• Sonuç bulunamadı

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bloklar arasındaki söylemin çerçevesi değişti. Kuşkusuz savaşa dâhil olmayışına mukabil Türkiye, bloklar arasında izlediği ikircikli tavırlarla sonuçlardan da payını aldı. Sovyet Rusya’yla süregelen çalkantılı politik strateji 1945’te somut taleplerle açığa çıktı. Sovyet Rusya Dışişleri Bakanı Molotov’un doğu’da sınır düzeltmeleri ve boğazlar üzerinde denetim talepleri 1940’ların ikinci yarısında gündemi belirleyen konu oldu. Türkiye’nin batı bloğuna yakınlaşmak isteyişindeki görünen temel faktör de buydu. Ancak tarihsel perspektifle bakıldığında bu, süreklilikler dâhilinde batılılaşma serüveninin yansımasıydı. Dahası Sovyetlerden yönelen talepler hem siyasal, sosyal hem de ideolojik eksende etkiler bırakıyordu. Devralınan ‘‘Moskof’’ imgesi Rus karşıtlığıyla bütünleşmekteydi. Üstelik

86 1951 tevkifatına ilişkin detaylar için bkz. Fethi Tevetoğlu, Türkiye’de Sosyalist ve Komünist

Faaliyetler, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1967.

87 1951 Tevkifatı Hikmet Kıvılcımlı nezdinde legal olmayan bir siyasi partinin yaşam şansı olmayacağı

yönündeki kanaatini güçlendirmiş o döneme dek cezaevi süreci, partiyle yaşanan kopukluklar, kendine özgün bir deneyim arama isteği ve buna benzer tüm faktörler onu VP’yi kurma girişimine zorlamıştır denilebilir.

Cumhuriyet’in sınıf ve sınıf mücadelesinin karşıtlığında ifadesini bulan organik bir bütün olarak vaaz edilen halkçılık anlayışı antikomünist histeriyi körükleyen unsurların başındaydı. Dolayısıyla her türünden sol muhalefet Sovyet Rusya’yla ilişkilendirilmenin hudutları içerisindeydi.

Tek Parti devrinin kapanması sonrasında sınıf esasına dayalı siyasal partilere izin verilmesiyle sol muhalefet de kısmi olarak belirginlik kazandı. TSP ve TSEKP’yle beraber görünürlük kazanan sendikal hareketler de kısa süre sonra rejimin meşruluk sınırları dışında kaldı. Yönetici sınıf arasında yer alan elitler tarafından kurulan DP deneyimi de rejime muhalif grupların odağı oldu. DP muhalefetinin sol’a bakışı da ilkin daha ılımlıyken sonraları rejimin meşruluk hudutlarına hapsoldu. Tan’cı Zekeriya ve Sabiha Sertel’lerle DP yöneticilerinin sürdürdüğü iş birliği, CHP yanlısı üniversite öğrencilerinin tertiplediği bir miting sonrasında yıkıcı karaktere büründü. Tan matbaasıyla beraber bazı gazeteler tahrip edildi. Böylesi bir tutum DP hareketini sindirmek ve baskı altına almak isteyişin ürünüydü. Timur da Tan saldırının gerçek hedefinin solculuk olmaktan ziyade muhalefet olduğunu söyler. Çünkü Sertel’ler kendilerine komünist isnatlarında bulunanlara şu şekilde seslenmekteydi:

‘‘Daha burjuva demokratik devrimi gerçekleşmemiş bir memlekette ne sosyalizmin ne de başkalarının temel tutacağına inanıyorum. Ben sadece demokrasi istiyorum. Bu demokrasiyi vermek istemeyenlerdir ki Tan’ın bu mücadelesine karşı gerici ve mukavemet gösteriyorlar’’ (Timur, 1991: 86).

Sol muhalefetin legal alanın dışında kalışı yasal pratiklere de yansıdı. Halk Partisi’nin sol’a karşı tedbirleri 1947’deki kurultayda alındı. 141. ve 142. maddelerin kapsamı genişletildi. Öngörülen cezalar arttırıldı. Komünist karşıtı söylemin böylece yasal düzeyde de alanı genişletildi. 1940’ların ortalarında milliyetçilik de komünizme karşı mücadelenin ideolojik veçhesi oldu. Ancak CHP’nin temsil ettiği laik/seküler milliyetçiliğe komünizmle mücadele de etkin olunması adına 1940’ların sonunda mukaddesatçı bir ruhun da eklendiği söylenebilir.

