• Sonuç bulunamadı

Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri de yasamanın yargı denetiminden geçirilmesini içermiyecekti. İttihat

Belgede ANAYASA MAHKEMESİ ve SİYASET (sayfa 99-110)

II. Meşrutiyet döneminde gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri

de «Tüzüklerin» yasalara aykırılığı ileri sürüldükte, bunun çözüm yerinin BMM olduğu belirtiliyordu (103). Böylesi bir hükmün de yürütmeyi çok rahatlatacağı açıktı (104). Nitekim, dönemin ünlü hukukçularından Onar, 1924 Anayasası'yla getirilen denetim siste-minin eksikliklerini şöyle dile getirecekti:

«İdarenin kazai murakabası temin edilmedikçe idarenin hukuka bağlılığı sağlanamadığı gibi, teşri uzvun tasarruf-ları üzerinde de tesirli bir murakaba kurulmadıkça ve bu suretle Devlet kuvvetleri arasında bir muvazene sağlanma-dıkça Hukuk Devleti esası da tamamiyle tahakkuk etmiş olamaz» (105).

Abdülhamit ve onu izleyen İttihatçı hükümetler1 döneminde ya-sanın yargı yoluyla denetimin söz konusu olmadığına az önce de-ğinilmişti. Tek Parti iktidarları da yasamanın denetimine karşı bir tutum almakta kararlıydılar. Örneğin, Bursa Milletvekili Nurettin Paşa gibi bazı tutucu üyelerin 1928'de çıkarılan şapka yasasının Ana-yasa'ya aykırı olduğunu ileri sürmeleri karşısında, Meclis kürsü-süne gelen Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt)'un

«Hürriyetin nasibi irticaın elinde oyuncak olmak de-ğildir... Memleketin menfaatini istilzam eden şeyler hiçbir vakit Teşkilâtı Esasiye Kanununa muhalif olamaz, olma-makla mukayyettir» (106)

gibi «yuvarlak» çıkışlarla muhalefeti susturduğu görülecekti.

(103) Bu hükmün sakıncaları özellikle çok partili rejime geçildiğinde daha da ortaya çıkacaktı. Tunaya'ya göre, «Sessiz Anayasa» olarak tanımlanan Meclis-İçtüzüğünde yapılan düzenlemelerle, «Muhalefetin susturulmasına kadar gidilebilir. Meclisler içinde fikir ve söz hürriyetleri kısılabilir. Parti-ler arasında eşitsizlik yapılabilir... MeclisParti-lerin, hükümetParti-leri denetleme yet-kilerini sınırlayarak siyasi rejimi tanınmayacak hale getirebilir». Bu nedenle, siyasal partilerin eline verilmiş «müthiş» bir araçtır. Tunaya, Siyasi Mües-seseler..., s' 92-93. 1950-1960 arasında Meclis İç Tüzüğünün değiştirilmesinin iktidara sağladığı «somut yararlar» konusunda, bkz. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi.., s. 108. Fransa'da da uzun yıllar Meclisler iç tü-züklerini özgürce saptıyabiliyorlardı, 1970'de yapılan bir reformla, bundan böyle Anayasa Konseyi (Conseil Constitutionnel) denetimine gidilmiştir.

Bkz. Maurice Duverger, Institutions Politiques et Droit Constitutionnel (Onzieme edition), Paris: PUF, 1970. s. 765-766.

(104) Oysa Onar', değil yasaların, tüzüklerin anayasaya uygunluğu denetiminin bile, belli bir «selâhiyet işi» olduğunu savunacaktı. A.g.e., s. 252.

(105) A.k.

(106) TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 2, Sayı 12, 1 Kasım 1928, aktaran, Tunaya, Siyasi Müesseseler..., s. 114.

