• Sonuç bulunamadı

1. Ümmî Sinan’ın Duygu Dünyası

1.6. Vuslat

Âşığın tek düşündüğü sevgilidir. Bu nedenle tek endişesi sevgiliye kavuşmaktır. Âşık ne yapıp ne edip aşka ulaşmak zorundadır. Bu uğurda her şeyi göze alır.

Key ṣaḳın aṣlıñdan ırma öziñi

Her ne ḳılursañ ḳılup ʿaşḳa ulaş (G. 59/8)

ʿĀşıḳ nāmından uṣandum gerek āvāre ḳılsunlar

Bugün vaṣlıña el ṣundum gerek pür yāre ḳılsunlar (G. 40/1)

Sevgiliye kavuşmak kolay bir iş değildir. Âşık sevgili uğrunda türlü zahmetlere katlanmalı ve sonunda canından vazgeçmelidir. Canına kıymet veren, dünyaya düşkün olan kimse asla vuslata erişemez.

Cānın seven irmeyiser ol cānānıñ vuṣlatına

Sen daḫı ṭatlu cānıña aġyār olursañ gel beri (G. 135/10)

Âşığın canı vuslat yurdunda darağacına asılmayı ister. Allah da bu muradını yerine getirir.

İlāhī dār-ı vaṣlıñda bu cān olmaḳ diler ber-dār

Çekildüñ dāra yā ʿabdim ṣanursın olmaduñ sen var (G. 43/1)

Vuslatın kokusunu dahi almak âşığın gönlünü mest eder.

Cān ṭuyaldan būy-ı vaṣlıñ ḳalmadı artuḳ recā

Göñlüme gelen gülüñden ġayrı reyḥān olmasun (G. 104/11)

Vuslat kimi zaman âşığa bir şarap olarak sunulur. Âşık bu şaraba hiç bir şekilde doymaz. Her zaman biraz daha ister.

Anuñ-içün ḳanmazam vuṣlatınıñ meyine

Nūş iderem teşneyem ḳanışımdan ilerü (G. 113/5) 2. Ümmî Sinan Divanı’ında Tasavvuf

2.1. Ene’l-hak

Hallâc-ı Mansûr tarafından söylenmiş olan “Ene’l-Hak/Ben Hakk’ım” sözü

“Ben Hak’tanım” yahut “Ben bir gerçeğim ve bâtıl değilim” demektir.14 Bu söz Hallâc’ın tevhid ve fenâ görüşünü ifade etmektedir. Onun kâfir ve zındık olduğunu iddia edenler “Ene’l-hak” sözü ile tanrılık iddiasında bulunduğunu ileri sürmüşler,

14 Kaplan Üstüner, Tasavvuf ve Klasik Şiirimiz, Ankara, 2014. s. 355.

onu büyük bir velî olarak tanıyanlar ise bu sözü diğer sufilerin şathiyeleri gibi görüp çeşitli şekillerde yorumlamışlardır. Hallâc’ın bu sözü daima onun fenâ ve sekr hali göz önünde tutularak açıklanmaya çalışılmıştır. Bazılarına göre Hallâc bu sözü Allah’tan hikâye yoluyla söylemiş ve “Allah ben Hakk’ım diyor” demek istemiştir.15 Nitekim Ümmî Sinan da bu sözü divanında sıklıkla kullanmıştır. Ona göre bu sözü Mansûr söylese de, söyleten Allah’tır.

Dilerse ʿaşḳını cāna ḳuran faḳ Dilerse söyleden sırran eneʾl-ḥaḳ Dilerse varımı alup iden yoḳ

Dilerse kim Ümmḭ Sinān iden dost (Koşma 4/7)

Mansur “Ene’l-Hak” dedikten sonra kendisini anlamayan kimseler tarafından darağacına çekilmiştir. Bu sebepten darağacı ile “Ene’l-Hak” arasında şairler tarafından ilişki kurulur. Ümmî Sinan da bu iki unsuru sıklıkla beraber kullanır. Ona göre aşığa “Ene’l-Hak” söyletip darağacına çekilmesine sebep olan aşktır.

