• Sonuç bulunamadı

1. KORKU VE YALNIZLIK

1.3. YALNIZLIK

Yalnız olma ya da yalnız kalma durumu hemen her canlı için sıkıntı verici ya da tehlike arz edici bir durum olsa da, söz konusu insan olduğunda bu durum daha da farklılık göstermektedir. Nesne ilişkileri ve benlik psikolojisi alanındaki görüşleriyle tanınan Donald Winnicott yalnızlığı dış ve iç olarak tanımlarken, asıl sıkıntı verici olanın iç yalnızlık olduğunu söyler. İç yalnızlığın temel nedeninin de çocukluk döneminde manen yeterince doyurulmamış bebeklik çağından ileri geldiğini ve bunun da anne eksikliğinden kaynaklandığını ifade eder. “Winnicott’un kullandığı bir kavram olan “aynalama” ya da

“yansılama” çocuğun varlığının doğrulanması için duyduğu ihtiyacı dile getirir ve özellikle

“annenin yüzü” tarafından yerine getirilen bir işlevdir. Uygun biçimde yansılanmayan bir çocuğun temel duygusal ihtiyaçları karşılanmamış demektir. Çocuğun aynı zamanda

“kucaklanmaya” ya da “tutulmaya” da ihtiyacı vardır. Burada kucaklamadan kastedilen, fiziki kucaklama durumlarını da içine alacak biçimde, çocuğun gelişimi açısından büyük önem taşıyan “manevi bir kucaklama hali”dir. Annenin uygun yansılaması ve kucaklamasıyla kendisine yeterli bir benlik geliştirebilen çocuk, dış dünyada yalnız kalabilmeyi öğrenir çünkü iç dünyasında yalnızlık çekmez. Winnicott’un özellikle “annenin yüzü”yle ilgili görüşlerinin sanat/edebiyatta metaforun kullanımı konusuna ışık tuttuğu burada belirtilmelidir.”

45 Sıgmund Freud, a. g. e. , s.54

Bu ifadeler bireye yalnızlık hissini veren duygunun çocukluk çağlarından itibaren oluşmaya başladığını gösterir. Benliğin ve duyguların geçmiş–gelecek bağlantısı olduğunu ifade etmek yanlış bir tanım olmayacaktır.

Hayatını bir şekilde devam ettirmekle kodlanan insanoğlu, yalnızlığın verdiği ürküntüyü ve savunmasızlığı yırtıcıların arasında kaldığı ilk anda duymuş, temel ihtiyacı olan beslenme söz konusu olduğunda da avlanabilmek ve kısıtlı kaynakları paylaşabilmek için başkalarının yardımına ihtiyaç duymuştur. Bu ihtiyaç durumu günümüze gelinceye kadar farklı şekiller alsa da daima artmış, azalmamıştır. Konuşmak, paylaşmak, sevmek, sevilmek vs. birçok nedenden ötürü başkalarına ihtiyaç duyan insanoğlu için ‘‘yalnızlık’’ ölümü de hatıra getirdiğinden, ölümden sonra gelen en büyük korkulardandır.

‘‘Bilincimizin ruhumuzda açtığı en derin yara korku değil yalnızlıktır. Genelde ruhumuza bakma itiyadımız olmadığından yaşadığımız daha çok yüzeydeki korkulardır. Bu korku örtüsünü kaldırıp biraz daha dibe baksak bilincimizin bize şunu dediğini duyacağız:

Sen korkan bir varlık değil yalnız bir varlıksın.’’46

Yalnız olduğu anda korkmaya ve korkularını hatırlamaya başlayan insanoğlu, bu duygunun daha büyük dehşetleri doğurduğunu bildiğinden yalnızlığını perdeleyen her yola başvurmuştur. Joseph Conrad birçok insanın tam manası ile yalnız kalmadığını, bu duyguya en ciddi derecede maruz kalındığında akıl sağlığının dahi sıkıntıya gireceğini ve yalnızlığın insan üzerindeki ciddi etkilerini şu sözler ile açıklamıştır: ‘‘Gerçek yalnızlığı kim bilebilir – herkesin bildiği kelime anlamıyla değil, çıplak dehşetiyle? Yalnızlık, yalnız insanların kendilerine bile maskeli görünür. En umutsuz kalmış, tecrit olmuş, yapayalnız insan bile birtakım anılarla ya da yanılsamalarla birliktedir. Bazen olayları birbirine bağlayan can damarları, maskenin tülünü bir an havalandırır. Ama sadece bir an, hiç kimse, mutlak bir ruh yalnızlığının daimi seyrine aklını yitirmeden katlanamaz.’’47

Çevremizdeki insanlarla olan ilişkilerimizin ne derece önemli olduğunu ancak

‘‘yalnızlık’’ duygusunun tam olarak ne olduğunu fark ettiğimiz an kavramış oluruz.