Çok parti döneminde bile Meclis üzerinde mutlak bir egemen-lik kuran DP iktidarı (107), 1950-1960 arasında Anayasa'ya aykırı yasalar çıkarılmasında öncülük etmiştir. Gene aynı dönemde, temel hak ve özgürlüklerin ciddi yaralar alması önlenememiştir. Muha-lefet ise, özellikle 1957 seçimleri öncesinden başlıyarak Anayasa'nm

değiştirilmesini ve yargısal denetime yer verilmesini savunmuş-tur (108). Yıllar sonra AYM Başkanlığına seçilecek olan Taylan, o günleri yakından yaşamış bir hukukçu olarak dönemin genel değer-lendirmesini şöyle yapmaktadır:

«Bizde 1950-1960 arasında anayasa mahkemesi kuru-labilmiş olsaydı, yasama meclisindeki iç tüzük kurallarının çiğnenmesi, özgürlükleri kısıtlayan yasaların yürürlükte kalabilmesi, yasama meclisinin yargı yetkisini kullanma gibi bir çok anayasa ve hukuk dışı işlemlere başvurulması önlenebilirdi. Belki de 1960 Devrimine gerek kalmazdı»

(109).

Nitekim Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu'nun Anayasa tasarısı üzerindeki raporunda da

«1924 Teşkilâtı Esasiye Kanununun Meclis Hükümeti sistemine dayanışı; yasama organının kazaî murakabeden yoksun oluşu; Meclisteki ezici çoğunluğa dayanan siyasî ik-tidarın memlekette tam bir tahakküm kurması sonucunu doğurmuş ve halk oyunun teşekkülüne yarayan müessese-ler işlemez bir hale getirilmiştir»

denilecekti (110).

(107) «...Böylece meclis üstünlüğü ve Anayasa üstünlüğü ilkeleri DP grubunun üstünlüğü karşısında silinmiştir. Tunaya, a.g.e., s. 264.

(108) Örneğin, CHP 1957 Seçim bildirgesi «Mahkeme istiklâlini ve hâkim temina-tını» sağlamlaştırmanın yanısıra, «iki meclis ve anayasa mahkemesi» ku-rulması üzerinde duruyordu. DP'den kopan bazı «liberal» milletvekillerinin kurduğu Hürriyet Partisi seçim bildirgesinde de, «Kanunların Anayasaya uygunluğunun incelenmesi, siyasi partilerin kazai murakabesi, yüksek seçim kurulu, uyuşmazlık mahkemesi ve yüce divan vazifeleriyle muvazzaf bir Anayasa Mahkemesi kurulacaktır» deniyordu. CHP'nin 14. Kurultayı so-nunda (14 Ocak 1959) yayınlanan «İlk Hedefler Beyannamesi» de çeşitli anayasa değişikliklerinin gerekliliğini savunacaktı. Bu arada' «Bir anayasa mahkemesi teşkil edilmek suretiyle Anayasada yer alan hakların diğer ka-nunlarla daraltılması ve iptal edilmesi önlenecektir», vaadine de yer verili-yordu. Bkz. Soysal, Anayasanın Anlamı, s. 59-62.

(109) Muhittin Taylan, «Anayasa Yargısının Sınırları», Cumhuriyet, 16 Şubat 1977.

(110) Bkz. Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Cilt I, s. 599-600.

3. Yargı Organlarının Tutumu

Özel bir anayasa mahkemesinin yokluğunda, gerek adlı gerek-se idarî yargı organlarının önlerine gelen davalarda uygulanması söz konusu olan herhangi bir yasanın Anayasa'ya aykırılığı konu-sunda karar veremezler miydi? (111). Görülen odur ki, ülkemizde 1924 Anayasasının yürürlükte kaldığı 36 yıl boyunca, yargı organ-larımız bu konuda ortak bir tutum içine girmekten çekinmişler-dir (112). Gene de, Yargıtay'a oranla, Danıştay'ın daha duyarlı dav-randığı ileri sürülebilir. Bu iki yüksek yargı organımızın kararları-nı bu yönden bir süzgeçten geçirilmesi ayrı bir çalışmaya konu ola-cak zenginliktedir. Burada, yalnız hukuk literatürümüzde «klasik-leşmiş» bazı temel kararları aktarmakla yetinilecektir.