ʿAşḳ degül mi ʿāşıḳı şevḳ-ıla ber-dār eyleyen

Gerçi Baġdādī eneʾl-ḥaḳ söyleyen Manṣūr ise (K. 12/ 37)

Sevgili için darağacına çekilmek canı boş yere vermek değildir. Zaten âşığın en büyük arzusu da budur.

Cān dirīġ olmaz belā dārında ber-dār eyleseñ

Tek eneʾl-ḥaḳ menzilinden ġayrı meydān olmasun (G. 104/6)

Aşkından şüphesi olmayan kimse “Ene’l-Hak”tan haber alır almaz darağacına koşup aşk uğruna şehit olmaya çalışır. Çünkü kâmil iman bunu gerektirir.

Ẓann u gümāndan ḳurtulan gelsün şehādet dārına

Alsun eneʾl-ḥaḳdan ḫaber kāmil īmān ṣatar dilim (G. 81/5)

15 Süleyman Uludağ, “Hallâc-ı Mansûr”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 15, İstanbul, 1997, s. 377-381.

Ümmî Sinan da Hallac ile beraber “Enel-Hak” sözünü söylemiş ve aynı darağacını paylaşmıştır. Artık “Ene’l-Hak” nöbetini tutma sırası ona gelmiştir.

Ben yārıma cān virmege naʿra urup Ḥallāc-ıla

Çaldum eneʾl-Haḳ nevbetin Manṣūr ile dārda idüm (G. 87/13)

2.2. Nur-ı Muhammedî

Allah'ın yarattığı ilk nesne olan bu nur, Allah'ın nurundan olup, diğer şeyler ondan meydana gelmiştir. Tasavvufî anlayışa göre Allah, önce Hz. Muhammed’i sonra onun nurundan diğer bütün varlıkları yaratmıştır. Her şeyin aslı olan bu hakikate nur-ı Muhammedî adı verilir.16

Ümmî Sinan Allah’ın kendi nurundan Hz. Peygamber’in nurunu yaratıp kendisine yar ettiğini dile getirir. Allah her şeyden önce hakikat diyarında Hz.

Muhammed’in nurunu yaratmıştır ve bu nur Hz. Peygamber’e Allah’ın bir ihsanıdır.

Ḥabībiñ nūrını ẕātıñ nūrından

Var idüp kendüñe yār iden sensin (G. 95/2)

Yaratmazdan ḳamu ḫalḳı eḳālīm-i ḥaḳāyıḳda

Ḥabībim Muṣṭafā nūrın getürdüm öñce burhānam (G. 91/5)

Māye evvel Muṣṭafāya Ḫāliḳıñ iḥsānıdur

Cibriʾil itdi edā çün-kim ezelden cānıdur (K. 8/1)

Tasavvuf anlayışına göre Allah’ın bu nuru yaratmasının sebebi aşktır.

Dolayısıyla bütün mevcudatın varlık sebebi de aşktır. Her şey Hz. Peygamber’in hürmetine yaratılmıştır.

ʿAşḳ degül mi evvel āḫır Muṣṭafānıñ devleti

Gerçi anuñ ḥurmetine külli şey mefḫūr ise (K. 12/25)

16 Üstüner, a.g.e, s. 93.

2.3. İrfan

Eskiler bilgiyi “ilim” ve “irfan” olmak üzere iki boyutta değerlendirmişlerdi.

Bunlardan ilki, kitap okumak, mektebe gidip hocadan eğitim görmek suretiyle elde edilebilecek cinsten her tür bilgiye verilen umumi isimdir. Buna karşılık bir de kitap okumak yahut mektebe gitmek suretiyle elde edilmesi mümkün olmayan, sadece Allah’ın dilediği kullarının kalbine ilka eylediğine inanılan bir bilgi daha vardır ki buna “irfan” demişlerdir.17 Nitekim Ümmî Sinan’a göre irfan cana ziyafet veren bir güldür. Peygamberlerin ve velilerin ulaştığı lezzet irfandır.

ʿİlm ü ʿirfānıñ güliyle cān dimāġın ṭoyladuñ Enbiyālar evliyālar irdügi leẕẕet budur (G. 27/4)

İrfan Allah’ın haddi hesabı olmayan ilim ve tevhit denizinden çıkan bir “dürr-i azam”dır.

