılmaz biraz öfkelenmişti. Ağzından t ü ­ kürükler saçarak diyordu ki:

— Peki, söyle bakalım, volkan niye derler?

—Volkan diye yanardağa derler. Aldın mı payını?

Şimdi sen söyle bakalım, 9 un karesi kaç eder?

— Ama öğretmen, daha bize kareleri anlatmadı ki...

— Anlatmadıysa otur oturduğun yerde... Sen benim­

le madik atamazsın. Enayi...

— Peki ben de sana birşey sorayım da bil. Sarışın Bomba, Di Maggio’dan niye boşandı?

— Herif onu döğüyormuş da ondan...

— Peki, bunu bildin. Birşey daha sorayım mı?

— Sor. Babanı bile sor istersen...

— Babamı karıştırm a be!..

— Sor işte... İstediğini sor.

— Sezaryen ne demek?

— Sezaryen, eski Roma im paratoru dem ektir.

— Nah sana enayi... Y utturdum ya...

— Niye enayi oluyormuşum? Enayi senin gibi olur...

— Enayisin tabii... Ben beşteyim, sen dörttesin. Be­

nim bildiklerimi bilemezsin ki...

— Dörtte olayım, ne çıkar? Sen beştesin ama, benim de dayım m ütâhit...

— M ütâhit olursa ne olacakmış?

— Herşeyi bilir de ondan.

— Zor bilir. Bizim öğretmenden de iyi bilir mi?...

— Bilmese bile senin babandan iyi bilir ya... Senin baban kahveden çıkmıyormuş. Hep iskambil oynuyormuş.

Koskoca adama iskambil oynamak yakışır mı?. Utanm ı­

yor mu?

— Ulan sen benim babama ne karışıyorsun be... Nen­

di annene bak...

F : 7

— Annemin nesi varmış?.

— Nesi olduğunu herkes biliyor?...

— Söyle ulan söyle... Erkeksen söyle bakalım...

— Söylerim ya... Senden mi korkacağım?.

— Hadi söyle...

— Söyleyim. Annen akşam üstleri sokağa çıkmıyor mu?

— Çıkıyor, ne olacak?

— İşte o kadar...

— Söylesen e ulan... Sokağa çıkmak kabahat mı? An­

nem akşam üstü ekmek almaya gidiyor.

— Oğlum, ekmek almaya giden kadın dudağını bo- yarmıymış?

— Ya niçin boyarmış?

— Onu bana ne soruyorsun? Kebia teyzeye sor.

— Eğer ben de bunları evde anlatmazsam, iki gözüm önüme aksın. A rtık bizim mahalleden geçme...

— Geçerim.

Yılmaz horozlanmaya başlamıştı:

— Ulan, 12 tane mileni yuttuk diye mi yapıyorsun bunları?

— Başımın gözümün sadakası o be...

— Senden sadaka isteyen yok. Vallahi ağzını burnu­

nu dağıtıveririm ...

— Sen mi dağıtırsın? Onun dağıtılmışı v ar bizde...

— Bak b ir lâf daha söylersen kırarım çeneni...

— Kırılmışı var bizde...

— Ulan bir tane vuracağım. Git başımı derde sokma akşam akşam...

— Sokulmuşu v ar bizde...

Demeğe kalmadı, Yılmaz D ündar’ın göğsüne bir yum ruk indirdi. A rkasından bir de itti. O zaman D ündar yerden bir taş aldığı gibi olanca hızıyle Yılmaza fırlattı.

Taş, Yılmazın dirseğine rastladı ve arkasından bir çığlık:

— Ah anneciğim anneciğim, öldüm anneciğim.

O sırada sokaktan bir yoğurtçu geçiyordu:

— Ulan piçler!...

Diyerek tablasını kenara bıraktı. Dündarı yakalam ak

için seğirtti. Fakat o, yıldırım gibi koşup köşeyi dönere]^

bahçe ¿apışından içeri daldı.

Hamamcıların Züifıye, Yılmazın avaz avaz ağlaması üzerine pencereye çıkıp seslendi:

— Ayol ne oldu? Hişt Yılmaz...