a) Yargıtay ve Yasamanın Denetimi

Adlî yargı organlarının Anayasa'ya aykırı buldukları yasaları uygulamaktan kaçmmalarıyla ilgili ilk örnek bir alt mahkemeden gelmiştir. Yargıtay'ın 9 Eylül 1926 tarihli bir kararını bozması

üze-rine, davaya yeniden bakan İstanbul Dördüncü Hukuk Mahkemesi, 15 Ocak 1927'de verdiği yeni bir kararda, yasaların anayasaya «uy-gun surette tefsirinin zarurî olduğunu, kanun tefsire imkân bırak-mıyacak şekilde anayasaya aykırı ise bu kanunun tatbik edilemi-yeceğini» (113) ileri sürmüştür:

«...Teşkilât-i Esasiye Kanununun ruhuna muhalif bir içtihad olduğuna ve böyle bir içtihada ve kanunu bu yolla taktire ümmülkavanin olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu mü-sait bulunmamasına... kanunu mezkur ruhuna muhalif hareket, farzı mahal olarak şu şekilde sarih bir maddei

ka-fin) Örneğin ABD'de, Federal Anayasa tarafından açıkça öngörülmüş olmama-sına rağmen, Yüksek Mahkeme 1803'den bu yana, yasaların anayasaya uy-gunluğunu denetleme yetkisine, hem siyasal iktidara hem de topluma kabul ettirerek, sahip çıkmasını bilmiştir. Bkz. Rene David Les Grands Systemes de Droit Contemporains, (deuxiöme edition), Paris: Dalloz, 1965, s. 451-453.

(112) Bu arada birkaç önemli hukukçunun dışında, o günün «doktrininde ege-men olan eğilime göre, yasaların Anayasaya uygunluğunun yargı organla-rınca denetimine «mevzuat» izin vermiyordu». Onar'a göre, idarî veya adlî yargı organlarının, «bir kanunim anayasaya mugayereti iddiası ile re'sen açılacak bir davayı tetkik ederek bir kanunun anayasa muhalif olduğuna ve iptaline karar veremiyecekleri kabul edilmektedir» oysa, yargıçlar en azın-dan, önlerine gelen bir davada def'i yoluyla anayasaya aykırılığı ileri süre-bilirlerdi. Bkz. Onar, a.g.e., s. 249. Doktrindeki farklı görüşlerin bir özeti için, bkz. Armağan, Anayasa Mahkememizde..., s. 14-19.

(113) Bkz. Feyzioğlu, Kanunların Anayasaya..., s. 255.

nuniyenin mevcudiyeti takdirinde de mabihül tatbik itti-haz edilemeyeceğine...» (114).

Ne var ki, Yargıtay ilk hükmün yerindeliğinde ısrar eden alt mahkemenin kararını gene onaylamayacaktır. Bununla birlikte, Feyzioğlu'nun da değindiği gibi, anılan karar, Anayasa'ya uygunlu-ğun mahkemelerce denetlenemiyeceği gerekçesiyle değil; olayda

«Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ahkamına muhalif bir cihet dahi görül-mediğinden» (115) bozulmuştur. Eğer Yargıtay böyle bir aykırılı-ğın bulunduğu kanısına varsaydı, alt mahkemenin kararını onay-lar mıydı? Bunun kestirilmesi zordur. Ancak, Yüksek Mahkemenin

1931 yılında verdiği bir başka kararında da, gerek Anayasa'nm ge-rekse öteki yasaların, herhangi bir yasanın anayasaya aykırılığı iddialarını inceleme görevini mahkemelere vermediği görüşünü ko-ruduğunu izliyebilirdik (116). Yargıtay'ın bu konuda kendini yetkili saymadığı açıktı. Çok partili rejime geçildikten sonra bile, 1952'de verdiği bir başka kararda da aynı inancı savunacaktı (117).

b) Danıştay ve Yasamanın Denetimi

Danıştay'ın yıllar boyu, siyasal iktidara karşı çekingen tutumu-nu koruduğu, hatta hükümet tasarrufları kotutumu-nusunda İdarenin ya-nında yer aldığına az önce değinilmişti. Oysa, aynı Danıştay, 1950'-lere doğru daha cesur bir çizgi izlerken, yasaların anayasaya uy-gunluğu denetimine ilişkin görüşlerini de yerinde açıkça ortaya koy-maktan çekinmiyecekti. Aslında, Danıştay da, yasaların anayasaya aykırılığını inceleme görevinin yargı organlarına tanınmadığı ko-nusunda Yargıtay'la hemfikirdi: «Mugayeret iddiasının tetkiki,

Da-(114) A.k., 6. 256, dipnot 2.