Zāhidā sen ʿilm-i Ḥaḳḳı tevḥḭdi ʿirfānda gör Dürr-i aʿẓam ister-iseñ ḥaddi yoḳ ʿummānda gör Geç bu ṣūret naḳşını gel maʿniʾ-i Ḳurʾānda gör

Gör nedür aṣl-ı selāmet gör nedür ʿayn-ı ḭmān (Murabba 3/4)

İrfan bir zerreden fışkıran bir madendir. İrfan için bir iki harf yeterli gelmektedir.

Ey ʿilm ü ʿirfān isteyen bir ẕerreden kān isteyen

Ey ḥükm-i Ḳurʾān isteyen kāf-ile nūndan al ḫaber (G. 11/2)

İrfan her kula nasip olmaz. Aşk irfanın kılavuzudur. Âşıklık nasip olmayan kimseye irfan da nasip olmaz.

Pādişāhım her ḳuluñda yoḳ mıdur ʿilm ü kemāl

Ṣaḳla rāzıñ, her şeye ben virdügüm ʿirfān mıdur (K. 9/4)

Ey vücūduñ ʿaşḳına fermān iden Perverdigār

17 Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Kılavuzu 1, İstanbul, 2016, s. 380.

ʿAşḳını ʿirfānına burhān iden Perverdigār (K. 7/1)

ʿĀrifiñ nuṭḳını ḥaḳḳaʾl-yaḳīndan

Görüñ ʿaşḳı nice ʿirfān eyledi (G. 137/9)

2.4. İlham

Allah tarafından feyz yolu ile kalbe doğan şeye, Arapça'da ilham denir.

İlham, delil olamaz. Sûfîler, bunu ferdî planda delil olarak kabul eder. İlham ve ilâm arasında umûm ve husûs-ı mutlak farkı vardır. İlâm, ilhamdan daha hususîdir. Zira ilâm, kesb ile çaba ile elde edilir. 18

Nitekim Allah Ümmî Sinan’ın kalbine ilham etmektedir. O sır ilinde gördüklerini şiirinde anlatır. Onun dili Hak kalbine ilham ettiği için şiir söylemektedir.

Ḥaḳ ḳalbine ilhām ider anuñ içün söyler dili

Ümmī Sinān sır ilinde gördücegin yaza ṭursun (G. 101/13)

Sinān Ümmī ḳuluñ senden diler her dem bula iḥsān Anuñ-çün ḳalbine ilhām idersin fāş olur ʿirfān (G. 102/22)

2.5. İlm-i Ledün

Hakk’ın katından doğrudan doğruya, vasıtasız gelen bilgiye ledün ilmi adı verilir. Bütün İlimlerin Allah katından geldiğine inanan mutasavvıflar, şer’î ve zâhirî ilimlerin, melek ve resul aracılığı ile gelmesinden dolayı aracısız olarak doğrudan Hak’tan gelen ilhama da ilm-i ledün demişlerdir.19 Nitekim Ümmî Sinan, Ledünnî ilminin dilde zuhur etmesinin ilham vasıtasıyla olduğunu söyler.

Ledünnī ʿilminiñ dilde ẓuhūrı

Gelen ilhām vāridātıñ degül mi (G. 152/10)

18 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2005.

19 Üstüner, a.g.e., s. 210.

Ledünnî ilmi sır vasıtasıyla keşfedilmektedir. Ümmî Sinan, Hz. Peygamber’den kendisine bu ilmi öğretmesini ister ki, o da diğer peygamber âşıklarına ledünnî ilmini gösterebilsin.

Keşf ḳılsañ sırr-ıla cāna ledünnī ʿilmini

Niçedür ʿāşıḳlarıña gösterem yā Muṣṭafā (K. 4/6)

Ten fānīdür eyle fenā hergiz ḳoma nefse binā

Gir bāṭınıñ esrārına ʿilm-i ledünden al ḫaber (G. 11/5)

2.6. Bî-nişan u lâ-mekân

Bî-nişan Farsça, nişansız, adsız demektir. Lâ-mekân yersiz-yurtsuz gibi anlamlara gelir. Tasavvufta zât-ı kibriya, lâ-taayyun (belirsizlik) mertebesi ve fena makamı anlamlarında kullanılır.20 Ümmî Sinan bu iki tabiri sıklıkla beraber kullanmıştır. Ona göre madde yükünden kurtulabilen kimse bî-nişan u lâ-mekân illerine ulaşır.