Bakkaldan iki kişi çıktı, tütüncü İsmailin gelini Yıl­

mazın yanına koştu. Gömleğinin kolunu sıvadı. Dirseği adamakıllı sıyrılmış, kanıyor, Yılmaz da burnundan sü­

m ükler akarak, ağlıyordu.

(Mahalledeki gürültü üzerine Yılmazın annesi Perizat, ayağındaki terliklerle koşa koşa geldi:

— Allahın belâsı! Ne oldu gene? Tek duramazsın de- ğü mi? Ne oldu, söylesen e?

Yılmaz hem ağlıyor, herri anlatıyordu:

— Senin annen dudağına boya sürüyor, akşam üstü sokağa çıkıyor, dedi.

— Kim dedi?

— Dündar dedi.

— Koluna ne oldu Allahın cezası?...

— Taş attı o...

— Yüz defa söyledim sana, O pis oğlanla mile oyna­

ma diye. Kör olası, gene niye onun kuyruğundan ayrıl­

mıyorsun?... Haydi cehennem ol eve git. Ben o D ündar yumurcağına şimdi gösteririm.

Oğlanı eve yolladıktan sonra hışımla Sem ahat Hanı­

m ın evine gitti:

— Huu, Semahat yellozu!. Biraz bak bakayım bana...

Birinci katın cumbasından bir baş uzandı:

— Kimmiş o ağzını bozan?

— Benim, ben... O Dündar piçinin ayaklarım kınnıya geldim.

— Destur de hanım! O ne biçim lâkırdı öyle?. Ağzını bozmasan a...

— Desturu var mıymış bunun?. Benim oğlanın kolu­

nu iki şak etmiş... Belini kırm adan onu bırakır mıyım ben?

— Onun belini kıracak adamın cum huriyet nüfusuna kaydı düşmemiş. Sen onun babasının, nasıl bir adam oldu­

ğunu biliyor m usun hanım?

— Nasıl adam olursa olsun. Ben çocuğumu senin gi­

bi cami avlusundan toplamıyorum. Benim yavrum un kolu kankıran oluverirse, o zaman gösteririm sana Acıçeşmenin kaç çatal aktığım ... Şıllık!...

— Tuh sana rezil karı! Şıllık senin gibi olur. Postacı Niyazi ile altı ay nikâhsız oturan ben miyim, sen misin?

Cevap versene...

— Hanım, hanım ben senin gibi büyücü büyücü do­

laşmıyorum. Şunun bunun eşiğine muska gömmüyorum.

El âlemin erkeğini ayartm ak için kafes arkasından yürük semaî söylemiyorum.

— Hııııhhh abdetsiz!. Git de m arifetlerini konu kom­

şudan dinle. Senin gibi liberte karılar, hiç bir zaman Ahır- kapı hastanesinden kaydım sildiremez. Bir de, kocam mev­

ki sahibi diye şuna buna caka satarsın. Sana bu mahalle­

de ev veren mal sahibinin malı başına yıkılsın. Mahallenin adını kötüye çıkardın. Seçim olsa, senin yüzünden bizd rey attırm ıyacaklar. Ama ben helbet m uhtarı görürüm.

Ona söyliyccek bir çift lâfım var. Bak ondan sonra bu so­

kaktan geçebilr misin sen...

— Çirkefe taş atma dedikleri kadar varmış. Benim terbiyem seninle konuşmaya müsait değil... Vallahi ahlâ­

kım bozulacak.

— Ayol sende ahlâk var mı ki bozulsun, kış domate­

si? Utanmaz arlanmaz. Rezil ettin beni konu komşuya..

Vallahi şimdi polis karakoluna ^ider, seni ihbar ederim.

«Bu karı, ortalıkta şeker kıtlığı var» diyerekten hakaret etti derim. O zaman bak paçanı kurtarabilir misin?...