(115) A.k.

(116) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu'nun 4 Şubat 1931 tarihli kararında şöyle deniliyordu: «Makam-ı Kazada kaldığı müddetçe bir hakim tarafından her-hangi bir kanunun Teşkilât-ı Esasiye ahkâmına mugayeretinden bahis ile tatbikinden istinkâf caiz olmadığına». Ancak, aynı kararda ilginç bir ek-lemeye de yer veriliyordu: «Esasen anayasaya bir mugayeret görülmedi-ğinden». Aktaran Onar, İdare Hukukunun..., s. 251. Yargıtay 1927 tarihli görüşünü yineliyordu.

(117) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 3 Aralık 1952, E. 4/209/96, K. 140; Adalet Dergisi, No. 4 (1953), s. 395-397. Bununla birlikte, alt mahkemelerin tutumu da ilginçtir. Örneğin, Feyzioğlu 1950 yılında Akşehir Hukuk Mahkemesinin 1924 Anayasasının 103. maddesine dayanarak, önüne gelen davada uygu-lanması gereken bir yasayı Anayasa'ya aykırı bulduğuna dikkati çekmekte-dir. Yargıç Refik Gür, Anayasanın yargıçlara Anayasaya aykırılığı araştırma hakkını «hükmen» tanıdığı kanısındaydı. Bu kararın da Yargıtay'ca bozul-duğu görülecekti. Feyizoğlu, a.g.e., s. 257-258.

nıştay'm görevi dışında» kalmaktaydı (118). Bununla birlikte, Da-nıştay üyeleri arasında, «defi» yoluyla yasaların anayasaya uygun-luğunun denetlenebileceği görüşünü paylaşanlar da bulunmaktay-dı. Örneğin, bir başka Danıştay kararında, görülen dava sırasında ileri sürülebilecek anayasaya aykırılık iddiasının incelenebileceği

«zımnen» belirtiliyordu. Eğer söz konusu iddia yerindeyse, Danıştay

«Teşkilâtı Esasiye Kanununa münafi» bu yasayı uygulamaktan ka-çınmaya yetkili, hatta yükümlüdür (119). Ancak, bu bir «görüş»

olarak kalmış, İdarenin kararı ise başka gerekçeyle iptal edilmiştir.

Bu konuda, bir başka Danıştay kararında da Başkanun sözcüsü Kemal Galip Balkar, 1924 Anayasasının 103. maddesinde yer alan

«Anayasanın hiç bir maddesi hiçbir sebep ve bahaneyle savsakla-namaz ve işlerlikten alıkosavsakla-namaz» hükmüne dayanarak, gene aynı Anayasanın 54. maddesine dikkati çekecekti: «Yargıçlar, bütün da-vaların görülmesinde ve hükmünde bağımsızdırlar...» Balkar'a gö-re, «İdarî tasarrufların kazaî murakabaya tabî tutulması hukuka bağlı devlet prensibinin en mütebariz ve karakteristik vasfı ica-bından» dı. Bu nedenle, «davanın adem-i mesmuiyetine karar veril-mesi yolundaki iddia kabule şayan olamaz»dı (120).

Balkar, dolaylı yoldan, davacıya uygulanan yasanın Anayasaya aykırı olduğunun kabulünü istiyordu. Sonuçta, Danıştay söz konu-su yasanın Anayasaya aykırılığını «def'i» yoluyla incelemekten ka-çınmıştır (121). Gene de, Anayasa hükmüne göre kimsenin dava hakkından yoksun kılmamıyacağı görüşünü de açıkça ortaya koy-muştur. Bir bakıma, bu ünlü Başkanun sözcüsünün gerekçeleri 1961 Anayasasının habercisi olarak görülebilir.

