• Sonuç bulunamadı

‘‘Siyasetimiz’’ adlı metin Hikmet Kıvılcımlı tarafından DP’nin 1957 bütçe eleştirisini kaleme aldı. Tarihsel serüvenle Alman modernleşmesine atıfla başlayan metin Türk modernleşmesini de bu minvalde şu şekilde kıyasa tabi tutuyordu:

‘‘CHP devri 1870’den evvelki Almanya’dır. Mustafa Kemal: Büyük Frederik’i, İnönü: Bismark’ı andırır. 1848 ile 1870 arasındaki Almanya’da olduğu gibi, I. ile II. Cihan harpleri arasındaki Türkiye’de dahi hususi sermaye Menderes’in tabiriyle ‘‘Han köşelerine sığınmış esnaf kılığında’’ büyük sanayi bile ufalayan temayülleri kaskatı olmuştu. Ve iktidara dört elle sarılmış bulunan CHP içtimai stokumuz [sosyal durumumuz] bozulmasın diye bu iktisadi ekonomik kabızlığı kendine şiar edinmişti. Almanya, 1870 harbinden Fransa’ya galip çıktı. Tazminat olarak Fransız milyonları Almanya’ya akın etti. Alman üretimi, birdenbire kırlara doğru koşan büyük sanayi temellerini atmaya başladı. Türkiye’mizde II. Cihan harbini galip devletlerarasında bitirdi. Truman ‘‘doktrini’’üzerine Amerikan dolarları memleketimize yağdı. Hususi teşebbüs dehşetli harekete geçerek esnaf faaliyetini andıran parçalanıştan büyük

işletmelere meyletti. ‘‘Muamele vergisi’’kabuğunu çatlattı’’(Kıvılcımlı, 2011: 9)154

Kıvılcımlı, tarihi bir düzlemle ele aldığı iktisat siyasetini Tek Parti döneminden DP’ye doğru yöneltiyordu. İktidar ve muhalefet grupları arasındaki tartışmalar nezdinde ilim tekniğinden mahrumdu. Malzeme, ölçü ve içeriğe ilişkin eleştiriler yapılmalıydı. Yine ona göre meclis’teki üç muhalefet partisi de iki tez üzerine yoğunlaşıyordu: (1) Barajlara Hücum, (2) Pahalılığa Hücum. Ancak yapılması gereken sadece eleştiriyle yetinmek değildi. İlkin ‘‘objektif esasta izah’’ konulmalı sonrasında çözüm yolları üretilmeliydi. Aynı zamanda bu, iktidarı ele geçirmek için çarpışan modern siyasal partilerin de kuruluş gerekçesiydi. Ama DP karşısında konumlanan muhalefet cepheleri ne izah ne de çare göstermekle kendilerini mükellef sayıyordu.

154 1930’lu yıllarda yazdığı ‘‘Yol Etütleri’’nde de Kıvılcımlı paralel olarak şu satırları yazmıştı:

‘‘Görüyoruz ki, burjuva ve küçük burjuva aydınların dünyada misli görülmemiş bir harikadır diye uğrunda geceli gündüzlü anlatıp durdukları Kemalizm’in bütün yöntemleri örneksiz olmak şöyle dursun bundan daha yetmiş yıl önce Almanya’da Bismarkizm’in uygulamasının alaturka bir taklidinden ve faşizmle bulaştırılarak biraz ‘‘çağdaş’’ bir çeşni verilmesinden başka bir şey değildir. Türk burjuvazisi, yetmiş yıl önceki Almanya’daki sınıfdaşlarının yaptıklarını kelimesi kelimesine uyguluyor (Kıvılcımlı, 2009: 28).

HP’nin ‘‘önce hürriyet sonra iktisadi kalkınma’’ söylemi nezdinde büyük menfaat gruplarının çıkarları eksenindeydi. Zira hürriyet’e olduğu kadar iktisadi

kalkınmaya da gerek vardı. HP’yi liberal eğilimlerle 155devlet merkezli iktisat anlayışı

arasında bocalar buluyordu. HP’nin ‘‘milli plan yokluğu’’, ‘‘güdümlü bütçe’’, ‘‘merkezi otorite’’, ‘‘mutlak merkeziyetçi, bürokratik idare’’esaslarını pahalılığın gerekçesi olarak ele almasına karşın ‘‘planlı iktisadi modeli’’ de çözüm adresi olarak görmesini tutarsızlık addediyordu. Zira plan demek merkezileşme demekti.

