• Sonuç bulunamadı

Yeni Dünya ve Deli Emine (Yeni Dünya)

4 TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK VE SABAHATTİN ALİ’NİN HİKÂYE KİŞİLERİ

4.3 EZEN-EZİLEN ÇATIŞMAS

4.4.1 SERSERİLER, AYYAŞLAR VE DÜŞKÜN KADINLAR

4.4.1.12 Yeni Dünya ve Deli Emine (Yeni Dünya)

“Yeni Dünya” hikâyesinde iki farklı oturak kadını tipi vardır. Bu iki oturak kadını bir düğünde karşı karşıya gelince, kasabalılar tarafından adeta birbirlerine rakip olarak görülmüşler, halk ikisini deizleyip umarsızca eğlenirken bu kadınlardan biri ünvanını ve nâmını korumak uğruna canından olmuştur.

Düğün sahibi Yakup Ağa’nın evinde eğlence sürmekteyken, aşık sazı eline alıp çalmaya başlayınca, sıska, yaşlıca, hastalıklı görünen Yeni Dünya ortaya çıkarak oynamaya başlar. Kadının hastalıklı halini ve zayıf oyununu gören erkekler gülüşmeye ve kadını çekiştirmeye başlarlar:

“Saz, cılız bir sesle, oyun havasına benzer bir şey çalıyor, ortadaki kadın ise, etrafındakilere küfretmeye hazırlanır gibi suratını buruşturup kaşlarını çatarak, iki yanına döner gibi yapıyor, bir sağ ayağını, bir sol ayağını yerden kesiyor, arada sırada da, kendisinden beklenen küfrü söyler gibi hırçın bir tavırla kaşıkları

şıkırdatıyordu.

[...]

‘Ülen bu kötü avradı nereden buldunuz? Düğününüze yakıştıramadım...’ Hancı Yakup Ağa, kocaman eliyle ortada oynayan karıyı gösteriyor dik sesiyle söyleniyordu. Kadın oyunu bırakıp bu tarafa kulak vermeye başlamıştı. Etrafta oturanlar da Yakup Ağa’nın fikrine katılıyorlar, düğünde oynatmak için getirilen kadının sıskalığını, suratsızlığını ileri sürüyorlar, elleriyle göstererek:

‘Baksana ülen Hüseyin, marazın biri...’ diyorlardı.” (YD., s. 80)

Kendisini böyle alaya aldıklarını gören Yeni Dünya da “Neyim varmış ki?.. Oyna derseniz oynarım... Daha ne istersiniz ki?.. Bana buralarda ünlü Yeni Dünya

derler” diyerek kendisini savunmaya çalışır. Fakat insanlar yine tatmin olmaz, kadını küçük görmeye ve vesilesiyle de Yakup Ağa ile alay etmeye başlarlar. Yakup Ağa da derhal haber salarak düğüne Deli Emine’nin getirilmesini ister. Yeni Dünya, bir düğünde iki kadına ne gerek olduğunu söyleyerek buna da itiraz etmek ister; fakat kendisine kulak asan olmaz.

Akşama doğru Deli Emine çıkagelir, yüzünde mağrur bir gülümsemeyle odadakileri selamlar ve oynamaya hazırlandığı gibi saza işaret eder:

“Odanın toprak tabanına serilen kilimlerden bulut bulut tozlar kaldırarak oynuyordu. Yorulmak bilmez bir hali vardı. Kınalı ellerindeki kaşıkları kıyasıya çarpıyor, göbek atarken arkaya yatıp başını kenardakilerden birinin kucağına uzatıyor, iri dişlerini gösterip sürmeli gözlerini süzerek baygın baygın gülüyordu.”

(YD., s. 83)

Deli Emine, odada bulunan erkekleri yeterince büyülediğine kanaat getirince Yeni Dünya’ya dönerek beraber oynamayı teklif eder; Yeni Dünya’ya karşı her şekilde üstün geleceğinden emin bir gülüşü vardır yüzünde. Yeni Dünya ise ilk başta oyuna kalkıp kalkmama hususunda tereddüt eder; odada bulunan herkese kin dolu bakışlar fırlatır. Nihayetinde rekabete niyetli bir biçimde ayağa kalkar:

“Evvela vücudu hiç hareket etmiyor gibiydi; göğsünün hizasına kadar kalkan kolları kasılmış gibi dimdik duruyordu. Yüzünde usanmış bir ifade vardı. Etrafında top gibi sıçrayan Deli Emine’ye şaşkın şaşkın bakıyor ve o ikide birde kendisine çarptıkça düşecek gibi sallanıyor, etrafındakileri güldürüyordu.