On sekiz biñ ʿālemi refʿ eyleyüp öñden ṣoña Bī-nişān ü lā-mekān illerine ṭayrān diler (G. 23/3)

Bi-nişan u lâ-mekân illerine sultan olan kimse aşk derdine düşen kimsedir.

Bī-nişān u lā-mekānıñ illerinde şāh olan

ʿAşḳ-ıla derde giriftār oldılar çün bī-şümār (G. 13/13)

Mekânsızlık âlemine ulaşmanın yolu canını ve başını sevgilinin yolunda feda etmektir.

Mālım bāşım cānım ḳurbān yolına Kim ki beni irgüre lā-mekāna (G. 121/7)

Ümmî Sinan da maksadına erip bi-nişan u lâ-mekânda sır olup gitmiştir.

Ḥamdü liʾllāh çoḳ şükür maḳṣūduma irdüm bugün

20 Üstüner, a.g.e., s. 81.

Bī-nişān u lā-mekān pinhāna irdi cān yine (G. 122/5)

2.7. Dört Kapı

Mutasavvıflar dervişlik yolunun şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olmak üzere dört kapısından söz etmişlerdir. Bunlardan şeriat cevizin ham ve yeşil olan kabuğuna, tarikat sert olan iç kabuğuna, hakikat yenilecek olan içine, marifet ise cevizin aslına ve mahiyetine benzetilir.21

Bu dört kapının bir başka ifade ediliş tarzı şu şekildedir: Şeriat, baba mesabesinde olup dinin inanç, ibadet ve muamelat esaslarının tümünü oluşturur.

Birinci kapıyı gerçekleştirmek, şeriatı yaşamakladır. Tarikat anadır. Şeriat bilgilerini oluş bazında tahakkuk ettirmektir. Marifet oğuldur. Bilgi-amel tevhidi bütünlüğünün sonucudur. Hakikat ise torun olarak varılacak zirve noktasıdır. Her kapının on makamı vardır(Şeriatın namaz, oruç, hac, zekât vs. gibi; tarikatın tövbe, inâbe, mücahede, hırka giyme vs. gibi). Dört kapının ayrı ayrı on makamı, toplam kırk makam eder.22

Yol, açık yok, doğru yol, hayatın kaynağına giden yol, su kaynağı, su kanalı, kanun gibi anlamları olan şeriat, kavram olarak İslam dinin inanç, ibadet, muamelat esasları ve hükümlerini, Allah tarafından peygamberler aracılığıyla konulan kanunları ve kulluğun gereği olan işleri yerine getirmeyi karşılar.23

Tarikat, Hakk’a ermek için tutulan ve bir takım kuralları olan yoldur. İlk sûfîler kendilerinden tecrübeli üstatlardan yararlanmakla beraber belli bir tarikat kurmamış olup her biri kendine göre bir yol tutmuştur. Gerçek anlamda tarikatlar H.

6./M. 12. asırda ortaya çıkmaya başlamıştır. 24

Hakikat sözlükte, gerçek, var olduğu açık ve kesin olarak bilinen şey, bir şeyi o şey yapan husus, mahiyet anlamlarına gelir. Hakikat, bir birlik manzumesi olan kâinatın her an ve her zerresinde Hakk’ın kudretini, hikmetini, sanatını, yaratışını, tek sözle sıfatlarının zuhurunu görmek; sıfatlarının, zatının zuhuru olduğunu

21 Üstüner, a.g.e., s. 139.

22 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul, 2005.

23 Üstüner, a.g.e., s. 139.