1940’ların sonuna değin sol muhalefet yalnızca örgütlenme noktasında değil fikri esasta da yasaklandı. Rus karşıtlığı öylesine etkisini hissettirdi ki Rus yazarların klasik romanları milli bünyede tahribat yaratacağı gerekçeleriyle müfredatlardan

çıkarıldı. 88 Şerif Mardin, Batı taklitçiliği eleştirisi anlamındaki Bihruz Bey aleyhtarı

tavrın 1960’lara kadar sosyalizm aleyhtarı şeklinde gözüktüğünü söyler (Mardin, 2015: 78). Hakikaten de 1940’lar içerisinde kısmi manada Batıcılık eleştirisini odak yapsa da ABD bunun dışında kalmaktaydı. Zira Amerika sol karşıtlığını içinde barındıran demokrasi anlayışıyla temel referans kaynağıydı. Öyle ki ABD dostluğu ve Soğuk Savaş çekişmeleri çocukların oyunlarına kadar sindi. 1940’ların sonunda İzmir’de çocukların söylediği bir oyun şarkısının sözleri şu şekildeydi:

‘‘Bir-iki-üçler, yaşasın Türkler/ Dört-beş-altı, İtalya (veya Polonya battı) /Yedi-sekiz- dokuz, Alman (veya Ruslar domuz) /On-on bir-on iki, Amerika birinci’’ (Örnek, 2015: 96).

Komünist karşıtlık her türünden aleyhte fikri damgalamanın, meşru dışı ilan etmenin propagandasına da dönüştü. Liberal tondaki muhalefete yönelen şiddet pratikleri böylesi bir yöntemin neticesiydi. 1946’da Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç görevlerinden alındı. Üniversitelerde sol eğilimli öğretim üyelerinin tasfiyesi de Amerika eliyle yürütülen antikomünist kışkırtmanın örüntüsüydü. 1948’de DTCF’den Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav’ın görevlerine son verilmesi ABD’de öğretim üyelerine karşı yürütülen tasfiye girişimlerinin bir benzeriydi. Ama en kötüsü de güçlü bir iddia olarak Sabahattin Ali’nin öldürülmesiydi.

DP’nin iktidara gelişi de sol muhalefet nezdinde bir değişimin habercisi değildi. Menderes daha ilk konuşmasında sol akımlara mukabele edileceğini ifade ediyor ve irticai nitelikteki faaliyetlerin komünistlerce vasıta kılınarak kullanıldığını öne sürüyordu. Aşırı uçtaki eğilimlere şiddetle bastırılacağını şu sözlerle belirtiyordu:

‘‘Yukarda millete mal olmuş inkılâplarımızın korunmasından bahsetmiştik. Bu konuda bilhassa üzerinde duracağımız mesele memleketi içinden yıkıcı aşırı sol cereyanları kökünden temizlemek ve icabeden kanuni tedbirleri almaktır. İrticai ve ırkçılık gibi

88 ‘‘İlkokullarda okutulan bir Türkçe ders kitabı, klasik ve çağdaş Türk yazarlarının kaleme aldığı,

insanların ıstırabını ve yoksulluğunu anlatan hikâye ve şiirleri içerdiği için sol eğilimli olmakla itham edildi. ya da; Ignazio Silone’nin birkaç yıl önce Türkçe'ye çevrilmiş olan Fontamara adlı romanı sınıflar arasında husumeti körüklemek töhmeti altında bırakıldı. Bu kitap, Yurt ve Dünya, Kadro gibi dergiler, ‘‘solcu’’ sayılan edebiyat eserleri, Marksist ve sosyalist yayınlar, resmi okulların, özellikle de Köy Enstitüleri’nin kütüphanelerinden kaldırıldı. Lermontov’un klasikleşmiş Şeytan isimli eseri birkaç yıl önce Vahim adı altında Türkçe’ye çevrilmişti. Bazı bölümlerinin Türk aleyhtarı yazılar içermesi sebebiyle bu kitap da kötülendi, hatta en ateşli Halk Partisi milletvekillerinden Fahri Kurtuluş, bu bölümlerin romandan çıkarılması için Büyük Millet Meclisi’ne bir teklif bile getirdi’’ (Karpat, 2017: 456-457).