— Yaparsın şıfrıntı, yaparsın. Ama ben de o vakit seni saçlarından yakalar, Kum baracı yokuşundan, K ara­

baş mahallesine kadar leş sürükler gibi sürüklerim. Re­

zil, benim siyasetle bir alış verişim mi var?

— Haydi defol kapının önünden, yoksa şimdi kafan­

dan aşağı bir tencere kaynar suyu döküveririm. Benimle dalaşacağına, git de kasap Remzi ile ödeşmeye bak. Seni gevşek somunlu seni... Defol.

— Karı, terbiyem müsait olsa vallaha senin o ağzını yer elmasına çeviririm ama, bereket terbiyem müsaade etmiyor. Amma ve lâkin, bizim evin önünden geçeyim

deme, hem vallahi hem billahi, seni öyle b ir yaparım, öy­

le bir yaparım ki, bir daha aynaya bakm aya tövbeler tövbesi dersin. Allah senin rızkını gün battıktan sonra versin inşallah... Bütün ömrün evliyalara mum taşımakla geçer inşallah... Sürüm sürüm sürün de, belediye bile ba­

şını çevirip bakmasın inşallah. Kötü illetli, fışkı karı...

Terliklerini sürüye sürüye eve doğru yürüdü.

(3.4.-955)

WELCOME U .S. NAVY..

«Karyoka» barı bu gece tıklım tıklım dolu idi. Pis­

tin sağ tarafındaki masada, beyaz gömlekli, yakalarına mendil bağlamış 3 kişi oturuyordu. Y anlarında biri si-

y a tılı, biri de gök mavisi tuvaletli, tombul iki kadın var­

dı. G arsonlar bu gece o masanın etrafında pervane ol­

muşlardı.

Teneke m arka caz, Luna Rossa’ya başladı. Davulcu olduğu yerde zıplıyor, buna mukabil akordeoncu hem çalıyor, hem uyuyordu. Amerikan barın yanındaki masa­

larda, karşıda, duvarın dibinde bir sürü kiralık kadın oturuyordu. Cazın başlamasiyle beraber ka& nlara doğru b ir hücum oldu. Pistin üstü lâhzada doluverdi. .

Bir num aralı masanın m üşterüerinden Arap Kâmil enikonu sarhoş olmuştu. Yanında oturan Basiretli Hıdıra döndü: Sesini kadınlara duyurm am aya çalışarak:

— Bana bak haram zade! Dedi. Senin yanında otu­

ra n Çiftgerdan Melâhat, bende hoşafın yağını kesti. Cen­

net cehenneme inanıyorsan, şunu benim yanım daki is­

kemleye yolla!.

Hıdır, Kâmile bir göz kırptı:

—Ayıp ettin arkadaşım, d e d i Al istersen... Sırtını keselet... Eti de senin, kemiği de... Helâli hoş olsun. Biz, arkadaş uğruna, Kafkasa muharebe açarız be!

Bu cevap, Kâmilin pek hoşuna gitti. Hıdır’ın omuzu­

nu okşadıktan sonra, arkada aleste bekliyen garsona döndü:

— Arkadaşa getir bakalım bizden... Ne istersin Hı- dır?. Limonlu votka ile aran nasıl?

— tç güveysinden hallice...

— tyl ya... G etir bir limonlu votka...

H ıdır Melâhate eğilip bir şeyler söyledi. Kadın, şuh b ir kahkaha attıktan sonra, yerinden kalkıp Kâmilin y a­

nına çöktü.

— Em ret canımın isi!-* Dedi. O kaytan bıyıklarını yesinler senin...

— O tur ablacığım o tur... B ir sene var, Beyoğlu tara­

fına çıkmıyordum. Ben görmiyeli Beyoğlunda güller aç­

mış. Ortalık miski anber kokuyor. Seni yaradana beş va­

k it kurban olayım ben.

K adın tek rar bu* kahkaha attı. Sonra Kâmilin baca­

ğına bir çimdik kondurarak:

— Ah nonoşum!. Pek de firaklı konuşuyor, dedi.

Sanki ben o kadar güzel miyim?...