4. 1961 Anayasası

Sonunda, yasaların ve meclislerin iç tüzüklerinin anayasaya uy-gunluğunu denetleyecek bir anayasa mahkemesi, 1961 Anayasasıy-la Türkiye'de de kuruAnayasasıy-lacaktı. Ayrım Il'de özellikle AYM üzerinde durulacağından, bileşimi, yetki alanı, başvurulma biçimleri vb. gi-bi konulara yeri geldikçe değinilecektir.

(118) Danıştay DDGK., 28 Ocak 1950, E. 49/368, K. 50/22; Danıştay Kararlar Dergisi, No. 46-49 (1950), S. 55-56.

(119) Danıştay, 15 Kasım 1950, E. 50/488, K. 50/257.

(120) Danıştay, DDGK., 30 Mart 1950, E. 49/320, K. 50/28, Danıştay Kararlar Dergisi, No. 50-53 (1951), s. 112-118; Feyzioğlu, Kanunların Anayasaya..., s. 260-261;

Onar, a.g.e., s. 253-254.

(121) Onar'a göre, «def'i mümkündü» ancak gerçekleşmemiştir. A.g.e., s. 249.

C — Siyasal Seçimlerin Denetimi

Yargı organlarının önce yürütme, daha sonra da yasama organ-larım denetleme yetkilerinin mevzuatta ve uygulamada geçirdiği başlıca aşamalar özetlenirken, Türkiye'de siyasal iktidarı denetle-mede genellikle gözden kaçan bir başka önemli yetkisi üzerinde de durulmalıdır: Siyasal seçim süreçlerinin hakemliği.

Aslında, çok partili ülkelerde yasama meclisleri uzun yıllar boyunca kendi üyelerinin seçilme koşullarını denetleme tekelini sür-dürdükten sonra, günümüzde bu yetkinin genellikle yargı organla-rına geçmesi yaygınlaşan bir olgudur (122).

Seçimler sırasında ortaya çıkan anlaşmazlıkların çözümünün yasama meclislerinin tekelinden alınarak başka kurullara verilme-si, görünürde hem anti-demokratik uygulamaları önleyecek, hem de, anlaşmazlıklar zaten hukuksal nitelikte olduğundan, parlamen-tonun yetkisine herhangi bir tecavüz söz konusu olamayacaktır:

Güçler ayrılığı ilkesi çiğnenmemektedir. Ne var ki, Duverger'ye gö-re, bu önlem seçimlerin bağımsız organlarca denetimi «parlamen-tonun ayrıcalıklarını sınırlamaya yönelik genel hükümler çerçeve-sinde yer almaktadır» (123).

Türkiye'de de benzer bir gelişme izlenmiştir. Sonunda, üstelik tüm üyeleri yargıçlardan oluşan seçim kurulları, seçimlere katılan adayların saptanması, seçim propagandalarının düzenlenmesi,

