• Sonuç bulunamadı

I. OSMANLI DEVLETİNDE GELENEKSEL DEVLET VE İKTİDAR ANLAYIŞI

2. Yönetenler

Gerçekten, Devletin tüm yetkilerini kişiliğinde toplayan padişa-hın bunları tek başına kullanması olanaksızdır. Son söz hakkı dinde kalmak koşuluyla, din ve dünya işlerinin yürütülmesinde ken-disine iki temel öge yardımcı olacaktır : Ulemâ ve özellikle Ümerâ (28).

a) Ulemâ

«İlmiye» kesimini oluşturan ulemâ, din ve adalet işlerinde gö-revliydi. Ancak, şeyhülislâm, kazasker, müftü kadılar, Allah'ın ve İslâmm buyruklarını uygulamakla yükümlüydüler; padişahın «kul-ları» değillerdi. Bu nedenle, olağanüstü durumlar dışında, onun ta-rafından ölümle cezalandırılamazlar, malları ellerinden

alınamaz-7 <

dı. Ne var ki, kişilerin hükümdarın otoritesini Şeriat adına sınırla-mada pek etkin olamadıkları da açıktır.

(24) Tunaya'ya göre, «Askerî Toprak Devleti». Bkz. Siyasî Müesseseler..., s. 223-226.

(25) Onar, Amme Hukukunun..., s. 496.

(26) Örneğin, Defterdar, malî işlerde, Kazasker de «şer'i hükümler dairesinde»

yargı işlerinde, Padişah adına hareket etmek yetkisine sahipti. A. k.

(27) Ayrıca bkz. Recai Galip Okandan, Amme Hukukumuzun Anahatları (Türki-ye'nin Siyasî Gelişmesi), İstanbul: 1.ÜHF Yay., 1971, s. 24-30.

(28) Bkz. A.k., s. 31-39; İnalcık, «Osmanlı Padişahı», s. 76-77; Üçok ve Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, s. 198-205.

b) Ümerâ

Padişah adına siyasal otoriteyi merkezde ve eyaletlerde temsil eden yöneticiler doğrudan padişahın« şahsına bağlı» kullar ara-sından seçilirdi. Kullar ise üç ayrı kesimde toplanıyordu : Mülkîye, seyfiye ve kalemiye. Askeri bir devlet olan Osmanlı İmparatorlu-ğunda mülkiye, vezirler, beylerbeyi, sancak beyleri gibi yüksek ku-mandanları da kapsıyordu. Bu kişiler hem Devletin hem de Ordu'-nun başmdaydılar (29).

Kulluk sistemi Osmanlı Padişahının merkeziyetçi yönetimini sürdürebilmekte başvurduğu en önemli araçtır. Örneğin, seyfiye kesimi, yani «kılıç erbabı» devşirmelerden oluşturulmuş «kullar»dı.

Merkezdeki yeniçeriler (kapıkulları) ve eyaletlerdeki tımar beyleri,

«efendileri» padişahın emrindeydiler.

Kalemiyeye ise, devletin kayıtlarını tutan, yazışmalarını sür-düren, defterdar, reisülküttâb, kâtipler gibi, «Enderun okulların-da» özel olarak yetiştirilmiş kullar giriyordu. Bugünkü dille merkezî bürokrasiye benzetilebilirdi.

Sözlük anlamıyla kul, özgürlüğüne sahip olmayan, efendisinin bir «mal» gibi kullanabileceği köledir. Oysa, padişahın kulları köle değildi; ancak ona ne kadar «sâdık» olduklarını göstermeliydiler.

Ayrıca, öldüklerinde tüm varlıkları «sahipleri» olan padişaha ge-çerdi. Kullar arasında sadrazamlığa kadar yükselenler olmuştur.

Bununla birlikte, sahip oldukları geçici ayrıcalıkları dışında, hiçbir görev, can veya mal güvenceleri bulunmuyordu. Hükümdar, diler-se onları «azl», dilerdiler-se «kati» edebilirdi. Nitekim, «Orhan Bey'den Abdülmecid»e, padişahların atadıkları 182 vezir-i âzamdan 23'ü gö-rev başındayken, 20'si. de azledikten sonra, «padişah emriyle katle-dilmişlerdir» (30). Öte yandan, sancak beyi, vali, vezir gibi kullar, yalnız «efendileri» ne karşı sorumlu olduklarından, zaman zaman halka karşı büyük bir baskı ve zulüm uygulama olanağı da bul-muşlardır.

3. YönetilenlerTebaa

Tebaa veya yerleşmiş terimle reâya (raiyyet'in çoğulu), Padi-şahın buyruğu altında yaşayan, «hükümete itaat eden ve vergi

ve-(29) Bkz. Onar, a.g.e., s. 495-497.

(30) Ahmet Mumcu, Osmanlı Devletinde Siyaseten Kati, Ankara: AÜHF Yay., 1963, D. 73.

ren» ve bunun karşılığında «himaye» gören halklardır (31). Müslü-man ve müslüMüslü-man olmayan (zımmî) halkı kapsar (32). Gerek İslâm gerekse Türk ve İran geleneklerinde, hükümdar Tanrı önünde reâya-sınm mutluluğunu sağlamak ve adil bir yönetimi gerçekleştirmekle sorumludur. Bu bir çeşit «baba-çocuk» ilişkisidir: Çocuk, babaya

«mutlak itaat», baba da onun «refah ve selâmetini» sağlamak ve ko-rumakla yükümlüdür (33).