ayırıcı cereyanları vasıta olarak kullanan ve çok defa kendisini bu maskeler altında gizleyen aşırı sol cereyanları fikir ve vicdan hürriyeti mevzuunda mütalaa etmek gafletinde bulunmayacağız. Bugün aşırı sol cereyanlara mensup olanların, mücerret bir fikir ve kanaat sahibi olmaktan ziyade yıkıcı cereyanların aletleri olduklarına şüphemiz yoktur. Fikir ve vicdan hürriyeti perdesi altında bütün hürriyetleri kan ve ateşle yok etmekten başka bir maksat gütmeyen bu ajanları adalet pençesine çarptırmak için icabeden kıstasları vuzuh ve katiyetle tespit etmek zaruretine inanıyoruz. Ancak bu suretledir ki, mizah veya siyasi tenkid kisvesi altında ayakta tutunmak istenilen ve hakikatte düpedüz aşırı sol cereyanların eseri olan neşriyatın tahribatından memleketi korumak kabil olabilecektir’’ (Menderes ve Akyol, 2011: 190).

Menderes aşırı sol cereyanları kökünden temizlemeyi ve yasal düzenlemeler almayı memleketin salahiyeti için zorunluluk addediyordu. İrticai nitelikteki faaliyetlerin temelinde sinsice gizlenmiş maskeli komünistleri görüyordu. Nezdinde liberal demokrasideki fikir ve vicdan hürriyeti ilkesi komünistlerce istismar ediliyordu. Sol akımların temsil ettiği kolektivizm komünist öğelerle bütünleşiyordu. Mizahi unsurlar bile temelde komünist gayeleri taşıyordu. Sol gruplara mensup olanlar aktif birer özne olmaktan ziyade yıkıcı emellerin birer pasif nesnesiydi. Tüm söylemleriyle sol akımlara karşı sert tedbirlerin alınacağının işaretlerini veriyordu. CHP iktidarında sol muhalefetin legal alandaki hareket alanını kısıtlayıcı 141. ve 142. maddelerin kapsamının konuşmadan az bir süre sonra genişletilmesi varsayılan tedbirlerin yasal alandaki karşılığıydı. Sosyal bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki tahakkümünün tesisine ve memleketin sosyal ve iktisadi nizamını devirmeye ilişkin pratikler bu minvalde kurulan siyasal parti ve dernekler de cezalarla karşılaşacaktı.

Komünist cadı avı her şeyin temelinde komünistlerin olduğu vurgusu siyasetin de olağan kalıpları arasında yer alıyordu. Bireylerin gündelik pratiklerinde bir rutin olarak yeniden üretiliyordu. Meclis’i oluşturan grupların söylem şematiği de antikomünist retoriği paylaşmak üzerineydi. Kore’ye asker gönderilmesi hususu her ne kadar kararın alınış biçiminden kaynaklı eleştiri konusu olsa da komünist karşıtı histerinin açığa vurduğu süreçlerden biriydi. Kararın alınış biçimine değil bizatihi kendisine karşı çıkan TBC dağıttığı bildirilerle bu hususa ilişkin reddiyelerini sunuyordu. Ancak dönemsel şartların da etkisiyle Kore’ye asker gönderilmesine ilişkin protesto girişimleri aralarında Sosyolog Behice Boran’ında bulunduğu bazı kimselerin tevkif edilip cezalandırılmasına neden oldu.

