• Sonuç bulunamadı

İsmail Denizer ve Kaptan (Portakal)

4 TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK VE SABAHATTİN ALİ’NİN HİKÂYE KİŞİLERİ

4.3 EZEN-EZİLEN ÇATIŞMAS

4.3.2 EZİLENİN BOYUN EĞDİĞİ HİKÂYELER

4.3.2.16 İsmail Denizer ve Kaptan (Portakal)

Sabahattin Ali’nin “Bir Gemici Hikâyesi”nden sonra, mekânı gemi olan ikinci hikâyesi “Portakal”dır. “Portakal”ın kahramanı vinççi İsmail Denizer, “Bir Gemici Hikâyesi”nin kahramanı, gemide isyan çıkaran genç ateşçinin aksine kendi halinde, uysal ve çekingen; “büyük şeyler” düşünmeyen bir tiptir. Geminin ikinci kaptanı ile süvari ise uyanık, işini bilen, düzenbaz tiplerdir.

Gemi Akdeniz’de bir limana yanaşır yanaşmaz Osman Yiğit adlı tüccar, elindeki üç bin sandık portakalı yükletmeye süvariyi ikna etmek için hemen gemiye girer. Onu önceden fark eden süvari ise pazarlık yapabilmek için kendisine geminin kuytu bir köşesini seçerek beklemeye başlar. Osman Yiğit, süvariyi bulduğunda ise, birlikte sıkı bir pazarlığa girişirler:

“Osman Yiğit kalbi hızla çarparak yaklaştı, kor üstüne oturuyormuş gibi, döner iskemleye şöyle bir ilişti, yutkundu, derin bir nefes aldıktan sonra:

‘Ocağına düştük kaptan’ diye boşandı, ‘üç bin sandık portakalım var! Bir haftadır yolunu gözleriz!’

Kaptan altı şiş gözlerini yarı kapayarak salondakileri süzdü, dudaklarının arasından, ‘İskenderun’da fazla mal çıktı, iki gün bekledik... Ama gemi de yükünü aldı...’ dedi. [...] ‘Hep de havaleli mallar yükledik... Bakalım İstanbul’u nasıl bulacağız.

[...]

Osman Yiğit, yüzü büsbütün kızararak:

‘Şu bizim portakallar...’ diyecek oldu. Kaptan birden doğrularak: ‘İnşallah gelecek sefere...’ dedi.” (SK., s. 10-11)

Osman Yiğit’in portakal sandıklarını yüklemek karşılığında fazladan para koparmak için yolunu yapan süvari, ikinci kaptanın da bir süre sonra dahil olduğu sıkı bir pazarlıktan sonra, navlunu altı kuruş olan portakal sandıklarının yetmişer kuruştan gemiye alınması”na karar verilir. Muamele tamalandıktan sonra, “sandık başına navlun farkı olan altmış dört kuruştan üç bin sandığın tutarı bin dokuz yüz yirmi lira” rüşvet olarak ikinci kaptanın cebine girer.

Geminin limandan ayrılıp İstanbul’a doğru yola koyuluşunun üçüncü gününde fırtına kopar. Geminin batmadan yoluna devam edebilmesi için “avarya” yapılması gerekmektedir. Tartışmalar sonucunda “en havaleli mal” olan portakalların denize atılmasına karar verilir. İki yüz elli sandık portakal denize atılır; fakat üç bin sandığın tamamı denize atılmış gibi gösterilir. Böylelikle birkaç gün sonra Sirkeci

rıhtımına yanaşıldığında, Osman Yiğit’in gönderdiği üç bin sandık portakalı almak için bekleyen Halil Eğinli adındaki tüccara, fırtına esnasında üç bin sandığın tümünün denize atıldığı söylenir:

“Süvari, o kalın ve cızırtılı sesiyle:

‘Halil Eğinli!’ dedi. ‘Nasılsın? Senin malların ziyan olmasına canım sıkıldı doğrusu, ama ne yaparsın, başka tüccarın malını atamazdım. En sonra Osman Yiğit’in portakallarını almıştım, en üstte onlar duruyordu. Şimdi sen portakalsız kaldın. Gelecek patiyi beklersin artık!’

Halil Eğinli:

‘Gemide başka portakal da var mı? diye sordu.

