• Sonuç bulunamadı

3. SABAHATTİN ALİ’NİN HİKÂYE VE ROMANLARINDA KORKU VE YALNIZLIK 47

3.1.2 Korku

3.1.2.4 Mekânsal Korkular

Sabahattin Ali’nin hikâye mekânları çocukluk yıllarının geçtiği Çanakkale ve Edremit yöresi, eğitim için bulunduğu Almanya, öğretmenlik yaptığı Aydın, Konya, Yozgat, tutuklu olarak kaldığı Sinop, İstanbul ve Ankara gibi yerlerdir. Mekânsal Korkular başlığı altında inceleyeceğimiz hikâyelerinde o, bir yörenin ya da muhitin değil kahramanlarının bulunduğu dar alanların evlerin, odaların, garların korkutucu yanlarını olağanüstülük öğeleriyle yansıtmıştır.

232 Sabahattin Ali, a. g. e. , s.90

233 Sabahattin Ali, a. g. e. , s.91

Değirmen (1935)234

Mekânsal Korkular başlığı altında onun ilk dönem hikâyelerinden olan Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi çalışmamıza dâhil edilmiştir.

Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi (1929) : Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi, Sabahattin Ali’nin sanat hayatında sosyal gerçekçiliğe geçiş yapmadan önce yazdığı son hikâyesidir. Değirmen kitabının birinci kısmını oluşturan beş hikâyenin de sonuncusudur.

Sabahattin Ali’nin bu ilk dönem hikâyeleri daha çok etkisinde kaldığı yazarlardan ve dönemin popüler edebiyatından izler taşır.

Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesinde de Sabahattin Ali’nin kurgu dünyasının izleri görülür. ‘‘Sabahattin Ali’nin 1929’da yazdığı Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesinde ise, okuyucuya vahamet duygusu telkin eden bir mekân anlayışı hâkimdir. İnsandaki fantastik korku imajını sembolize eden mekân, bünyesinde, kendi korkunç görünüşü ile özdeş bir hikâye kahramanı saklar. Dikkat edilirse hikâyede mekân, oldukça kötümser bir ruh yapısı ile korku labirenti halinde tasvir edilmiştir: İnce, karanlık dehlizlerle çevrili iğrenç ve korkunç bir ev.

Bu ev, birinci anlamda dünyayı, ikinci anlamda insan vücudunu ve üçüncü anlamda bütün bir hayatı ve onun klişeleşmiş birer imajını temsil etmektedir.’’235 Hikâye tedavi için kalabalıklardan uzakta istirahate çekilen adamın kendisini kandile benzer bir binanın önünde bulmasıyla başlar. Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesinde mekân tasvirinde okuyucuya dahi geçen bir ürkütücülük vardır.

‘‘Gittikçe koyulaşan sessizliğin içinde, derin bir kuyuya muntazam aralıklarla taşlar atılıyormuş gibi boğuk sesler işittim. Evvela istikametini kestiremediğim bu gürültünün, biraz sonra, evin içinden geldiğini anladım. Sesler, aynı muntazam aralıklarla durmadan yaklaşmaktaydı. En sonra büsbütün açılarak taş merdivenlerden ağır ağır inen adımlar haline girdiler ve dayanmakta olduğum kapının arkasında durdular. Doğrulmuş, korku, merak ve hayretten ibaret bir halita halinde kaskatı kesilmiştim. Başımı arkaya çeviremiyordum, fakat – ufak bir gıcırtı bile yapmadığı halde – kapının yavaşça açıldığını ve soğuk, buz gibi bir nefesin ensemi yalayarak dağıldığını hissettim.’’236

234 Sabahattin Ali, Değirmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2017, 137 s. Çalışmamızda alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.

235 Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali İnsan ve Eser, Kesit Yayınları, İstanbul 2016, s.198

236 Sabahattin Ali, Değirmen, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2017, s.52

Hikâye boyunca devam eden bu ifadelerle Sabahattin Ali, gerçeklikten uzak olsa da korkuyu kahramanına hissettirir. Boş tarlaların ortasına dikilen, terk edilmiş kandil şeklindeki bu binanın varlığı ürkütücüdür. Açılan kapıyla kahraman karşısında binanın sahibiyle karşılaşır. Bir canlıdan çok yürüyen bir iskeleti andıran bu adam karışmış saçı sakalı, kemiklerine yapışmış derisiyle hikâyeye daha da gergin bir hava katar.

