• Sonuç bulunamadı

En basit tanımıyla yayılma: “Bir kültürün; diğerinin araç, gereç, kurum ve inançlarını kabul etmesi ya da alıp kendi kültürel hayatı içinde kullanmasıdır” (Çobanoğlu, 2005, s.

108). Burada üzerinde durulması gereken yayılma kavramıyla ortaya çıkan “varyant” ve

“versiyon” kavramlarıdır. Ancak bu kavramların tanımları ve kullanımları üzerindeki tartışmalar devam etmektedir.

Bu konuda Metin Ekici: “Stith Thompson’a göre ‘halk bilgisinin bir parçasının her bir örneğini varyant olarak adlandırmak alışkanlıktır veya âdettendir.’ Fakat ‘bir konuşma-cının düşüncesinde varyant kelimesi akla gelen ilk terim değilse, konuşmacı büyük bir

ihtimalle versiyon terimini kullanacaktır.’ Thompson diyor ki; ‘diğer türlü bu iki terimin kullanımında bir fark yoktur.’ Fakat farklılık sadece halk bilimcinin düşünce dünyasının sübjektif olması meselesi midir? Bir kişi bir atasözü veya masalın on tane metnini ince-lese, versiyonlar ve varyantlar arasında ayrım yapabilir. Thompson’un söylediklerinin tersine, bir metnin herhangi bir tekrarı bir versiyondur. Buna göre, bir kişi bir atasözü-nün on tane metnini elde etse, o kişi, o atasözüatasözü-nün on tane versiyonunu elde etmiş olur.

Yani her metin bir versiyondur. Daha tipik formlardan az veya çok uzaklaşan versiyon-lar, varyantlar olarak değerlendirilebilirler. Buna göre de bütün varyantlar versiyonlar olarak kabul edilmek zorundadır, fakat bütün versiyonlar varyantlar olarak kabul edil-mek zorunda değildir. Buradaki çok bariz zorluklardan ilki ‘tipik formlar’a karar ver-mek ve ikincisi de bir versiyonun varyant olarak ifade edilmeden önce ne kadar farklı olması gerektiği sorusudur” (Dundes, 2006, s. 75-76; Thompson, 1984, s.1154-1155) diyerek görüşünü dile getirmektedir.

Sözlü kültür ürünlerin yayılma alanlarını açıklamaya çalışan temel disiplinler, bu iki kavramın nasıl ve ne biçimde kullanılacağını belirlemeye çalışırken sözlü kültür ürünlerinin yayılmasıyla birlikte varyantlaşması/versiyonlaşmasının göçler ve tarihsel olaylar doğrultusunda geleneği taşıyanlar tarafından olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Bu düşünce doğrultusunda taşıyıcıları “aktif ve pasif geleneksel taşıyıcılar” olarak iki kola ayırmışlardır. Buna göre aktif taşıyıcılar, bir toplumda masalları birebir anlatanlar, pasif taşıyıcılar ise bu taşıyıcıları dinleyenler (Sydow, 2006, s. 111) olarak belirlemişlerdir.

Burada altı çizilmesi gereken kavram “geleneği taşıyanlar” ifadesidir. Bu konuda Assmann (2001) “Kültürel belleğin hep bir taşıyıcıları oldu. Bunlara şamanlar, “bard”

olarak adlandırılan kelt ozanları, griot’lar, rahipler, öğretmenler, yazarlar, filozoflar, mandarinler ve adları ne olura olsun kendilerine bilgiyi taşıma yetkisi tanınmış olanların tümü dâhildir. Anlamın gündelik biçiminin ötesine taşınması ve kültürel belleğin korunması altına alınması, bu işle görevlendirilenlerin, gündelik sorumluluklar ve işlerle ilgilenmemelerini de beraberinde getirmiştir. Yazı kültürüne sahip olmayan toplumlarda bellek aktarıcılarının uzmanlaşması, bu belleğe yüklenen sorumlulukların gereğidir. En önemli ve en zor olan sorumluluk, anlatanın kelimesi kelimesine aktarımın üstlenmesi

ve başarılmasıdır. Burada insan belleği, ‘veri taşıyıcısı’ olarak yazının bir ön biçimi olarak kullanıldığını” (s. 57) söylemektedir.

Tarih süreci içerisinde aynı kökten gelen sözlü kültür ürünlerinin yukarıda saydığımız nedenlerle birlikte değişen ihtiyaçlar ve durumlar sonucunda farklı yerlerde ve farklı şekillerde yeniden şekillendiği görülmüştür.

Bu bağlamda Sydow (2006) “Nasıl bir bitki farklı bölgelerdeki farklı iklim ve toprak koşullarına uyum sağlıyorsa, folklor ürünleri de aynı şekilde (ve dolayısıyla diğer halkbilim türlerinin) bir bölgeden, ülkeden diğerine hareket ettikçe yerel özelliklerini”

(s. 110) almakta diyerek toplumların sözlü kültür ürünlerini ihtiyaçları doğrultusunda değişim, dönüşüm ve gelişim geçirdiğini vurgulamaktadır.