24 Üstüner, a.g.e., s. 140.

anlamak; bu izafî varlıkları ve kendi varlığını yok bilmek, bu bilişi görüş ve oluş haline getirmektir. Bu takdirde insan izafî varlıktan tümüyle sıyrılarak gerçek varlıkta yok olur. Hakikati görmek perdesiz görmektir.25

Marifet sözlükte, bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, iç bilgi, tanımak gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ise sûfîlerin ruhani halleri yaşayarak, manevî ve İlâhî hakikatleri tadarak yani iç tecrübe ile ve vasıtasız olarak elde ettikleri bilgi demektir.26

Ümmî Sinan’a göre şeriat ve tarikat manevî ahlaktır. Marifetle hakikat ise âşığın zevklerindendir.

Bil şerḭʿatla ṭarḭḳat maʿnevḭ aḫlāḳıdur Maʿrifetle yā ḥaḳḭḳat ʿāşıḳıñ ezvāḳıdur ʿĀrife ḳısmet olan Hūdan anuñ ıṭlāḳıdur

Menzili aʿlā vü aʿẓam hem bulardur bḭ-gümān (Murabba 3/5)

Arif hem şeriat hem tarikat hem de hakikat ehli kimsedir. Vahdet ehli olmayanlar onun sözünü onaylamazlar.

Hem şerīʿat hem ṭarīḳat hem ḥaḳīḳat ehlidür

Ehl-i vaḥdet olmayanlar aña iḳrār eylemez (G. 52/3)

Ümmî Sinan kendisini şeriat ve hakikat denizine dalan dalgıç olarak tasvir eder. Onun yolu hak yoldur; başka tarafa gitmez.

Biz şerīʿatla ḥaḳīḳat baḥrınıñ ġavvāṣıyuz

Gitmedük ḥaḳdur yolumuz ġayrı aḳvāl üstine (G. 126/3)

Ümmî Sinan’a göre şeriatten anlamayan, tarikat yolunu bulamayan, hakikat güllerini yolmayan kimse insan olamaz.

Şeriʿatı bildim diyen ṭarīḳatı buldum diyen

Ḥaḳīḳatıñ güllerini yolmayan insān degüldür (G. 44/4)

25 Üstüner, a.g.e., s. 141.

26 Üstüner, a.g.e., s. 143.

2.8. Arif

Bilgili, kavrayışlı, sabırlı, anlayışlı, marifet sahibi, tasavvufta Allah’ın zat, sıfat, isim ve fiillerini müşahede mertebesine ulaşmış ve bu yolla Allah hakkında zevk ve vecd yoluyla farklı bir bilgiye sahip olan kimseye “arif” yahut “arifu billah”

denir.27 Nitekim arif Allah’ı kendi gözüyle görüyormuşçasına gören kimsedir.

Gün gibi āşikāresin ʿāriflere ʿayneʾl-yaḳīn

Ehl-i ṭuġyānıñ özinde ḳahr-ı mülḥaḳ el-ġıyās (G. 10/2)

Arif mekânsızlık ilinin gevherini alıp satan tüccardır. Onun dünyaya ait şeylerle işi olmaz.

Neylesün ʿārif cihānıñ naḳşını hem ẕevḳını

Lā-mekānıñ gevherin alup ṣatar tüccārıdur (G. 18/12)

Ümmî Sinan’a göre arif âşıktır, âşık da arif.

Gerçi ʿāşıḳ ḥayretiñ şemʿindeki pervānedür

ʿAyn ü şīn ü ḳāf içinde ʿārife ḳurbet budur (G. 27/10)

Kendi nefsini tam manasıyla anlayabilen kimse arif-i billahtır.

Nefsini fehm eyleyendür ʿārif-i biʾllāh olan

ʿĀrifiñ ḳalbini envār eyleyen işrāḳ nedür (G. 31/8)

Âlimin ilmi elzemdir fakat arifin sırrı Allah’ın arşının ötesine uzanır.

ʿĀlimiñ ʿilmi gerekdür ʿilm ü ʿirfān üstine

ʿĀrifiñ sırrı gerekdür ʿarş-ı Raḥmān üstine (G. 125/1)

Arifin sırrını sırlayan, yani yaratan Allah’tır.