Geçmişten günümüze gelinceye kadar başkalarıyla olan ilişkilerimiz, alışverişlerimiz,

‘‘insanoğlunun toplumsal bir varlık olduğunu’’48 kanıtlarken, bunun aksi bir durum söz konusu olduğunda da hem fiziksel hem zihinsel sıkıntılar yaşamamız kaçınılmazdır. Lars

46 Psikeart Dergisi, ‘Korku’, Sayı:19, 2012, s.59

47 Joseph Conrad, ‘‘Batılı Gözler Altında’’, Çev. Mehmet Bakırcı – Ayşe Yunus, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007, s.44

48 Lars Svendsen, ‘‘Yalnızlığın Felsefesi’’, Çev. Murat Erşen, 2.Baskı, Redingot, İstanbul 2018, s.35

Svendsen, ‘‘Yalnızlığın Felsefesi’’49 adlı kitabında yalnız olma ya da belli bir süre yalnız kalma durumunun insanın yaşam kalitesi üzerinde ciddi bir etkisi olduğunu söylerken, bu etkinin fiziksel ve zihinsel tarafları olduğunu da belirtmektedir. ‘‘Yalnızlık kan basıncına ve bağışıklık sistemine tesir eder ve vücutta stres hormonunun artmasına neden olur. Yalnızlık ayrıca bunama riskini de arttırır ve zaman içinde genel itibarıyla tüm bilişsel yetileri zayıflatır. Yine yalnızlık yaşlanma sürecini de hızlandırır. Yalnız insanlar yalnız olmayanlar kadar uyurlar ama uyku kaliteleri daha düşüktür ve çok daha sık uyanırlar.’’50

Lars Svendsen aynı kitabında yalnızlık duygusunun hemen herkesçe tadılmış bir duygu olduğunu anlatırken, bu duyguya hiç maruz kalmamış birinin duygusal bir eksiklik yaşadığını ya da genel bir kusuru olduğunu söylemektedir.51 Güven duygusunun yalnız olma ya da yalnızlığa yönelme durumuyla yakın ilişkisinden bahseden52Lars Svendsen, bir ülkede güven duygusunu arttıran etkenleri de şu şekilde sıralamıştır: ‘‘hukukun egemenliği, güçlü bir sivil toplum, yolsuzluğun düşük oluşu, kültürel homojenlik, refah, ekonomik eşitlik vs. Dahası, bir ülkede eğitim seviyesinin yüksek oluşu güven düzeyiyle bağlantılıdır.’’53

Yalnızlık sorunsalı üzerine birçok düşünür farklı tanımlamalar getirmiş ve birçoğu da yalnızlık deneyimlerinden elde ettikleri tecrübeleri anlatmışlardır. Yalnızlığı insanoğlunun çekebileceği en büyük cezalar arasında sayan David Hume, yaptığı yalnızlık tanımında şunları söylemiştir: ‘‘Eksiksiz bir yalnızlık belki de çekebileceğimiz en büyük cezadır. Her haz arkadaşlıktan ayrı olarak duyulduğunda ruhsuzlaşır, her acı daha acımasız ve dayanılmaz olur. Bizi harekete geçiren tutkular ne olursa olsun -gurur, hırs, açgözlülük, merak, öç ya da şehvet- tümünün ruhu ya da can veren ilkesi duygudaşlıktır; ayrıca başkalarının tasarım ve görüşlerinden bütünüyle soyutlanacak olsaydık, bunların hiçbir gücü olmazdı. Doğanın tüm güçleri ve öğeleri tek bir insana hizmet etmek ve boyun eğmek için el birliği etseler; güneş onun buyruğu üzerine doğsa ve batsa; denizler ve ırmaklar onun dilediği gibi aksalar ve toprak ona yararlı olan ya da hoş gelen her şeyi kendiliğinden sağlasa da, gene de ona en azından kendisiyle mutluluğunu paylaşacağı ve saygı ve dostluğundan yararlanacağı tek bir kişi verinceye dek o insan mutlu olmayacaktır.’’54