Sözlü kültür ürünleri arasında bir yandan sosyal çevre, zaman derinliği ve nakil eden grup arasındaki ilişki diğer yandan bilgi bütünlüğü, düşünce tarzı (Amos, 2006, s. 41) bakımından çapraz ve yatay bir bağlantı bulunmaktadır. Aşağıdaki şekilden görüleceği gibi yatay ve çapraz bağlantılar “yayılma” kavramının, bununla beraber oluşan

“varyant” ve “versiyon” kavramlarının yapısını göstermektedir:

Şekil 1. Yatay ve çapraz bağlantılar dinamikleri (Balcı, 2014, s. 13) Ortaklaşa Yaratma veya Yeniden Yaratma Sosyal Çevre

Nakil Vasıtası

Konuşmaya Dayalı veya

Taklidi

Zaman Derinliği Antiklik

Assmann’a (2001) göre “Sosyal Çevre”, “Zaman Derinliği” ve “Nakil Vasıtası” mutlak bir bağlılık içinde, birbirini tamamlayan ve bütünleşen kavramlardır. Sözlü kültür ürünleri metinsel bağdaşlık çerçevesinde öncelikle etkileşim kurdukları toplum tarafından, bir takım zihinsel süreçlerden geçerek yorumlama, taklit etme, öğrenme ve eleştirme ilişkisi içerisinde (s. 103) yeniden oluşmakta ve şekillenmektedir. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken temel nokta “toplumsal bellek” kavramının ne olduğu sözlü kültür ürünlerin değişim ve dönüşüm süreçlerinde nasıl ve ne biçimde etkili olduğu ve “sözel tarih” kavramıyla olan ilişkisidir.

“Toplumsal bellek insanın sosyalizasyonundan oluşur. Her zaman bir bireye aittir.

Toplumlara ait bir bellek yoktur, ama toplumlar üyelerinin belleğini belirler. Bu bellek nesilden nesille konuşmaya dayalı taklit yoluyla varlığını sürdürür. Toplumun belleği olmayan hiçbir sosyal düşünce yoktur. Bu bellek geçmişi kurgulamakla kalmaz, aynı zamanda şimdi ve geleceğin deneyimlerini de organize eder” (Assmann, 2001, s. 40-46).

Sözel tarih ise “Sıradan insanın yaşadıklarını, tanık olduklarını, çevresinden işittiklerini, çevresindekilere aktarması, dolayısıyla geçmişin hatırlanarak yeniden yaşanması sürecidir” (Sever, 2008, s. 61).

Bu iki kavramın birleşimden nakil eden ürünlerin zaman süzgecinden geçerek toplumlar tarafından yeniden yaratılmasıyla “milli kültür” denilen yeni bir kavram oluşur.

Yıldırım’a göre (1998) milli kültür, “Bir milletin hayatında fertlerin kabulleriyle, müştereklik gücüne erişen ve milli kimliği oluşturan maddî ve manevî faaliyetlerin bütünüdür.” (s. 38)

Bir başka deyişle “milli kültür” dediğimiz kavram etkileşim içinde bulunulan toplumunun metinleri içselleştirmesi belirli bir sistem içerisinde metinlerin tekrar edilmesiyle gerçekleşir. “Milli kültür” dediğimiz kavramı anlamamız için bir yandan versiyonların/varyantların oluşmasında sosyal çevrenin gerçeğini anlamak diğer yandan versiyonlardaki/varyantlardaki değişim ve dönüşümleri nesnel bir biçimde ortaya koymak gerekmektedir. Masalların değişim, dönüşüm ve gelişim sürecinde, bu durumun tabii bir sonucu olarak da versiyonların/varyantların oluşmasında beş kavram önemlidir. Bu kavramlardan ilki “dil”dir.

Dil, sözlü kültür ürünlerinin gelecek kuşaklara aktarılmasını(taşınmasını) sağlaması, bununla birlikte yaşama dönük tasarımlarını ve gelecek hedeflerini “dil”e getirmesi bakımından önem arz etmektedir.

Bunun yanında “bağıntılı olduğu ‘kültür’ ün özellikleriyle biçimlenmiş ‘toplumsal’ bir olgu olan ‘dil’in, ‘birey’ dışında oluşmuş ve ‘birey’e benimsetilmiş olduğu gerçeğidir.

Böylece ‘toplum ve kültür olguları dilde bütünleşmekte ve bireyin düşünme, eylem yapma ve iletişim kurma biçimlerini belirlemektedir. Bu durumda ‘dil’ düşünme eyleminden önce gelmekte ve bireyin düşünme eylemini, ‘dil’in içerdiği toplumsal kurallar ve olgular belirlemektedir” (Yüksel, 1995, s. 12).