Deli Emine’nin oyununu daha serbest seyretmek isteyen, Yeni Dünya’nınsa ortada sadece kalabalık ettiğini gören birkaç kişi:

‘Otursun şu karı yerine canım!’ diye homurdanmaya başladılar; biraz sonra seslerini daha yükselterek:

‘Ne dinelip duruyon orda? Oynayacaksan oyna, yoksa çekil otur!’ diye bağırdılar.” (YD., s. 83)

Yeni Dünya, erkeklerin bu tepkisi karşısında önce şaşırır, yerine oturup oturmamak hususunda tereddütte kalır; fakat sonra bir anda “senelerden beri savaştığı meydanı bu kadar kolay bırakıp çekilmek” istemediğine karar vererek, saz çalan aşığa “Doğru dürüst çalsana be! Nereden bulmuşlar senin gibi sersemi? Ninni mi çalıyorsun?” diye haykırarak oyununa hazırlanır; oysa bu onun ömründeki son oyun olacaktır:

“Sazın ilk vuruşlarıyla birlikte bu vücut, kendisinden beklenmeyen bir çeviklikle harekete geçti. Boyalı saçlarını savurup yüzüne dökerek ve başını bir göğsüne, bir arkaya atarak, ortada fırıl fırıl dönmeye başladı. Şimdi Deli Emine ona yetişemiyordu. Ellerini başının üstünde birleştirip kaşıkları, dışarıda kalan sapları görünmeyecek kadar hızla birbirine vuran, kısa, fakat yine görünmeyecek hızlı adımlar atan Yeni Dünya’ya çarptıkça bu sefer o sendeliyordu.” (YD., s. 84)

Böylelikle oyun meydanı kızışır, iki kadın var güçleriyle, yorulmak bilmeden uzun süre – ihtiyar âşık pes edinceye kadar- oynarlar. Etraftaki bütün erkekler bu iki oturak kadının kızışan rekabetinden mest olurlar. İhtiyar âşık pes edince Yeni Dünya ile Deli Emine, bacaklarının yorgunluktan titrediklerini farkederler. Yemek faslı başladığında ise Yeni Dünya kendini eskisinden daha dinç, büsbütün tazelenmiş hisseder:

“Yüzünü yeniden boyamış, gözlerine kıyasıya sürme çekmişti. Halinde de eski terslik kalmamıştı. Kendisine her laf atana gülerek cevap veriyor, hiçbir dokunaklı sözün altında kalmıyor, hatta önlerine bakıp mahcup mahcup oturan bazı toy delikanlılara kendisi musallat olup takılıyordu. Hakkındaki kanaati değiştirmiş gibiydi. Kadehleri birbiri arkasına, gözünü bile kırpmadan diktiğini görenler:

‘Yaman karıymış be!.. Dehşetmiş!’ diyorlar, boyuna rakı uzatıyorlardı.”

(YD., s. 86)

Sabaha kadar süren eğlenceden sonra, ertesi gün, gelini almak üzere gelinin dokuz saat uzaklıktaki köyüne gidilmek üzere arabalar koşulmuş, herkes arabalara yerleşme, kendine yer bulma telaşına düşmüştür. Koşulmuş arabalardan birine yerleştirilmiş iki oturak kadınından Deli Emine gayet şen şakrak görünmekte, Yeni Dünya ise nefes almakta zorlanmakta, kesik kesik öksürmektedir. Onun bu halinden ise kimse anlamamaktadır. Özellikle geceki mağlubiyetinin öcünü almak isteyen Deli Emine, bir köşeye büzülüp yatmış olan Yeni Dünya’ya “Madem yapamayacaktın, bu zanaata girmeseydin!” diyerek sataşmaktadır. Oysa Yeni Dünya’nın bu sataşmalara cevap verecek kadar dahi hali kalmamıştır.

Nihayetinde, akşam üzeri gelinin köyüne varılır. Adet olduğu üzere, gelinin köyüne oynayarak girmek lazımdır. Deli Emine, derhal arabadan aşağı atlayarak oynamaya başlar, Yeni Dünya’ya da sataşarak onu da oynamaya zorlamaktadır:

“Yeni Dünya büyük bir gayret sarfederek kendini toplamaya çalıştı. Ayakta durmakta zorluk çektiği görülüyordu. Kısa, yeşil ve incecik yün hırkası, gitgide artan yağmurda ıslanmış, sahibine sıska bir kedi hali vermişti. Eliyle ağzını kapayıp: ‘Öhhü, öhhü!’ diyerek Seymenlerin önüne geçti, katar ağır ağır ilerlemeye başladı.