Kâmil kadını iyice süzdüzden sonra:

— Çimdirme öyle, dedi. Yazık günahtır bana... Ben de bir nefis taşıyorum. O gerdanındaki beni, dinime, ima­

nıma elli tane Reşat altınına değişmem.

Kadın m ütemadiyen Kâmil’e sırnaşıyor, kahkahalar­

la gülüyordu.

K afadarlar bir akşam önce, K alenderin açığında dört tane kocaman kılıç balığı yakalam ışlar, bunları sabahle­

yin balıkhanede 808 liraya satmışlardı. Şimdi o parayı yi­

yorlardı. «Boş Çanak İsmail» de kendi havasındaydı. Ya­

nına oturttuğu siyahlıyı, Elefteriya’yı sıkıştırıyordu. Arap Kâmil garsonu çağırdı:

— Şu mızıkacılara söyle, dedi. Bunlar başka hava bilmezler mi?... «Çadırımın üstüne şıp dedi damladı» yı çalsınlar da, masrafı ne ise verriz.

Garson bir koşu orkestranın bulunduğu tarafa seğirt­

ti. Çift gerdan Melâhat, Arap Kâmili bir daha çimdikle­

dikten sonra. Öteki garsona el etti:

— Zühtücüğüm, bann bir bol daha getir kuzum... Bu akşam neş’em pek yerinde...

Garson uzaklaşınca, Kâmile döndü:

— Sevgilim, sen niçin dans etmiyorsun bakayım ?...

Haydi gel, Melâhatine sarıl da biç samba yapalım senin- le...

Bu teklif A rap Kâmilin hoşuna gitmedi:

— Dansa boş ver abla! Dedi. Biz eskiden dansın eks­

trasını bilirdik ama, etmiye etmlye unuttuk. Neme lâzım, ayağına falan basarım da, akşam akşam canın yanar...

Boş Çanak İsmail, kadının teklifini duydu. Cigara

dum anından ve kirden siyahlaşmış dişlerini iyice meyda­

na çıkararak bir kahkaha attı:

— Haydi ulan dans etsene... Kahvede bize «Şöyle dans ederim, böyle dans ederim» diye boyuna atıyordun.

E t de görelim bakalım...

Kâmil, İsmail’e ters ters baktı:

— U nuttuk ulan hırbo, dedi. Sen de üstelemesene...

Sen daha lüfer oltasına misine bağlamasını beceremez­

din, bizim öm rü hayatımız danshanede geçerdi, kabak- zade!...

Bu sefer Melâhat asıldı. Kâmili elinden çekerek boy­

nunu büktü:

— Haydi nonoşum. Kalkalım... Demek bana sarılm ak istemiyorsun. Demek ki beni sevmiyorsun...

— Yahu dur be anam babam!... Çekme!... Sana cüm­

le âlemin içinde sarılm ak farz değil ya...

Pistin üstü, dans edenlerle tıklım tıklım dolmuştu.

Salondaki tekm il lâm balar sönmüş, tavanın kırmızı ışık­

ları yanmıştı. Dans eden çiftler, birbirlerine iyice sarıl­

mışlardı. Balıkçıların masasına mütemadiyen bol ve kok­

teyl taşıdığını gören, barın öteki kızları, Melâhatle Elef- trayı m üthiş kıskanıyorlardı. En dipteki boş masada otu­

ra n Ayla, Ş ükran’la dertleşiyordu:

— Kardeşim, şu Melâhat şıllığına bak bir kere... He­

rife nasıl yılışıyor, görüyor musun? Büyük sözüme töv­

be, milyon kazanacağımı bilsem böyle şeyler yapamam...

Şuna bak Allah aşkına... Nerede ise herifin ağzına gire­

cek. Aaa, kardeşim ... Biz de şunun bunun dizine oturduk ama, hiç olmazsa bizim müşterilerimizin boynunda b ir kravat vardı.

Şükran dedi ki:

— Melâhat da güzel kız ama, Allah için...

Bu lâfa Aylâ, daha çok içerledi:

— Melâhat mi güzel?. Aaa üstüm e iyilik sağlık...