1951’deki komünist tevkifatıysa bütünüyle komünist karşıtı havanın ayyuka çıktığı türdendi. Dönemsel şartlar göz önüne alınırsa Türkiye’de komünist faaliyetin varlığına ilişkin deliller Batı bloğuna yakınlaşmada etki yaratacaktı. Üstelik Kuzey Atlantik Paktı’na kabul edilmek gayesiyle girilen Kore Savaş’ı komünist göstergelerle desteklenirse hem siyasal/iktisadi hem de askeri manada Batı bloğuyla bütünleşmeyi perçinleyecekti. 1951’de Sevim Tarı’nın tutuklanmasıyla başlayan süreç birçok kişinin yargılanması ve çeşitli cezalar almasıyla sonlandı. Meclis’te olaya ilişkin konuşmalar komünistlerin en ağır şekilde cezalandırılmaları üzerineydi. Dahası bu gibi faaliyetlerde bulunanların ölüm cezasına çarptırılmalarına dair tasarı da az bir oyla reddedilmişti. Toplumsal yaşamı kaplayan sol karşıtı imgelem siyasi söylevlere de yansıyordu. DP kendisine muhalif her hareketi gizli komünist faaliyeti yürütmekle itham ediyordu. Komünist damgası siyasal alanda alenileşen rutinlerden birine dönüşüyordu. Bu suçlamalardan zaman zaman CHP ve lideri İnönü’de paylarını alıyordu. İnönü’nün zamanında gerçekleştirdiği Sovyet Rusya seyahati ve Stalin’le görüşmesi baş gizli komünist isnatlarına varıyordu. Metin Toker’e göre o dönemde iktidarın antikomünist söylemi şu şekilde inşa ediliyordu:

‘‘Millete keder, huzursuzluk getirecek haber yazanlar gizli komünistti. Milletvekillerin Meclis’teki ve dışarıdaki kötü hareketlerini aksettirenler de gizli komünistti. Hani milletvekilleri vardı, adları sonradan olaylara karışıyordu: işte bu olayları halka duyuranlar tam gizli komünistti. Sonra milletvekillerinin ödeneğini çok bulanlar… Onlar da gizli komünistti. Ya milletvekillerinin sayısını indirmek isteyenler? Tabii onlar da… DP aleyhinde konuşan DP mensuplarına gelince, onlar gizli komünistlerin üstelik sütü de bozuk olanlarıydı. İktidar grubunun şu veya bu zatın emrinde olduğunu yayanlar gizli komünistti. İki çeşit gizli komünist daha mevcuttu: ‘‘Meclis dün gece 20 saniye çalıştı’’ diye başlık atan gazete sekreterleriyle ‘‘Meclis dün bir çırpıda 20 kanun çıkardı’’ diye başlık atan gazete sekreterleri’’ (Toker, 1992: 59).

Maddeten ve maneviyeten yıkıcı sonuçlar doğuran 1955’teki 6-7 Eylül olayları da ‘‘kamufle edilmiş komünizm’’ türünden açıklanıyordu. Menderes, olayları derin bir üzüntüyle karşıladığını ifade eden keskin açıklamasından sonra ayaklanmaların sorumlusu olarak komünistlere ve hain kışkırtıcılara işaret ediyordu. Ancak yabancı gözlemciler böylesi açıklamaları şüpheyle karşılıyordu. Zira komünistlerin, sol grupların faaliyetleri sürekli olarak denetim altındaydı. Üstelik Türkiye’deki

komünistler sayısal manada oldukça düşüktü. Dolayısıyla saldırıların komünistler tarafından örgütlenmiş olması olanaksız görünüyordu. Yine de emniyet amirliklerince ‘‘komünist’’ olarak bilinen 48 kişi tahrik ve tahrip suçlamasıyla tutuklandı. Bu kişilerin tutuklanmalarının nedeni sol eğilimli faaliyetler içerisinde bulunmaları ve polis tarafından takip ediliyor olmalarıydı. Dahası Emniyet Müdürlüğü tarafından keyfi olarak hazırlanan bir şüpheliler listesi de söz konusuydu. Bu listede yıllar önce ölmüş ya da o sırada askerde olan kişilerin dahi ismi yer alıyordu. Ancak tüm ısrarlı sorgulamalara rağmen bu kişilerin fail oldukları kanıtlanamadı. Sorgulamaları gerçekleştiren polis memurları da tutukluların suçsuz bulunduklarını şu şekilde ifade etmekteydi:

‘‘Olaylarla alakaları olmadıklarını biliyoruz, ama ne yapalım, emir ta yukarıdan geliyor. Biz sadece görevimizi yapıyoruz’’ (Güven, 2014: 74).