CHP’de yapılanların kendi dönemlerinde temellendiğini ileri sürerek, nispeten olumlu sonuçlardan pay almak istiyor diğer yandan da sakat para politikasınının nedenselliklerini iç siyasi ortamın pratiklerine bağlıyordu. Eleştirilerin kişiler üzerinden temellenmesi nezdinde prensip fukaralığıydı. Ancak Osmanlı’yla süreklilikler dâhilinde süregelen ‘‘lüks devlet anlayışı’’ esas nedendi. CHP çareyi de kıssadan hisse şu şekilde belirlemekteydi:

‘‘CHP kestirmeden gider: ‘‘Bu hükümet iş başında oldukça hiçbir vait ve taahhüdün yerine getirilemeyeceğine itimat edemiyoruz’’der. Böylece sözlerin umumi yuvarlaklığı, sivrile sivrile Menderes’e batan mızrak ucuna döner: çare Menderes’in gitmesi. Ne hazindir ki 7 yıl önce İnönü giderse demokrasimiz cennete kavuşacak parolası yayılmıştı. Kaç yıl sonra bakalım kim giderse’’ (Kıvılcımlı, 2011: 16).

CMP’yi de iktidara karşı alternatifsiz bulan Kıvılcımlı’ya göre Osman Bölükbaşı da ‘‘Menderes’in şakirdi’’ rolüne bürünüyordu. Yine nazarında CMP ‘‘liberalizm’in iflas ettiğini’’ ilan ettikten sonra diğer yandan devlet müdahaleciliğini de ‘‘harp ekonomisi’’ nevinden kodluyor buna karşın hiçbir çözüm yolu da sunmuyordu. Üstelik karmaşık birtakım beyanlarla DP’yi dönüştürme peşindeydi. Bölükbaşının şahsında temsil olunan CMP, ilke ve prensipler üzerine kurulu bir programa sahip değildi. İktisadi ve siyasal alanın dönüşümü de dolayısıyla CMP eliyle mümkün görünmüyordu.

DP iktidarına da yapılan icraatları, karşılaşılan güçlükleri ve uğranılan başarısızlıkları milletin önüne açıkça koymak teklifinde bulanan Kıvılcımlı, bunu hem

155 Keyder’in gösterdiği üzere Hürriyet Partisi’nin DP’ye karşı çıkması şehir burjuvazisi içinde

ambalajcılıkla yetinmek istemeyen bir grubun olduğunu belirtiyordu. İdeolojideki liberalliği ciddiye alan ve bunun ekonomideki zorunlu uzantısını sanayileşmekte gören Hürriyet Partisi grubu DP’nin hızlı sermaye birikimine yönelik iktisat politikasında umduklarını bulamamıştı. Zaten 1950’de burjuvazinin hakim kesiminin ekonominin kapanma ihtimalini reddedip periferi statüsünü seçtiği ortadaydı. Daha sonra ortaya çıkan Hürriyet Partisi tepkisi uç-merkez ilişkisi içinde sanayiin daha değişik bir rol oynamasını isteyen, ticareti tamamlamaktan çok ikame edici yatırımları öngören bir sanayi burjuvazisi yaratmaya yönelikti (Keyder, 2013: 179).

‘‘şeffaflık’’ ilkesiyle bağdaştırıyor hem de sonuçların yarattığı buhranın da ancak böylesi bir açıklıkla bertaraf edilebileceğini belirtiyordu. İcabında her vatandaşın da çözüm yolları sunmak suretiyle politikalarda faal rol oynayabileceğini de ekliyordu. İlkin Meclis tartışmalarında da çok yer kaplayan para meselesine sözü getiren Kıvılcımlı, parada temsil olunan kıymetin üzerindeki rakamlarda değil bankada

saklanan altın karşılığında olduğunu söylüyordu.156 Kâğıt para ve altın karşılığındaki

orantının yıllara dek değişen şemasını da Merkez Bankasından referansla şu şekilde veriyordu:

‘‘Tedavüldeki banknot miktarı(lira) 965(1945 yılı) 1020 (1950 yılı) 2438(1956 yılı) Bankadaki altın miktarı(lira) 668 419 402 milyon Altının banknota nispeti %68 %41 %16 milyon ’’ (Kıvılcımlı, 2011: 24).