Güzel olmasına, bu barda bir tane güzel vardı: Saadet...

Melâhat onun «hıh» demiş, burnundan düşmüş. Bu m ay­

m un geçende bana geldi de: «Ah kardeşçiğim, dedi. Son günlerde, ayıptır söylemesi kaba etlerim fazla büyüdü, dedi. önüm üzdeki haftaya da Am erikan filosu geliyor.

Onlar, öyle pek etli butlulardan hazetmezler. Holivut usu­

lü isterler. Senin pembe korsanı bir haftalığına ödünç ver de, ben de üç beş kuruş ekmek parası kazanayım, di­

ye köpekler gibi yalvardı. Ben de acıdım, verdim. Ver­

mez olaydım. Korsayı beline bağladığı gibi, bahriyelilerin içine dalıverdi. Onların da. zaten aylarca dgnizde geze ge­

ze, gözleri kararm ış. Bir malın iyisine kötüsüne baktıkla­

rı yok. Bizim şırfıntıyı görünce bir m atah zannettiler.

Hani onda da insaniyet olup da, «Kardeşim, sen bana korsanı verdin. Gel bizimle şurada iki kokteyl de sen iç*

dese yüreğim yanmaz. Ama allak karı bunu demedi iş­

te... Demedi de bir şey mi oldu sanki? Ben de Am erikan teğmenlerinden birini yakaladım, ü ç gün içinde 130 do­

larını alıverdim. Götürdüm, Balık pazarında sarraf La- zari’ye beşer liradan bozduruverdim. Hem teğmen gider­

ken, «6 aya kalmaz, gelir seni alırım, Kaliforniyaya götü­

rürüm» d e d i

Tezgâhın arkasında, barın patronu iri kıyım Remzi oturuyor, Maliye m emuru Hamza Tokgöz’le konuşuyordu.

P atronun yanına şef garson Tevfik sokuldu:

— Remzi ağabey! Dedi. Cazın dibinde oturan gri el­

biseli h erif var ya... Yanında iki karı çağırdı. 170 lira kadar bir hesabı var. Ama herif parayı vermiyor. Kazık- lanamam diyor. Duyduğuma göre de Anadoludan gelme imiş galiba...

— Ne yeyip içti?...

— İki bol, 4 viski yazdık. Fiyat listesine dört de k ı­

rık bardak geçirdik.

— İyi ya. Parayı vermezse düğersiniz, ö tek i garson­

lara da söyle... Biraz mızmızlığa başladı mı çullanın bey­

nine...

— İyi ama Abi... Eğer adam hatırlı bir adamsa, ba­

şımız bir derde girmesin?

— Derde girip de ne olacakmış ulan?... K arakol ya­

bancı b ir karakol mu? Siz herifi döğün. Ben buradan m u­

avine b ir telefon ederim. Karakolda bir de o döğer.

— Bakarsın, muavin ondan tarafa çıkar da temelli hapı yutarız abi...

— Ulan sen de dün garson olmuşsun gibi konuşuyor­

sun be Necmi!... Haydi bas... Ben ne diyorsam onu yap.

Namusiyle ticaret yapana, kanun hiç bir ses çıkarmaz.

Önce herifi iyi bir döğün... üstünde kaç para varsa alın, sonra da vurun tekmeyi, kapı dışarı atın...

— Peki abi...

Şef garson uzaklaştı. Caz hâlâ durmamıştı. Balıkçı­

ların masasına şimdi bir kadın daha oturmuştu. Tepsile­

rin biri geliyor, biri gidiyordu.

A rap Kâmil, Tombula diyordu ki:

— Gel etme be abla! Ben seninle evlenince vallaha günde iki kılıç balığı tutarım . Sultanlar gibi yaşatırım seni...

Bu çeşit tekliflere kadının karnı toktu. O sırf bu ak­

şamın kazancını düşünüyordu.

K ahkahalarla gülerek:

— Yüz görümlüğü ne alacaksın bana? Dedi.

— Pantantif alırım anam avradım olsun...

— Daha başka?...