se-(122) Örneğin, İngiltere'de seçimlerin genel yönetim ve denetimi bağımsız mah-keme yargıçlannca yapılır. Fransa'da 1958'e dek uygulanan parlamenter ge-leneğe göre, meclisler üyelerinin seçilişini denetlemeye yetkili tek organ-dılar. Amaç, hükümetin baskısıyla bazı yargı organlarının muhalefet millet-vekillerinin seçimini iptale gidebilmelerini önlemekti. Ne var ki, aynı sa-kınca çoğunluk milletvekillerinin parlamentodan uzaklaştırma yetkisine teorik olarak sahip olmalarında da görülebilirdi. Kaldı ki, tarihte bunun anti-demokratik örnekleri görülmüştü. Bu nedenle, yeni Fransız Anayasa-sında Anayasa Konseyi'ne (Conseil Constitutionnel) parlamento ve cumhur-başkanı seçimlerini denetleme yetkisi verilecekti (1962'den beri Cumhurbaş-kanı doğrudan halk tarafından seçilmektedir) Bkz. Duverger, Institutions Politiques..., s. 821-825. İşin ilginç yönü, Anayasa KonSeyi'nin bu yetkisini kullanırken, bazı parlamenterlerin seçilmelerinde usulsüzlükler olduğu ge-rekçesiyle, o seçim bölgesinde (Fransa'da «dar» seçim bölgesi sistemi uy-gulanmaktadır), seçimlerin yenilenmesine sık sık karar vermesi, sol partiler tarafından tepkiyle karşılanmaktadır. Seçimleri geçersiz sayılan adayların büyük bir çoğunluğunun sol partilerden gelmesini bir raslantı olarak kabul etmeyenler, örneğin Sosyalist Parti lideri François Mitterrand, Anayasa Konseyini «hükümetin maşası» olmakla suçluyor ve gerçek bir Anayasa Mahkemesinin kuruluşunu istiyorlar. Bkz. Le Monde, 25/26 Juin; 15, 19 Août 1978.

(123) Duverger, a.g.e., s. 825.

çimlerin yapılış ve sonuçlandırışmı denetimle görevlendirilmiştir.

Yargıçlar bir kez daha, ulusal iradenin belirlenmesi sürecinde baş-taki siyasal iktidarın anti-demokratik uygulamalara gitmesini ön-lemektedirler.

1. 1960 Öncesi

Tek Parti döneminde, seçimlerin genel yönetimi ve denetimi sorununun demokratik bir ülkede olduğu kadar önem taşıyamıya-cağı açıktı. Aslında, seçimler halk için «eğitici» olsalar bile, bir for-maliteden öteye gidemezdi. Herhangi bir usulsüzlük konusunda yet-kili, en yüksek yerel mülkî amirdi. İl valilerinin aynı zamanda, CHP İl Başkanlığı görevini yerine getirdiği bu dönemde, Devlet-Parti içiçeliğinin seçimlerin denetimi konusunu ikinci plana itmesi kaçı-nılmazdı.

Türkiye'de Cumhuriyet döneminde birden fazla siyasal parti-nin katıldığı ilk genel ve tek dereceli seçimler 1946 yılında yapılmış-tır (124). Ne var ki, bu seçimler sonunda da iktidarını koruyan CHP'-nin karşısındaki yeni partiler, özellikle DP, seçimlerin demokratik koşullar altında yapılmadığı, baskı ve hile karıştırıldığını ileri sür-müşlerdir.

Eski Tek Parti imajından sıyrılmakta kararlı olan CHP iktidarı belli bir yumuşamadan yanaydı. Usulsüzlük veya baskı suçlamala-rını etkisizleştirmek amacıyla, muhalefetin seçimler konusunda is-tediği yargı gözetim ve denetimi ilkesini gerçekleştirmeye razı ol-du. 16 Şubat 1950'de çıkarılan 5545 sayılı Milletvekilleri Seçimi Ya-sası seçimlerin yönetimi ve çıkması olası anlaşmazlıkların çözümlen-mesinde yargıçları görevlendiriyordu. (125).

Bundan böyle, seçimlerin usulüne uygun olarak yapılıp yapıl-madığı konusunda karar verme yetkisine yalnız yargıçlardan oluşan seçim kurulları sahip olacaktı. Yerel yargı organlarının üyeleri ara-sında belirlenen İlçe Seçim Kurulları, bir üst düzeyde İl Seçim Ku-rullarına bağlıydılar. Yüksek Mahkeme üyeleri arasından seçilen Yüksek Seçim Kurulu ise son merci olarak kesin karar verme yet-kisine sahipti. Bir bakıma, bu yenilik, ileride 1961 Anayasası'yla ül-kemizde güç kazanacak hukuk devleti ilkesinin ilk ciddi habercile-ri arasında Bayılabilir.

(124) Türkiye'de 1965'e dek uygulanmış seçim sistemleri için, bkz. Nermin Abadan, Anayasa Hukuku ve Siyasî Bilimler Açısından 1965 Seçimlerinin Tahlili, Ankara: SBF Yay., 1966, s. 70-79.