Kıvılcımlı, yıllara dek değişen oranları kâğıt paradaki artışla beraber DP

dönemindeki değerinin 2,56’lık kıymetçe düşüşüne157 sözü getirdikten sonra merkez

bankasındaki döviz durumunun da iç açıcı olmadığını ilave ediyordu.158 Paranın belirli

bir seviyede tutulması da alım satım esnasındaki ‘‘fiyat’’ıyla ilintiliydi. Meclisteki iktidar ve muhalefet grupları arasındaki paraya dair tartışmalar da para değeri ve pahası

156 Karl Marx da 1844 El Yazmaları’nda paraya ilişkin şu satırları yazmıştı: ‘‘Para yoluyla elde

edebileceğim şey, satın alabildiğim, yani paranın satın alabildiği şey, para sahibi olarak, ben kendimim. Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve ne yapabileceğim bu durumda benim bireyselliğim tarafından belirlenmiş olmuyor. Çirkinim ben, ama en güzel kadını satın alabilirim. Demek ki çirkin değilim, çünkü çirkinliğin etkisi, iticiliği para karşısında yok oluyor. Ben bireysel yaratılışıma göre topalım: Ama para bana yirmi dört bacak veriyor; öyleyse topal değilim. Ben kötü, namussuz, her türlü alçaklığı yapabilecek kafasız bir adamım, ama saygı gösterilir paraya-dolayısıyla sahibine de. En iyi şey paradır, dolayısıyla sahibi de iyidir: Para benim dürüstlükten uzaklaşma zahmetine girmemi önlüyor, onun için dürüst sayılıyorum. Kafasızın biriyim ben, ama madem para her şeyin gerçek ruhu, para sahibi hiç ruhsuz olabilir mi? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi? Ben ki para sayesinde insan yüreğinin isteyebileceği her şeyi yapabilirim, bütün insan erdemlerine sahip değil miyim? Bu durumda para benim bütün yeteneksizliklerimi karşıtlarına dönüştürmüyor mu? Beni insan hayatına bağlayan, beni toplumda, insana, doğaya bağlayan şey para olduğuna göre bütün bağların bağı değil mi para? Böylelikle aynı zamanda ayrılmanın da evrensel aracı değil mi? Bir araya getirmenin gerçek aracı olduğu kadar, asıl ayrılma akımı da odur, toplumun galvonu- kimyasal gücüdür’’ (Marx, 2017: 149-150).

157 Türk parasının ‘‘Reşat altını’’ karşısında yıllara dek düşüşü:

Reşat Altını… 100(1914), 1112(1938), 3431(1946), 3490(1950),10626(1956), 14-02-1957 tarihi itibariyle 12000’’ (Kıvılcımlı, 2011: 27).

158 Merkez Bankasında döviz durumu da şu şekildeydi:

‘‘Döviz borçluları 181 (1950 yılı) 178 milyon lira (1955 yılı) Döviz alacaklıları 278 789 milyon lira

arasındaki karmaşıklıktı. Muhalefet, kâğıt paranın çoğalmasının enflasyona, iktidarsa kâğıt paranın çoğalmasını alışverişin çokluğuna dayandırıyordu. Yani muhalefet paranın arzına vurgu yaparken iktidar paranın talebine yoğunlaşıyordu. Ancak her ikisi de döviz oranlarını ihmal ederek çetrefilli yollara sapmaktaydı. Bütçe seviyesinin düşmesi ve vergi adaletsizliğini de sistemsel birtakım hatalara dayandıran Kıvılcımlı’ya göre vergi düzenlemeleri küçük gelirliler lehine düzenlenmeliydi. Çünkü yüksek sınıfların istifadesine sunulan iktisat siyaseti sadece sınıflar arasındaki kopuşu derinleştirmekle kalmıyor aynı zamanda devletin maddi temellerini de sarsıyordu. Sanayide vergi kaçakçılığı, ziraatta büyük kredi ve kazançları elde eden çiftçilerin vergi dışı kalmaları da ortaçağ artığı münasebetlerimizin muhafazasındandı. Gelir-Fiyat endeksinin artması da ‘‘lüks devlet’’ geleneğindendi. Pahalılığın dünya ülkelerine kıyasla Türkiye’de bu denli yüksek oluşu da izlenen yanlış iktisat siyasetinin neticesindendi. Köylü grupları da artan hayat pahalılığı karşısında çareyi şehre göç etmekte buluyordu. Nüfusun şehre kayması ‘‘işçileşme’’ sürecini de hızlandırıyordu. Dahası köy nüfusunun iki mislinden fazla artan şehirlerde eski yaşama alışkanlıkları ‘‘gecekondular’’ vasıtasıyla