27 Ahmet Atilla Şentürk, Osmanlı Şiiri Kılavuzu 1, İstanbul, 2016.

Kimin ʿālim kimin bay kimin yoḫsul ʿĀrifiñ sırrın esrār iden sensin (G. 95/12)

Arif kimse sözünden anlaşılır. O sözü inci ve mercan gibi dizer.

Ṣanasın kim her kelāmı laʿl ü mercāndur dizer ʿĀrife yār olmaġa diñle sözinden bellüdür (G. 32/3)

Dört kitabı(Kuran, Tevrat, İncil, Zebur) aşk gözüyle okumak arif için kolaydır.

Dört kitābı oḳımaḳ ʿayn u şīn u ḳāfıla

Gerçi güçdür zāhide ʿārife ʿayān gelür (G. 47/8)

Arifin maksadı Allah’ın hakikat denizine ulaşmaktır. Bu sebepten bağrı kebap gibi yanıktır ve gözlerinden sürekli yaşlar akar.

Ẕāt-ı deryā-yı ḥaḳīḳatdur murādı ʿārifiñ

Anuñ-içün baġrı biryān gözleri giryān diler (G. 23/4)

Ümmî Sinan da Allah’ın birliğine ulaşmış, gayb âlemini seyreden bir ariftir.

ʿÂlem-i ġaybı şehādetdür bizüm seyrānımuz ʿĀrif-i billāh-i ʿālem vāsıl-ı ferdānīyüz (G. 53/4) 2.9. Gönül

Farsça dil ve Arapça kalp kelimeleriyle de karşılanan gönül, insanı vahdete eriştirecek olan manevî idrak merkezidir, insanın manevi varlığıdır.28 Gönül, âşığın arzu ve istek, daha doğrusu aşk ve güzellik konusunda önüne geçemediği iç kuvvetidir.29 Gönül Allah’ın tecelli ettiği yerdir. Allah gönül sayfasından iki cihanın(dünya ve ahiret) izlerini silip kendi nuruyla oraya tecelli eder.

Levḥ-i dilden dü cihānıñ naḳşını pāk eyleyen Sırrına ḳılan tecellī nūr-ı Yezdān añladum (G. 85/2)

28 Üstüner, a.g.e., s. 231.

29 Harun Tolasa, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara, 1973, s. 321.

Allah arşa, kürsiye ve kâinata sığmaz fakat mümin kulunun kalbinde pinhan olur.

ʿArş u kürsī kāʾināta ṣıġmadum didüñ ʿayān

Müʾminiñ ḳalbinde pinhān olduġuñ ʿizzet budur (G. 27/6)

Müminin kalbi Hak Teâla’nın nazargahıdır ve onun evidir.

Ḥaḳ Taʿālā müʾminiñ ḳalbi naẓargāhım didi

Pādişāhıñ beytine sen div neye ḳoyduñ göñül (G. 72/13)

Âşıklar taş ve toprak tavafından vefa bulmaz. Âşığın kalbi Kâbe’dir. Asıl hac ve umre orada yapılır.

Ṭaş u ṭopraḳ ṭavāfından vefā bulmadı ʿāşıḳlar

ʿĀşıḳıñ ḳalbidür Kaʾbe ḥac u ʿumre iderseñ gel (G. 73/6)

Gönül havalara uçan bir kuştur. Bazı zaman bir çöle konar, bazı zaman konmaya nazlanır.

Āh kim bu göñül hümāsı Havālara pervāz ider Gāhḭ ḳonar bir ṣaḥrāya

Gāhḭ ḳonmaġa nāz ider (Koşma 8/1)

Kâinatı bilmenin yolu gönül ülkesine girmektir. Allah’ın arşı oradadır.

ʿÂlem-i kübrāyı bilmez cān iline girmeyen

Gir göñül iḳlīmini seyr eyle ʿarşuʾllaha baḳ (G. 62/8)

Gönül sır nurlarının (İlahi tecelliler ve ilhamlar) dolduğu yerdir. Gönül ülkesi ruhun muammaları ile doludur.