Antikomünist histerinin kamusal alandaki etkisi de Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri döneminde had safhaya ulaştı. İleri, bakanlığa getirilişinden önce komünizme karşı geniş bir mücadele başlatılacağını dile getiriyordu. Teşkilatın (komünistler kastedilerek) zararlı unsurlardan süratle temizleneceği bildiriliyordu. Nezdinde bakanlık komünistlerle doldurulmuştu. Yayınladığı genelgeyle öğretmenlerin parti işleriyle uğraşmaları da yasaklandı. Bundan sonra siyasetle iştigal olan kimseler hakkında takibata geçilecekti. İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında ‘‘Milli Eğitim Bakanlığı’nda solcu fikirlere meyli olan memurlar hakkında tatbik edilecek kararlar nelerdir? ’’sorusunu şu şekilde cevaplandırıyordu:

‘‘Bu mesele ile bilhassa şahsen meşgul olmaktayım. Gayem Milli Eğitim kadrosunda tek bir komünist bırakmamaktır’’ (Toker, 1990:126).

1950’lilerin genç edebiyatçı kuşağı arasında bireyselliği merkeze alan, varoluşçuluktan beslenen eğilim belirmeye başladı. Mustafa Kurt, bu dönemin edebiyatçılarını esas alan doktora çalışmasında yazarların Avrupa’daki varoluşçu akımdan etkilendiklerini ve Camus, Sartre, Kierkegaard, Nietzsche, Heidegger gibi

isimleri okuduklarını belirtir.89 İkinci Yeni hareketin bu dönemde çıkışı da şaşırtıcı

değildi. Soyut, geleneksel şiirden farklı olarak topluma ve siyasaya uzak, dil oyunlarına

89 Konuya ilişkin detaylı analizler için bkz. Mustafa Kurt, ‘‘1950 Sonrası Türk Edebiyatında Varoluşçu

Felsefeden Etkilenen Yazarların Romanlarında Yapı, Tema ve Anlatma’’,Yayımlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2007.

dayalı simgesel anlayış post modern eğilimlerin edebi alana yansımasıydı. 90Yusuf

Atılgan’ın Aylak Adam romanı çevresiyle ilişki kurmakta zorlanan, modern insanın iç dünyası üzerinde yoğunlaşan, bireyin kalabalıklar arasındaki yabancılaşmasını esas alan temasıyla dönemsel şartları da içerisinde barındıran özgün yapıtlardandı (Demirel,2016:148). Kıta Avrupa’sı kaynaklı bilim anlayışı da yerini Anglosakson bilim anlayışına bıraktı. Bilhassa bu dönemde sınıf tahlilini esas alan çalışmaların yerini alternatif analizler aldı. Böylece sosyal bilimlere atfedilen rol ‘‘sosyal kontrol’’ mekanizmaları ekseninde bilgi üretimini sağlamak üzerineydi. Milliyetçi ve muhafazakâr düşüncenin hâkim olduğu dönemde aynılık hali fikri kısırlığa da neden

oluyordu.91 Dönemin yazarları buna etken olan şeyi, bir kısmı ırki yeteneksizlikleri,

Yunan/Roma kaynağını, yani hümanizma eksikliğini, bir kısmı inkılâpların halka mal edilemeyişini, bir kısmı geçmişten bağların koparılışını, bir kısmı da McCarthyci yönelişin fikri ve düşünceyi dondurduğunu sebep olarak ileri sürüyordu (Kaçmazoğlu,

2012: 58).92

Mehmet Ö. Alkan, 1950’li yıllarda gıpta edilen, örnek alınan Amerikan hayat tarzı hayat ve Dostluk Şarkısını (The Song of Friendship) içeren plağı Amerikan

hayranlığının vardığı boyutları irdelemek açısından mühim görür.93 İzmir’de 1954’te