Ali Göçer “Dil bir memleket içinden geçen akarsu gibidir. Bir yandan o beldeye hayat verir diğer yandan da yöredeki derelerden, çaylardan beslenerek tüm insanlığın ortak ürünü olan medeniyet ummanına ulaşır, katkı sağlar. Nasıl ki akar su hem içinden geçtiği beldeye hayat verir ve o yörenin kaynaklarından beslenerek çoğalarak akar; dil de içinde bulunduğu toplumun kültürel hazinelerinden yararlanır ve aynı zamanda toplumun kültür dokusunun oluşumunda çimento işlevi görür. Dil ve kültürü birbirinden ayrı düşünmek neredeyse imkânsız gibidir. Dil olmadan kültür temelsiz bir binaya benzer. Kültürü olmayan bir milletin dili de kaynağı kurumaya yüz tutmuş bir nehir gibidir” (Göçer, 2012, s. 53) diyerek Yüksel’in (1995) görüşünü desteklemektedir.

İkinci kavram ise formel unsurlar/sözel kalıplardır. Mehmet Ali Yolcu’ya göre formeller, “Masalın içinde dinleyenleri şaşırtmak, eğlendirmek ve onların ilgisini masala yoğunlaştırmak amacıyla kullanılan birtakım kalıp sözlere verilen addır. Masalın başında, ortasında ve sonunda yer alan bu kalıp sözler, ses ve sözcük benzerliklerinden oluşturulmuştur ve anlam bakımından tutarsızlık taşımaktadır. Masallardaki formeller, diğer halk edebiyatı türlerindeki kalıp ifadelere nazaran daha belirgindir. Halk bilimi araştırmacıları, masallarda formellerin kullanılmasıyla masal icrası arasında ilgi kurmuşlardır. Masal formelleri, masal anlatma geleneği hakkında önemli bilgiler taşır.

Aynı zamanda, bu formellerde kullanılan iç kafiyeler, bazı mizahi unsurlar ve söz oyunlarının varlığı, bunların sıralanış düzenleri, bu ifadelerin işlevleri hakkında önemli ipuçları vermektedir. Formeller ve formel unsurların aktarımında, masal anlatıcısının yetiştiği gelenek özellikleri ile kendi üslubunu anlatmaya katması, masal metninin yapısında ve üslubunda önemli değişikliklere neden olmaktadır. Diğer yandan, anlatıcı

ve dinleyici arasındaki etkileşim ve dinleyici kitlesinin tutumu -şaşkınlık, heyecan, aşırı duygulanma, kızgınlık gibi tepkileri-masallarda formellerin ve formel unsurların kullanım alanını belirler” (Yolcu, 2011, s. 75).

Kalıp şeklinde bulunan ifadeler gerek bireyin belleğinde bir takım zihinsel süreçlerden geçerek yeniden şekillenmesinde gerekse belirli bir zaman sonra kolektif süreklilik içerisinde toplumların bilgi birikimleriyle birlikte düşünce ve edinimlerin (folklor ürünleriyle) gelecek kuşaklara aktarılmasında önemli bir işleve sahiptir. Kalıplaşmış deyişlerden oluşmayan hiçbir folklor ürünü uzayıp gidemez; çünkü deyişler düşüncenin özüdür (Ong, 2010, s. 51).

Bu ifadeler anlam, muhteva ve işlerlik bakımından iki kısma ayrılmıştır:

1. Atasözü veya deyim gibi mecazi anlam taşımayan, ancak bir anlatıda herhangi bir durumu anlatmak için yeri geldiğinde müracaat edilen hazır söz birimleri.

2. Deyimlere benzeyen ancak mecazi anlam taşımayan anlam yoğunluğu bulunan kelime grupları (Göktürk, 1997, s. 89).

Üçüncü kavram ise mekan’dır. Mekân, toplumsal ve bireysel konumlandırma ve/veya açımlamanın önemli araçlarından birisidir. Sözlü kültür ürünlerinden bir tanesi olan masallar da mekân işlevselliğine göre statik ve dinamik bir yapıya bürünür. Süreç biçimsel gelişim içinde masal/lar, mekânın aktarımı sayesinde zihinsel platformda da yerini alır, anımsaması bellekte korunması ve aktarılması kolaylaşır. Çünkü masallar;

“mekânın düzeni sayesinde daha çabuk algılan(ır)” (Ong, 2010, s. 147) ve anlatıcı/dinleyici için işitsel olmanın ötesinde görsel bir niteliğe bürünür.

Aslında mekânın statik ve dinamikliği de onun işlevselliğinden hareketle belirlenmektedir. Şöyle ki en basit işleviyle mekân, anlatıcılar için bir tanıtım, takdim ve sunum unsurudur. Okuyucunun algı dünyasında konum belirleme aracıdır.