— Bileziğe varıncaya kadar hepsini alırım. Bir tene­

keye de lâkerda kurarız. Paşalar gibi yaşarız...

Tam bu sırada karşıki masanın yanında, bir kızılca kıyam ettir koptu. Şişeler, bardaklar havaya uçmağa baş­

ladı. Garsonlar, bir kişinin başına üşüşmüşler, sille tokat ortalığı birbirine katmışlardı. Kadınlar çığlık çığlığa ka­

çıştılar. Caz durdu. Elektrikler yandı. Fakat fırtınayı durdurm ağa im kân yoktu. M üşterilerin bir kısmı dışarı­

ya kaçıyordu. Boğuşma 3-5 dakika kadar sürdü. Bu sıra­

da barın içinde keskin bir düdük sesi duyuldu. Bir po­

lisle, polis görevli bir jandarm a vak’a yerine yetişmişler­

di. Garsonların yakası paçası dağılmış, m üşterinin de yü­

zü kan içinde kalmıştı. Polis ilkin bir garsonu kolundan yakaladı. M üşteri nefes nefese:

— Şunları da. Şunları da yakalayın!.. Diyerek öteki garsonları işaret etti.

Böylece hem suçlular, hem de dâvacılar, arkalarında da büyük bir m eraklı kafilesi, karakolun yolunu tuttu.

F akat bugün aksine, muavin izinliydi. Beyoğlu Emniyet âm iri de o gece tesadüfen karakola uğramıştı. Hepsi b ir­

den em niyet âm irinin karşısına çıkarıldı. Müşteri kendi­

ni tanıttı. B ir kanapeye o turarak olup bitenlerin hepsini anlattı.

Emniyet âm iri şef garsona dönerek:

— Ulan utanm ıyor musunuz adam döğmeye? Dedi...

— Beyim vallahi biz adam döğmedik... Bu bey ka­

dınlara sarkıntılık etti. A rtistlerin şurasına burasına el atm aya başladı. Çok sarhoştu. Bir aralık ayağa kalktı.

Maşayı devirdi. Sonra kendini yere attı. Başı taşa çarptı.

Biz tutup yardım etmek, yüzünü yıkayıp ayıltmak iste­

dik. O vakit bira şişesini eline alıp kendi kafasına vu r­

maya başladı. Şişeyi zor aldık. Bu sefer cigara tablasiy- le kendi suratına vurm aya başladı. Bağırıp çağırdı. Anla­

dık ki para vermemek çin yapıyormuş. Bizi alıp buraya S aird iler.

— Ulan siz adam soymaya utanm ıyor musunuz?

— Utanacak ne var beyim?. Bizim tarifimiz belediye­

den çıkm adır.'B elediye nasıl münasip görürse biz o fiya­

ta işleriz. Esasen bizim böyle adamlarla pek aksatamız yoktur. Biz bahriyelilere çalışırız. Onların eli açık olur.

B ir filo geldi mi, biz üç aylık masrafımızı çıkarırız. Çün­

kü onlar kibar olur. Gelir iki viski içer, yanma bir de a r­

tist alır. Bif bol de ona içirir. Yüz doları önümüze atar, çıkıp gider...

— Siz o yüz doları ne yaparsınız?

— Götürür. Merkez Bankasında 280 kuruştan bozdu­

ruruz Beyim...

— Peki paranın üst tarafını Amerikalıya vermez m i­

siniz?

— O tenezzül etmez beyim... Katiyen almaz. Sonra bizim de ona göre masrafımız olur. Barcılık deyip geçme­

meli âm ir bey!... Söz temsili yağlı boya ile, b ir «Welcome U. S. Navy» yazdırm ak İçin iki yüz kâğıt ister... B ar süs­

lemek 1000 liranın kapısıdır. Sonra kızlar da filo gelince bizden avans alırlar. Üstlerinde eski çamaşır hamına ne varsa çıkarırlar. Yeni sütyen, yeni kilot giyerler. T ırnak­

larını boyarlar. Hamama da giderler. E bun lar az buz m asraf değil beyim. Hazır yemeye dağ olsa dayanmaz.