sürdürülmekte ve varoşlara yığılmaktaydı. 159 Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar

adlı çalışmasında 1950’lerde şehirlerdeki yeni proletarya’nın süratle genişlemesine mukabil siyasal davranışında sol’a meyletmek yerine sağ popülizmi tercih etmesinde iki neden görür:

(a) Bürokratik-entelektüellerin çoğunun köy hayatını idealize edip gecekonduya acıyarak bakmalarına rağmen göçün hayat standartlarında önemli bir ilerleme sağlaması,

(b) İktisadi bütünleşmeye rağmen şehrin kültürel hayatı (kuşatma altında olsa bile) kapılarda bekleyen kalabalıklara kapalı olması (Keyder, 1990: 112).

İşte bu noktada VP’de çekilen tüm sıkıntıların temelinde üretimin azlığını görüyordu. Üretim seviyesinin düşüklüğü iş kıtlığı, ücret ve kazanç azlığı ve yaşam standartının düşmesi demekti. Çare de orta çağ kalıntısı derebeyi artıklarından sıyrılarak ‘‘ucuz devlet ve şuurlu ticaret’’ ilkesiyle ağır sanayi hamlesinin gerçekleşmesiydi. Bu minvalde ziraat alanına büyük pay veren DP, modern teknikleri

159 ‘‘Tarımın hızla makineleşmesi iç göçü hızlandırmıştı ve bu da büyük kentlerin kenarında gecekondu

yerleşimlerinin (gecekondu) oluşmasına yol açmıştı. Bu süreç, bununla mücadele çabalarının seçim taktikleri yüzünden yasallaştırmalarla sekteye uğraması nedeniyle 1940’lardan beri gözlemlenmekteydi. 1958 başında her iki metropol İstanbul ve Ankara’da 522.000 kişi gecekondularda yaşamaktaydı’’ (Kreıser ve Neumann, 2008: 339).

vasıta kılmayarak yalnızca makineler ithal etmekle kalmıyor aynı zamanda yedek parçaya duyulan gereksinimle dışa bağımlılığı da artırıyordu. Türkiye, dolayısıyla bir ‘‘traktör mezarlığı’’na dönüşüyordu. Zira modern ekonomide ziraat sanayiye sanayi de ağır sanayiye dayanıyordu. Nitekim Amerikan yardımlarının bünyemizde bir gelişmeye matuf olamayışı iki nedene bağlıydı:

(a) İktisadi alanın ağır sanayiden mahrum bırakılması, makinenin Batı’dan getirilmesiyle yetinilmesi,

(b) Yatırımların derebeyi artığı münasebetler ortasında kullanılışı (Kıvılcımlı, 2011: 34).

Batı’dan istenilen hafif sanayi önerileri de hem iktisadi hem siyasi bağımlılığın konulmamış adıydı. VP’ye göre sanayileşemeyişimizin nedeni Osmanlı mirası tefeci ve bezirgân etkilerin iktisadi siyasi münasebetlerimize ağır basmasındandı. Ancak yine de işçi kanadının önderliğinde ağır sanayi hamlesinin ‘‘İkinci Kuvayımilliyeci’’ ruhla tesis edilmesi mümkündü. VP, siyasetin iktisadi ve sosyal bir nitelik taşıdığını belirterek ve öteki partilerden ayrılarak öze dokunmayı temel ilke nevinden okuyordu. VP dolayısıyla kendisini iki husus üzerinden ayrıştırıyordu:

(a) İktisadi ve siyasi yaşamın ayrılmaz bir bütün oluşuna işaret edilmesi. İçerik, öz ve canlı bir politika geleneğini temsil,

(b) Siyasal alanın halk’la beraber çerçevesinin çizilmesi, ‘‘referandum ve özerk esastaki kurumsallık’’larla demokratik alanın inşası.

3. 3 ERKEN GENEL SEÇİMLER

Benzer Belgeler