Dolayısıyla mekân statiktir.

Mekân; olaylara ilişkin çevre/atmosfer yaratmak, masalın sınırlarını belirlemek, toplumun sosyo-psişik/kültürel yapısını da belirlemek için de belli bir işlevsellik taşır.

Bu yönüyle mekân, masal bünyesindeki statik yapısından kurtulup dinamik yapıya bürünür ve anlatıcı/dinleyicinin kurgusal/kurmaca dünyasında gelişen/değişen

platformun daha net ve etkin çizgilerle algısallara dönüşmesini sağlar (Balcı, 2014, s.

15-16).

Dördüncü kavram olarak çatışma karşımıza çıkmaktadır. Çatışma, kültürel mirasın oluşması ve devamının sağlanması bakımından önemli bir kavramdır. Sözlü kültür ürünlerinin yayılmasında versiyonların/varyantların oluşmasında “birey/doğa” “üst kültür/alt kültür çatışması” olarak iki tür çatışma karşımıza çıkmaktadır.

Birey/doğa çatışması insanoğlu yapısı/doğası gereği hayatta kalıp varlığını sürdürebilmesi için bir yaşam mücadelesi içindedir. Bu doğrultuda kişilerin birtakım gereksinimleri (fizyolojik, sosyal, ruhsal vd.) karşılamak isteği birey/doğa çatışmasının kaynağını oluşturmaktadır. Sözü edilen yaşamsal çatışma, insanoğlunun söylemlerindeki kökenlerin ve sabitliğinin şekillenmesinde, toplumları zinde tutması ve beslemesi bakımından etkin bir rol üstlenmiştir (Öncül, 2012, s. 201-206; Balcı, 2014, s.16-17).

Üst kültür/alt kültür çatışması: Bireyler saha, sınır ve yoğunlukları zaman ve mekâna bağlı olarak değişkenlik gösteren aidiyetlerle toplum içinde yer alırlar. Kendimizi tanıma, tanımlama, anlamlandırma ve sosyal/kültürel çevrede konumlandırma işlevlerini yüklediğimiz bu aidiyet ve kimliklerden bazıları bireyin içinde bulunduğu şartlara bağlı olarak verili iken, kimlikleri tercihlere dayalı olarak seçmişlerdir. İster verili ister seçilmiş olsun; aile, ülke, sınıf, din, cinsiyet vb. bireyselden toplumsala kimlikler iç içe geçmiş bir halde toplumla bağımızı oluşturur (Kaya, 2003, s. 194-195).

Bu bağlamda yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığımız süreklilik içerisinde toplum değişim ve dönüşüm içine girer. Sözü edilen bu değişim ve dönüşüm çabası sadece bireylerle sınırlı kalmaz. Bu farklılıklar toplumlarda “üst kültür” ve “alt kültür”

kavramların ortaya çıkmasına neden olur. Alt kültür, toplumda faaliyet gösteren kültür parçalarının bölünmesiyle oluşur. Alt kültür toplum içerisindeki amacı, beklentisi, duygusu, düşüncesi, ilkesi ayrı olan bu nedenle de başkalarından farklı davranan, eylem yapan, bir grup insanın veya toplum kesiminin benimsediği kültürdür (Arslantaş, 2008, s. 107). Bu altı çizilmesi gereken önemli nokta, alt kültürün “ana kültür (üst kültür)’ün varyantı” (Brıggs, 2007, s. 100) olduğu gerçeğidir. Varyantların temel oluşum noktasında ilk olarak “üst kültür” parçalarının kendi içinde çatışması, ikinci olarak da

bu çatışmayla oluşan bu varyantların kısır bir döngü içerisinde tekrar tekrar ana kültürle mücadelesi biçimde ortaya çıkmaktadır (Balcı, 2014, s. 16-17).

Son kavram ise iş birliğidir. “İşbirliği toplumsal yapı içerisinde en az iki kişinin ortak amaçlara doğrultusunda bir amaca ulaşmak için yan yana gelmesiyle ortaya çıkan, insanların hayatta kalabilmesi, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için oluş(turul)muştur.

Bununla beraber bu olgu bir süre sonra toplumun bütün katmanlarına yerleşmiştir, toplumsal sürekliliğin devamı için vazgeçilmez bir yapıya bürünmüştür. İş birliği gerek toplumların kültürel yapısının oluşmasında gerekse bu yapının korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması bakımdan “çatışma” kavramı kadar önemli bir işleve sahiptir. Bir başka deyişle bu iki kavram üstlendiği görevler bakımından birbiriyle bütünleşen ve birbirlerini tamamlayan kavramlardır” (Balcı, 2014, s. 17-18).

Benzer Belgeler