49 Lars Svendsen, ‘‘Yalnızlığın Felsefesi’’, Çev. Murat Erşen, 2.Baskı, Redingot, İstanbul 2018

50 Lars Svendsen, a. g. e. , s.43

51 Lars Svendsen, a. g. e. , s.13

52 Lars Svendsen, a. g. e. , s.61

53 Lars Svendsen, a. g. e. , s.89

54 Davıd Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, BilgeSu Yayıncılık, Ankara 2009, s.246

Toplumsal bir varlık olan insanoğlu için onaylanmak, takdir edilmek, beğenilmek ve eleştirilmek gibi kavramlar büyük önem taşır. Başkaları sayesinde var olduğundan haberdar olan insan, hayatını bu gözlem ve yorumların katkılarıyla şekillendirir. Yalnızlığı birçok fiziksel ya da zihinsel sebeplerden ötürü çocukluk ya da gençlik çağından itibaren alışkanlık haline getiren kimi bireyler içinse başkalarının varlığı ve sosyal çevre ‘‘tehdit’’ olarak algılanmaktadır. ‘‘Yalnız insanlar kendilerini daha aşağı, daha az çekici ve sosyal olarak beceriksiz görme eğilimindedirler. Kim oldukları ile kim olmak istedikleri arasındaki uyuşmazlığın yalnız olmayanlara göre daha fazla olduğunu naklederler.’’55 Kendilerine yönelik bu düşüncelerini her an desteklemek için farklı sosyal korkular yaratan yalnız bireyler, korkularının çoğalması ile yalnızlıklarını daha da pekiştirerek kabuklarına çekilmeye ve çevrelerine duvar örmeye devam ederler.

Karen Horney, ‘‘İçsel Çatışmalarımız’’56 adlı kitabında, kendisiyle ya da toplumla çeşitli sıkıntılar yaşayan ve bu sıkıntıların kıskacından kurtulmak için çeşitli yollar arayan bireyi ‘‘nevrotik kişi’’ olarak tanımlamış ve onların geliştirdikleri yolları ‘‘insanlara yaklaşma, insanların aksine gitme ve insanlardan uzaklaşma’’57 şeklinde üç başlığa ayırmıştır. Bu davranışları sergileyen bireylerin genel özelliklerini de açıklayan Karen Horney kısaca şu tanımlamaları getirmiştir:

‘‘İnsanlara yaklaşırken çaresizliğini ve acizliğini kabul eder ve yaşadığı bütün yabancılaşmaya ve korkulara rağmen başkalarının sevgisinin yanı sıra desteğini de kazanmaya çalışır. Başkalarıyla birlikteyken kendini ancak bu şekilde güvene hissedebiliyordur. Sözgelimi aile bireyleri arasında anlaşmazlık varsa, en güçlü kişi ya da gruba bağlanacaktır. Bu kişilere uyum göstererek, kendisini daha az güçsüz ve yalnız hissetmesini sağlayan bir destek ve aidiyet duygusu kazanır.

İnsanların aksine gittiğinde ise çevresindekilerin kendisine düşmanca yaklaştığını farz eder ve bilinçli ya da bilinç dışı bir biçimde savaşmaya hazırdır. Başkalarını kendisine yönelik duygu ve niyetlerinden şüphelenir. Mümkün olan her şekilde muhalefet eder. En güçlü olup başkalarını mağlup etmek ister; bu kısmen kendini korumak içinse kısmen de intikam almak içindir.

55 Lars Svendsen, ‘‘Yalnızlığın Felsefesi’’, Çev. Murat Erşen, 2.Baskı, Redingot, İstanbul 2018, s.79

56 Karen Horney, İçsel Çatışmalarımız, Çev. Zeynep Koçak, Sel Yayıncılık, İstanbul 2017

57 Karen Horney, a. g. e. , s.14

İnsanlardan uzaklaştığındaysa ne aidiyet ister ne de savaşmak; yalnızca bir başına olmak ister. Diğer insanlarla fazla ortak bir şeyi olmadığını ve kendisini hiçbir şekilde anlamadıklarını düşünür. İçinde doğanın, oyuncaklarının, kitaplarının ve düşlerinin olduğu kendine ait bir dünya kurar.

Bu üç tutumun her birinde temel kaygının bir öğesi fazlaca baskındır: İlkinde çaresizlik, ikincisine düşmanlık ve üçüncüsünde ise yalnızlık’’ 58

Yalnızlık tercihen seçildiğinde psikolojik bunalımlar yaratmanın aksine, rahatlamalara yol açabilir. İnsan psikolojisi, toplumsal sosyoloji gibi alanlarda çalışma yapan birçok araştırmacının dikkatle üzerinde durduğu olgulardan biri de yalnızlığın bilincin derinliklerindeki korkulardan kaynaklandığıdır. Bu durumda birey iç dünyasına kapanarak kendisini toplumdan yalıtır.

BİRİNCİ BÖLÜM

1.HAYATI, SANATI VE ESERLERİ

Sabahattin Ali’nin yaşamının sanatı üzerinde önemli etkileri vardır. Yazarın eserlerini otobiyografik etkilerle okumak mümkündür. Yazarın yaşamında korku ve yalnızlık duyguları ağır basarak eserlerini de etkilemiştir. Bu bölümde yazarın yaşamı hakkında bilgi verilecek ve eserleri üzerindeki etkisine değinilecektir.