İskelete benzeyen bu adamla beraber hızla üst katlara doğru çıkan kahraman korkusunu bir madde gibi karşısında görmekte, yüzünde, teninde, hızla çarpan kalbinde hissetmektedir. Kandil binanın en üst katına geldiklerinde odanın içerisindeki yatakta cansız yatan kadının cesedi hikâyeye daha da bilinmez bir hava katar. Yaşamla ölüm arasında kalmış iskelet adam, kahramanın soran gözleri karşısında anlatmaya başlar. O kadının sevgilisi olduğundan, bir zamanlar onun da tatlı sözler söyleyip, şen kahkahalar attığından bahseder.

Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi dönemin popüler kültürünün etkisiyle yazılmış olmakla beraber konusu itibarıyla Oğuz Cebeci’nin Psikanalitik Edebiyat Kuramı kitabında bahsettiği Tanrı – Şeytan ve kurban üçlemesine uygun düşen bir hikâyedir. Tanrı, kendisiyle rekabet eden her şeye karşı çıkmaktadır. Şeytan da Tanrı’ya karşı çıkarak büyüklük göstermesiyle gözden düşer. “Daha sonra sözü edilecek olan ve özellikle büyük binaların yapılması ve kullanıma açılması sırasında kurban sunma uygulaması, tanrının kendisiyle rekabet anlamına gelebilecek böylesine bir işten dolayı kızmasını engellemye, ya da kızgınlığını bu şekilde yatıştırmaya yönelik bir eylemdir. İnsan kurbanı törenlerinin ardında da bu fikir vardır. Toplum tanrıya meydan okumuş olma endişesiyle içlerinden bazılarını feda etmekte, simgesel bir biçimde kefaret ödemektedir.”237 Hikâyenin girişinde binanın olağanüstü ve etkileyici büyüklüğünden bahseden yazar devamında da hiç sebepsiz gerçekleşen ölümleri konu edinir. Birdenbire Sönen Kandilin Hikâyesi bu yönüyle Tanrı’ya kurban verilen insanların konu edildiği bir inancın hikâyesi olabilir.

Kağnı – Ses – Esirler (1943)238

Kağnı, Ses, Esirler üçlemesinin ikinci kitabında yer alan Ses hikâyesi çalışmamıza dâhil edilmiştir.

Ses (1937): Hikâye Konya ovasında geçmektedir. Otobüslerinin arızalanmasıyla beraber yolcular iki boğaz arasına dağılarak otobüsün yapılmasını beklerler. Bu sırada iki

237 Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul 2004, s.53

238 Sabahattin Ali, Kağnı, Ses, Esirler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018, 222 s., Çalışmamızda alıntılar bu baskıdan yapılmıştır

arkadaş ilerideki ovada işçilerin yaktığı ateş tarafından kendilerini mest eden saz sesini duyarlar. Müzikle uğraşan iki arkadaştan biri hemen kalkarak o tarafa yönelir. Yaklaştıkça yirmi yaşlarında bir delikanlının çadırın önünde bütün vadiyi inleten sazını ve sesini hayranlıkla dinlerler. Çocuk türküyü bitirip sazını kenara koyunca adamlardan biri;

‘‘Harikulade bir ses azizim, yıllarca arasak bulamayız. Ben bu oğlanın arkasını bırakmam!’’239diyerek Sivaslı Ali’yle tanışırlar.

‘‘Ses hikâyesinde yalın ve çıkarsız insan sevgisinin en güzel örneği verilir. Ali’nin masum, utangaç fakat biraz mağrur tavrı karşısında adeta saygıyla eğilen yazar, onu yalın ve sade Anadolu insanının temsilcisi olarak görür ve yüceltir.’’240

Ali’den ve sesinden son derece etkilenen iki adam onu Ankara’da yapılacak konservatuvar seçmelerine katılmaya razı ederler. Ali’nin eline bir adres bırakarak oradan ayrılırlar. Sınav günü geldiğinde Ali, anlaştıkları gibi söylenen yere gelir. Sınav komisyonun bulunduğu oda son derece kalabalıktır. Şan eğitimi almış gençler, Avrupa’da eğitim görmüş diğer adaylar ve yerli – yabancı hocalar odayı doldurmuşlardır. Sıra Ali’ye geldiğinde sazın ayakta mı oturarak mı çalınması gerektiğine dair ufak bir münakaşa yaşanır.