Belediye bize tarife yaparken, tabiî h er bir şeyi inceden inceye hesaplamıştır. Sonra efendim, tabiî ecnebi b ir

filoya karşı ayıp olmasın diye elbet titiz davranm ıya mec­

buruz. Herifler yarın öbür gün kendi m emleketlerine dö­

nüp de, «Türkiye şöyleydi, böyleydi» diye aleyhimize pro­

paganda yaparlarsa daha iyi mi olur? Biz Allaih için, ken­

di vicdanımıza göre memlekete olan borcumuzu ifa edi­

yoruz. Üst tarafını büyüklerimiz bilir. Şimdi buyurun, muamelenizi yapın. Kanun ne derse cezamıza razıyız.

Emniyet âmirinin yüzü buruştu. Ne diyeceğini şaşır­

mıştı. Karşısında oturan polise dönerek:

— Tak bakalım kâğıdı makineye... ifadelerini tespit edelim! dedi.

(29.8.1954)

Memleketimizin en eski mizah dergisi Akbaba, İki yıl*

danberi yayınladığı mizah eserleriyle, sanat hayatımızda­

ki büyük bir boşluğu doldurmaktadır. Mizah yayınlan se­

risinde yalnız yeril mizah ustalarının değil, dünya mizah edebiyatından da en ünlü yazarların seçme eserlerini ba­

tacaksınız. ;

Şimdiye kadar Akbabı Mizah Yaym’an serisinden, ki taptığınıza değer kazandıracak şn eserler yayınlanmıştır:

1 — MİZAH HİKÂYELERİ ANTOLOJİSİ «Cilt 1»

Bu eserin birinci cildinde seçilmiş en güzel hikâye­

lerini okuyacağınız im zalar şunlardır:

Hüseyn Rahmi, Ahmet Rasim, Möhmet Rauf, Hüse­

yin Suat, Fazıl Ahmet, Ömer Seyfettin, Refik Halid, Ercüment Ekrem

2 — MİZAH HİKÂYELERİ ANTOLOJİSİ «Cilt 2»

Bu eserin ikinci cildinde seçme en güzel hikâyeleri­

ni okuyacağınız imzalar şunlardır:

A ka Gündüz, İbrahim Alâettin, Reşat Nuri, Osman Cemâl, Peyami Safa, Burhan Felek, Hakkı Süha, F.Celâlettin.

3 — MİZAH HİKÂYELERİ ANTOLOJİSİ «Cilt 3»

Bu eserin üçüncü cildinde seçilmiş en güzel hikâye­

lerini okuyacağınız imzalar şunlardır:

Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Mahmut Yesarl, Selâml İzzet, Hikmet Feridun, Aziz Nesin, Adnan Veli, Bü­

lent Oran.

Bu eserin her cildinin fiyatı bir liradır.

4 — İ T K U Y R U Ğ U

Aziz Nesin’in birbirinden güzel 27 hikâyesi bu eser­

de toplanmış ve eserin mevcudu pek az kalm ıştır.

Fiyatı 1 lira.

5 — MEŞHEDİ’NİN HİKÂYELERİ

Üstad Ercüment Ekrem Talû’nun T ürk mizah klâ­

sikleri arasına girmiş eseridir.

Fiyatı 1 lira.

6 — KADIN OLAN ERKEĞİN HATIRALARI , Fiyatı 1 lira.

Aziz Ncsin’in mizah romanı. Bu romanda, toplumu- muzda kadını bir maldan farksız sayanların yalnış ve sakat görüşleri hicvedilmiştir.

Fiyatı 1 lira.

7 — MEŞHURLARIN NÜKTELERİ

Kitaplığınıza b r sanat ve tarih değeri kazandıracak olan bu eserde tanınm ış politika, idare ve sanat k i­

şilerinin hayatlarından alınmış en güzel nükteleri

şilerinin hayatlarından alınmış en güzel nükteleri

Belgede SOSYETE A D N A N V E L İ (sayfa 97-113)