ABD pavyonunda sonraları da yurdun her yerinde de ücretsiz dağıtılan plağın nakaratı şu şekildeydi: Amerika, Amerika/Türkler dünya durdukça/Beraberdir seninle/Hürriyet savaşında. Türklerin hürriyet savaşında, dünya durdukça Amerikalılarla beraber olduğunu, aradaki dostluk ateşinin sönmeyeceğini ve her iki ülkenin Kore’de kan

90 Zihni Anadol kitabına da ismini veren Kırmızı Gül ve Kasket adlı şiirinden kaynaklı aylarca cezaevinde

kaldığını söyler. Savcıyla olan diyalogunda şiirde bahsi geçen kırmızı renginin komünizm alameti olduğu kasket ibaresinin de sınıf demek olduğu dolayısıyla bir sınıfın diğer sınıfa tahakkümü anlamına gelebileceğini anlatır. Aylarca süren duruşmalar neticesinde beraat kararı veren mahkeme başkanının şu ifadeleri kullandığını belirtir: ‘‘Size şunu açıkça ihtar edeyim ki bundan sonra bu veya bunun gibi şiirler, yazılar, makaleler yazarsanız hele kırmızı güllerden, kasketlerden, işçilerden onların birleşmesinden söz ederseniz buralardan yakanızı kurtaramazsınız’’ (Anadol, 1989: 35).

91 Türkiye sol hareketi içerisinde yazıyla olan güçlü bağıntısıyla Hikmet Kıvılcımlı dikkati celbeder.

Ancak dönemsel konjonktür Kıvılcımlı’yı dahi öylesine etki altında almıştır ki 1950-1960 aralığı en az ürün verdiği yıllardır. Hatta kuracağı VP’nin Tüzük ve Programında sosyalizm ibaresi dahi yer almayacaktır. Bu Kıvılcımlı’nın dar kapsamda kalmış sol alanı açma girişimi olarak düşünülebilirse de ellilerin antikomünist havasıyla da ilintilidir. Dolayısıyla ellili yıllarda güçlü bir anti-entelektüalizm’in olduğunu saptamak olasıdır.

92 Bayram Kaçmazoğlu, 1950-1960 döneminde genelde sosyal bilimler, özelde sosyoloji alanında yapılan

çalışmalara bakıldığında bu dönemi ‘‘fetret devri’’ olarak nitelemenin yerinde olacağını söyler (Kaçmazoğlu, 2012: 58).

93 Bkz. Mehmet Ö. Alkan, Türkiye’de Amerikan İmajının Değişimi (1945-1980), Toplumsal Tarih

kardeşi olduğunu vurgulayan 78’lik plakta Roosevelt, Jefferson, Washington, Henry, Namık Kemal, Ziya Gökalp ve Atatürk’ün hürriyet konusundaki sözleri de eklenmişti. Komünizm’i aynı zamanda ruh hastalığı nevinden ele alanlarda vardı. Fethi Tevetoğlu, komünistlerin aşağılık şahıslarında, bütün maddi ve manevi taraflarıyla bir psikopat, bir hırsız ve bir fahişenin her üçü birleşmiş halde temsil edildiklerinden, bu hasta ruhlu, hak ve hürriyetlere düşman, kirli ve pis yaratıkların bütün sağlam, hak ve hürriyetsever temiz insanlara düşman ve musallat olduğunu ileri sürüyordu (Bora, 2017:

292).94

1950’lerin önemli simalarından Ali Fuat Başgil de dini maneviyatın komünist tehlike karşısında etkili bir güce sahip oluşuna dikkati çekiyordu. Komünizm, fethetmek istediği kale içinde her şeyden evvel mabede ve din adamlarına saldırırdı. Kanaat ve rıza felsefesini çürütmeye çalışırdı. Yine bir ülkedeki din karşıtı tavırlar adı ne olursa olsun, bilerek veya bilmeyerek komünist fikriyatın öncülüğünü yapıyordu. Din eğitimi, bilimsel anlayışla çatışmayacak bir düzlemde ele alınırsa manevi temeller de o oranda sağlam olacaktı. Aynı zamanda komünizm, aşağıların ve düşük kabiliyette olanların üstünleri ve yüksek kabiliyetleri kıskanmasıydı (Bora, 2017: 294).