‘‘Bu münakaşa esnasında Ali, gözleriyle odanın bir hastane ameliyathanesine benzeyen beyaz, çıplak duvarlarını, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayı sesleriyle dolduran bu bir sürü adama, ameliyat masasına yatacak bir hastanın doktorlara bakışına benzeyen ürkek nazarlar fırlatıyordu.’’241

Komisyon henüz Ali’yi dinlemeden onun oturuşunu, duruşunu ayarlamaya çalışır.

Yabancı konuklara karşı mahcup olmak istemeyen yerli hocalar Ali’yi daha da bunaltırlar.

‘‘Sivaslı Ali sesinden, kendiliğinden öğrendiği sazının akıcılığından çok devinimlerini, yüzünü, giysilerini inceleyen sınav komisyonundan gitgide korkar, türkü okuyamaz olur.’’242

Ali komisyonun karşısında ter içinde kalarak sazını çalmaya, türküsünü okumaya çalışsa da Konya ovasındaki gibi rahat olamaz. “Arieti, yaratıcılıkla ilgili incelemesinde bu konudaki çalışmalarda rastladığı şu ortak noktaların varlığına dikkat çeker: yaratıcılıkla ilgili araştırmalarda, yaratıcılığın ortaya çıkabilmesinin ilk koşulu olarak, bireyde “yalnız

239 Sabahattin Ali, a. g. e. , s.115

240 Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali İnsan ve Eser, Kesit Yayınları, İstanbul 2016, s.108

241 Sabahattin Ali, Kağnı, Ses, Esirler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018, s.118

242 Filiz Ali, Atilla Özkırımlı, Sevengül Sönmez, Sabahattin Ali – Anılar, İncelemeler, Eleştiriler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2014, s.435

kalabilmeye yönelik bir kapasitenin” varlığı vurgulanmaktadır. Buna göre, yalnızlık acı verici bir deneyim olmakla birlikte, insanın kendi kendisiyle baş başa kalabilmesi, yaratıcılığa giden yolda önemli bir aşamayı göstermektedir. Öte yandan, yalnız kalmaktan kastedilenin, insanlardan sürekli olarak kaçma anlamına gelmediği, düzenli biçimde birkaç saat süreyle yalnız kalabilme yeteneği olduğu da belirtilmelidir”243 Yalnızlığın yaratıcılık üzerindeki bu önemli etkisi ifade edildikten sonra Sivaslı Ali’nin o kalabalık ortamda yaratıcı özelliğini yitirdiğini söylemek doğru bir tespit olacaktır. Mekân onu gitgide boğmaktadır. Çevresindeki yabancı insanlar ellerini tutmakta, sesini bastırmaktadır. Türküsünü okuduktan sonra bu defa ömründe ilk defa gördüğü piyanonun başına geçirilir. Çıkan sesleri tekrarlamasını isterler.

Sazını çalmayı dahi kendi imkânlarıyla öğrenen Sivaslı Ali bu odada bulunanlardan, bu eşyalardan gitgide uzaklaşır. O anda ovasına, uçsuz bucaksız tarlalara koşmak ister. ‘‘Ses öyküsü aydın insanla köylünün birbirlerine ne kadar uzak düştüklerini, hatta birbirlerini hiç ama hiç tanımadıklarını gösteriyor.’’244

Sivaslı Ali, komisyon tarafından elenir. Ama o hiç üzgün değildir. Onu oraya kadar büyük umutlarla getiren iki arkadaş üzgün ve mahcupturlar. Ali’den özür dilerler. Ali;

‘‘Ben o odada bir türlü sesimi bulamadım!’’245diyerek başını önüne eğer.

Sivaslı Ali, ‘‘yazar ve arkadaşının çabasıyla konservatuvar sınavları için şehre getirildiğinde, ikliminden, toprağından, köklerinden koparılan bir ağacın dramını yaşar.’’246

Yeni Dünya (1943)247

Mekânsal Korkular başlığı altında Ayran hikâyesi çalışmamıza dâhil edilerek incelenmiştir.

Ayran (1938): Sabahattin Ali’nin hikâyelerinde çocuk kahramanlar yok denecek kadar azdır. Arabalar Beş Kuruşa ve Ayran hikâyeleri ana karakterinin çocuk olduğu hikâyelerdir.

243 Oğuz Cebeci, Psikanalitik Edebiyat Kuramı, İthaki Yayınları, İstanbul 2004, s.145

244 Afşar Timuçin, Öykü ve Romanlarıyla Sabahattin Ali, Bulut Yayınları, İstanbul 2011, s.47

245 Sabahattin Ali, Kağnı, Ses, Esirler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018, s.122

246 Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali İnsan ve Eser, Kesit Yayınları, İstanbul 2016, s.205

247 Sabahattin Ali, Yeni Dünya, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2018, 124 s., Çalışmamızda alıntılar bu baskıdan yapılmıştır.