(125) A.k., e. 73.

Mayıs 1950 seçimleri, seçim kurullarının denetimi altında de-mokratik bir biçimde geçmiştir. Bununla birlikte, iktidara gelme-den önce bu sistemin en hararetli destekçileri arasında olan DP, başa geçtikten sonra İdare ve bu arada yargı mensuplarını yıldır-ma veya kendi yanyıldır-ma çekme politikasına girişmekte gecikmedi.

Öyle ki, Cumhurbaşkanı Celâl Bayar'm 1954 seçimlerinde halka radyodan milletvekili adayı olarak seslenmesini engelleyen YSK üyelerinden Baha Arıkan'm, «cezalandırılmak» amacıyla DP'li Ada-let Bakanınca emekliye ayrıldığına daha önce değinilmişti. DP, bu-nun yanısıra, muhalefeti susturma çabalarını yoğunlaştırırken, se-çim yasasında da kendi yararına değişiklikler gerçekleştirmeyi unutmayacaktı. Örneğin, siyasal partilerin radyolarda propaganda yapma hakkı kaldırılıyor, ancak hükümet üyelerinin radyoda yap-tıkları konuşmaların seçim propagandası sayılamıyacağı belirtili-yordu (126).

2. 1961 Anayasası

DP döneminde yasama gücünün anti-demokratik biçimde de işletilmesinden gerekli ders alınmıştı. Bu nedenle, Kurucu Meclis Anayasa Komisyonu gerekçesinde de belirtileceği gibi «...seçimlerin yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında yapılmasını bir Anayasa kaidesi haline getirmek» ve «gerekli Anayasa organını kurmak» (127) isteği gündemdeydi. Seçimlerin genel yönetimi ve denetimi konusunda yargıçlara daha önceden yasalarca tanınmış yetkiler böyle 1961 Anayasasıyla etkin bir güvenceye kavuşturula-caktı :

«...Seçimlerin başlamasından bitimine kadar .seçimin düzen içinde yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlem-leri yapma ve yaptırma, seçim süresince ve seçimden son-ra seçim konuları ile ilgili bütün yolsuzlukları, şikâyet ve itirazları inceleme ve kesin karara bağlama ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin seçim tutanaklarını kabul etme görevi Yüksek Seçim Kurulunundur» (md. 75/1).

Zaten, yeni Anayasa'nm yürürlüğe girmesinden (Temmuz 1961) az önce yeni bir seçim yasası çıkarılmış (128), İlçe, İl Seçim kurulları

(126) Bkz. Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun..., s. 105-106.

(127) Bkz. Öztürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Cilt II, s. 2471.

(128) 298 sayılı Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Ka-nun. Kabul tarihi 26 Nisan 1961, R.G., 2 Mayıs 1961. Seçim mevzuatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için, bkz. Seçim Kanunları, İstanbul: Yasa Yayınlan, 1973.

ve YSK'nun (129) görev ve yetkileri belirlenmişti. Bunlar arasında seçmen kütüklerinin düzenlemesi işi de yer alıyordu. Böylelikle, geçmiş yıllarda vali ve kaymakamların ellerinde bulunan bu önem-li yetki, artık siyasal iktidardan bağımsız kuruluşlara daha doğru-su yargı tarafsızlığına emanet ediliyordu (130).

Görüldüğü gibi, çok partili Türk demokrasisinde, seçimlerin denetlenmesi konusunda son merci olarak yüksek yargıçlardan ku-rulu YSK'na büyük yetkiler tanınmış (131), Yasama meclislerinin kendi üyelerini denetlemesi gibi, soyut, hatta sakıncalı bir yetkiye yer verilmemiştir. Siyasal iktidarın denetimi yönünden yargıya ve-rilen yetkilerin önce İdareyi, sonra seçimleri ve en sonunda da ya-samayı kapsadığı izlenmiştir. Bu gelişmeler sonucu, yargı Türkiye'-de önce, iktidar oluşurken seçim mekanizmasını, iktidar oluştuktan sonra da idareyi ve yasamayı denetlemektedir. Yargı, böylelikle, hem ulusal iradenin belirlenmesi hem de kullanılmasında kilit nok-talarda bulunmaktadır (132). Ayrıca, bu son durumun, iktidarın, halk tarafından belirlendiği ve kullanılışının denetlendiği ileri süren

«ulusal egemenlik fiksiyonu»nu bir ölçüde zedelediği açıktır. Başka bir deyişle, «sistem» dönüşümlere uğrarken, yeni «gerilim» öğelerini de içinde taşımaktadır.