Ṭolar ḳalb sırr-ı envārdan gelür ilhām alur sırdan

Göñül mülkinde cān dili muʿammālar çatar ey Şāh (G. 114/5)

2.10. Mâsivâ

Arapça istisna edatı olan sivâ, mâ mevsûlü ile birleşince başkası anlamına gelir. Tasavvufta Allah'ın dışındaki her şey mâsivâdır. Bütün yaratılanları içine alan bir sınırı vardır. Tasavvufta, gönülde Allah'tan başka neyin sevgisi varsa, onun sevgilisi, hatta ilâhı odur. Bu yüzden, kalpten mâsivâ putunun değiştirilmesi, sevginin hep Allah üzerinde yoğunlaşması büyük önem arz eder.30

Mâsivâ ile dolu bir gönle Allah tenezzül etmediğinden tevhit ehli, gönüllerinde Hak’tan başka bir şey bırakmamalıdır.31 Nitekim Allah’ı seven Allah’tan gayrısını bir kenara koymalıdır. Allah yoluna giren canı ve cihanı terk etmelidir.

Kim ki sever Allāhı ġayrıyı ḳor vaʾllāhi

Bu yola cān u cihān terkine duyan gelür (G. 47/4)

Mâsivâ sevdasına yenik düşmeyen kimse merttir, kâmil insandır. Sevgilisinin derdiyle sürekli yanar.

Māsivā sevdāsına baş egmeyen merdāneler

Dôstı derdiyle hemīşe kāmil insāndur yanar (G. 15/3)

Vahdet deryasına dalan şahane kimseler üzerinde mâsivâ renginden iz bırakmaz.

Māsivā renginden aṣlā ḳomamış nām ü nişān Vaḥdetiñ deryāsına ġavvāṣ olan şāhāneler (G. 24/2)

Mâsivâdan arınmak kolay değildir. Ancak Allah’ın lütfu ile mümkündür.

Çoḳ dürüşdüm dil evi mā-sivādan arınmaz

30 Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul 2005.

31 Üstüner, a.g.e., s. 77.

ʿAcebā ey Pādişāh luṭf-ıla ṭolsañ n'ola (G. 116/2)

Ummana, yani Allah’ta yok oluşa ermenin yolu mâsivâdan özünü temizleyebilen sadık kimselerin himmeti ile mümkündür.

Mā-sivādan rūḥını pāk eyleyen ṣādıḳlarıñ

Himmeti baḥrına ṭal kim iresin ʿummānıña (G. 118/8)

Derviş kimsenin Allah’ın zatından başka düşüncesi yoktur. Nitekim Ümmî Sinan da gönlünde mâsivâdan renk bırakmamaya önem verir.

Māsivā rengin ḳoma dilden ṣaḳın Ümmī Sinān

Ẕāt-ı Ḥaḳdan ġayrı efkār eylemez dervīşler (G. 29/11)

Ümmî Sinan’ı mâsivâya köle olmuş kimselerle karıştırmamak gerekir. Zira onun tek sultanı Allah aşkıdır.

Bu Sinān Ümmīyi siz bende-i aġyār añlamañ Ẓāhir ü bāṭın anuñ sulṭānı ʿaşḳuʾllāhdur (G. 16/7)

2.11. Fenafillah

Arapça, Allah’ta fani olmak demektir. Kulun zât ve sıfatının, Allah'ın zât ve sıfatında fani olmasıdır. Dünya ilgilerini tam anlamıyla ortadan kaldırarak, Allah'a yönelmek demektir.32 Fena kulun kendi varlığını Hakk’ın varlığında yok etmesidir.

Hakk’ın varlığının kulun varlığına üstün gelmesidir. Allah’ın mutlak irade ve kudretinin tam olarak tanınmasıdır. Eşyanın nazardan silinmesidir. Tasavvufî tevhidin en yüksek derecesidir.33 Nitekim içi dışı yokluk dolu olan kimse sır ilinin sultanı olur.

Gördücegüm söyleyeyin ʿaceblemeñ ḥālim bilen Ẓāhir bāṭın fenā bulan sır iline sulṭān olur (G. 45/3)

32 Cebecioğlu, a.g.e.

33 Üstüner, a.g.e., s. 184.

İnsan olanın Allah yolunda yok olması gerekir. “Elif”, “dal” ve

“Mim”in(âdem sözcüğünün harfleri) terkibini silen kimse bu sırrı anlar.