Ne var ki, Osmanlı Padişahı giderek halktan kopmuş ve tebaası karşısındaki yükümlülüklerini çoğu zaman yerine getirmemiştir. Öy-le ki, örneğin, ünlü Koçi Bey, 1663 yılında Sultan İbrahim'e sunduğu bir «risale»de, padişahların emirleri altında olan «kul taifesi»nin

«reâya fukarası» na yaptıkları zulümden ahirette sorumlu tutulacak-larını anımsatmak gereğini duyacaktır (34).

Halkın, yönetenler karşısında hiçbir hakkı güvence altında de-ğildi. Gerçi, bazı «paşa»larm Merkeze geri çağrıldıkları, bazı padi-şahların tahtan indirildikleri, hapsedildikleri, hatta «kati» edildik-leri de oluyordu, ancak, bu tür sert bir denetim halktan kaynakla-nan bir tepkiden değil, «kapıkullarmın» ve »ulemânın» çevirdik-leri Saray entrikaları sonucu gerçekleşmekteydi. Halk, çaresiz ka-lınca başkaldırıyordu ama, bu hareketi kısa zamanda kanla bastı-rılıyordu. Bu yüzden de, «...hakikî mâlik'ülmülk» ve «...hakikatte hazine ve asker ve reâyâ»nm sahibi olan ve «hikmet-i vücudu»

Allah'ın buyruğunu uygulamak olan Halife/Sultan «adalet»i sağlı-yamamıştır (35). Denge sürekli biçimde padişah, ulema ve ümera lehine bozulduğu için de, sistem giderek yozlaşmıştır. Reâya

ekono-(31) Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Maarif Basımevi, 1954, Cilt III, «Reâya» maddesi, s. 14.

(32) Bkz. Üçok ve Mumcu, Türk Hukuk Tarihi, s. 205-208.

(33) İnalcık, «Osmanlı Padişahı», s. 74; Örneğin, Kaşgarlı Yusuf Has Hâcib'in 1096'da yazdığı ve ilk Türkçe Siyasal bilim başyapıtı olarak kabul edilen Kutadgu Bilig'de şöyle deniyordu: «Hükümdarların halk üzerinde hakları olduğu gibi, halkın da aynı derecede hükümdarlar üzerinde hakkı vardır.

Raiyet onun bu hakkını gözetmeli, hükümdar da onun ten ve canını koru-malıdır». Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, (Bugünkü dile aktaran Reşid Rahmeti Arat), Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1974, s. 5j

(34) «Memalik-i İslâmiyyeden bir memlekette zerre kadar bir ferde zülüm olsa Ruz-ı cezada mülûktan sual olunur, vükelâdan sorulmaz ve anlara sipariş ettim demek Huzur-u Rabb-il-Âleminde cevap olmaz». Bkz. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri..., «Reaya», s. 16; Koçi Bey Risalesi'nin tamamı için, bkz.

Orkun (derleyen), Türk Hukuk Tarihi..., No. 4, s. 168-232.

(35) Bkz. İnalcık, «Osmanlı Padişahı», s. 77. Osmanlı düşünürü Taşköprülüzâde'nin Devleti «gaye» alan ünlü «adalet dairesi»nde Devlet, Şeriat, hükümdar, asker, hazine, raiyyet ve adalet» birbirleriyle «fonksiyonel» bir denge içinde bulun-maktaydı. Ne var ki, bu teorisi gerçek önünde yalnız kalmıştır.

mik, dinsel ve siyasal baskı çemberinden kurtulamadığından, belli bir sınıfsal dinamizme kavuşamamıştır.

Sonuç olarak Osmanoğulları Hanedanının egemenliği altındaki Devlet düzeninde, siyasal iktidarın sınırlanmasına yönelik toplumsal ve ideolojik hareketler 19. yüzyıla dek etkinlik kazanamamışlardır.

Abadan ve Savcı'nın da belirttikleri gibi, İmparatorluğun, Batı'da-ki endüstrileşme sürecinin dışında kalmasıyla, ülkede bir burjuva sınıfı gelişememiştir (36). Oysa, Batıda bu sınıf, siyasal iktidarın sınırlandırılması amacına dönük anayasacılık hareketlerinin öncü-lüğünü yapmıştır.

Devlet'i padişahın »mülk»ü, yönetenleri «kullar» ve yönetilen-leri de gerçekte, yalnız «itaat eden ve vergi veren» halk olarak al-gılayan bu gelenekte, Batı'daki gibi bir «sivil toplum» kavramına yer yoktu. Sultana itaat etmeyi, Allah'a kulluk etmekle eş tutan İslâm düşüncesinin de etkisiyle, gerçekte, siyasal iktidarın sınırsız-lığı ilkesi yerleşmiş ve benimsenmiştir. İnsanı bir kul olarak değer-lendiren bu anlayış, büyük bir «tevekkül» içinde, herhangi bir «in-san hakları» kavramına ve bunun gerçekleşmesi için savaşmanın gereğine doğal olarak yer vermiyordu (37). Türkiye'de 19. ve onu iz-leyen yüzyılda siyasal iktidarı etkin bir biçimde denetleme çabaları, karşılarında bu geleneğin kalıntılarını bulacaklardı (38).

Belgede ANAYASA MAHKEMESİ ve SİYASET (sayfa 57-60)