‘Birkaç bin sandık da Dörtyol malı var. İskenderun’dan aldık...’ (SK., s. 14)

Böyle bir yalanla, Osman Yiğit’inkilerden geriye kalan iki bin yedi yüz elli sandık portakal, “sandıklardan her biri üç liradan” hesaplanarak, Halil Eğinli’ye yeni baştan satılır. Sekiz bin iki yüz elli lira ise Halil Eğinli’den peşin olarak alınır. Osman Yiğit’ten “navlun farkı” olarak alınan bin dokuz yüz yirmi lira ile birlikte, seferin geliri on bin yüz yetmiş liraya ulaşmıştır. Ancak şimdi bir de bu paranın gemidekiler arasında pay edilmesi sorunu vardır; böylelikle ikinci kaptan, çarkçıbaşı, gemi kâtibi, baş kamarot ve acenta memuru, süvarinin kamarasında toplanarak sıkı bir pazarlığa başlarlar.

Bütün bu olanlardan habersiz olan İsmail Denizer ise, yeni doğmuş çocuğunu bir an önce görebilmek için ikinci kaptandan izin almış olmasına rağmen, cebinde beş kuruşu olmadığı ve eve eli boş bir şekilde dönmemek istemediği için, utana sıkıla katibin yolunu gözlüyor, bu sebeple de gemiden ayrılamıyordur:

“Geçen sefer doğum masrafları için avans aldığından, artık para istemeye ne hakkı, ne yüzü vardı ama, eve de böyle büsbütün eli boş dönemezdi. Hiç olmazsa bir iki buçuk liralık koparmalıydı.[...] İsmail yarım saat kadar daha bekledi. Sonra korkak adımlarla yukarıya çıktı. Her merdivenden sonra beş on dakika bekliyor, daha ileri gitmeye cesaret edemiyordu.” (SK., s. 15-16)

İsteyeceği para topu topu iki buçuk lira olan İsmail, nihayet içerde on binlerce liranın paylaşım kavgasının yapılmakta olduğu kaptan köşküne varır. Fakat, içerden gelen sesleri duyunca korkan ve kaçmaya yeltenen İsmail; sinirle odadan fırlayan kaptanı görünce, yerinde donup kalır. Kaptanın arkasından, pazarlığa geri dönmeye ikna etmek için arkasından fırlayan ikinci kaptan ise İsmail’i görünce sinirlenir. İçerde geçen konuşmaların hepsini duyduğunu sanarak telaşlanır. İsmail’e tam tokat

atacakken vazgeçer ve sus payı olarak cebinden çıkardığı on lirayı vererek İsmail’i kovar. İki buçuk lira avansı nasıl isteyeceğini saatlerdir kara kara düşünen İsmail ise avantadan gelen bu on liranın sağladığı özgüvenle, omuzları dik eve doğru yürürken, bir manavın önünde durur, “en irilerinden tanesi yirmişer kuruştan on tane portakal” alarak, gururla evinin yolunu tutar.

4.3.2.17 Uşak ve Efendisi (Bahtiyar Köpek)

“Bahtiyar Köpek” Sabahattin Ali’nin toplumda gördüğü bütün çarpıklıkları, adaletsizlikleri ironik bir biçimde ortaya koyduğu hikâyelerinden birisidir. Hikâyenin girişindeki açıklamalarından, yazarın konu olarak acıları, kötülükleri ve çarpıklıkları ele almasının eleştirildiği ve kendisinin de bunlara alaycı bir üslupla yanıt vermeye niyet ettiği göze çarpar:

“Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. ‘Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?’ diyorlar. ‘Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? [...] Niçin yazılarındaki bütün insanların benzi soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?’

Hiç olmaz olur mu? Arayıp, bulup görmek lazım. [...] Ben de karar verdim, bu sefer açlıktan, ızdıraptan, nefretten değil... rahattan tokluktan, sevgiden bahsedeceğim.” (SK., s. 59)

Yazarın bu cümlelerinden sonra hikâyenin geçeceği mekânın tasvirini yaptığı bir paragraflık kısım, şimdiye kadar yazmış olduğu eserlerinde ne kadar haklı olduğunu ispat etmek amacıyla kaleme alınmış gibidir. Her bir cümlenin altında, toplumdaki adaletsizliklerden yakınan bir aydının sessiz haykırışları vardır:

“Oturduğum semtin sokakları geniş ve asfalt. Her biri bir fakir çocuğun liseyi bitirinceye kadar okumasına yetecek masraflarla yetiştirilen bodur çamlar, caddeye gölge vermese bile güzellik veriyor. Sabahları yaya kaldırımında şık giyinmiş genç anneler, renk renk çocuk arabalarında al yanaklı, gürbüz, iyi beslenmekten yüzlerine bön bir rahatlık ifadesi gelmiş çocukları gezdirirler. [...] Ara sıra genç annelerin birkaçı yan yana gelir, tatlı tatlı konuşur ve çocuklara bakalak olmak işini, dört beş adım gerilerden gelen temiz kıyafetli beslemeye bırakırlar. [...] Her şey aydınlık, her şey rahattır. Yalnız hepsinin yüzünde garip bir can sıkıntısı ifadesi vardır. Elle tutulamayacak kadar ince, asla yırtılmayacak kadar sağlam bir ağ halinde onları saran bu can sıkıntısı, biraz dikkat edince, kahkahalarda boş bir çınlama, gözlerde soğuk bir alakasızlık halinde kendini gösterir.[...]” (SK., s. 59-60)

Bu ironik cümlelerden sonra yazar, hikâyesini anlatacağı “bahtiyar köpek” ile onun bakıcılığını üstlenmiş uşağın tasvirine geçer. Yazar, uşağı anlatırken yaptığı iş ile nasıl harcandığını okuyucuya açıkça hissettirir:

“Hayvan, masum bir ihtiyacını gidermek için yolun kenarındaki ağaçlardan birinin dibine sokulunca, on dönüm tarlayı bir günde yorulmadan çapalayacak kadar kuvvetli görünen uşak, yahut odacı, yahut kavas, efendisinin köpeği işini bitirinceye kadar hürmetle bekler.” (SK., s. 60)

Toplumsal adaletsizlikler yüzünden, bu güçlü kuvvetli adamın, bir küçücük köpeğin bakımı uğruna harcanmasını içine sindiremeyen yazar, bir gün kasapta bu uşağa rastlar; uşak köpek için ciğer beğeniyordur. Köpeğin her türlü ciğerden hoşlanmadığını belirten, bu sebeple de kasapla sıkı bir tartışmaya giren uşağı, yazar sadece izlemekle yetinir. Başka bir gün ise köpeğin sarıp sarmalanmış bir halde bir yere götürüldüğünü fark eden yazar, daha fazla dayanamayarak, uşağa doğru yaklaşıp sorar:

“ ‘Ne o? Köpeğe bir şey mi oldu?’ Uşak beni şöyle bir süzdü:

‘Yok, elhamdülillah bir şeysi yok!.. Bugün üç beş kere öksürdü. Baharları hep olur, ama hanım telaş etti. Hayvan hastanesine götürüp bir baktıracağım’ dedi.” (SK., s. 61)

Başka bir gün ise yanında kıyafeti kendine benzeyen biriyle birlikte, uşağın başka bir köpeğin ipinden tutmuş, evlerinin bahçesine doğru girdiğini gören yazar yine merak eder ve dayanamayarak sorar:

“ ‘Ne oldu?.. Köpeği değiştirdiniz mi?’ diye sordum.

Adam beni süzdü; geçenlerde köpeğin hastalığını soran meraklı olduğumu hatırlamadı ama cevapsız bırakmadı:

‘Hiç değiştirilir mi? dedi. ‘İçerde, kulübesinde; bak, sesi geliyor!’ [...] ‘Nasıl oldu’ dedim, ‘sizin köpek havlamazdı!’

‘Eh, şimdi kızgınlık zamanı... Dişi istiyor! [...] Nefis bu, isteyince hayvan da olsa kendine hükmedemiyor. İyice huysuzlandı. Hanımefendi hemen otomobili baytara koşturdu. Ama dedim ya, derdi buymuş... Hani bizimkine layığını bulmak da kolay olmadı. Hanımefendi soysuz kopekle istemem, huyu bozulur, dedi. Bütün köşkleri dolaştım, ona göresini buluncaya kadar canım çıktı...’ ” (SK., s. 62)

Böylelikle bahtiyar köpek ile uşağın hikâyesini sonuçlandıran yazar, kendi düşüncelerini açıklayarak son noktayı koyar: “Hele cümle âlem bu köpeğin onda biri

kadar rahata kavuşsun, bakın ben bir daha acı şeylerden söz açar mıyım!” (SK., s. 62)