Ayran anneleri şehirde çalışan üç kardeşin hayatta kalma çabalarının anlatıldığı hazin sonlu bir hikâyedir. Küçük Hasan, kardeşlerine bakabilmek için her gün iki saat yol yürüyerek istasyonda duran trenlerin yolcularına ayran satmaya çalışır.

Yazları bu iş onun için zor olmaz. Havanın güzel oluşu, geç kararması, soğuk olmaması ve buz gibi ayranın çok talep görmesi onu mutlu eder. Onun için zor olan kış günleridir. Hava erkenden karardığı için eve geç kalmaktan korkar. Ayran satamadan giderse de kardeşlerinin aç kalması onu üzer. Küçük Hasan kışın bir an evvel bitmesi için dua etmektedir.

Karın yağmaya başladığı o gün Küçük Hasan yine istasyondadır. Trenler seyrek geldiği ve soğuktan yolcular aşağı inmediği için hiç ayran satamamıştır. En azından bir ekmek parası çıkarmak için akşam trenini beklemeye kalır. Akşam treninde de ayran satamaz.

Çaresizce köyünün yolunu tutar. Hava karardığı için etrafını göremez ve müthiş bir korku duymaya başlar.

‘‘Ayakkabıları çamurda saplanıp kalmıştı. Yalınayak koşuyordu. Savrulan güğümden üstüne başına ve yerlere ayranlar saçılıyordu. Birbirine vuran dişlerinin arasından manasız korku sesleri fırlıyordu.’’248

Hızlı adımlarla köyüne varmaya çalışan Hasan hem karanlıktan hem de etrafta dolaştığını hissettiği hayvanlardan korkarak koşmaya başlar. Ayakları birbirine dolanır. Soğuk direncini zayıflatır. Dizleri artık onu taşıyamaz.

‘‘Ayran’da bütün cemiyet ve dünya Hasan’ın karşısına bir korku labirenti gibi dikilmiştir. Sığınacağı, tutunacağı tek bir dalı, anasıdır. O da madden ve manen Hasan’dan kilometrelerce uzaktadır; sesini duymaz, duyamaz.’’249

Küçük Hasan soğuktan buz tutan ayaklarının üzerinde daha fazla duramaz. Çamurlu yolların üzerine yıkılır. Karlar üzerini örterken o annesini sayıklamaktadır.

Freud insan zihnine dönük yaptığı araştırmalarda korkuların temel nedenini de sorgulamaktadır. Oidipus kompleksi adını verdiği çalışmasında o erkek çocuklarının bir dönem annelerine, kız çocuklarının da babalarına düşkün olduklarını ve bunun zaman içerisinde sağlıklı bir şekilde ayrılmasıyla çocuğun bireyleştiğini ifade eder. İlk korkuların da yine bu dönem de doğduğunu söylemektedir. “Çocuklukta endişenin, bizce bilinen birkaç

248 Sabahattin Ali, a. g. e. , s.38

249 Ramazan Korkmaz, Sabahattin Ali İnsan ve Eser, Kesit Yayınları, İstanbul 2016, s.121

ifadesi vardır. Böylece yalnız kalma, karanlıkta kalma ve çocuğun güvendiği kişinin yerinde bir başkasını bulması gibi durumlar tek bir sona, sevilen ya da arzu edilen kişinin kaybedilmesine bağlanabilir. Bu noktadan sonra endişeyi anlamak, çelişkileri gidermek kolaylaşacaktır.

Arzu edilen kişi hafızada önce hayal şeklinde belirecektir. Ama bunun sonu yoktur. Bu sebeple arzu endişeyle yer değiştirir. Burada endişe acizliğin bir ifadesi olabilir. Az gelişmiş yaratık isteğini ne şekle sokacağını bilememektedir. Böylelikle endişe nesnenin yokluğunun idrakine karşı bir tepki halini almaktadır. Hadım olma korkusunda da çok değer verilen bir nesneden uzaklaşma endişesi yani doğumun “ilkel endişesi” anadan ayrılma sebebine dayanmaktadır.”250 Freud’un endişenin temel sebeplerine dair ifadelerinden de anlaşılıyor ki Hasan, karanlıktan olduğu kadar temelde annesinin yokluğundan ve ona duyduğu ihtiyaçtan dolayı tedirgindir.