• Sonuç bulunamadı

Fakir Kadın/Çocuk-Zengin Kadın/Çocuk (Arabalar Beş Kuruşa)

4 TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK VE SABAHATTİN ALİ’NİN HİKÂYE KİŞİLERİ

4.3 EZEN-EZİLEN ÇATIŞMAS

4.3.2 EZİLENİN BOYUN EĞDİĞİ HİKÂYELER

4.3.2.18 Fakir Kadın/Çocuk-Zengin Kadın/Çocuk (Arabalar Beş Kuruşa)

Sabahattin Ali, ezen-ezilen çatışmasını “Arabalar Beş Kuruşa” hikâyesinde farklı bir açıdan ele alarak “zengin-fakir” çatışması bağlamında hikâyeleştirir.

Hikâyenin kahramanı, okuldan çıkarak eve gidip ödevlerini yaptıktan sonra, annesiyle beraber oyuncak araba satmaya giden, sekiz yaşlarında küçük, çelimsiz bir çocuktur. Annesi ise siyah çarşaflara bürünmüş, donuk gözlerle önüne bakan, ezilmiş bir tiptir. Nitekim hikâye boyunca bu fakir kadın adeta bir ruh gibidir. Konuşmaz, donuk bakışlarla bakmaktan başka bir tepki vermez.

Anne ve çocuğun, tahtadan yapılmış oyuncakları sattıkları sokak köşesinin biraz ötesinde “parlak vitrinli bir tuhafiye mağazası” bulunmaktadır. Bir gün, büyük ve lüks bir otomobil, bu mağazanın önünde durur; “içinden süslü ve şişmanca bir kadınla sekiz dokuz yaşlarında, beyaz bereli ve tozluklu, yumuşak lacivert paltolu bir çocuk” iner ve birlikte mağazaya girerler. Çocuk bir süre sonra dışarı çıkar ve sokağın köşesinden doğru gelen bir ses işitir: “Arabalar beş kuruşa!..” (K-S-E., s. 59) O yöne doğru ilerlediğinde, sesin sahibinin okuldan arkadaşı olduğunu fark eder; koşup yanına giderek çocuklara özgü bir saflık ve masumluk timsali bir hareketle, arkadaşının elini tutar. Bu andan başlayarak iki arkadaş arasında, hiçbir art niyet içermeyen, birbirini küçük görmediklerini anladığımız bir diyalog cereyan eder:

“ ‘Aaa!’ dedi, ‘Sen burada araba mı satıyorsun?’

Satıcı başını kaldırıp baktı. Hemen yüzü güldü, o da ‘Aaa’ dedi ve ilave etti: ‘Annem yalnız gelemiyor, sonra bağıramıyor da... Onun için ben de geliyorum!..’

Beyaz tozluklu çocuk, yün eldivenli ellerini paltosunun cebine sokarak küçük bir kesekâğıdı çıkardı, içinden bir badem ezmesi alıp ağzına attı, bir tane de arkadaşına verdi. Ağzını şişirerek sordu:

‘Derslere ne zaman çalışıyorsun?’

‘Mektepten çıkınca... İki saat falan çalışıyorum, dersleri yapıyorum. Ondan sonra buraya geliyoruz. Hem gece zaten çalışamam ki. Gaz masrafı çok oluyor.’ [...]

(K-S-E., s. 60)

Zengin çocuğun ellerinde yün eldiven, üzerinde yumuşak tüylü bir palto, cebinde ise, arkadaşının belki hayatında hiç tatmadığı badem ezmesinden bir

kesekâğıdı dolusu varken; fakir çocuk gece gaz masrafı olacağından dolayı, okul çıkışı eve gittiği vakit ödevlerini yapmak, sonrasında ise tek başına araba satmaya gelemeyen annesine yardım için saatlerce sokakta durmaya mecburdur. Oysa zengin çocuk yapmaya uğraşıp, yapamadığı bahane ettiği ödevleri, akşam “beybabası” eve geldikten sonra, ona yaptırıyordur.

Mağazadan çıkıp, oğlunu bu fakir çocukla el ele tutuşmuş bir halde konuştuğunu gören anne ise bir anda deliye döner ve “yuvarlanır gibi” o yöne giderek oğlunu bileğinden yakalayıp kendine çeker; diğer elindeki şemsiyeyle de fakir çocuğa vurarak “Pis, baksana, senin konuşabileceğin insan mı bu?” (K-S-E., s. 61) diyerek onu aşağılar. Hayatın gerçekleriyle henüz tanışmamış olan zengin çocuk ise, masumca: “Anneciğim, [...] o benim mektep arkadaşım!” (K-S-E., s. 61) demekle yetinir. Bunu duyan kadın ise iyiden iyiye sinirlenerek “Ben yarın mektebinize de telefon edeceğim. Seni kendi seviyende olmayanlarla temas ettirmeyi gösteriririm!..” (K-S-E., s. 61) diyerek arkasını döner ve çocukla birlikte giderler.

Sabahattin Ali’nin ezen-ezilen çatışmasını konu alan diğer hikâyelerinde olduğu gibi, “Arabalar Beş Kuruşa”da da toplumun üst sınıflarındaki ezen tipi, alt tabakaya mensup zavallı, fakir ve ekmeğini kazanmak için çalışmak zorunda olanları, aralarındaki bu sınıf farkından dolayı kendilerinde buldukları hak ile, onları yok sayarak ezer ve aşağılarlar.