Militan laik uygulamalarda eleştiri konusuydu. Çünkü dinin kamusal yaşamdan dışlanması komünizmin yeşermesine olanak tanıyordu. Alternatif manevi yöntemin benimsenmesi komünizmle mücadelede etkin rol oynayacaktı. Laik Kemalist grupların dinin sosyal bünyedeki yansımasını örten/yadsıyan tutumu komünizmin türemesine fırsat veriyordu. Laiklik komünizmin dostu, dinin düşmanıydı. Kemalizm maskesi altında koyu bir Allahsızlık propagandası yapılmaktaydı. Hatta bazı İslamcı yazarlara göre, Kemalist söylemi yerele kanalize etme girişimi olan Köy Enstitüleri de köylü çocuklarını komünist yapmak amacıyla inşa edilmişlerdi. Açıkçası irtica’yla komünizm aynı potada yer alıyordu. Milliyetsiz dincilik de komünistliğe gebeydi. Üstelik dinin sosyal dayanışmayı esas kılan mülkiyet anlayışı komünist ütopyaya kapı aralıyordu. Sosyal adalete ilişkin talepler de komünistler eliyle istismar edilmekteydi. Manevi yöntemler kullanılarak kitleler sömürülmekteydi. Yoksulluk ve işsizlik

94 Aclan Sayılgan da TKP’lileri ‘‘manyak, psikopat, aldatılmış’’ diye vasıflandırıyordu. İlave olarak

birbirlerini kolayca satacak hain ve ahlaksız olarak kodluyordu. Komünistliği mutlak kötülük vaaz eden milliyetçi-muhafazakâr Yol dergisi de ‘‘Neden Komünist Oluyorlar’’ başlığı altında tahlillere girişiyordu. Dergiye göre komünistler bazı cinsi arzularını serbest surette tatmini meşru gösteren ileri gözlerle bakıyordu. Marksizm bir iktisadi sistem olmaktan ziyade bir umumhane felsefesiydi. Bazı aydınlarsa komünist olmaklığı yaşamda başarısız olma veya bundan dolayı kuvvetli bir aşağılık duygusunda görüyordu. Dolayısıyla komünistlik böylesi kimselere şahsiyet kazandırıyordu (Bora, 2017: 292).

komünizm’in yayılmasına neden olan etkenlerdi. Dinsel bağnazlık komünistlerce kullanılan bir silahtı. Laiklik, böylesi bir silaha karşı koruyucu mahiyetteydi. Komünizm namus, aile, iffet, insanlık, ahlak, özgürlük ve mülkiyet düşmanlığıydı. Dönemin antilik sınırlarında yer alan iki akım vardı: irtica ve komünizm. Ancak irticai

nitelikteki eğilimlerin temelinde de komünist tahrik aranıyordu.95

Milliyetçi kesimlerde komünistlikle Rusluğu aynı şey olarak okuyorlardı. Ruslar emperyalist gayelerle komünizmi aracı kılarak Türk’ü ortadan kaldırmayı hedeflemekteydi. Moskof ırk düşmanımızdı. Komünistlik de dolayısıyla Türk düşmanlığı ve vatan hainliğiydi. Komünistler, vatana bağlılık bilmeyen birtakım serserilerdi. Ruslar, Bolşevizm’i tüm dünyaya yayarak geçmişten gelen nihai hedeflerini gerçekleştirmek amacındaydı. Hümanizm, inkılâpçılık, düşünce özgürlüğü kisvesi altında komünist propaganda yapılmaktaydı. Ancak yüce Türk milleti komünizme karşı duvardı. Komünizme karşı en etkili silah din ve milliyetçilikti. Dinin irtica’ya dek varacak eğilimleri laik pratiklerle de törpülenmeliydi. Yine de militan laik uygulamalar sorgulanmalı, koşullara göre yeniden çerçevesi çizilmeliydi. Yoğun bir sol karşıtlık

üzerinden temellenen milliyetçi retorik96, içerisinde dini referanslara da yer veriyordu.

Benzer Belgeler