(129) YSK 7 asil ve 4 yedek, toplam 11 üyeden oluşur. 6 üye Yargıtay, 5 üye Danıştay Genel Kurulları tarafından kendi üyeleri arasında seçilir. Seçilen üyeler de aralarında gizi oyla bir Başkan ve bir de başkan vekili belirlerler, daha sonra bu ikisi dışında kalan 9 üye de, aralarında ad çeknie yoluyla 4 kişiyi yedek üye ayırırlar. (Anayasa md. 75/3, 298 sayılı yasa md. 11).

(130) Bkz. N. Abadan, a.g.e., s. 79-80.

(131) YSK, seçimlerle ilgili itirazlar konusunda son karar mercidir; Ancak Ar-mağan'ın da anımsattığı gibi, YSK'nun kararlarına göre, «Seçimden önce mevcut ve adaylık sıfatına tesir eden sebeplerle yapılan itirazlara Yüksek Seçim Kurulu; seçimden sonra ortaya çıkan sebeplere dayalı itirazlar hak-kında ise Danıştay karar vermeye yetkilidir» Servet Armağan, Anayasa, Seçimler ve Anayasa Mahkemesi, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1975, s. 87.

(132) Ne var ki, yüksek seçim kurullarının yetkisinin ancak Demokratik ülke-lerde söz konusu olabileceği açıktır, örneğin Bolivya'da Yüksek Seçim Kurulu 9 Temmuzda yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini «usulsüzlükler yapıldığı» gerekçesiyle iptal etmiş ve «halk iradesinin hiç bir kuşkuya yer vermiyecek şekilde belirmesi için» bu seçimlerin yenilenmesine karar ver-mişti. Askerlerin adayı olan General Juan Pereda'nın oyların % 50.1 al-masına karşılık, seçimler geçersiz sayılıyordu. Bkz. Cumhuriyet, 21 Tem-muz 1978. Ne var ki, Silahlı kuvvetlerin desteğiyle, Juan Pereda, seçimlerin iptaliyle ilgili kararın kaldırılmasını istemişti. Bu arada oluşturulan bir

«geçici askeri Cunta», seçimlere hile karıştığını ileri süren muhalefetin protestolarına rağmen, Pereda'yı Cumhurbaşkanı ilân etmişlerdir. YSK gerçi kararından dönmemiştir ama yapacağı hiç bir şey yoktur. Bkz. Milliyet, 23 Temmuz 1978.

Ne var ki, YSK özellikle yerel seçimlerde, kendisine yapılan usulsüzlük başvurularında yetkisini etkin bir biçimde kullanması ve sık sık seçimlerin yenilenmesi kararları vermesine (örneğin bazı belediye başkanlığı seçimlerinde) karşılık, bu güne kadar kamu oyunda açık bir eleştiriye konu olmamıştır. Bu da sistemin içinde taşıyabileceği «gerilim öğelerine» (133) rağmen, bugünkü durum-da, iyi işliyebildiğinin kanıtı olarak değerlendirilebilir.

(133) örneğin, eğer Türkiye'de bir gün «dar bölgeli seçim» sistemine geçilirse, YSK'ca usulsüzlük nedeniyle iptal edilen ve yenilenecek olan seçimlerin bazen parlamentoda birkaç sandalyeye dayanmak zorunda kalan bir hüküme-tin kaderini etkileyeceği açıktır.

BÖLÜM III

Belgede ANAYASA MAHKEMESİ ve SİYASET (sayfa 99-110)