Davullar alabildiğine çalıyor, Deli Emine, naralar atıp yıkılarak oynayan Seymenlerin önünde sıçrıyor, halkalar çiziyor, ve ellerini güç hal ile kaldırıp kaşıkları çalmaya çalışan, iki adımda bir boğulacakmış gibi öksüren Yeni Dünya’ya: ‘Hadisene!.. Bu halin vardı da ne girdin bu zanaata!’ diye yetişmekten geri kalmıyordu. (YD., s. 89)

Yeni Dünya ise erkek tarafının ve mesleğin itibarını yere düşürmemek için kalan son gücünü de toplamaya çalışarak oyuna başlıyor, fakat öksürük nöbetleri Yeni Dünya’yı bir türlü rahat bırakmıyordur. Her şeye rağmen, kız tarafının pek gözüne batmadan, yere düşmeden köyün kenarına kadar gelmeyi başarır. Yakup Ağa’dan kendisine yatacak bir yer bulmasını ister; Yeni Dünya’yı ihtiyar kadının evine bırakırlar ve eğlence durmaksızın bütün gece sürer. Deli Emine, Yeni Dünya’nın da yokluğundan istifade tek oturak kadını olduğu için bütün hünerlerini etrafındaki erkeklere sergilemekten geri kalmaz.

Ertesi gün erkek tarafı köylerine dönmek üzere erkenden hazırlanır ve kısa süre sonra yola koyulur. Kafile yola çıktığında kimse Yeni Dünya’nın yokluğunun farkında değildir. Kafile daha köyün dışına çıkmadan, küçük bir çocuk koşarak kafileye yetişir:

“ ‘Hani o avrat... Ninemin evinde koyup gittiğiniz avrat... İşte o avrat...’ diye çabuk çabuk konuşmaya başladı, ama bir türlü sonunu getiremedi. Bu sırada kocakarı yaklaşmıştı. O da ellerini savuruyor, dişsiz ağzıyla geveleye geveleye bir

şeyler söylüyordu.

[...]

‘Bakın şunlara... Allahtan korkmazlar. Hasta karıyı başıma sardıkları yetmedi de, şimdi ölüsünü üstüme yıkıp gidiyorlar. Getirdiğiniz gibi alıp götürün!..’

‘Öldü mü ki?’

‘Öldü dedim ya... Sabaha kadar ah dedi, of dedi, beni uyutmadı. Ortalık ağarırken içim geçivermiş; deminden uyandım, baktım sesi çıkmaz, yorganı çektiydim, amanın ne göreyim: Ağzından kan boşanmış da yatağı yastığı belemiş! Çenesi düşüvermiş de gözleri belerivermiş...’ (YD., s. 91)

İçlerinde küçük çocuklar bulunan araba çevrilerek, gelin evinden getirilmiş eski bir kilime sarılan Yeni Dünya, arabanın bir kenarına yerleştirilir ve kafile tekrar yola koyulur. Yeni Dünya’nın sarsıntılar dolayısıyla kilimden dışarı fırlayan başı ise yol boyunca bir oraya bir buraya savrulur durur.

4.4.1.13 Nigâr (Çilli)

“Çilli” hikâyesinin kahramanı Nigâr, evlenme vaadiyle kandırılmış, arka arkaya gelen olaylar sonucunda da kötü yola düşmüş bir düşkün kadın tipidir. Hikâyenin anlatıcı kişisi, gittiği barda içkisini yudumlayıp etrafındakileri incelerken, gözüne bar kadınlarının masasında oturan sarışın bir kızın dikkatle kendisine baktığını fark eder. bu kadın, anlatıcıya bir yerlerden tanıdık gelmekte, fakat bir türlü çıkartamamaktadır. Kısa bir süre sonra ise sarışın kadın, garsonla haber yollayarak kendisi ile bir şey konuşmak istediğini söyleyince, anlatıcı çaresiz bir şekilde kabul eder:

“Yüzüne yakından baktığım zaman, onun biraz yukarıya kalkık burnunu, çekik ve tatarımsı gözlerini, hele o burnu ile gözlerinin altına doğru yayılan kırmızımtırak çilleri muhakkak tanıdığımı anladım. Ama nereden tanıyorum, diye yine kendimi zorlamadım. Kadın susuyor, hep o faydasız gayretle yüzünün adalelerini oynatıyordu. Bir şey söylemiş olmak için:

‘Niçin dans etmiyorsunuz?’ dedim.

Eliyle, ‘Haydi be!’ der gibi bir işaret yaptı, sonra birdenbire ayağa kalkmak ister gibi toparlandı. Sarhoşluğu hiç belli olmayan bir sesle:

‘Beni tanımadın mı Hoca?’ dedi,

O zaman birden bire bir tuhaf olduğumu hissettim. Sırtımdan sıtma titremesine benzeyen bir ürperme geçti.

‘Kız’ dedim. ‘Kız... sen...’