Eyü ādem olan kişi Ḥaḳ yolında ʿadem gerek Elif-ile mīmiñ dālıñ terkībini silen bilür (G. 42/5)

Sır iline sultan olup, ölmeden önce ölen kimse “İki elif”, “iki nun” ve bir

“sin”in(İnsan sözcüğünün harfleri) manasını kavrayabilir.

İki elif iki nūnuñ bir sīniñ maʿnisi olan

Sırr iline sulṭān olur ölmezden öñ ölen bilür (G. 42/4)

Âşığın gönlü sevgiliden ayrı düşmenin acısıyla yokluk içinde yokluk bulmuştur. Bu sebepten halk içinde itibar ve namusu kalmamıştır.

Āh-ı firḳatdan olupdur dil fenā-ender-fenā

Ḫalḳ içinde nām u ʿırżım ḫāke yeksāndur benüm (G. 78/16)

Allah’ın resulü “ölmeden önce ölünüz” diye buyurmuştur. Ümmî Sinan da aşk vesilesiyle bu emri yerine getirmiştir.

Çün buyurdı ol Resūl mūtū ḳable en-temūt

Ölmezden öñ ʿaşḳ-ıla öldügüm midür ḫaṭā (G. 8/2)

2.12. Bekabillah

Allah’la bâkî olmak anlamına gelir. Sûfînin fenafillahtan sonra eriştiği mertebe bekabillahtır. Beka kulun, Hakk’ın bütün eşyadaki tecellisini görmesidir.

Kulun her şeyini Allah’la kaim görmesi ve bilmesidir. Kul, Allah ile kaim olduğu için kendi fiilini göremez. Beka mertebesine eren kul, Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanır, gönül aynasındaki pasları temizler ve onu müşahede eder.34 Beka mülkünde kalıcı olmak için iki dünyanın(dünya ve ahiret) nakşını gönülden tıraşlamak gerekir.

Ol beḳā mülkünde bāḳī ḳalmaġa

34 Üstüner, a.g.e., s. 184.

Dü cihān naḳşını dilden ḳıl ṭırāş (G. 59/9)

Ten fena kılıp ölmeden önce ölünce, can da bekaya erişip Allah’la baki olur.

Nitekim insan olmanın sırrı dışın, yani tenin fenaya ermesi, için yani canın bekaya erip Allah’a kavuşmasıdır.

Ten fenādur ḳıl fenā evvel fenā ölmezden öñ

Cān beḳādur ir beḳāya sen seni Raḥmānda gör (G. 20/6)

Daşı fenā-ender-fenā içi beḳā-ender-beḳā

Sırrı liḳā-ender-liḳā olmayan insān degüldür (G. 44/6)

Ümmî Sinan da velilerin yardımı Hz. Peygamber’in şefaati ile fenafillah bulup bekabillaha erişmeyi ümit eder.

Naẓar ḳıldı size Allāh naẓar ḳıluñ bize biʾllāh Dinilsün dilde ẕikruʾllāh bulunsun cānda vaṣluʾllāh Olam bunda fenā fiʾllāh bulam anda beḳā biʾllāh

Meded ḳıl yā veliyyaʾllāh şefāʿat yā Resūlallāh (Murabba 4/7) 3. Divanda İsmi Geçen Şahışlar

3.1. Peygamberler

3.1.1. Hz. Muhammed

Mutasavvıflar, Hakk’a giden yolda en büyük rehber olarak Hz. Peygamber’in sünnetini görmüşler ve her fırsatta Hz. Peygamber’e olan bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Evliyanın yol göstericisi, baş tacı ve en çok arzu ettikleri insan Hz.

Muhammed’dir.35 Divan edebiyatında Hz. Peygamber’e olan saygı ve sevgiyi dile getirmek, onun hayatını anlatmak, kendisinin öneminden ve yüceliğinden bahsetmek

Muhammed’dir.35 Divan edebiyatında Hz. Peygamber’e olan saygı ve sevgiyi dile getirmek, onun hayatını anlatmak, kendisinin öneminden ve yüceliğinden bahsetmek

Benzer Belgeler