4.3.2.19 Hasta (Mehtaplı Bir Gece)

“Mehtaplı Bir Gece” hikâyesinin kahramanı hasta genç, memleketinden birkaç yıl önce ayrılmış, “çocuk denecek bir yaşta gurbete atılmış, her türlü işe girmiş ve bir çok şeyler öğrenmiş” (K-S-E., s. 139) bir tiptir. Fakat “motörcü yamağı” olarak girdiği bir fabrika, onun son işi olur. Zira, “küçüklüğünden beri kendisini yoklayan nefes darlığı”, küçük ve havasız fabrikada çalışmaya başladıktan sonra iyice artar; nihayetinde ise gurbetçi genci yataktan kalkamaz bir hale getirir. Birkaç gün sonra biraz toparlanır gibi olup, işinin başına dönmek istediğinde ise, kendisini fabrikanın kapısından içeri bile sokmazlar. Böylelikle genç gurbetçi işsiz; dolayısıyla parasız ve evsiz kalır. Bir süreliğine de olsa barınacak bir yer bulmaya

giriştiğinde, aklına ilk gelen yer, “hali vakti yerinde” olan dayısının evi olur. Fakat, talihsiz genç, dayısından umduğu ilgiyi göremez:

“Buna birkaç gün için taşlığın bir kenarında yatacak yer verdiler ve önüne birkaç lokma koydular.

[...]

Celeplikten epeyce para kazanan ve eve geç vakit gelip erkenden giden dayısı, onun bir kere bile halini sormamıştı.

[...]

Bir sabah, erkenden sokağa çıkıyordu, yeğeninin önünde biraz durdu, sonra:

‘Üç haftadır burada yatıyorsun... Bunun sonu yok, git, devletin bir hastanesine başvur...’ diyerek yoluna devam etti.” (K-S-E., s. 140)

Talihsiz genç, böylelikle dayısını kapı dışarı edilir. Ancak ilginçtir ki, öz dayısından göremediği ilgiyi, kendisi gibi fukara olan hemşerilerinden görür. Hasta gencin hemşerileri, bir süre boyunca ellerinden geldiğince yardım etmeye çalışırlar. Fakat bu sefer de hasta gencin içi rahat etmez ve onların yanından ayrılarak kendi başının çaresine bakmaya karar verir. Günlerce aç dolaşır; çöplüklerden bulduğu artıkları yiyerek karnını doyurmaya çalışır. Fakat, çektiği bu eziyete bünyesi dayanamaz ve midesi artık bu kokuşmuş yiyecekleri kabul edemez bir hale gelir.

Artık sona yaklaştığını, ölümün eşiğinde olduğunu hissetmeye başlayan genç, ölmek için kendisine tenha bir köşe aramaya başlar. Uzun süren öksürük nöbetleri arasında yürümeye çalışırken, karşısına çıkan sur kalıntılarının dibine, mehtaplı bir manzaraya karşı yığılır kalır; adeta kendinden geçer. Kendine gelir gibi olduğunda ise yanına doğru yaklaşmakta olan sıska bir kadın görür:

“Kadın mehtabı arkasına aldığı için, yüzü karanlıkta kalmıştı. Gölgesi erkeğin dizinin yanına düşüyordu. İri elleri incecik kolların ucunda ağır bir cisim gibi sallanıyordu. Çıplak ayaklarında atkıları bağlanmamış ve topukları kırık iskarpinler, sırtında rengi belli olmayan, yalnız göğsü kirden ve lekelerden koyulaşan kısa bir entari vardı.” (K-S-E., s. 143)

Kadının çiçek bozuğu yağlı yüzü, hasta gence ilk başta iğrenç görünür. Nitekim, kadın kendisine “kuytu bir yere” gitmeyi teklif ettiğinde de “Hadi, sen işine gitsene!” diye tersler. Kadın ısrar ettiğinde ise, kovma niyetiyle sert bir el hareketi yapmaya kalkmasıyla birlikte, çok feci bir öksürük nöbetine tutulur. O zaman karşısındakinin oldukça hasta olduğunu fark eden kadın, hiç düşünmeksizin ona

yardım etmek ister. Kadın, hastayı ev olarak kullandığı harabeye götürerek şekerli su kaynatır, hiç gocunmadan hastaya içirir; otların üzerine serilmiş yer yer yırtılmış keçenin üzerine yatırarak öksürük nöbetlerinin geçmesini bekler. Hasta bu arada öksürmekten bitap düşmüş bir halde kendinden geçer. Kendine geldiğinde ise, başını elleri arasına alarak göğsüne yaslamış, hıçkırıklarını tutmaya çalışarak ağladığını görünce, o çiçek bozuğu yüzü kendisine öpülecek kadar güzel gelir.

Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde, ezilen sınıfını temsil eden alt tabakaya mensup, fakir ve zavallı insanlar, ezen sınıfındakilerin aksine, kısıtlı imkanları dahilinde bile olsa, birbirlerine hiç düşünmeksizin ve karşılık beklemeksizin yardım ederler. “Mehtaplı Bir Gece”nin kahramanı düşkün kadın da, kendisi de zor durumda olmasına karşın, kendisinden daha kötü ve yardıma muhtaç bir halde olan hasta gence elinden gelen tüm yardımı yapar. Hatta içindeki insani duygular öyle fazladır ki, öksürük nöbeti sebebiyle kendinden geçen gencin başını göğsüne dayayıp onu rahatlatmaya uğraşırken, hayatında ilk kez gördüğü bu insan için içten bir biçimde gözyaşı döker.