‘Evet. Ben! Ben...’ dedi. ‘Nigâr... Aydın’da...’ (SK., s. 66)

Anlatıcı kişinin gözünde o anda, yıllar önce Almanca dersi verdiği aydınlık sınıfta orta sıraların en önünde oturan saçları örgülü, çilli küçük kız çocuğu canlanıverir. Artık karşısında oturan sarhoş kadını değil, on dört yıl önce okuttuğu, bütün öğretmenlerinin ve arkadaşlarının sevgilisi olan zeki ve yerinde dutramayan pırıl pırıl bir kız görür. Nigâr ondan bir isteği olduğunu söyleyerek maruzatını anlatmaya başlar: Nigar ortaokulu bitirir bitirmez, babası onu “istasyonda şef muavini olan” kırkbeş yaşında bir adamla nikahlamıştır. Nigâr bir süre sonra kendisini içkiye vuran bu adam ile hiç mutlu değildir, yine de güç bela katlanır. Sonra bir gün ortaokuldan sınıf arkadaşı Kemal’i görerek onu evine çağırır. Kocasının arkadaşları Kemal ile Nigar’ın konuştuğunu görür ve hemen adama yetiştirirler. Aynı zamanda çok da kıskanç olan adam hemen eve gelir; Nigar’a saldırır:

“ ‘Parklarda delikanlılarla konuşmuşsun! Benim bu memlekette namusum var, kaltak!’ diye üstüme yürüdü. Bende de artık sabır taşmış, ‘Herif senin neyin var

bilmem ama, neyin yok pek iyi biliyorum. Yeter artık sünepe kahrı çektiğim!’ deyivermişim.

‘Sen misin diyen! Herif kapı arkasından şemsiyesini kaptığı gibi başıma gözüme vurmaya başladı.” (SK., s. 67-68)

Tam o esnada gelen Kemal, bu olayı görünce korkar; kaçar gider. Nigâr da arkasından sonucunun nereye varacağını düşünmeden “Gitme Kemal, senin yüzünden başıma bunlar geldi!” diyince kocası kapıdışarı eder Nigâr’ı. Kendini oturdukları barda bulur. Herşeye boşverek orada çalışmaya başlar. Fakat bir gün Kemal, tesadüf eseri birkaç arkadaşıyla birlikte bara geliverir. Nigâr’ı görü görmez ise vaatlerde bulunur:

“ ‘Ah, sen benim yüzümden buralara düştün. Bu mesuliyet beni mahvediyor! [...] Ben seni burada bırakmam, yürü gideceğiz, beraber yaşayacağız. Nikah edeceğim!’ deyince kandım. Bar sahibi ile hesabımı kestim. Zaten alacaklıydım. Hepsini bağışladım. Hır çıkmadan bıraktılar. İstanbul’a gittik. Beş altı ay oturduk. ‘Babamdan izin çıkarsa nikah edeceğim!’ diyip dururdu. Canım, keyfine kalmış bir

şey, ister etsin, ister etmesin, vız gelir. Ama günün birinde baktım gebeyim. ‘Hemen

çocuğu aldır!’ dedi. ‘Ne luzumu var’ diyecek oldum. ‘Olmaz, olmaz! Nikahsızken çocuk istemem!’ dedi Baktım asıl korkusu, çocuk olursa balta olurum diye. [...] ‘Sen üzülme! Ben İzmir’e giderim, tanıdık doktor var, masrafsız, gürültüsüz aldırırım!’ ”

(SK., s. 68)

Fakat, Nigâr çocuğu aldırmaz; vapura atladığı gibi soluğu barda alır. Artık hayatını tamamen doğacak çocuğunu yaşatmaya adar. Çocuğa bakıp emzirmesi için bir kadın tutar. Hocasından isteği ise çocuk kucaktan düşünceye kadar, çocuğun barınabileceği bir yuva bulmaktır:

“ ‘Çocuk bu yaşlarda otellerde sefil oluyor. Sizi görünce aklıma geldi. Ankara’da bildiğiniz çoktur. Orda bir çocuk yuvası varmış. Oraya yerleştiremez misiniz? İki yaşına gelsin, alırım. İsteseler de bırakmam! Ama böyle kucak çocuğu olmaktan bir çıksın!’ ” (SK., s. 69)

Hayatının geri kalanını çocuğunu büyütüp adam etmeye adayan Nigâr’ın en büyük hayali ise, bir gün Kemal’le karşılaştığında çocuğun uzaklaşmasını bekledikten sonra yakasına yapışıp “Doğmadı sandığın oğlun büyüdü, aslan gibi oldu. Ama seni bilmeyecek, sana baba demeyecek.” diye haykırmaktır. Nigâr her ne kadar düşmüş bir kadın da olsa, ondaki annelik içgüdüsü ve çocukluğundan kalan o temiz duyguları hiç kirlenmemiştir.